Kategori arşivi: Yargıtay Haberleri

Siyasetçiye yönelik eleştirilerin sınırları, özel şahsa yönelik eleştiri sınırına göre daha geniştir

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, 2014/1689 esas ve 2014/17271 karar sayılı kararı

“Bir siyasetçiye yönelik eleştirilerin kabul edilebilir sınırları, özel bir şahsa yönelik eleştiri sınırına göre daha geniştir. Bir siyasetçi, özel şahıstan farklı olarak, her sözünü ve eylemini bilerek ve kaçınılmaz bir biçimde, gazetecilerin ve halkın yakın denetimine açar.”

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Ankara 22. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 21/11/2013
NUMARASI : 2013/149-2013/512

Davacı R.. E.. vekili Avukat A.. Ö.. vdl tarafından, davalı A.. D.. aleyhine 22/03/2013 gününde verilen dilekçe ile manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen 21/11/2013 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.
Dava, kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece istemin kısmen kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı, kendisinin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, davalının ise MHP milletvekili olduğunu, davalı tarafından 08/03/2013 tarihinde yapılan basın toplantısında, davacıyı “memleketi yakıp, yıkıp, satmakla, eşkiya ile birlik olmakla, halkı koyun yerine koymakla, terör örgütünün temsilcisi ile işbirliği içinde olarak, suç işlemekle, bölücü terör örgütünün sözde l..A. Ö..’ın kucağına oturmakla, onunla işbirliği yapmakla, vatana ihanet etmekle, vatanın bütünlüğünü, milletin birliğini, üniter yapısını haraç mezat satmakla, uşak, aşağılık, işbirlikçi, taşeron olmakla, yabancı devletlerin Türkiye’deki sözcüsü, temsilcisi, emir eri olmakla, adam olmamakla” itham ettiğini, bu sözlerin kişilik haklarını ihlal edici mahiyette gerçek dışı beyanlar olduğunu belirterek manevi tazminat isteminde bulunmuştur.

Davalı, sözlerinin eleştiri niteliğinde olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece; davalının konuşmasının eleştirinin objektif sınırları aşılarak aşağılama ve küçük düşürme niteliğine dönüştüğü, dolayısıyla eleştiri hakkının kötüye kullanıldığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Uyuşmazlık, siyasi kişilik olan davalı milletvekilinin 08/03/2013 tarihli basın toplantısındaki açıklamalarının ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilip değerlendirilmeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Tarafı olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesinde ifade özgürlüğü;
“1. Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ulusal sınırlarla kısıtlanmaksızın, bir görüşe sahip olma, haber ve düşünceleri elde etme ve bunları ulaştırma özgürlüğünü de içerir. Bu madde Devletin radyo yayıncılığını, televizyon ve sinema işletmeciliğini izne bağlamasına engel değildir.

2. Bu özgürlükleri kullanırken ödev ve sorumluluk içinde hareket edilmesi gerektiğinden, ulusal güvenlik, ülke bütünlüğü veya kamu güvenliği, suçun veya düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması, başkalarının şeref ve haklarının korunması, gizli bilgilerin açığa vurulmasının önlenmesi, yargı organının otorite ve tarafsızlığının korunması amacıyla, demokratik bir toplumda gerekli bulunan ve hukukun öngördüğü formalitelere, şartlara, yasaklara ve yaptırımlara tabi tutulabilir.” şeklinde tanımlanmıştır..

Liegens v. AVUSTURYA, Feldek v. SLOVAKYA, Oberschlick v. AVUSTURYA davalarında siyasi kişiliklere yönelik kullanılan ifadeleri değerlendiren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi;
“Liegens v. AVUSTURYA”( Başvuru No: 9815/82 ) davasında;
Eski başbakan … ile seçimlerden birinci çıkan siyasi parti başkanı arasında bir takım olayların yaşandığı, basına yansıyan bir kısım açıklamaların bulunduğu ayrıca 2. Dünya Savaşı sırasında Rusya’daki Alman hattının ötesine geçerek sivilleri katlettiği iddia olunan ilk SS Tugayında görev yapmakla suçlanan liberal parti başkanı … ile koalisyon kurulması tartışmalarının yaşandığı bir sırada, Gazeteci olan Liegens, Profil adlı Viyana Dergisinde yayımlanan iki ayrı yazısında; o tarihte federal hükümetin Başbakanına yönelik olarak ‘En Adi Fırsatçılık(adi oportunism)’, ‘ahlakdışılık’ ve ‘şerefsizlik’ biçiminde ifadeler kullanmıştır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi;“…Sözleşme’nin 10(1). fıkrasında güvence altına alınan ifade özgürlüğünün, demokratik toplumun ana temellerinden birini ve yine bu toplumun gelişmesi ve her bireyin kendini geliştirmesi için esaslı şartlarından birini oluşturduğunu hatırlatarak ifade özgürlüğünün, Sözleşme’nin 10(2). fıkrasının sınırları içinde, sadece lehte olan veya muhalif sayılmayan veya ilgilenmeye değmez görülen “haber” veya “fikirler” için değil, ama aynı zamanda muhalif olan, çarpıcı gelen veya rahatsız eden haberler veya fikirler için de uygulandığını. Bunun, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri olduğu, bunlar olmaksızın “demokratik toplum” olamayacağını (bk. Handyside kararı, parag. 49). belirtmiştir.
Bir siyasetçiye yönelik eleştirilerin kabul edilebilir sınırları, özel bir şahsa yönelik eleştiri sınırına göre daha geniştir. Bir siyasetçi, özel şahıstan farklı olarak, her sözünü ve eylemini bilerek ve kaçınılmaz bir biçimde, gazetecilerin ve halkın yakın denetimine açar; bu nedenle daha geniş bir hoşgörü göstermek zorundadır. Hiç kuşku yok ki, Sözleşme’nin 10(2). fıkrası, başkalarının, yani bütün bireylerin itibarının korunmasına imkan verir; bu koruma, siyasetçileri şahsi sıfatları dışında hareket ettikleri zaman da içine alır. Ancak bu gibi durumlarda söz konusu korumanın gerekleri, siyasi meseleleri açık biçimde tartışmanın yararıyla bağlantılı olarak tartılmalıdır.” gerekçesiyle kullanılan sözlerin ifade özgürlüğü kapsamında kaldığına karar vermiştir.

