Etiket arşivi: DEVAM

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararları • BOŞANMA DAVASI DEVAM EDERKEN KADININ BAŞKA KİŞİDEN HAMİLE KALMASI, KUSUR DURUMU

YARGITAY Hukuk Genel Kurulu
ESAS: 2013/604
KARAR: 2014/38

Taraflar arasındaki “boşanma, velayet, nafaka, maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Konya/Ereğli 2.Asliye Hukuk Mahkemesince (Aile Mahkemesi sıfatıyla) davanın kısmen kabulüne dair verilen 07.02.2012 gün ve 2010/640 Esas-2012/53 Karar sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2.Hukuk Dairesinin 05.12.2012 gün ve 2012/9585 E-2012/29349 K. sayılı ilamı ile;

(…1-Mahkemece davalı koca tam kusurlu kabul edilerek boşanmaya karar verilmiş ise de; yapılan soruşturma ve toplanan delillerden davalı kocanın birlik görevlerini yerine getirmediği, eşine hakaret ettiği, davacı kadının ise Türk Medeni Kanununun 185/son maddesi gereğince boşanma davası devam ederken bir başkası ile ilişkiye girip karardan önce 06.09.2011 tarihinde Poyraz isimli bir çocuğunun olduğu, bu durumda sadakatsiz olan davacının boşanmaya neden olan olaylarda daha ziyade kusurlu olup, boşanma davası yönünden Türk Medeni Kanununun 166/2.maddesi koşullarının oluştuğu anlaşılmıştır. Hal böyle iken davalı koca tam kusurlu kabul edilmesi doğru olmadığı gibi davalının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazlarının da reddine karar vermek gerekmiştir.

2-Toplanan delillerden davacı kadının ağır kusurlu olduğu anlaşılmaktadır. Türk Medeni Kanununun 175.maddesi koşulları oluşmamıştır. Davacı kadının yoksulluk nafakası isteminin reddi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir.

3-Davacı kadının ağır kusurlu olduğu anlaşılmıştır. Ağır kusurlu eş yararına maddi ve manevi tazminata hükmedilemez. Davacı kadının maddi ve manevi tazminat isteminin reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

4-Türk Medeni Kanununun 174/1.maddesi mevcut veya beklenen bir menfaati boşanma yüzünden haleldar olan kusursuz ya da daha az kusurlu tarafın, kusurlu taraftan uygun bir maddi tazminat isteyebileceğini, 186. maddesi, eşlerin evi birlikte seçeceklerini, birliğin giderlerine güçleri oranında emek ve mal varlıkları ile katılacaklarını öngörmüştür. Toplanan delillerden boşanmaya sebep olan olaylarda maddi tazminat isteyen eşin diğerinden daha ziyade ve eşit kusurlu olmadığı anlaşılmaktadır. Boşanma sonucu bu eş, en azından diğerinin maddi desteğini yitirmiştir. O halde mahkemece, tarafların sosyal ve ekonomik durumları ile kusurları ve hakkaniyet ilkesi (TMK. md. 4 TBK. md. 50 ve 52 ) dikkate alınarak davalı yararına uygun miktarda maddi tazminat verilmelidir. Bu yönün dikkate alınmaması doğru görülmemiştir.

Türk Medeni Kanununun 174/2.maddesi, boşanmaya sebebiyet vermiş olan olaylar yüzünden kişilik hakları saldırıya uğrayan tarafın, kusurlu olandan manevi tazminat isteyebileceğini öngörmüştür. Toplanan delillerden evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına sebep olan olaylarda tazminat isteyen davalının ağır ya da eşit kusurlu olmadığı, bu olayların kişilik haklarına saldırı teşkil ettiği anlaşılmaktadır. O halde mahkemece, tarafların sosyal ve ekonomik durumları, tazminata esas olan fiilin ağırlığı ile hakkaniyet kuralları (TMK. md. 4 TBK. md. 50, 51, 52, 58) dikkate alınarak davalı yararına uygun miktarda manevi tazminata hükmedilmesi gerekir. Bu yönün dikkate alınmaması doğru görülmemiştir…)

gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, evlilik birliğinin temelinden sarsılması nedenine dayalı boşanma, velayet, nafaka, maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir.
Mahkemece, davalı kocadan kaynaklanan nedenlerle evlilik birliğinin temelinden sarsılmış olduğu kabul edilerek davacı tarafından açılan davanın kabulü ile tarafların boşanmalarına, davacının yoksulluk ve iştirak nafakası taleplerinin kabulüne, maddi ve manevi tazminat taleplerinin ise kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Davalı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde gösterilen nedenlerle bozulmuş; mahkemece, önceki kararda direnilmiştir. Direnme kararını, davalı vekili temyize getirmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; boşanma davasında dava açıldıktan sonra gerçekleşen sadakatsiz davranışların mevcut davada eşlerin kusur durumlarının belirlenmesinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 185/3.maddesi uyarınca “Eşler birlikte yaşamak, birbirine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar.” Kanunda belirtilen bu sadakat yükümlülüğü, evliliğin yasal olarak son bulmasına kadar devam edecektir. Başka bir deyişle, mahkemelerce boşanma kararı verilmiş olmasına rağmen bu karar henüz kesinleşmediği sürece evlilik birliği devam ettiğinden bu aşamada eşlerin sadakat yükümlülüğüne aykırı davranışlarının dikkate alınmasının gerektiği kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir (Aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulu’nun 26.11.2008 gün ve 2008/2-698 E., 2008/711 K.; 22.12.2010 gün ve 2010/2-636- 680 E., K., 13.07.2011 gün ve 2011/2-403- 509 E., K.; 12.12.2012gün ve 2012/2-526-1102 E., K. sayılı ilamlarında da benimsenmiştir).

Somut olayda; davalı kocanın temyiz aşamasında 29.11.2012 havale tarihli dilekçesine eklediği Konya/Ereğlisi Cumhuriyet Savcılığının 2012/761 soruşturma nolu evrakı içeriğine göre, davacı kadının Cumhuriyet Savcısı tarafından alınan beyanında evlilik birliği sırasında üçüncü kişi ile birlikteliklerinden 06.09.2011 tarihinde bir çocuk dünyaya getirdiğini beyan etmiş, yine doğum raporuna göre de, davacı kadının 06.09.2011 tarihinde çocuk dünyaya getirdiği anlaşılmaktadır.

O halde, sadakat yükümlüğünün ihlali nedeniyle taraflar arasındaki ortak hayatı temelinden sarsacak ve evlilik birliğinin devamına imkân vermeyecek derecede bir geçimsizlik bulunduğu sabit olduğundan davacı kadının daha fazla kusurlu olduğunun kabulü gereklidir.

Görüşmeler sırasında bir kısım üyeler davadan sonra gerçekleşen olayların kusur değerlendirmesine esas alınamayacağını, ayrıca davalının savunmasını ancak karşı tarafın açık muvafakati ya da ıslahı ile genişletmesinin mümkün olduğunu, böyle bir usul işleminin de gerçekleşmediğini belirterek davalının dava açıldıktan sonra gerçekleşen bir vakıayı daha sonra ileri sürmesinin mümkün olmadığı yönünde görüş beyan etmiş iseler de, bu görüş yukarıda belirtilen nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.

Bu itibarla; Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

S O N U Ç : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “ Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanun’un 440/1.maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 22.01.2014 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Pzt Şub 23, 2015 10:01 pm


Ölü Kişi Aleyhine Açılan Davanın Reddi Gerekir; Mirasçılara Tebligat Yapılarak veya Islahla Davaya Devam Edilemez

YARGITAY 1. HUKUK DAİRESİ

Tarih: 24.05.2012  Esas: 2012/2429  Karar: 2012/6069

Ölü Kişi Aleyhine Açılan Davanın Reddi Gerekir; Mirasçılara Tebligat Yapılarak veya Islahla Davaya Devam Edilemez – Tarafta İradi Değişiklik

Özet: Dava, tapu iptali ve tescil talebine ilişkindir: Gerçek kişinin ölümüyle medeni haklardan yararlanma ehliyeti ve buna bağlı olarak taraf ehliyeti sona erer. Bu nedenle dava tarihinden önce açılan davanın reddi gerekir. Mirasçılara tebligat yapılarak veya ıslahla ölü kişi aleyhine açılan davaya devam edilemez. Ancak 1 Ekim 2011 tarihinde yürürlüğe giren HMK’nun 124. maddesi “Tarafta iradi değişiklik” başlığı altında yeni düzenlemeler getirmiştir. Anılan maddenin uygulanma koşulları olup olmadığı araştırılarak sonucuna göre karar verilmelidir.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m.28.

6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu m.124.

Yanlar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda; yerel mahkemece davanın, davalılar Sabriye ve Hasan yönünden reddine, diğer davalılar yönünden ise davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi. Tetkik Hakimi G.Ü.’nün raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü:

Karar

Dava; tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir.

