Etiket arşivi: ALANI

GÖREVLİ MAHKEME / TÜKETİCİ MAHKEMELERİNİN GÖREV ALANI / GÖREV KONUSUNDA USULÜ MÜKTESEP HAK

T.C.
YARGITAY
Onüçüncü Hukuk Dairesi
E:2006/6686
K:2006/10439
T:26.6.2006
GÖREVLİ MAHKEME
TÜKETİCİ MAHKEMELERİNİN GÖREV ALANI
GÖREV KONUSUNDA USULÜ MÜKTESEP HAK

4077 s. TÜKETİCİNİN KORUNMASI HAKKINDA KANUN [Madde 23]
Taraflar arasındaki itirazın iptali davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü:
Davacı, davalıya araç sattığını, araç bedelinin 15.000.000.000 TL’sini banka kredisi kullanarak ödeyen davalının bakiye 13.985.000.000 TL’sini bir hafta içinde ödemeyi taahhüt ettiğini, davalının eşini önceden tanıdıkları için senet düzenleme gereğini duymadıklarını, davalının bakiye borcu ödemediği gibi icra takibine de haksız olarak itiraz ettiğini ileri sürerek itirazın iptali ile icra inkar tazminatının tahsilini istemiştir.
Davalı, bakiye borcun 1.6.2005 tarihinde ödenmesinin kararlaştırıldığım, borcun muaccel hale gelmediğini, 1.6.2005 tarihinde bakiye borcu da ödediğini savunarak davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.
1- 4822 sayılı yasa ile değişik 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un Amaç başlıklı 1. maddesinde yasanın amacı açıklandıktan sonra Kapsam başlıklı 2. maddesinde “Bu kanun, birinci maddesinde belirtilen amaçlarla mal ve hizmet piyasalarında tüketicinin taraflardan birinin oluşturduğu her türlü tüketici işlemini kapsar” hükmüne yer verilmiştir. Yasanın3. maddesinde mal; alışverişe konu olan taşınır eşyayı, konut ve tatil amaçlı taşınmaz malları ve elektronik ortamda kullanılmak üzere hazırlanan yazılım, ses, görüntü ve benzeri gayri maddi malları ifade eder. Satıcı; kamu tüzel kişileri de dahil olmak üzere ticari veya mesleki faaliyetleri kapsamında tüketiciye mal sunan gerçek veya tüzel kişileri kapsar. Tüketici ise bir mal veya hizmeti ticari veya mesleki olmayan amaçlarla edinen kullanan veya yararlanan gerçek ya da tüzel kişiyi ifade eder şeklinde tanımlanmıştır.
Bir hukuki işlemin 4077 sayılı yasa kapsamında kaldığının kabul edilmesi için yasanın amacı içerisinde yukarıda tanımları verilen taraflar arasında mal ve hizmet satışına ilişkin bir hukuki işlemin olması gerekir. Somut uyuşmazlıkta davacı ile davalı arasında 4077 sayılı yasa kapsamında sözleşme ilişkisi bulunduğu anlaşılmaktadır.
4077 sayılı yasanın 23. maddesi bu kanunun uygulanması ile ilgili her türlü ihtilafa tüketici mahkemelerinde bakılacağını öngörmüştür. Taraflar arasındaki uyuşmazlık Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun kapsamında kaldığına göre davaya bakmaya Tüketici Mahkemesi görevlidir. Görevle ilgili düzenlemeler kamu düzenine ilişkin olup taraflar ileri sürmese dahi yargılamanın her aşamasında resen gözetilir. Görevle ilgili hususlarda kazanılmış hak sözkonusu olmaz. Bu durumda mahkemece ayrı bir tüketici mahkemesi varsa görevsizlik kararı verilmesi yok ise ara kararı ile davaya tüketici mahkemesi sıfatıyla bakılması gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırıdır.
2- Bozma nedenine göre davalının sair temyiz itirazlarının incelenmesine gerek görülmemiştir.
SONUÇ : Yukarıda ( 1 ) numaralı bentte açıklanan nedenlerle temyiz olunan kararın BOZULMASINA, ( 2 ) numaralı bent uyarınca diğer temyiz itirazlarının incelenmesine gerek olmadığına, peşin harcın istek halinde iadesine, 26.06.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.

BİLİRKİŞİ VE TANIK BEYANLARI ARASINDA AYKIRILIK / SİT ALANI

T.C.