Dava konusu basın açıklamasının bütünü, yapıldığı zaman dilimi, konuşmayı yapan ve hakkında konuşulan kişinin etkili siyasi kişilikler olması ile yukarıda açıklanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. Maddesi ve bunun uygulamasına yönelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararları gözetildiğinde açıklamaların hükümetin çözüm sürecine ilişkin eylemlerini eleştiri sınırları içinde kaldığı, eleştiri sınırının aşılmadığı anlaşılmaktadır.

Şu halde, açıklanan nedenlerle davanın tümden reddine karar verilmesi gerekirken yazılı biçimde kısmen kabul kararı verilmiş olması doğru değildir. Bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda gösterilen nedenlerle BOZULMASINA ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 16/12/2014 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY YAZISI

İfade özgürlüğü demokratik toplumun zorunlu ve kurucu unsurudur. Sadece hoşa giden veya tasdik içeren ifadeler değil rahatsız edici, incitici hatta şok edici beyanlar da ifade özgürlüğünden yararlanmalıdır. İfadede hedef alınan siyasetçi ise, hele Başbakan gibi üst düzey devlet yöneticisiyse, eleştirilere daha açık ve hoşgörülü olmalıdır. Beyanda bulunan siyasetçi ise memleket sorunları hakkında konuşma ve eleştirme hakkı herkesten önce gelir. Açıklanan ilkeler bakımından çoğunlukla fikir ayrılığım yoktur.
Ancak davaya konu vakıada, konuşan siyasetçi, hakkında konuşulan ve eleştirilen de Başbakan olmasına rağmen, “…Dokunulmazlığını kaldıracağım diyen Başbakan kuyruğunu kıstı…” ve “…Neden gidip A. Ö..’ın kucağına oturdun Başbakan…” ifadeleri, ifade özgürlüğü sınırını aşan beyanlardır. Bu yüzden davacı yararına uygun miktarda manevi tazminat takdiri gerektiği kanaatinde olduğumdan çoğunluğun görüşüne katılmıyorum. 16/12/2014

Konusuz kalan davada haklılık durumuna göre yargılama gideri ve vekalet ücretine hükmedilmeli

Yargıtay 19.Hukuk Dairesi 2012/14600 esas ve 2013/1145 karar sayılı 23.01.2013 tarihli kararı

“Konusuz kalan davada dava tarihindeki haklılık durumunun tespit edilerek yargılama giderlerine ve vekalet ücretine hükmedilmesi gerekir.”

Taraflar arasındaki ipoteğin fekki davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

Davacı vekili; asıl borçlu … A.Ş. ‘nin … A.Ş.’ye olan kredi borcunu bankanın TMSF’ye devrinden sonra ödediğini, ancak davalının müvekkilinin taşınmazlarındaki ipoteği kaldırılmadığını belirterek ipoteklerin fekkine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili; davanın reddini istemiştir.

Mahkemece; yargılama sırasında temlik alacaklısı … varlık yönetim A.Ş.’nin verdiği vekalete istinaden ipoteğin fekkedildiği, davalının dava açılmasına sebebiyet vermediği gerekçesiyle konusu kalmayan davanın esası hakkında ayrıca karar verilmesine yer olmadığına, davacı yararına vekalet ücreti takdirinede yer olmadığına karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davanın konusuz kalması halinde dava tarihindeki haklılık durumunun tespit edilerek yargılama masraflarına hükmedilmesi gerekir. Davacı yan, dava tarihinden önce davalıya gönderdiği 25.05.2010 ve 12.07.2010 tarihli ihtarnameler ile borcun ödenerek tasfiye edildiğini bildirip taşınmaz üzerindeki ipoteğin fekkini istemiştir. Buna rağmen davalı yan ipoteği kaldırmayarak davanın açılmasına sebebiyet vermiş ve yargılama sırasında da ilk celseye gelerek davanın kabulüne ilişkin bir beyanda bulunmamıştır. Bu durumda davalının yargılama giderlerinden ve vekalet ücretinden sorumlu tutulması gerekirken aksi yöndeki mahkeme kararında isabet görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün temyiz eden davacı yararına BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde iadesine, 23.01.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Anayasa Mahkemesi, Tutukluluğun devamına kısa gerekçelerle karar verilemez

Anayasa Mahkemesi (AYM), tutukluluk halinin devamına ilişkin kararların gerekçelerinin yeterli olmamasını hak ihlali saydı. AYM, başvuruculara manevi tazminat ödenmesine hükmetti.