Mahkemece, davalılardan Sabriye ve Hasan’ın dava tarihinden önce öldükleri ve ölü şahıs aleyhine dava açılamayacağı gerekçesi ile bu davalılar yönünden davanın reddine, diğer davalılar yönünden davanın kabulüne karar verilmiştir.

Çekişmeye konu 5 nolu meskenin 1/6’şar pay olarak davalılar Ahmet, Hasan, Sabriye, Veciye, Şirin ve Şenay adına 17.08.1994 tarihinde tahsise istinaden kayıtlı olduğu, yargılama sırasında bir kısım davalılar vekilince, davalı Sabriye ve Hasan’ın dava açılmadan önce öldüklerinin bildirildiği ve bu konuda temin edilen belgelerin dosyaya sunulduğu görülmektedir.

Dosya içeriğine, toplanan delillere ve özellikle, göçmen konutları projesi kapsamında davalılara yapılan tahsis işlemine rağmen davalıların borçlarına ve konut teslim işlemlerini yerine getirmedikleri saptanmak suretiyle davalılar Ahmet, Veciye, Şirin ve Şenay hakkında yazılı olduğu üzere karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur.

Davalılar Sabriye ve Hasan yönünden kurulan hükme gelince; bilindiği üzere; dava ehliyeti davada taraf olma yeteneğidir. 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu taraf ehliyetini tamamlamamış, 38. maddesiyle Medeni Kanun’a yollamada bulunmakla yetinmiştir. Medeni Kanunumuz ise, davada taraf olma ehliyetini, medeni haklardan yararlanma ehliyetinin bir parçası saymış, 8, 28, 47 ve 48. maddeleri ile de bu yönde hükümler getirerek medeni haklardan yararlanma ehliyeti bulunan her gerçek ve tüzel kişinin davada taraf olma yeteneğini taşıdığını, her gerçek kişinin sağ doğmak koşuluyla ana rahmine düştüğü andan itibaren taraf ehliyetini elde edeceğini düzenlemiştir. Öte yandan gerçek kişinin ölümüyle medeni haklardan yararlanma ehliyeti ve buna bağlı olarak da taraf ehliyetinin sona ereceği Medeni Kanun’un 28. maddesinin buyurucu nitelikteki hükmüyle açıklanmıştır.

Dava tarihinden önce ölüm nedeniyle şahsiyeti son bulan kişinin taraf ehliyetini yitireceği kuşkusuzdur. Nitekim 04.05.1978 tarih 1978/4-5 sayılı İçtihatları Birleştirme kararında da; dava tarihinden önce ölen kişinin taraf ehliyetini yitireceği, aleyhine dava açılmayacağı, dava tarihinde şahsiyeti sona ermiş olan kimsenin mirasçılarına ardıllık (halefiyet) kuralı uygulanamayacağından tebligat yapılmak veya dava ıslah edilmek suretiyle davaya devam edilemeyeceği vurgulanmış, içtihatlar bu doğrultuda kararlılık kazanmıştır.

Yukarıda belirtilen ilkeler doğrultusunda davalılar Hasan ve Sabriye’nin dava açılmadan önce ölmüş oldukları gerekçesi ile haklarında verilen ret kararı, karar tarihi itibariyle doğru ise de, karardan sonra 1 Ekim 2011 tarihinde 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu yürürlüğe girmiş olup, kamu düzeni ile ilgili yeni usul hükümlerinin tamamlanmamış olaylarda da uygulanacağı kuşkusuzdur (6100 Sayılı Yasanın 448. maddesi).

6100 sayılı HMK’nın “Tarafta iradi değişiklik” başlığını taşıyan 124. madde hükmü 1086 Sayılı Yasadan ayrılarak yeni düzenlemeler getirmiştir. Bu durumda davalılar Hasan ve Sabriye yönünden 6100 Sayılı Yasanın 124. maddesi hükmünün tatbik edilip edilemeyeceğinin değerlendirilip sonucuna göre bir karar verilmesi gerekeceği açıktır.

Davacı vekilinin temyiz itirazları belirtilen nedenlerle yerindedir. Kabulüyle, hükmün 12.01.2011 tarihinde kabul edilen ve 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren (6100 Sayılı Yasanın geçici 3. maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddesi gereğince  BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 24.05.2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

 

Yargıtay,Ceza davası devam ettiği sürece hukuk davası zamanaşımına uğramaz

CEZA DAVASI DEVAM ETTİĞİ SÜRECE TAZMİNAT DAVASI AÇILABİLECEĞİ
HAKSIZ EYLEM ZAMANAŞIMIUZAMIŞ (CEZA) ZAMANAŞIMI

1803 Sa.Ka.1

BK.60, 132

765 Sa.Ka.102, 104

1 – Ayrı bir zamanaşımı öngörmüş olmadıkça, haksız eylemlerden doğan maddi ve manevi tazminat davalarında BK. m. 60`daki zamanaşımı uygulanır.