YARGITAY
Yedinci Hukuk Dairesi
E: 2006/1137
K: 2006/1129
T: 13.4.2006
BİLİRKİŞİ VE TANIK BEYANLARI ARASINDA AYKIRILIK
SİT ALANI
ÖZET: DAVACI TARAFIN DAYANDIĞI TAPU KAYDININ UYGULAMASINA İLİŞKİN YEREL BİLİRKİŞİ SÖZLERİ, KOMŞU TAŞINMAZLARIN TESPİT TUTANAĞI İÇERİĞİ VE VARSA DAYANAKLARI KAYITLARLA DENETLENMEDİĞİNDEN SOYUT NİTELİKTE GEREKÇESİZ SÖZLERDEN İBARET OLDUĞU GİBİ UZMAN BİLİRKİŞİ TARAFINDAN DÜZENLENEN RAPOR VE EKİ HARİTADA TUTUNULAN TAPU KAYDINDA TARİF EDİLEN SINIR YERLERİ 3402 SAYILI KADASTRO KANUNUNUN 20. MADDESİ HÜKMÜNE UYGUN BİÇİMDE GÖSTERİLMEDİĞİNDEN KEŞFİ İZLEMEYE, BİLİRKİŞİ SÖZLERİNİ DENETLEMEYE, İMKAN VERMEYEN HARİTA VE EKİ RAPORDA YETERSİZDİR.
Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca incelenmesi davalı hazine tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi, dosyadaki belgeler okundu. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi. Gereği görüşüldü:
Dava niteliği ve içeriği itibariyle 3402 sayılı Kadastro Kanunun 12. maddesi hükmüne dayalı kesinleşen kadastroya karşı açılan dava niteliğindedir.
Davalı hazinenin temyizi dava konusu 269 ada 41 parsel sayılı taşınmazın uzman bilirkişi tarafından düzenlenen haritada (A) harfi ile işaretli 17.141.80 m2 yüzölçümünde davacı taraf adına tescile karar verilen bölümle ilgili hükme yöneliktir.
İddia ve savunmaya, duruşma tutanaklarına yansıyan bilgi ve belgelere, bu yolla saptanan dava niteliği dikkate alındığında mahkemece yapılan araştırma, soruşturma hüküm vermeye yeterli değildir. Davacı tarafın dayandığı tapu kaydının uygulamasına ilişkin yerel bilirkişi sözleri, komşu taşınmazların tespit tutanağı içeriği ve varsa dayanakları kayıtlarla denetlenmediğinden soyut nitelikte gerekçesiz sözlerden ibaret olduğu gibi uzman bilirkişi tarafından düzenlenen rapor ve eki haritada tutunulan tapu kaydında tarif edilen sınır yerleri 3402 sayılı Kadastro Kanununun 20. maddesi hükmüne uygun biçimde gösterilmediğinden keşfi izlemeye, bilirkişi sözlerini denetlemeye, imkan vermeyen harita ve eki raporda yetersizdir.
O halde saptanan dava niteliği dikkate alındığında sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için öncelikle davacı tarafın tutunduğu tapu kaydı ilk oluştuğu günden itibaren tüm tedavülleri ile birlikte Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü ve Tapu Sicil Müdürlüğünden getirtilmeli, bundan sonra dava konusu taşınmazın tutanak içeriği bir başka deyişle tespitte saptanan hukuksal olgu dikkate alınarak 2863 sayılı Yasa uyarınca taşınmazın bulunduğu bölgedeki Kültür Tabiat Varlıkları Koruma Kurulundan bu konuda karar alınmalı, bölgede 2863 sayılı yasa uyarınca yetkili idari merciler tarafından sit alanını belirleyen yönetimsel işlemler yapılmış ve bu yönetimsel işlemler kesinleşmiş ise sözü edilen belgeler ve dayanağı harita dava dosyasına getirtilmeli, öte yandan dayanılan tapu kaydının dava dışı başka taşınmaz yada taşınmazlara revizyon görüp görmediği, Tapu Sicil Müdürlüğü ve Kadastro Müdürlüğünden sorulup saptanmalı, revizyon görmüş ise dava konusu taşınmaz yada taşınmazlarla birlikte revizyon gördüğü dava dışı taşınmazları ve bu taşınmazlara dıştan komşu taşınmazları da bir arada gösterecek şekilde geniş kapsamlı birleşik harita Kadastro Müdürlüğünden getirtilmeli, daha sonra dıştan komşu taşınmazların tespit tutanakları ve varsa dayanakları kayıtlar davalı iseler dava dosyaları getirtilmeli, dayanılan tapu kaydının dava dışı başka taşınmazlara revizyon gördüğü ve davalı olduğu saptandığı takdirde usulün 45 ve onu izleyen maddeleri hükmü uyarınca dava dosyalarının birleştirilip birleştirilmeyeceği yönü üzerinde durulmalı, vurgulanan bu olgunun dava ekonomisi ve kaydın kapsamının sağlıklı biçimde belirlenebilmesi için zorunlu olduğu özellikle dikkate alınmalı, bundan sonra yöreyi iyi bilen elverdiğince yaşlı, yansız, yerel ve uzman bilirkişi, fen memuru ve arkeolog uzman bilirkişi, tutanak bilirkişilerinin tümü, tarafların aynı yöntemle göstereceği tanıklar hazır olduğu halde taşınmazlar başında yeniden keşif yapılmalı, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 20.maddesi hükmü uyarınca davacı tarafın dayandığı tapu kaydı ile sit alanını belirleyen harita ve eki belgeler yerel bilirkişi yardımı, uzman bilirkişiler eliyle yerine uygulanmalı, uygulamada kadastro paftasının ölçeği ile sit alanını belirleyen haritanın ölçekleri eşitlenerek arz üzerindeki doğal yada yapay sınır yerlerinden yararlanılarak çakıştırılarak uygulanmalı, ayrıca tapu kaydının revizyon gördüğü dava dışı taşınmazlar özellikle gözönünde tutulmalı, dayanılan tapu kaydında tarif edilen sınır yerlerinden yerel bilirkişice bilinemeyen sınır yerleri bulunduğu takdirde bu konuda taraflara tanık dinletme olanağı sağlanmalı, uzman bilirkişiye kayıtlarda tarif edilen sınır yerleri düzenleyeceği haritada ayrı ayrı işaret ettirilmeli, uygulamaya ilişkin yerel bilirkişi ve tanık sözleri, dıştan komşu taşınmazların tespit tutanağı içeriği ve dayanakları kayıtlarla denetlenmeli, bu yolla dava konusu taşınmazın dayanılan tapu kaydının kapsamında kalıp kalmadığı duraksamasız saptanmalı, dava konusu taşınmazın tümü yada bir bölümü dayanılan tapu kaydının kapsamı dışında kaldığı saptandığı takdirde kayıt kapsamı dışında kalan taşınmaz yada taşınmaz bölümlerinin sit alanını belirleyen haritanın kapsamında kalıp kalmadığı saptanmalı, tapu kaydının kapsamı dışında sit alanını belirleyen haritanın kapsamında kalan taşınmazların zilyetlikle kazanılamayacağı düşünülmeli, tapu kaydı ile sit alanını belirleyen haritanın kapsamı dışında kalan kesimler yönünden yeterli biçimde zilyetlik araştırması yapılmalı, bu konuda zilyetliğin başlangıç günü, süresi ve sürdürülüş biçimi hakkında yerel bilirkişi ve tanıklardan olaylara dayalı bilgi alınmalı, tespit tutanağı bilirkişilerinin beyanları ile yerel bilirkişi ve tanık beyanları arasında aykırılık bulunduğu takdirde tespit tutanağı bilirkişileri de taşınmazlar başında ayrı ayrı dinlenerek, çelişki giderilmeli, uzman bilirkişiden keşfi izlemeye, bilirkişi sözlerini denetlemeye imkan verecek şekilde ayrıntılı, gerekçeli rapor alınmalı, bundan sonra toplanan ve toplanacak tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna uygun bir karar verilmelidir. Mahkemece böylesine bir araştırma ve soruşturma yapılmaksızın yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz, davalı hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 13.4.2006 gününde oybirliği ile karar verildi.

MADDİ HATA / SORUMLULUK ALANI / BİRDEN FAZLA İŞVEREN

T.C.
YARGITAY
Dokuzuncu Hukuk Dairesi
E. 2006/10065
K. 2006/15375
T. 25.5.2006
MADDİ HATA
SORUMLULUK ALANI
BİRDEN FAZLA İŞVEREN
4857 s. İŞ KANUNU [Madde 6]
1086 s. HUKUK USULÜ MUHAKEMELERİ KANUNU [Madde 459]
1475 s. İŞ KANUNU (1) (MÜLGA) [Madde 14]
Davacı vekili Dairemizin 10.3.2005 tarihli Bozma kararında davalılardan A.Ltd.Şti.’nin 2002 yılında kurulduğu kabul edilerek bozma yapıldığını, adı geçen şirketin 3.1.1992 yılında kurulduğunu, şirket kuruluş tarihinin yanlış belirlenmesi sebebiyle bozma kararının maddi hataya dayalı olarak yanlış kurulduğunu iddia ederek bozma kararında maddi hata sebebiyle düzeltilmesini talep etmiştir.
Dosya içerisinde Ticaret Sicilinden şirketlerin kuruluşlarıyla ilgili kayıtların celbedilmediği, tarafların birinin sunduğu bilgisayar çıktılarına göre sonuca varıldığı anlaşılmaktadır. Bu kayıtlarda A.Ltd. Şti’nin 3.1.1992 olduğu yazılıdır. Açıklanan nedenlerle, bozma kararında A.Ltd. Şti’nin tescil tarihinin maddi hata sonucu yanlış belirlendiği, bu nedenle de bozma kararının gerekçesinin hatalı olduğu saptandığından 10.3.2005 Tarihli Bozma Kararının ortadan kaldırılmasına karar verildi. Dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Mahkemece dava konusu alacaklardan her iki davalı şirketin müştereken ve müteselsilen sorumlu olduğu sonucuna varılmış ise de davalı şirketlerin kuruluş tarihleri Ticaret Sicil Kayıtlarından sorularak tespit edilmediği gibi, şirketler arasında ne gibi bir ilişki bulunduğu da saptanmamıştır. Öncelikle davacının hangi tarihlerde hangi davalıya ait işyerinde çalıştığı, şirketlerin unvan değiştirip değiştirmediği, davacının çalıştığı işyerinin davalılar arasında devredilip devredilmediği, hizmet akdi devrinin mevcut olup olmadığı etraflıca tespit edilerek davalıların dava konusu alacaklardan sorumlulukları saptanmalı ve sonucuna göre hüküm kurulmalıdır. Yetersiz, çelişkili tanık beyanları ve kayıtlarla yetinilerek sonuca gidilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek ilgiliye iadesine 25.5.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.