S.D. ile A. G. 5 Ocak 2010 silahlı terör örgütüne üye olmaktan gözaltına alındı ve 8 Ocak 2010’da tutuklandı. Başvurucuların tutukluluk durumu 19 Ekim 2010, 27 Aralık 2010, 26 Ocak 2011, 11 Temmuz 2012 ve 13 Eylül 2013’te incelendi ve atılı suçun vasfı ve mahiyeti, dosya kapsamındaki deliller, kuvvetli suç şüphesinin varlığı, tutuklu kalınan sürenin verilmesi muhtemel ceza ile orantılı olması gerekçeleri ile tutukluluklarının devamına karar verildi. Hapis ceza alan başvurucuların daha sonra tutukluluk halinin devamına karar verildi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından bozulan karar sonrası başvurucular 21 Mart 2014’te tahliye edildi.

S.D. ile A. G.’nin AYM’ye başvurusunu inceleyen Mahkeme, bir kişinin gerekçeden tamamen yoksun bir yargı kararıyla tutuklanması ve tutukluluğun uzatılmasının kabul edilemez olduğunu bildirdi. AYM gerekçeli kararında şu ifadelere yer verdi: “Tutukluluğu meşru kılan gerekçeler gösterilerek bir zanlı ya da sanığın tutuklanmasının keyfi olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak aşırı derecede kısa gerekçelerle ve hiçbir yasal hüküm gösterilmeden tutuklama kararı vermek ya da tutukluluğu devam ettirmek bu çerçevede değerlendirilmemelidir. Ayrıca itiraz veya temyiz merciinin, itiraz veya temyiz incelemesine konu mahkeme kararma ve bu karardaki gerekçelere katıldığı durumlarda, buna ilişkin kararını ayrıntılı olarak gerekçelendirmemesi, kural olarak, gerekçeli karar hakkına aykırılık teşkil etmez.”

Tutukluluğa itiraz ve itirazın reddine ilişkin kararların gerekçelerinin incelendiğinde, tutukluluğun devamının hukuka uygunluğu, tutulmanın meşruluğunu haklı gösterecek özen ve içerikte olmadığı ve aynı hususların tekrarı niteliğinde olduğu bilgisi verilen Mahkeme kararında, tutukluluk halinin devamına ilişkin gerekçelerin ilgili ve yeterli olduğunun söylenemez olduğuna vurgu yapıldı. AYM, ilgili ve yeterli olmayan gerekçelere dayanılarak başvurucuların özgürlüğünden mahrum bırakıldığı dikkate alındığından söz konusu tutukluluk süresinin kabul olmadığını kaydetti.

‘Tutukluluğun makul süreyi aştığı ve tutukluluğun devamına ilişkin kararların gerekçelerinin yeterli olmadığı’ yönündeki iddialara ilişkin Anayasa’nın 19. maddesinin 7. fıkrasının ihlal edildiğine karar veren AYM, başvuruculara ayrı ayrı 3 bin TL manevi tazminat ödenmesine karar verdi.

Birleşen davalarda, hükümde vekalet ücreti ve masrafların ayrı ayrı belirtilmeli

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi, 2015/2445 esas ve 2015/3397 karar sayılı kararı

Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.

KARAR

Davacı, asıl ve birleşen davalarda, davalı Bankadan konut kredisi kullandığını, kendisinden dosya masrafı adı altında haksız ve hukuka aykırı olarak kesinti yapıldığını ileri sürerek, asıl davada ıslahla beraber 2.330,00 TL’nin, birleşen …3. Tüketici Mahkemesine ait 2014/1320 esas sayılı davada 1.500,00 TL’nin, 2014/1321 esas sayılı davada ise 1.919,39 TL’nin faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, davanın kabulüne, 3.900,00 TL’nin dava tarihinden itibaren, 904,32 TL’nin ise ıslah tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.

1-6100 sayılı HMK’nun 297/2. maddesi gereğince bir davada istek sonuçlarından her biri hakkında verilen hükümle taraflara yüklenilen borç ve tanınan hakların, mümkünse sıra numarası altında birer birer, açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gerekli olup, davaların birleştirilmesi durumunda da, asıl ve birleşen davaların birbirinden bağımsız, müstakil davalar olması nedeniyle, hüküm kısmında her bir dava hakkında o davaya ilişkin vekalet ücretleri ve mahkeme masraflarıyla birlikte ayrı ayrı hüküm kurulması zorunludur. Somut olayda, mahkemece asıl ve birleşen davalar yönünden, mahkeme masrafları ve vekalet ücretleri ile birlikte ayrı ayrı hüküm kurulmamış olması, usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.

2-Bozma nedenine göre davalının diğer temyiz itirazlarının incelenmesine bu aşamada gerek görülmemiştir.

SONUÇ: 1. bentte açıklanan nedenlerle temyiz edilen hükmün BOZULMASINA, 2.bent gereğince diğer temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan 82,05 TL harcın istek halinde iadesine, 10.02.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Yargıtayın İçtihat değişikliği ile sahte senet itirazının icrayı durdurmaması

Yargıtay 12. Hukuk Dairesi, 2014/9285 esas ve 2014/11622 karar sayılı 21.4.2014 tarihli kararı

Yargıtay, HMK 209. maddesindeki sahtecilik iddiası ile daha önce verdiği kararlardan dönmüş olması uygulamada haksız takiplere konu oluyor. Zira takibi durdurmak için açılacak genel hukuk davalarında tedbir için mahkemeler yüzde yüz teminat istiyor.