2 – Haksız eylem, aynı zamanda ceza yasaları gereğince suç teşkil ediyorsa, zamanaşımı süresi TCK. m. 102`ye göre belirlenir.

3 – Uzamış zamanaşımının uygulanabilmesi için, fail hakkında ceza davası açılmış veya hükümlülük kararı verilmiş olması ya da kovuşturulması şikayete bağlı suçlarda belli süre içinde şikayette bulunulması şart değildir.

4 – Af Yasası, kamu davası açılmadan çıkmış ise, bir yıllık hukuk zamanaşımı süresi Af Yasasının yürürlüğe girdiği tarihten; şayet Af Yasası kamu davasının açılmasından sonra çıkmış ise, bir yılık hukuk zamanaşımı, af nedeniyle kamu davasının düşmesine ilişkin kararın kesinleşmesi gününden itibaren işlemeye başlar.

5 – Ceza davası devam ettiği sürece hukuk davasının zamanaşımına uğraması mümkün değildir.

 

DAVA VE KARAR:

Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda (İstanbul Onuncu Asliye Hukuk Mahkemesi)nce davanın reddine dair verilen 9.7.1975 gün ve 1973/904-458 sayılı kararın incelenmesi davacı tarafından istenilmesi üzerinde; Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesi`nin 22.4.1976 gün ve 1975/7949-4242 sayılı ilamiyle (… Uyuşmazlık, davacı kiracı ile davalı kiraya veren arasında kira sözleşmesi nedeni ile doğan uyuşmazlığa aittir. İleri sürülüşe göre davalı kiraya veren davacıyı süresinden önce kiralanandan çıkartabilmek için rahatsız edici davranışlarda bulunmuş ve hakaret etmiştir. Olay en geç davacının savcılığa şikayet günü olan 21.8.1972 gününde öğrenilmiştir. Mahkeme de öğrenmenin bu günde olduğunu benimsemektedir. Kiracıyı iz`aç eden haksız davranışlar aynı zamanda davalının üzerine sözleşme ile düşen ödevlerin halele uğratılması niteliğindedir. Bu yüzden davalı hakkında ceza davası açılmıştır. Ceza davasının konusu belirtilen iz`aç ve yazı ile hakaret eylemlerinden ibarettir. Dava ceza davası devam ederken 1.11. 1973 gününde yani aradan bir yıl geçtikten sonra açılmıştır. Ancak dava açıldığı günde ceza davası devam etmekte idi. Ceza hakimi çok daha sonra çıkan 1803 sayılı Af Yasası gereğince ceza davasını 20.5.1974 gününde düşürmüştür. Oysa BK.nun 60. maddesinin 2. fıkrası uyarınca bu dava ceza zamanaşımına tabidir ve ceza zamanaşımı da 5 yıldır. Ceza zamanaşımının bu davadaki şikayet hakkına ilişkin TCK.nun 108. maddesi hükmü ile karıştırılmaması gerektir. Mahkemenin kararında dayandığı İçtihadı Birleştirme Kararı ile Hukuk Genel Kurulu`nun kararlarının olayla bir ilişkisi, uzak veya yakın bir ilgisi yoktur. Dava zamanaşımı az yukarıda gösterilen esasa göre gerçekleşmeden ve süresinde açılmıştır. O halde, esas incelenecekken davanın reddi usul ve yasaya aykırıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.

Temyiz eden : Davacı vekili.