İŞ KANUNU HÜKÜMLERİNE AYKIRILIK / İDARİ PARA CEZALARINA KARŞI İTİRAZ YOLUNDA GÖREVLİ MAHKEME / SULH CEZA MAHKEMESİNİN GÖREV ALANI / İŞ KAZASINI BİLDİR

T.C.

YARGITAY

Ceza Genel Kurulu

E:2006/9-23

K:2006/141

T:16.5.2006

İŞ KANUNU HÜKÜMLERİNE AYKIRILIK
İDARİ PARA CEZALARINA KARŞI İTİRAZ YOLUNDA GÖREVLİ MAHKEME
SULH CEZA MAHKEMESİNİN GÖREV ALANI
İŞ KAZASINI BİLDİRMEYEN İŞVEREN

4857 s. İŞ KANUNU [Madde 77]
4857 s. İŞ KANUNU [Madde 105]
4857 s. İŞ KANUNU [Madde 108]
5326 s. KABAHATLER KANUNU [Madde 2]
5326 s. KABAHATLER KANUNU [Madde 3]
5326 s. KABAHATLER KANUNU [Madde 16]
5326 s. KABAHATLER KANUNU [Madde 19]
5326 s. KABAHATLER KANUNU [Madde 27]
5326 s. KABAHATLER KANUNU [Madde 28]

Adalet Bakanı tarafından bu karara karşı yasa yararına bozma isteminde bulunulması üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 9.Ceza Dairesi 22.11.2005 gün ve 6963-8887 sayı ile;

( … Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 21.12.2004 gün ve 2004/7-189-225 sayılı kararıyla idari işlemin denetimi niteliğinde olan idari para cezasına itirazın sulh ceza hakimince incelenmesinde, adli yargı mercilerinin yasayla görevlendirilmesinin yapılan işleme adlı bir işlem niteliği vermeyeceği, sulh hakiminin denetiminin yalnızca idari işlemin yasaya uygun yapılıp yapılmadığı ile sınırlı olup, idari bir işlemin denetiminin idari nitelikte olması sebebiyle, bu tür işlemin adlı yargıya ilişkin olağanüstü bir yasa yolu olan yazılı emirle incelenmesine yasal olanak bulunmadığından bahisle, yazılı emir talebinin reddine karar verilmiş ise de, idari nitelikteki bir işlemin denetiminin idari yargı mercilerinde görülmesi gerektiği yönündeki anılan Ceza Genel Kurul kararında vurgulanan görüşe katılmakla birlikte, mevcut bir kısım kanunlarımızda idari para cezalarına karşı Sulh Ceza Mahkemelerine İtiraz olunabileceğinin belirtilmiş olması karşısında, bu durum Kanun koyucu tarafından değiştirilmediği veya Anayasa Mahkemesince de iptal edilmediği sürece, Sulh Ceza Mahkemelerince idari para cezalarına karşı yapılan itirazlar üzerine verilen kararların denetim dışı bırakılmasının keyfiliğe ve uygulamada birliğin sağlanamamasına yol açacağı gibi, hakkında usulsüz olarak veya kanuna aykırı şekilde idari para cezası uygulanan kişinin mağduriyetine de sebep olacağı düşüncesiyle, kanun yararına bozma yönünden yapılan incelemede;

Dosya kapsamına göre, 10.6.2003 gün ve 25134 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4857 sayılı iş Kanununun 108/2. maddesine göre, idari para cezalarına karşı yedi gün içinde yetkili idare mahkemesine itiraz edilebileceğine ilişkin özel düzenleme karşısında, kabahatlere ilişkin genel düzenleme öngören ve 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5326 sayılı Kabahatler Kanununun 27. maddesinin uygulanamayacağı, bu nedenle Sulh Ceza Mahkemesinin itirazı inceleme yetkisinin bulunmadığı gözetilmeden, görevsizlik kararı verilmesi yerine, yazılı şekilde hüküm kurulmasında isabet görülmediğinden bahisle, 5271 sayılı CMK.nun 309. maddesi uyarınca anılan kararın bozulması lüzumu Yüksek Adalet Bakanlığının 26.09.2005 gün ve 40096 sayılı kanun yararına bozma talebine atfen, Yargıtay C.Başsavcılığının 13.10.2005 gün ve 2005/176099 sayılı tebliğnamesi ile daireye ihbar ve dava evrakı tevdi kılınmakla dosya incelenerek gereği düşünüldü:

Kanun yararına bozma talebine dayanılarak, düzenlenen tebliğnamedeki bozma isteği İncelenen dosya kapsamına nazaran yerinde görüldüğünden Ankara 4. Sulh Ceza Mahkemesinin 8.7.2005 tarih ve 2005/651 Müt. Sayılı kararının CMK nun 343. maddesi uyarınca bozulmasına, hükümden önce 10 Haziran 2003 günlü Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ve 1475 sayılı İş Kanununu yürürlükten kaldıran 4857 sayılı Yasa hükümleri de nazara alınmak suretiyle müteakip işlemlerin mahallinde yapılmasına… ) karar vermiştir.

Yargıtay C.Başsavcılığı ise 06.01.2006 gün ve 176099 sayı ile;

“07.06.2005 tarihinde uygulanan idari para cezasına karşı başvuru mercii 5326 sayılı Kabahatler Yasasının 27. maddesi uyarınca adli yargı, başka deyişle sulh ceza mahkemesidir. Anılan yasa maddesi ile çelişen ve idari yargıyı başvuru makamı olarak öngören 4857 sayılı Yasanın 108. maddesinin ikinci fıkrasının uygulama yeteneği bulunmamaktadır. Görevli ve yetkili Ankara Sulh Ceza Mahkemesinin başvuruyu sonuçlandırması yasaya uygun olup, idari mercilere yönelik görevsizlik kararı vermesi gerekmemektedir.” görüşü ile itiraz yoluna başvurarak Özel Daire bozma kararının kaldırılmasına, yasa yararına bozma isteminin reddine, karar verilmesini talep etmiştir.

Dosya Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle Yargıtay Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konuşulup düşünüldü:

Ceza Genel Kurulunda yapılan incelemede öncelikle, idari para cezasına itiraz üzerine adli mercilerce verilen kesinleşmiş kararlara karşı yasa yararına bozma isteminde bulunulup bulunulamayacağı tartışılıp değerlendirilmiştir. Gerçekten de, Ceza Genel Kurulunun 21.12.2004 gün ve 189-225 sayılı kararında; “idari işlemin denetimi niteliğinde olan idari para cezasına itirazın incelenmesinde, adli yargı mercilerinin yasayla görevlendirilmesi, yapılan işleme adli bir işlem niteliği vermemektedir. İdari para cezalarının denetlenmesinde adli yargı mercii olan sulh hakiminin denetimi yalnızca idari işlemin yasaya uygun yapılıp yapılmadığı ile sınırlı olup, yasaya aykırılığın saptanması halinde idari merciin yerine geçerek idari para cezasını belirleme yetkisinin bulunmadığının kabul edilmesinde zorunluluk vardır. Hal böyle olunca, idari bir işlemin denetlenmesinin de idari nitelikte olması karşısında, bu tür bir işlemin adli yargıya ilişkin gerek olağan gerekse olağanüstü yasa yolu denetimine tabi tutulması da yasal olarak olanaksızdır.” denilerek, idari para cezasına yönelik itiraz üzerine sulh hakimince verilen kararlara karşı yasa yararına bozma isteminde bulunulamayacağı sonuca bağlanmıştı.