Takibin kesinleşmesi öncesi veya sonrasında takibe konu senedin sahteliğinin iddia edilmesi, HMK’nun 209. maddesi uyarınca takibin durdurulması sonucunu doğurmaz. Anılan hüküm, genel mahkemelerde davalarla ilgili olarak senedin hiçbir işleme esas alınamayacağını, başka bir anlatımla delil olarak kullanılamayacağını öngörmekte olup, icra takibine etkisi yoktur. Somut olayda Asliye Ticaret Mahkemesine ait davasında tedbiren takibin durdurulması talebinin reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. O halde, mahkemece şikayetin kabulü gerekir.

DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Alacaklının borçlular aleyhine bonoya olarak kambiyo senetlerine özgü haciz yolu ile takip başlattığı, takibin kesinleştiği, borçlulardan H. T. B.’ın İcra Müdürlüğü’ ne başvurarak takip dayanağı senetle ilgili Denizli Asliye Ceza Mahkemesi’ne açılan sahtecilik davası nedeniyle takibin durdurulmasını talep ettiği, İcra müdürlüğünce HMK. nun 209 maddesi uyarınca takibin durdurulduğu, bu karara karşı alacaklı vekilinin mahkemeye şikayet yoluna başvurduğu, mahkemece şikayetin reddine karar verildiği anlaşılmaktadır.

İcra ve iflas hukuku, icra ve iflas takiplerinin usul hukuku niteliğindedir. Bu hukuk dalının amacı, bir yandan takip alacaklısının alacağına kavuşması için borçlu veya üçüncü kişilerin çıkarabilecekleri zorlukları ortadan kaldırmak, diğer yandan kötüniyetli takiplere karşı takip borçlusunun kendisini korumasını sağlayacak hukuki çareler bulmak, bu arada takipten etkilenen üçüncü kişilerin menfaatlerini korumak, takip işlemlerinin yapılması sırasında insan hak ve hürriyetlerinin ihlal edilmesini önlemektir. İcra iflas hukukunun en önemli kaynağı İcra Ve İflas Kanunu olup, bu Kanun, icra ve iflas takibinden, tahsile kadar uygulanması gereken usul hükümlerini düzenlemektedir.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, İcra Ve İflas Kanunu’nda bir hüküm olmayan hallerde, ancak İcra Ve İflas Kanunu’nda açıkça gönderme olması ( İİK 50, 68/a-4 gibi ) veya bu kanunun özel veya genel hükümlerine aykırı olmaması ( zorunlu dava arkadaşlığı ) hallerinde uygulanabilir. Bu ilkeler ışığında HMK’ nun 209/1. maddesinin ilamsız icra takiplerine etkisi değerlendirilmelidir. Bu maddeye göre “adi bir senetteki yazı veya imza inkar edildiğinde, bu konuda bir karar verilinceye kadar, o senet herhangi bir işleme esas alınamaz.” Bu maddenin icra takiplerinde uygulanması gerektiğine ilişkin olarak İcra Ve İflas Kanununda bir hüküm bulunmamaktadır.

Kambiyo senetlerine özgü haciz yolu ile yapılan takipte, takibe konu kambiyo senedi altındaki imzaya itiraz, İİK’nun170. maddesinde özel olarak düzenlendiğinden, imza inkarı iddiası hakkında, sonraki genel kanun olan HUMK’nun209. maddesi uygulanamaz. İmza itirazı, İİK’nun 170/1. maddesi uyarınca satıştan başka icra takip muamelelerini durdurmaz. Ancak icra mahkemesi itirazla ilgili kararına kadar takibin geçici olarak durdurulmasına karar verebilir ( İİK 170/2 ).

Öte yandan iddiasının imza itirazı dışındaki bir nedene ( yazıda) dayanması halinde Dairemiz, İcra Ve İflas Kanunu’nda bir düzenleme bulunmadığından HMK’nun 209. maddesinin uygulanması gerektiği görüşünde iken, daha sonra içtihat değişikliğine gidilerek, senet üzerinde bulunan yazıdaki iddiasının borca itiraz niteliğinde olup, bu konunun da İİK’ nun 169/a maddesinde düzenlenmiş olması nedeniyle, HMK’nun 209. maddesinin bu yönden de uygulama yerinin olmadığı görüşü benimsenmiştir.

İcra mahkemesi, önüne gelen itiraz ve şikayetleri, İcra Ve İflas Kanunu’nda düzenlenen özel usul kurallarını uygulayarak takip hukuku bakımından kesin hükme bağladığından, anılan mahkemenin kararları kural olarak maddi anlamda kesin hüküm niteliği taşımaz. Bu nedenle borca veya imzaya itirazın incelenmesi sırasında iddiasına olarak genel mahkemelerde davaları bekletici mesele yapamayacağı gibi takibin durdurulmasına da karar veremez. Sadece İİK.nun 169/a-2. maddesi uyarınca itirazın esası hakkındaki kararına kadar icra takibinin muvakkaten durdurulmasına karar verebilir. İcra mahkemesince takibe konu alacakla ilgili bir karar verilmiş olması, aynı alacak hakkında genel mahkemelerde dava açılmasına engel oluşturmaz.

Borçlunun olarak açtığıı, İİK’nun 72. maddesi kapsamında bir dava olup, anılan maddedeki usule göre mahkemeden alınacak ihtiyati tedbir kararı ile icra takibi durdurulabilir. sahtelik nedeniyle gibi, cumhuriyet savcılığına aynı nedenle yapılan şikayet ve ceza mahkemesinde açılan dava da kendiliğinden icra takibini durdurmaz ve bekletici mesele yapılamaz. Ancak cumhuriyet savcılığı veya ceza mahkemesince tedbir kararı verilirse icra takibi durdurulabilir.