Ancak, bu karardan sonra 1 Haziran 2006 tarihinde 765 sayılı Türk Ceza Yasasının yürürlükten kalkması, 5237 sayılı Türk Ceza Yasası ile birlikte 5326 sayılı Kabahatler Yasasının yürürlüğe girmesi nedeniyle suç ve yaptırım sistemimiz önemli değişikliklere uğramıştır. Kabahatler Yasasının 2. maddesinde, kabahat, yasanın karşılığında idari yaptırım uygulanmasını öngördüğü haksızlık olarak tanımlanmış, 16. maddesinde, kabahatler karşılığında uygulanacak olan idari yaptırımların idari para cezası ve idari tedbirlerden ibaret olduğu belirtilmiş, yasanın ikinci kısmında da çeşitli kabahatlere yer verilmiştir. Ayrıca Yasada, idari yaptırım gerektiren fiiller bakımından uygulanabilecek genel nitelikteki ilkelere de yer verilmiş, yine bu ilkelerin ilgili yasalarda yer alan diğer kabahatler hakkında da uygulanacağı 3. maddesinde hükme bağlanmıştır.

Kabahatler Yasası ile getirilen sistem gereği, kabahatler ve bunlar karşılığında öngörülen idari yaptırım kararlan, idari bir işlemin ötesinde, ceza hukukunun genel prensipleriyle yakın ilişki içinde bulunmaktadır.

Nitekim, anılan Yasada, kanunilik, zaman ve yer bakımından uygulama, sorumluluğun esasları, hukuka uygunluk nedenleri ile kusurluluğu ortadan kaldıran sebepler, teşebbüs, iştirak, içtima, zamanaşımı gibi ceza hukukunun bir çok temel ilkesine yer verilmiştir. Bu nedenledir ki, kabahatler karşılığında öngörülen idari yaptırımlardan, idari para cezası ile mülkiyet in kamuya geçirilmesi kararlarına karşı idari yargıya değil, ceza mahkemesine başvurulmasını mümkün kılan bir düzenleme yapılmıştır. Böylelikle, bu kararların yerine getirilmesinden önce ceza hukuku ilkeleri bakımından adli denetim imkanı da sağlanmıştır. Bunun amacı, keyfiliği, uygulamalardaki eşitsizliği hukuka aykırılıkları gidermektir. Böyle bir başvuru üzerine adli merci tarafından yapılan işlem, sadece dosya üzerinde yapılacak bir denetim ile sınırlı değildir. Yasanın 28. maddesine göre, mahkemece, başvurunun kabul edilmesi durumunda, başvuru dilekçesinin kamu kurum ve kuruluşuna tebliğ edilmesi, gerektiğinde işlem dosyasının istenmesi, kurumun cevap dilekçesinin başvurucuya tebliği, talep üzerine ve hatta kendiliğinden tarafların çağrılarak dinlenilmesi, tanık dinlenilmesi, bilirkişi incelemesi yaptırılması, keşif yapılması, delillerin toplanmasından sonra hakkında idari yaptırım kararı verilen kişiye, kanuni temsilcisi veya vekiline son söz hakkı verilmesi de gerekmektedir. Görüldüğü üzere; idari yaptırım kararına karşı başvuru üzerine sulh ceza mahkemesi tarafından ceza yargılamasının genel prensiplerine göre yargısal bir faaliyette bulunulması ve ceza hukukunun genel ilkeleri dikkate alınmak suretiyle bir karar verilmesi söz konusudur. Dolayısıyla, yapılan işlemler ve verilen kararlar adli ceza yargısını doğrudan ilgilendiren bir nitelik taşımaktadır. Tüm bu hususlar; yasa koyucunun, idari suç ve yaptırımları yalnızca idari bir işlem, öte yandan idari yaptırım kararlarına başvuru üzerine ceza mahkemelerince verilen kararları da salt idari işlemin denetlenmesi niteliğinde görmediğinin bir ifadesidir.

Anılan Yasanın, geçiş döneminde çıkacak sorunların çözümünü amaçlayan Geçici 2 ve 3. maddelerinde başvuru mercii olarak adli yargı görevlendirilmiş, ayrıca adli yargı mercilerinde gerçekleştirilen yargılama sırasında koğuşturma konusu fiilin esasen idari yaptırım gerektiren bir kabahati oluşturduğunun anlaşılması durumunda 24. madde uyarınca mahkemelerin de bu nitelikte bir yaptırıma hükmedebilmeleri olanağı getirilmiş, ayrıca mahkemelerin, idari yaptırım kararına itiraz üzerine verdikleri karara karşı adli yargı sistemi içinde yeni başvuru yöntemleri ihdas edilmiş, böylelikle idari yaptırım kararlarının ceza yargılamasıyla paralel prensipler uygulanarak verilmesi ve adli yargı mercilerince denetlenmesi sağlanmak istenmiştir. Birinci derece yargılaması sırasında fiilin nitelik değiştirdiğini kabul ederek idari yaptırıma hükmeden bir adliye mahkemesinin bu kararı kesinleştiğinde, hiç kuşkusuz yasa yararına bozma istemine konu olabilecektir. Bu durumda, mahkemelerce verilen idari yaptırım kararları bakımından yasa yararına bozma istenebileceği, buna mukabil idari merciler tarafından verilen idari yaptırım kararına yönelik başvuru ve itiraz üzerine sulh ve ağır ceza mahkemelerince verilecek kararların yasa yararına bozma istemine konu edilemeyeceğinin kabulü, çelişki ve eşitsizlik yaratacak; bu tür kararların Yargıtay denetimi dışında kalması sonucunu doğuracaktır. Bu yasal değişiklikler ve yeni düzenlemeler karşısında Ceza Genel Kurulunun 21.12.2004 gün ve 189-225 sayılı kararında belirtilen neden ve gerekçeler ortadan kalkmış bulunduğundan, idari yaptırımlara itiraz üzerine adli mahkemelerce verilip kesinleşen kararlara karşı yasa yararına bozma yoluna başvurulması mümkündür.

Açıklanıp tartışılan sorun bu şekilde çözüme bağlandıktan sonra, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazına konu hususların incelenmesine geçilmiştir.

İnceleme konusu olayda;

İş kazasının süresi içinde bildirilmemesi nedeniyle 4857 sayılı İş Yasasının 108. ve 105/2. maddelerine göre Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bölge Müdürlüğü tarafından verilen idari para cezasına yönelik başvuru üzerine A. Sulh Ceza Mahkemesi, bildirimin yasada öngörülen 2 iş günlük süre içerisinde yapıldığını belirterek, yasaya aykırı verildiği saptanan idari para cezasının kaldırılmasına kesin biçimde karar vermiştir.

Adalet Bakanı, 4857 sayılı İş Yasasının, idari para cezalarına karşı 7 gün içinde idare mahkemesine itiraz edilebileceğini öngören 108/2. maddesindeki özel düzenleme karşısında, 5326 sayılı Kabahatler Yasasının 27. maddesinin uygulanamayacağını, bu durumda sulh ceza mahkemesinin görevsizlik kararı vermesi gerektiğini ileri sürerek anılan mahkeme kararının yasa yararına bozulmasını istemiştir.

Özel Daire, bu istemi yerinde bulup mahkeme kararını görev yönünden bozulmasına ve 4857 sayılı Yasa hükümleri uyarınca müteakip işlemlerin mahallinde yapılmasına karar vermiş, Yargıtay C.Başsavcılığı ise, idari para cezasına karşı başvuru merciinin 5326 sayılı Kabahatler Yasasının27. maddesi uyarınca sulh ceza mahkemesi olduğunu, bu tür kararlara karşı idari yargıyı başvuru makamı olarak öngören 4857 sayılı Yasanın 108. maddesinin ikinci fıkrasının uygulama yeteneği kalmadığını belirterek itiraz yasa yoluna başvurmuştur.

Görüleceği üzere çözümü gereken uyuşmazlık, 4857 sayılı İş Yasası uyarınca verilen idari yaptırım kararına karşı yapılan itirazı inceleme görevinin aynı Yasanın 108. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca idari yargıya mı, yoksa 5326 sayılı Kabahatler Yasasının 27. maddesi uyarınca Sulh Ceza Mahkemesine mi ait olduğu noktasında toplanmaktadır.

22.05.2003 tarih ve 4857 sayılı İş Yasası’nın “Amaç ve kapsam” başlıklı 1. maddesinin birinci fıkrasında, “Bu Kanunun amacı işverenler ile bir iş sözleşmesine dayanarak çalıştırılan işçilerin çalışma şartları ve çalışma ortamına ilişkin hak ve sorumluluklarım düzenlemektir”denilmiş; 77. maddesinin üçüncü fıkrasında, işverenlere, işyerlerinde meydana gelen iş kazasını en geç iki gün içinde bölge müdürlüğüne bildirmeleri zorunluluğu getirilmiş, 105. maddesinin ikinci fıkrasında, bu Yasanın 77’nci maddesi hükmüne aykırı hareket eden işveren veya vekiline beşyüz’er milyon lira para cezası verileceği kurala bağlanmış; aynı Yasanın108. maddesinde, bu cezalara karşı tebliğ tarihinden itibaren en geç yedi gün içinde yetkili idare mahkemesine itiraz edilebileceği öngörülmüştür. Görüleceği üzere, İş Yasasında getirilen sistemde, bu Yasa hükümlerine göre verilen idari nitelikteki para cezalarına karşı yetkili idare mahkemesine itiraz edilebilmektedir.

Bilahare 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5326 sayılı Kabahatler Yasası ise, gerek kendisinde gerekse diğer yasalarda öngörülen idari yaptırımlar bakımından kapsamlı düzenlemeler ve bunlara karşı yapılacak başvuruya ilişkin görev hükümleri içermektedir.

Dolayısıyla, öncelikle Kabahatler Yasasının getirdiği sistemin incelenmesi ve diğer yasalarda düzenlenen idari yaptırımlara karşı yapılacak başvuru konusundaki etkilerinin değerlendirilmesi gerekmektedir.

Kabahatler Yasası Tasarısı’nın gerekçesinde, özetle, bu düzenleme ile, özellikle ekonomik hayata ilişkin düzenlemelerde kazuistik olarak idari yaptırım öngören ve bir sistemden yoksun olan hükümlerin önüne geçebilmek ve ayrıca hukuk uygulamasında birliği ve hukuk güvenliğini temin etmek amacıyla, belirlenen genel ilkelerin, özel yasalarda tanımlanan kabahatler hakkında da uygulanmasının sağlanacağı belirtilmiştir.

Kabahatler Yasasının birinci kısmında genel hükümlere yer verilmiş, ikinci kısmında ise çeşitli kabahatler düzenlenmiştir. Yasanın1. maddesinde “Bu Yasada; toplum düzenini, genel ahlakı, genel sağlığı, çevreyi ve ekonomik düzeni korumak amacıyla;

a ) Kabahatlere ilişkin genel ilkeler,

b ) Kabahatler karşılığında uygulanabilecek olan idari yaptırımların türleri ve sonuçları,

c ) Kabahatler dolayısıyla karar alma süreci

d ) İdari yaptırıma ilişkin kararlara karşı yasa yolu,

e ) İdari yaptırım kararlarının yerine getirilmesine ilişkin esaslar, belirlenmiş ve çeşitli kabahatler tanımlanmıştır.” denilerek Yasanın amaç ve kapsamı gösterilmiştir.

Yasanın 2. maddesinde, “kabahat” deyiminden, yasanın karşılığında idari yaptırım uygulanmasını öngördüğü haksızlığın anlaşılacağı; 16. maddesinde, kabahatler karşılığında uygulanacak olan idari yaptırımlarını “idari para cezası” ve “idari tedbirler”den ibaret bulunduğu ifade edilmiş, ayrıca “idari tedbirler”in de mülkiyetin kamuya geçirilmesi ve ilgili yasalarda yer verilen diğer tedbirler olduğu açıklanmıştır. Buna göre, gerek Kabahatler Yasasında gerekse diğer özel yasalarda, karşılığında idari yaptırım uygulanması öngörülen fiiller kabahattir.

Öte yandan, Kabahatler Yasasının en önemli özelliği kabahatler için genel yasa özelliği taşımasıdır. Nitekim 3. maddesinde, bu Yasanın genel hükümlerinin diğer yasalardaki kabahatler hakkında da uygulanacağı hükme bağlanmıştır. Yasanın genel hükümlerinde ise, idari yaptırım gerektiren fiiller açısından yasallık ilkesi, zaman ve yer bakımından uygulama, sorumluluk esasları, zamanaşımı, idari yaptırımların niteliği, türleri, sonuçları, yerine getirilmesi ve idari yaptırımlara karşı başvuru yolları düzenlenmiştir. Bu suretle, genel nitelik taşıyan Kabahatler Yasasında öngörülen genel ilke ve hükümlerin özel yasalardaki kabahatler için de geçerli olması temin edilmiş, genel yasa ile özel yasalardaki kabahatler arasında ilişki kurulmuş, uygulamadaki dağınıklık giderilmeye çalışılmış, sadelik ve basitlik getirilmiştir. Kabahatler Yasasının genel hükümleri arasında yer alan 27. maddesinin ( 1 ) numaralı bendinde ise, idari para cezası ve mülkiyetin kamuya geçirilmesine ilişkin idari yaptırım kararına karşı, kararın tebliği veya tefhimi tarihinden itibaren en geç onbeş gün içinde, Sulh Ceza Mahkemesine başvurulabileceği öngörülmüştür. Buna göre, Kabahatler Yasasının belirlediği ilke ve esaslara uygun olan diğer yasalardaki idari para cezaları ve mülkiyetin kamuya geçirilmesine ilişkin idari yaptırımlara karşı yapılacak itirazlarda sulh ceza mahkemesi genel görevlidir.

Bu açıklamalar ışığında somut olayı değerlendirdiğimizde;

Diğer yasalarda öngörülen idari yaptırımlar bakımından Kabahatler Yasasının uygulanabilmesi için; idari yaptırımın, Kabahatler Yasasının 1. maddesinde belirtilen toplum düzenini, genel ahlaklı, genel sağlığı, çevreyi ve ekonomik düzeni korumak amaçlarıyla getirilmiş olması, ayrıca Kabahatler Yasasının 2. maddesinde yapılan kabahat tanımına ve 16. maddesinde belirtilen yaptırım türlerine uyması, 19. maddesinde sayılan geçici istisnalardan olmaması, 27. maddenin ( 1 ) numaralı bendinde itiraz yolu öngörülen idari yaptırımlardan olması gerekmektedir.