Yukarıda açıklanan ilke ve kurallar ışığında, takibin kesinleşmesi öncesi veya sonrasında takibe konu senedin sahteliğinin iddia edilmesi, HMK’nun 209. maddesi uyarınca takibin durdurulması sonucunu doğurmaz. Anılan hüküm, genel mahkemelerde davalarla ilgili olarak senedin hiçbir işleme esas alınamayacağını, başka bir anlatımla delil olarak kullanılamayacağını öngörmekte olup, icra takibine etkisi yoktur.

Somut olayda Asliye Ticaret Mahkemesine davasında tedbiren takibin durdurulması talebinin reddine karar verildiği anlaşılmaktadır.

O halde, mahkemece şikayetin kabulü gerekirken Denizli 5. Asliye Ceza Mahkemesi ve Denizli 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde takip dayanağı senedin sahteliği ileri sürüldüğünden icra müdürlüğünce HMK. nun 209. maddesi uyarınca icra takibinin durdurulmasında usulsüzlük bulunmadığı gerekçesiyle şikayetin reddi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.

SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca ( BOZULMASINA ), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 21.04.2014 gününde oy çokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY

Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 08.12.1982 günlü 1982/4 E. ve 1982/4 K. sayılı kararına göre “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 142. maddesi hükmüne göre, mahkemelerin görevleri kanunla düzenlenir. Öte yandan, 5 Aralık 1977 tarihli, 4/4 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da açıklandığı üzere, mahkemelerin görevi kamu düzeni ile ilgili olup kıyas veya yorum ile genişletilmesi yahut değiştirilmeleri mümkün bulunmamaktadır. Şayet kanunda açıklık yoksa, görev genel mahkemelere aittir.”

Hukuk Genel Kurulunun 16.04.2014 tarihli 2013/12-1310 E. ve 2014/532 K. sayılı ilamına göre icra mahkemesinin yetkisi sınırlıdır.

T.C. Anayasası’nın 6.maddesine göre , 36.maddesine göre , 37.maddesine göre , 142.madesine göre

Hükümlerinin mahiyeti itibariyle herkese veya her olaya uygulanması mümkün olan kanunlara genel kanun, belli kişilere veya belli olaylara uygulanan kanunlara ise özel kanun denilmektedir. İcra ve İflas Kanunu özel, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ise genel kanundur.

Kambiyo senetlerinde İİK.’nun 169/a maddesi gereğince dar yetkili icra mahkemesi imza inkarı dışındaki sahtecilik iddiasını inceleyemez. Çünkü bu maddede incelenebilecek itiraz sebepleri; a) İtfa, b) İmhal, c) Zamanaşımı ve d) İmzaya itiraz olmak üzere sınırlı olarak sayılmıştır. Senette sahtecilik iddiasını inceleme görevi genel yetkili mahkemelere aittir. İmza itirazı da borca iitrazdır. Yasa koyucu imza itirazının inceleme şeklini ayrıntılı olarak İİK.’nun 170. maddesinde düzenlediği halde sahtecilik itirazının incelenme şeklini İİK.’nda düzenlememiştir. Yasa koyucunun böyle bir iradesi olsa idi sahtecilik itirazının incelenme şeklini de belirlerdi. Takip hukukunda düzenlenmeyen bir konuda yorum yolu ile icra mahkemelerinin görevli olunduğunu söylemek Anayasa’ya, İİK.’na ve İçtihadı birleştirme kararına açıkça aykırılık oluşturmaktadır.

İcra ve İflas Kanunu icra takip hukuku açısından Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na göre özel kanun olup, takip hukukuna ilişkin uyuşmazlıklarda öncelikle İcra ve İflas Kanunu hükümlerinin, bu kanunda hüküm bulunmayan durumlarda ise anılan kanuna aykırılık teşkil etmemek koşuluyla genel nitelikte olan Hukuk Muhakemeleri Kanunu hükümlerinin uygulanması gerekir. Sahtelik iddiasının imza inkarı dışında bir nedene dayanması durumunda İcra ve İflas Kanunu’nda özel bir düzenleme bulunmadığından sorunun çözümü için 6100 Sayılı HMK. nun 209.maddesinin uygulanması gerekeceğinden bu maddenin amir hükmü gereğince icra takibi olduğu yerde durur. Bunun için sahtelik iddiasının ileri sürüldüğü mahkemece ayrıca tedbir kararı verilmesi gerekmez. Borçlu tarafından icra dairesine başvurulması halinde icra müdürlüğünce anılan madde uyarınca sahtelik davası sonuna kadar icra takibinin durdurulması gerekir. İcra müdürünün kararının taraflarca İİK. nun 16/2. maddesi uyarınca süresiz şikayet konusu yapılabileceği tabidir. Öte yandan borçlu tarafından doğrudan icra mahkemesine başvurulmasına da yasal engel olmadığından hakim, 6100 Sayılı HMK.nun 209/1.maddesini re’sen nazara almalıdır.

Pek tabidir ki mahkemece sahtelik iddiasının imza inkarı dışındaki bir nedene dayandığının belirlenmesi halinde takip hukukunun özelliği ve acele karar verilmesi gerekliliğinin bir sonucu olarak, sahtelik davası bekletici mesele yapılmadan, sahtelik davasında karar verilinceye kadar icra takibinin durdurulmasına karar verilmesi gerekir.