İncelenen olayda bu koşulların gerçekleştiği anlaşıldığından, 4857 sayılı İş Yasasının emredici hükümlerine aykırılık nedeniyle verilen idari para cezasına yönelik itiraza bakma görevi sonradan yürürlüğe giren 5236 sayılı Kabahatler Yasasının 27 vd. maddeleri uyarınca Sulh Ceza Mahkemesine ait olup, 4857 sayılı İş Yasası’nın idari yargı mercilerini görevli kılan 108/2. maddesinin uygulanması olanağı bulunmamaktadır. O halde, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının kabulü ile Özel Daire kararının kaldırılmasına, Adalet Bakanının yasa yararına bozma isteminin reddine karar verilmelidir.

SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;

1- Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,

2- Yargıtay 9.Ceza Dairesinin 22.11.2005 gün ve 6963-8887 sayılı kararının KALDIRILMASINA,

3- Adalet Bakanının yasa yararına bozma isteminin REDDİNE,

4- Dosyanın mahalline gönderilmek üzere Yargıtay C.Başsavcılığına tevdiine, 16.05.2006 günü oybirliği ile karar verildi.

TAPU İPTALİ VE TESCİL DAVASI / SİT ALANI İÇİNDEKİ TAŞINMAZ

T.C.

YARGITAY

HUKUK GENEL KURULU

E: 2006/8-246

K: 2006/290

T: 10.5.2006

TAPU İPTALİ VE TESCİL DAVASI
SİT ALANI İÇİNDEKİ TAŞINMAZ

4721 s. TÜRK MEDENÎ KANUNU [Madde 713]
2863 s. KÜLTÜR VE TABİAT VARLIKLARINI KORUMA KANUNU (1) [Madde 11]
3402 s. KADASTRO KANUNU [Madde 14]

Taraflar arasındaki “tapu iptali tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Milas 1.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 8.12.2003 gün ve 2001/923 E. 2003/796 K. sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8.Hukuk Dairesinin 9.12.2004 gün ve 2004/7780 E. 2004/8571 K. sayılı ilamı ile;

( … Davacı vekili, Hazine adına tapuda kayıtlı bulunan 131 ada 14 nolu parselin tapu kaydının iptali ile vekil edeni adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.

Davalı Hazine vekili, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.

Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmesi üzerine; hüküm, davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, kazanmayı sağlayan zilyetlik hukuksal sebebine dayalı olarak TMK.nun 713/1. ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. maddesi uyarınca açılan mülkiyetin aktarılmasına ilişkin tapu iptali ve tescil davasıdır.

Uyuşmazlık konusu taşınmaz 31.01.1991 tarihinde yapılan kadastro çalışmaları sırasında kazanmayı sağlayan zilyetlik, vergi kaydı, muristen intikal ve taksim gibi hukuksal sebepler gerekçe gösterilerek davacı adına tespit edilmiştir. Ancak, Milas Müze Müdürlüğünün 30.07.1991 tarihli itirazı üzerine, 28.08.1991 tarihli Kadastro Komisyonunun kararıyla yapılan tespit iptal edilerek taşınmazın 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 11. maddesi uyarınca; zilyetlikle kazanılamayacak yerlerden bulunduğu ve 2.derece sit alanında kaldığı gerekçesiyle Hazine adına tespit edilmesine karar verilmiştir. Tutanağın 27.01.1992 tarihinde kesinleşmesiyle Hazine adına tapu kaydı oluşmuştur.

Bir yerin zilyetlik yolu ile kazanılabilmesi için diğer kazanma koşulları yanında taşınmazın kazanılmaya elverişli yerlerden olması gerekir. Dosyadaki belge ve bilgilere göre, dava konusu taşınmazın İzmir II.Nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 12.06.1991 günlü ve 2050 nolu “Pidasa Antik Kenti”ne ilişkin kararı gereği 2.derece arkeolojik sit alanı kapsamında kalan yerler olduğu tartışmasızdır. Dairemizin ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun önceki uygulamalarına göre kural olarak sit alanı içerisinde kalan bir taşınmazın kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilmesi mümkün bulunmakta idi. Ancak, 27.07.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5226 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ile Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 5. maddesi ile 2863 sayılı Kanunun 11. maddesinin 1.fıkrasının 2.cümlesine “Sit alanları”ibaresi eklenmek suretiyle bu tür yerlerin de kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilemeyeceği hükmü getirilmiştir.

5226 sayılı Kanunla değişik 2863 sayılı Kanunun 11. maddesiyle getirilen bu yeni hüküm karşısında taşınmazın hukuki niteliğinin değerlendirilmesi ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir… ) ,

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, 10.05.2006 gününde yapılan 2.görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY :

Dava; T.M.K.nun 713/1 ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. maddesindeki şartların gerçekleşmesi nedeniyle, zilyetliğe dayalı olarak açılan tescil davasıdır.

Somut olayda; Yerel mahkeme ile Özel Daire arasında zilyetlik şartlarının gerçekleştiği hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır.

Uyuşmazlık; Sit alanı olarak nitelendirilen çok geniş bir alanın içinde olmakla birlikte, bu taşınmazın altında yada üstünde kültür ve tabiat varlığı bulunmayan bunların koruma alanında olmayan taşınmazların zilyetlik yolu ile kazanılmasının olanaklı olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

Niza konusu 14 nolu parselin altında veya üstünde şimdiki durumu ile tarihi eser ve kalıntısı yoktur. Yani taşınmazda kültür ve tabiat varlığı bulunmamaktadır. O nedenle, bunların koruma alanları da yoktur. Taşınmaz sadece sit alanıdır.

Taşınmazın II.derecede arkeolojik sit alanı olduğu belirlenmiştir ( 28.8.1991 tarihli kadastro komisyon tutanağında ve fenni arkeolog bilirkişi raporları ile bu durum sabittir ) . Bu konuda da bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.

Nizalı taşınmazı zilyetlikle edinme koşulları gerçekleşmiştir. Sit alanı içerisinde kalan nizalı taşınmaz zilyetlik yolu ile kazanılabilir mi?

2863 sayılı Kanunun 11. maddesi, 14.7.2004 tarihinde yürürlüğe giren, 5226 sayılı Yasa ile değiştirilmiştir. Daha önce maddede yer almayan bir husus; 1.fıkranın, 2.cümlesine, “sit alanları” ibaresi olarak eklenmiştir. Böylece, sit alanlarının da zilyetlikle kazanılamayacağı hükmüne yer verilmiştir.

Değiştirilen bu hükmü;

Yürürlük tarihinden sonra mı uygulayacağız?

Yoksa;

Yürürlük tarihinden öncesinde açılan davalara da uygulayacak mıyız?

İhtilaf bu noktada toplanmaktadır.

Kaide olarak, her dava açıldığı gündeki şartlara göre neticelendirilir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun; 23.11.1988 tarih, 1988/1-825 E. 1988/964 sayılı Kararı; 13.10.2004 gün ve 2004/10-528 E., 2004/533 sayılı Kararı; 6.4.2005 tarih ve 2005/10-183 E. 2005/241 sayılı kararları ile, kanunların geçmişe yürümeyecekleri ve kazanılmış hakların korunacağı kabul edilmiş olup, bu konuda şimdiye kadar sapma olmamıştır.

Eğer, kanun koyucu bu durumun aksini düşünürse, kanuna bir fıkra ekleyerek, geriye yürümesini de sağlayabilir. Yapılan değişiklikte böyle bir durum da söz konusu değildir.

Somut olayda; Yukarda açıkladığım gibi, zilyetlikle edinme koşulları ( 14.2.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5226 sayılı Yasa’nın yürürlüğe girdiği tarihe kadar ) gerçekleşmiştir. Bu konuda ihtilaf yoktur. Sit alanları kamu düzeni ile ilgili değildir. Kanunlar aksine hüküm bulunmadıkça geriye yürümezler. Aksi halde kazanılmış haklar korunamazlar.

Asıl olan kazanılmış hakkın korunmasıdır. Bu hakka kanun koyucuda uymak zorundadır. Ne varki, kanun koyucu, kanun yapma, değiştirme ve ortadan kaldırma yetkisini kullanırken, kamu düzenini, kamu yararı veya bir başka nedenle kazanılmış hakkı korumayacağını ortaya koyabilir. Ancak bu yöndeki iradesini açıkca belirtmelidir. Nitekim 1617 sayılı Yasanın 20. maddesi ile, 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 33. maddesini değiştirirken “tapuda kayıtlı olmayan mütegayyip eşhas mallarının zilyetlikle iktisap edilemeyeceğini belirtmiş ve bu hükmün “GERİYE DOĞRU YÜRÜYECEĞİNİ”kabul etmiştir.

Türk Medeni Kanunu’nun 713. maddesinin, 1, 3, 4 ve 5.fıkraları olayda gerçekleşmiştir. Bu konuda yukarıda değinildiği gibi ihtilaf bulunmamaktadır.

5.fıkranın son cümlesinde, “Mülkiyet, birinci fıkrada öngörülen koşulların gerçekleştiği anda kazanılmış olur.”

Amir hükmünü içermektedir.

Yani son değişiklik yürürlüğe girene kadar, somut olayda mülkiyet hakkı gerçekleşmiştir. Kazanılmış hak doğmuştur. Hiç şüphe yoktur ki, bu fıkra daha önce çıkarılan tevhidi içtihadı da hükümsüz hale getirmiştir. ( Y.İ.B.B.G.K.nun 4.12.1998 tarih 1996/4 E. 1998/3 sayılı kararını ortadan kaldırdı. )

Şimdi, son değişiklik geriye yürür dersek kazanılmış hak ortadan kalkacak ve kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar gerçekleşmiş mülkiyet hakkı yok olacaktır. Geriye yürümez dersek, kazanılmış hakkı korumuş olacağız. Kanun da açık bir hüküm olmadığına ve kamu düzeni ile ilgili bir durumda söz konusu bulunmadığına göre, kanunu geriye yürütmek mümkün değildir.

Biraz önce yazılan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararları da bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Ancak, kanun yürürlük tarihinden sonra açılmış davalara uygulanabilir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2.12.1992 gün ve 1992/6-669 E. 1992/715 K., 2.12.1992 tarih ve 1992/16-669 E. 1992/715 K., 30.6.1993 tarih ve 1993/16-139 E. 1993/487 sayılı Kararları, “sit alanlarının zilyetlikle kazanılabileceklerini içtihat etmişlerdir.” Tüm gayrimenkul daireleri de bu yolda karar vermişlerdir. Zira sit alanları kamu düzeni ile ilgili değildir. 16.Hukuk Dairesinin kararlarında bahsi geçen “kamu düzeni” tabiri kültür ve tabiat varlıkları ile bunların koruma alanı ile ilgilidir. Gerçekten de sit alanları kamu düzeni ile ilgili olmamalarına ve zilyetlikle kazanılmalarına karşın, sit alanı içerisinde bulunan ( eğer varsa ) kültür ve tabiat varlıkları ile bunların koruma alanları kamu düzeni ile ilgilidir. Zilyetlikle kazanılamazlar. Taşınmaz Daireleri ve Hukuk Genel Kurulu da İçtihatlarını bu yolda gerçekleştirmişlerdir.

Netice olarak; Kültür ve Tabiat varlığı ile bunların koruma alanları, kamu düzeni ile ilgilidir ve zilyetlikle kazanılamazlar. Onların dışında kalan sit alanları, eğer Kanun yürürlüğe girdiğinde kazanma şartları gerçekleşmişse ( somut olayda gerçekleşmiştir ) ve kamu düzeni ile ilgileri de bulunmadığından, kanunlar kaideten geriye de yürümeyeceğinden kazanılırlar. Zira müktesep haklar korunmalıdır. 3402 sayılı Kadastro Kanunun 46. maddesi de bu görüşümüzü doğrulamaktadır.

Yukarda açıklanan nedenlerle Sayın çoğunluğun kazanılamaz görüşüne katılamıyoruz.

KARŞI OY :

Daha önce sit alanlarının diğer koşulların da varlığı halinde zamanaşımı ile kazanılması mümkün iken

2863 Sayılı Yasanın 11. maddesinde 5226 Sayılı Yasanın 5. maddesi ile getirilen değişiklik sonucu koruma alanları dışında kalan sit alanlarının da zamanaşımı ile kazanılamayacağı hükmü getirilmiştir. Burada tartışma konusu olan husus, bu yasanın yürürlüğe girmesinden önce sit alanlarında edinme koşulları oluşmuş ise bu kazanımın korunup korunamayacağıdır. Sayın daire sözcüleri burada koruma alanlarının bulunduğunu bu nedenle davanın reddi gerektiğini belirtmekte iseler de konumuz bu değildir, tabi ki eğer taşınmazın niteliği itibarı ile kazanılamayacak yerlerden ise bu sübutla ilgili bir husus olup tartışma konumuzun dışındadır, buradaki olay her yönü ile kazanma koşulları oluşmuş ise sonradan çıkan yasanın bu hakkı ortadan kaldırıp kaldırmayacağı yani yasaların geriye yürüyüp yürüyemeyecekleridir.

Yürürlükte olan yasalara göre maddi anlamda kazanılmış bir hakkın daha sonra çıkartılan bir yasa ile geri alınması söz konusu olamaz, bunun istisnası sonradan çıkan yasanın geçmişe etkili olarak uygulanacağı hükmünün bizzat yasa hükmü olarak getirilmiş olmasıdır ki bu da Hukuk Genel Kurulunun 1987/2-860 E. 1988/232 k. Sayılı ilamında da belirtildiği gibi Anayasaya aykırı olacaktır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki maddi anlamda kazanılmış hak ile usulü kazanılmış hak ayrı ayrı kavramlardır, maddi anlamdaki kazanılmış hak maddi hukuka göre kazanılan haktır, örneğin Türk Medeni yasasının 705. maddesine yine aynı yasanın olağanüstü zamanaşımına göre mülkiyet kazanımını düzenleyen 713. maddesine veya 3402 Sayılı kadastro yasasının ilgili maddelerine göre kazanılan mülkiyet hakları maddi anlamda kazanılmış haklardır. Usulü kazanılmış hak ise bir davanın görülmesi sırasında o davadaki usulü işlemler nedeni ile kazanılan haklardır, örneğin yerel mahkemenin bozma ilamına uyması halinde oluşan usulü kazanılmış hak gibi. Kamu düzeni ile ilgili olduğundan usulü kazanılmış haklar ancak ya geçmişe etkili bir yasanın yürürlüğe girmesi ile veya içtihadı birleştirme kararı nedeni ile veya Anayasa mahkemesinin iptal kararı ile ortadan kaldırılabilir, tekrar söylemekte yarar vardır ki bunlar usulü kazanılmış haklarla ilgilidir. Kaldı ki somut olayda dava yasa değişikliğinden önce açılmış olup bu anlamda ancak davacı lehine kazanılmış usulü bir haktan söz edilebilir.