Yukarda belirttiğim gerekçelerle çoğunluğun görüşünün icra mahkemelerinin görev alanını yorum yolu ile genişletecek şekilde olduğu, bu görüşün Anayasaya, HMK.’ya, İİK.’na, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun kararına ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun kararına aykırı olduğunu düşündüğüm için takip hukukunda HMK.’nun 209/1.maddesinin uygulanmayacağına ilişkin çoğunluk görüşüne katılmıyorum.

Somut olayda; takibe konulan senetteki imza itirazının reddedildiği, derecattan geçerek kesinleştiği, ceza davasının da boş senedin murisin ölümünden sonra doldurularak takibe konulması iddiasına dayandığı görülmüştür.

Dairemizin istikrar kazanmış uygulamalarına göre; Senedin takibe konulduğu tarih itibarı ile yürürlükte bulunan 6762 sayılı TTK. nun 690. maddesinin göndermesi ile bonolar hakkında da uygulanan aynı Kanun’un 592. maddesi uyarınca, tamamen doldurulmamış olan bononun tedavüle çıkarılırken doldurulması mümkün olup, bunun anlaşmalara aykırı olarak doldurulduğu iddiasının yazılı belge ile kanıtlanması halinde geçerlilik kazanması mümkündür. Somut olayda takip dayanağı bononun tanzim ve vade tarihlerinde her hangi bir tahrifat iddiası mevcut değildir. Bu kısımların anlaşmaya aykırı olarak doldurulduğu, İİK. nun 169/a-1.maddesinde belirtilen nitelikte yazılı bir belge ile ispatlanmalıdır. Bu durumda, borçlu, bononun boş kısımlarının anlaşmaya aykırı doldurulduğuna ilişkin iddiasını, takip dayanağı bonoya açıkça atıf yapılan İİK. nun 169/a-1.maddesinde belirtilen nitelikte yazılı bir belge ile ispat edemediğinden, mahkemece, şikayetin reddi yerine olayda uygulama yeri bulunmayan yazılı gerekçe ile kabulü yönünde hüküm tesisi isabetsiz olup kararın bu gerekçe ile bozulması gerekir.(¤¤)

Yargıtay, ev sahibinin rızası yoksa kiracı kayınvalidesiyle oturabilir baldızıyla oturamaz

Gediz Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2’nci Kira Hukuku Sempozyumu’nda konuşan Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Murat İnceoğlu, Yargıtay’ın kiracıyla birlikte kimin yaşayıp kimin yaşayamayacağına ilişkin ilginç yorumları olduğunu belirterek, “Kayınvalidenin oturmasına izin verilirken, baldıza izin verilmiyor” dedi.

Kira hukuku alanında kitapları ve akademik çalışmaları bulunan 8 üniversiteden hukukçular, mahkemelerin farklı dava dosyalarına yönelik kararlarından örnekleri paylaştı. Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Murat İnceoğlu da Yargıtay’ın kiracıyla birlikte kimin yaşayıp kimin yaşayamayacağına ilişkin ilginç yorumları olduğuna işaret etti, “Kayınvalidenin oturmasına izin verilirken, baldıza izin verilmiyor” dedi. Doç. Dr. İnceoğlu, kiracıyla kimlerin kalabileceğinin yıllardır tartışıldığını ve kiraya verenler tarafından dava konusu edilebildiğini dile getirdi, şunları söyledi: “Yeni Türk Borçlar Kanunu’nda bu duruma ilişkin düzenlemeye yer verilmedi. Temmuz 2012’de yürürlüğe giren yasa bu yönüyle eksik çıktı. Şu an sadece İcra İflas Kanunu’nun 276’ncı maddesinde bu duruma açıklık getiren bir hüküm var. Buna göre, eş ve çocukların yanı sıra 2’nci dereceye kadar kan bağı olanlar da kiralanan konutta kiracıyla kalabilir. Yargıtay, bu kanun maddesini dikkate alsa, kayınvalideye başka, baldıza başka karar vermezdi. Bu kararlar bu yüzden hatalı.”

Kısmen kabulde temyiz sınırı sadece temyiz edilecek reddedilen miktara göre belirlenir

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Esas: 2011/19-339 esas ve 2011/404 karar sayılı, 08.06.2011 tarihli kararı

Dava: Taraflar arasındaki davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir 8.Sulh Hukuk Mahkemesince, davanın kabulüne dair verilen 07.12.2009 gün ve 2009/918 – 1312 E. K. sayılı kararın incelenmesi davalı E. B.San. Tic. Ltd. Şti. vekili tarafından istenilmesi üzerine,

Yargıtay 19. Hukuk Dairesi’nin 15.09.2010 gün ve 2010/1314-9785 E.K. sayılı ilamı ile;

Davacı vekili, müvekkili şirketin davalı şirkete fatura karşılığında mal verdiğini, ancak davalı şirketin fatura bedelinin ödemediğini, bunun üzerine başlatılan icra takibine davalı tarafça haksız olarak itiraz edildiğini belirterek itirazın iptaline,takibin devamına ve %40 dan aşağı olmamak üzere icra inkar tazminatına hükmedilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, davacı tarafa böyle bir borçlarının olmadığını ve davacı tarafın takibin dayanağını açıklamadığını belirterek davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, toplanan deliller ve benimsenen bilirkişi raporu doğrultusunda davalının davacıdan teslim almış olduğu malların bedelini ödemediği ve itirazında haksız olduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiş ve hüküm davalı vekilince temyiz edilmiştir.

1- Dosyadaki yazılara kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre davalı vekilinin aşağıdaki bent dışında kalan temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.

2- Mahkemece hükme esas alınan bilirkişi raporunda davacı alacaklı tarafından borçlunun temerrüde düşürülmediği ve taraflar arasında cari hesap sözleşmesi olmaması nedeniyle faiz talep edilemeyeceği belirtilmiş ve davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Bu durumda itirazın iptali davasına konu olan alacak kalemlerinden faiz talebi reddedildiğine göre kendini avukat ile temsil ettiren davalı lehine vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması bozmayı gerektirmiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararı:

Hukuk Genel Kurulundaki görüşme sırasında, esasa girilmeden önce, müddeabbihin miktarı itibariyle direnme kararına karşı temyiz yolunun açık olup olmadığı, ön sorun olarak incelenmiştir.

Bilindiği üzere, 21.7.2004 gün ve 25529 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak, öngördüğü istisnalar dışındaki hükümleri yayım tarihinde yürürlüğe giren, 14.7.2004 tarih ve 5219 sayılı <Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun>; yürürlük tarihinden sonra Yerel Mahkemelerce verilen hükümler yönünden 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 427. maddesindeki temyiz (kesinlik) sınırını bir milyar TL. yine yürürlük tarihinden sonra Yargıtay Daireleri ve Hukuk Genel Kurulunca temyiz incelemesi sonucunda verilen kararlara karşı karar düzeltme yoluna gidilebilmesi için 440/III-1. maddesinde aranan parasal sınırı da altı milyar TL. olarak değiştirmiştir. 5219 ve 5236 sayılı Kanunlara göre katsayı artışı uygulanarak bu sınırlar arttırılmıştır.

01.01.2011 tarihinden itibaren uygulanacak temyiz (kesinlik) sınırı 1.540,00 TL olup; direnme kararının verildiği 17.01.2011 tarihinde de bu miktar geçerlidir.

16.07.1981 gün ve 2494 sayılı Kanun’un geçici maddesi ile temyiz ve karar düzeltme sınırlarına ilişkin değişikliklerin, Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra verilecek nihai kararlara yönelik temyiz ve karar düzeltme istemleri hakkında uygulanacağı belirtilmiş; dolayısıyla, dava hangi tarihte açılmış olursa olsun, temyiz ve karar düzeltme sınırlarının saptanmasında, hakkında bu yollara başvurulan hükmün verildiği tarihteki yasal durumun esas alınacağı kabul edilmiştir.

Bir mahkeme kararının temyiz edilip edilemeyeceği belirlenirken, temyiz hakkının doğduğu (kararın verildiği) tarihteki hukuksal durum esas alınmalı; karar tarihinde yürürlükte bulunan kanun hükmü temyiz sınırı yönünden hangi düzenlemeyi içeriyor ise, ona bağlı kalınmalıdır. Buradaki teriminin, Yerel Mahkemenin, Özel Daire bozmasına karşı verdiği direnme kararını da kapsayacağında duraksama bulunmamaktadır.

Yeri gelmişken eldeki davada temyize konu müddeabih miktarının ne olduğunun açıklanmasında yarar vardır:

Davacı/alacaklı tarafından, faturaya dayalı 5.129.46 TL alacağın 924.83 TL işlemiş faiziyle birlikte tahsili için davalı/borçlu aleyhine icra takibi başlatılmış; davalı/borçlu, davacının cari hesap alacağı adı altında talep ettiği borcu ve istenen reeskont faizini kabul etmediğini bildirerek, takibe, borca ve işlemiş faiz miktarına ve oranına itiraz etmiştir.

Davacı/alacaklı eldeki itirazın iptali davası ile; davalıya fatura karşılığı mal verdiğini, bedelin ödenmemesi üzerine başlattığı icra takibine itiraz edildiğini ifadeyle vaki itirazın iptali ile takibin devamına ve icra inkar tazminatına hükmedilmesini istemiş; mahkemece asıl alacağa vaki itirazın iptali ile takibin asıl alacağa takip tarihinden itibaren değişen oranlarda avans faizi uygulanmak suretiyle devamına, icra inkar tazminatına, davacı vekili için vekalet ücreti takdirine karar verilmiştir.

Davalı/borçlu vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece sair temyiz itirazları reddedildikten sonra mahkemece hükme esas alınan bilirkişi raporuna atfen faiz alacağına ilişkin kısım reddedildiğinden kararın kısmen kabule ilişkin olduğu, bu haliyle davalı taraf lehine de vekalet ücreti takdiri gerektiğine işaretle karar bozulmuş; mahkemece davacı/alacaklının eldeki davada sadece asıl alacağa vaki itirazın iptalini istediği, faizin dava konusu edilmediği gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.

Şu hale göre bozma ve direnme kararlarının kapsamı itibariyle asıl alacak uyuşmazlık konusu değildir.

Uyuşmazlık; 924.83 TL işlemiş faiz alacağının eldeki davaya konu edilip edilmediği ve bu miktar üzerinden davalı lehine vekalet ücreti takdirinin gerekip gerekmediği noktasında olup; temyize konu edilen de bu husustur.

Bu haliyle müddeabbih 924.83 TL den ibarettir.