Maddi hukuk anlamında kazanılmış hakların ortadan kaldırılamayacağına dair birkaç örnek vermek istiyorum; 1966 tarihinde yürürlüğe giren 775 Sayılı Gecekondu Yasasının 3. maddesinin 1. fıkrasında Hazine mallarından hangi vasıf ve nitelikte olanların belediyelerin mülkiyetine geçeceği belirtilmiş olup bu nitelikteki taşınmazlar bu yasa hükmüne göre belediyeler adına tescil edilmiştir.1966 yılı itibarı ile taşınmazın belediye adına tescili yapılmamış ve bu konuda niza doğmuş ise konu mahkemeye intikal ettiğinde yasaya göre belediye adına tescili gereken yerlerden ise tescil kararı verilmekte idi. Ancak 19.7.2003 tarihinde yürürlüğe giren 4916 Sayılı Yasa ile bu madde iptal edilmiştir, ancak iptal hükmüne rağmen ( bir yasa veya Kanun Hükmünde Kararname hükmünün yürürlükten kalkmış olması yürürlüğü süresi içerisinde doğmuş olan haklara etkili olamayacağı kazanılmış, müktesep hak kuralının bir gereğidir ) gerekçesi ile bugün dahi açılan davalarda iptal edilen yasaya göre iptalden önce kazanılmış hak mevcut ise belediye adına tescil kararı verilmektedir.

Diğer bir örnek denizden doldurulan yerler ile ilgilidir;1934 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren ve halen yürürlükte bulunan 2644 sayılı Tapu Kanununun 8 ve 9. madde hükümleri denizden izinli veya izinsiz doldurulan yerlerin bazı usul ve esaslar dairesinde mülkiyetinin doldurana devredilmesine, sicil kaydı oluşturulmak suretiyle özel mülkiyete konu edilmesine imkan tanımış ve bu uygulama 6785 Sayılı İmar Yasasında bazı değişiklikler yapılmasını içeren 1605 Sayılı Yasanın yürürlük tarihi olan 20.7.1972 tarihine kadar devam etmiştir. Nevar ki 1605 Sayılı Yasanın ek 7. maddesinin son fıkrası ile dolgu ile mülk edinme yolu tümden kapatılmış ve kıyıların özel yasalardan kaynaklanan tasarrufuna dair istisnai hükümler dışında özel mülkiyete konu edilemeyeceği kabul edilmiştir. Ancak bugün dahi açılan davalarda 1972 tarihinden önce 2644 Sayılı Tapu Kanununun 8 ve 9. maddelerine dayanılarak kazanılmış bir hak varsa kazanılmış hak olgusu dikkate alınarak bu yerlerin tesciline karar verilmektedir, çünkü bu hakkı o tarihte yürürlükte olan yasa vermektedir.

Yine Hukuk Genel Kurulunun 1987/2-860 1988/232 K. Sayılı ilamında aynen şöyle denilmektedir: ( Genel kural olarak herhangi bir yasa veya düzenleyici kural yürürlüğe girdiği andan itibaren derhal hukuksal sonuçlarını doğurmaya başlar. Bunun doğal sonucu olarak da yasaların yürürlüğe girmelerinden önceki olayları etkilemeyeceği, başka bir anlatımla geriye yürümeyecekleridir… Bir an için olayda geri yürütülmeye ilişkin bir hüküm bulunsaydı dahi bu hüküm az önce açıklanan hukuksal durum karşısında geri yürüme açısından Anayasaya aykırı düşecekti )

Bir hususu daha açıklamakta yarar vardır o da 4722 Sayılı Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü Ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun 1. maddesidir. Buna göre Türk Medeni Yasasının yürürlüğe girdiği tarihten önceki olayların hukuki sonuçlarına bu olaylar hangi kanun yürürlükte iken gerçekleşmişse kural olarak o kanun hükümleri uygulanır.

Olayın genel niteliklerini bu biçimde açıkladıktan sonra mülkiyet hukukuna indirgediğimizde ise şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır. Türk Medeni Yasasının 705. maddesine göre mülkiyet tescil ile kazanılır, ancak bu hüküm tescil için açılan davada tescil tarihinden önceki nedenlere dayanılamayacak anlamında değildir, zaten maddi olarak böyle bir şey de mümkün değildir. Aynı maddede tescilden önce hangi hallerde mülkiyetin kazanılacağı da belirtilmiştir, ayrıca kanunda öngörülen diğer hallerde de mülkiyetin tescilden önce kazanılacağı açıklanmıştır, işte bu hallerden birisi Türk Medeni Yasasının 713. maddesidir, bu maddede de koşulların oluştuğu anda mülkiyet hakkının doğacağı kabul edilmiştir. Bu anlamda mahkemece verilen tescil kararı kurucu nitelikte olmayıp açıklayıcı niteliktedir. Tüm bunlar ortada iken hakkın kazanılmasından sonra çıkan ve geçmişe uygulanacağı hususunda hüküm bulunmayan bir yasa maddesine göre kazanılmış hakkın ortadan kaldırılması mümkün değildir.

Görüşmeler sırasında sit alanlarının zamanaşımı ile kazanılmasının yasa hükmü ile engellenmesinin kamu yararına olduğu bu nedenle bu hükmün geçmişe etkili olarak da uygulanması gerektiği ileri sürülmüştür. Öncelikle belirtmek gerekir ki kamu yararının bulunduğu düşüncesi ile kazanılmış bir hakkın geçmişe yönelik olarak ortadan kaldırılması hukuk devleti ilkeleri ile bağdaşmadığı gibi, Devlete olan güven ilkesi ile de örtüşmemektedir. Hiçbir hukuk devletinde hatta kanun devletinde sonradan çıkartılan bir yasa ile kamu yararı düşüncesi ile kazanılmış hakkın geri alınması söz konusu olamaz, sit alanlarının kamu yararı düşüncesi ile zamanaşımı ile mülk edinilemeyeceği yolundaki yasa koyucunun iradesi ancak bu iradenin ortaya konulmasından yani yasanın yürürlüğe girmesinden sonraki dönem içen söz konusudur. Bunun sonucu olarak da yasanın yürürlüğe girmesinden sonra zamanaşımı ile kazanım koşulları tamamlansa bile mülkiyetin kazanılması söz konusu olmayacaktır, ancak yasadan önce tamamlanmış koşullara göre kazanım mümkün ise bu hakkın da mahkeme kararı ile teslim edilmesi gerekir. Eğer bu yerin özel mülkiyetten çıkartılması kamu yararına gerektiriyorsa bunun yolu, bedeli ödenerek bu yerin kamulaştırılmasıdır. Aksi halde kamu yararı vardır diye mevcut mülkiyet hakkının ortadan kaldırılması Anayasada hüküm altına alınan mülkiyet hakkının ortadan kaldırılması sonucunu doğuracaktır.

Tüm bu açıklanan nedenlerle yerel mahkeme kararının onanması, uygulama yeterli değilse bu yönün incelenmesi için dosyanın Yüksek Daireye gönderilmesi gerektiği düşüncesindeyim.