Direnme kararının verildiği 17.01.2011 tarihinde, temyiz (kesinlik) sınırı 1.540,00 TL olmakla; 924.83 TL açık biçimde temyiz edilebilirlik sınırı altında olduğundan, anılan karara karşı temyiz yoluna gidilmesi, miktar itibariyle mümkün değildir.

Hal böyle olunca, davalı/borçlu vekilinin temyiz dilekçesinin reddi gerekir.

Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenle davalı/borçlu vekilinin temyiz dilekçesinin reddine, oybirliği ile karar verildi.

İşçinin boş kağıda imza atarak istifasında, hile iddiası tanıkla ispat edilebilir

Yargıtay 9.Hukuk Dairesi, 2000/13464 esas sayılı ve 2000/18865 karar sayılı, 13.12.2000 tarihli kararı,

> BEYAZ İMZA—HİLE İDDİASI—- BEYAZ İMZALI İSTİFADA TANIK DİNLENMESİ

(818 s. BK. m. 28) (1475 s. İş K. m. 14) (1086 s. HUMK. m. 293/4-5)

ÖZET : Beyaz imza alınıp verilmesi hallerinde taraflar arasında karşılıklı ve kuvvetli
emniyete dayanan bir ilişki var demektir. Bu nedenle, beyaz imza verenin, beyaz imza
alındığını gösteren belge istemesi düşünülemezse de, iş aktinin beyaz imzalı kağıt
doldurularak istifa etmiş gibi gösterilmesi şeklinde feshedildiği iddiasına karşı tanık
dinlenmeli ve tanıkların beyanları değerlendirilerek kıdem ve kötüniyet tazminatının haklı
olup olmadığı belirlenmelidir.

Davacı, kıdem ve kötüniyet tazminatı, ikramiyeyle yıllık izin ücretinin ödetilmesine karar
VERİLMESİNİ İSTEMİŞTİR.

Yerel mahkeme, isteği kısmen hüküm ALTINA ALMIŞTIR.

Hüküm taraflar avukatlarınca temyiz edilmiş ve davacı avukatınca da duruşma talep edilmiş
ise de; HUMK.nun 435 inci maddesi gereğince duruşma isteğinin süreden reddine ve
incelemenin evrak üzerinde yapılmasına karar verildikten ve temyiz isteğinin süresinde olduğu
anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı Kanuni gerektirici sebeplere göre,
davalının tüm temyiz itirazları YERİNDE DEĞİLDİR.
2- Davacının temyizine gelince;
Davacı, iş akdinin işverence haksız olarak sona erdirildiğini belirterek kıdem, kötüniyet
tazminatlarıyla birlikte izin ücretiyle ödenmeyen ikramiye alacaklarının hüküm altına
ALINMASINI İSTEMİŞTİR.
Davalı ise savunmasında; davacının istifa suretiyle işten ayrıldığını İLERİ SÜRMEKTEDİR.
Gerçekten dosya içerisinde 28.4.1999 tarihini taşıyan ve davacı tarafından imzalanan bir
dilekçe mevcut olup, bu dilekçede “… 18 Nisan 1999 Belediye Başkanlığı seçimini Servet´in
kazanmasından rahatsızlık duyduğumdan belediyenizdeki görevimden istifa ediyorum…”
denilmektedir.
Davacı kendisi ve diğer çalışanlardan Belediye Başkanı ve yetkilileri tarafından 1993 yılında
imzalarını taşıyan boş kağıtlar alındığını ve daha sonra üstlerinin doldurularak işleme
konulduğunu ancak istifa etmelerini gerektiren bir neden OLMADIĞINI BELİRTMİŞTİR.
Mahkeme yazılı bir belge olan ve imzası kabul edilip içeriği kabul edilmeyen istifa dilekçesinin
gerçek iradeyi yansıtmadığının ancak yazılı belgeyle ispatlanması gerektiğini belirterek
dinlenilen tanık beyanlarına DEĞER VERMEMİŞTİR. Yine mahkemenin de kabul ettiği şekilde
dinlenilen davacı tanıkları belediye başkanının çalışanlardan ve davacıdan imzalı boş kağıt
aldığını İFADE ETMİŞLERDİR.
Beyaz imza alınıp verilmesi hallerinde taraflar arasında karşılıklı ve kuvvetli emniyete dayanan
bir münasabetin mevcut olduğu KABUL EDİLMEKTEDİR. Böyle bir münasebet bulunmasa
beyaz imza alınıp verilmesi düşünülemez. Bu durumda beyaz imza verenin diğerinden beyaz
imza aldığını gösteren bir belge istemesi işin mahiyeti bakımından söz konusu edilemez. Kaldı
ki, iddia bir taraftan davacının suistimal edilen emniyeti dolayısıyla hile iddiasına da
DAYANMAKTADIR. Her iki bakımdan da davacının olayda şahit dinletmesi Hukuk
Muhakemeleri Usul Kanunun 293 üncü maddesinin 4. ve 5. bentlerine DE UYGUNDUR. Bu
durumda mahkemece yapılacak işlem tanık sözlerini değerlendirmek suretiyle davacının
kıdem ve kötüniyet tazminat isteklerinde haklı olup olmadığını BELİRLEMEKTEN İBARETTİR.
Eksik incelemeyle karar verilmesi hatalı olduğundan hükmün BOZULMASI GEREKMİŞTİR.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten (BOZULMASINA), peşin alınan temyiz
harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 13.12.2000 tarihinde OYBİRLİĞİYLE KARAR VERİLDİ.