Hukuk Genel Kurulu`nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü :YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI: Özel yasalarda haksız eylem için başka bir zamanaşımı süresi tayin edilmiş olmadıkça, haksız eylemden doğan maddi ve manevi zararların tazmini için açılacak davalarda BK.nun 60. maddesinde öngörülen zamanaşımı uygulanmak gerekir. Anılan maddesinin I. fıkrası bir ve on yıllık zamanaşımından söz etmiş; II. fıkrası ise, tazminat isteminin ceza yasalarının daha uzun bir zamanaşımı süresine bağlı tuttuğu cezalandırılabilir bir eylemden ileri gelmesi halinde birinci fıkradaki kurala bir istisna getirmiş ve bu gibi durumlarda daha uzun olan ceza zamanaşımı süresinin uygulanacağını vurgulamıştır. BK.nun anılan maddesinin II. fıkrası hükmünün konuluş nedeni şudur. Bilindiği gibi, haksız eylemlerin bir kısmı, sadece hukuk açısından değil, ceza yasaları bakımından da sorumluluğu gerektirir; haksız eylemin faili, yani sorumlusu genellikle daha ağır sonuçları olan bir ceza koğuşturmasına konu olabileceği sürece, zarar görenin haklarını yitirmesinin mantık dışı olacağı kuşkusuzdur. Bu bakımdan haksız eylem aynı zamanda ceza yasası gereğince bir suç teşkil ediyorsa ve ceza yasası ya da ceza hükümlerini ihtiva eden sair yasalar bu eylem için daha uzun bir zamanaşımı süresi tayin etmişse, tazminat davası da ceza davasına ilişkin zamanaşımı, süresine tabi olur. Bu konu bir ana ilke olarak 7.12.1955 gün ve 17/26 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da vurgulanmıştır. Zira, çoğunlukla ceza davasının zamanaşımı “suçun türüne göre değişmekle beraber” BK. m. 60/I`deki hukuki zamanaşımından daha uzundur. O halde, fail hakkında açılmış bir ceza davası devam eder ve fakat o davaya şahsi davacı olarak zarar görenin katılma imkanı sağlanmaz ya da o uzun süreye denk olarak hukuk mahkemesinde (hele ceza davası devam ederken) tazminat davası açmasına izin verilmezse, denge bozulmuş olurdu. Bu itibarla şayet zarar doğuran eylem aynı zamanda cezayı gerektirir nitelikte ise bakılacaktır. Eğer ceza kanunundaki ya da ceza hükümlerini taşıyan kanunlardaki bu eylem için kabul edilen zamanaşımı süresi, BK.ndaki 1 yıllık süreden daha kısa ise, o zaman yine BK. m. 60/I olaya uygulanacak; ceza kanunundaki zamanaşımı süresi BK. m. 60/I`deki süreden daha uzun ise, o zaman bu uzun süre tazminat davaları için de uygulama yeri bulacaktır. Bu durumda uygulanması söz konusu olan ceza davası zamanaşımı süresi, TCK. m. 102`ye göre belirlenecektir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki; BK. m. 60/II`deki zamanaşımı, tamamen hukuka ait bir kurum olup, zamanaşımını durduran ve kesen nedenler yönünden TCK.nun 102, 104-107. maddeler değil, aksine BK. m. 132-137 uygulama alanı budur. Öte yandan tazminat davalarına daha uzun süreli ceza davasına ilişkin zamanaşımının uygulanması için fail hakkında ceza davasının açılmış veya mahkûmiyet kararı verilmiş bulunması gerekli değildir; sadece cezalandırılması kabil bir eylemin işlenmiş olması, bir diğer söyleyişle, haksız eylemin suç niteliğini taşıması yeterlidir. Bununla beraber hukuk hakimi, ceza tertibine ilişkin olarak ceza hakimince verilen ve suçun işlendiğine ya da işlenmediğini kesinlikle tespit eden bir hüküm varsa, bununla bağlıdır (BK. m. 53). Ancak, ceza hakimi eylemin suç olup olmadığı üzerinde durmaksızın delil yetersizliği nedeniyle beraat kararı vermiş olursa hukuk hakimi bununla bağlı olmayarak haksız eylemin suç niteliğini taşıyıp taşımadığını araştırır. Bunun gibi ortada böyle bir hükmün bulunmaması halinde de hukuk hakimi, cezai sorumluluğu gerektiren bir eylemin işlenmiş olup olmadığını serbestçe inceleyip takdir eder ve olaya uygulanacak zamanaşımını belirler.

Bundan başka, işlenen eylemin, kovuşturulması şikayete bağlı bir suç teşkil edip etmemesi de önemli değildir. Zira bu yön, ceza davasının açılabilmesinin bir şartıdır. Bu bakımdan şikayet süresinin (TCK. m. 108) geçirilmesinden ötürü, ceza davasının açılamamış olması, bu davaya ilişkin zamanaşımı süresinin, tazminat davasına uygulanmasına engel değildir (HGK. 3.6.1953 gün ve 4/71 E., 77.).

Böylece, zamanaşımı ile ilgili hususlara kısaca değinildikten sonra, temyize konu olay incelendikte :

Davalının 21 Ağustos 1972 gününde davacıya hakaret ve tehdit suçlarından ötürü hakkında 1972/484 E. sayılı bir dava açıldığı; yapılan yargılama sonunda 17.4.1973 günlü ilamla davalının TCK.nun 482/2 ve 541. maddeleri gereğince mahkûmiyetine ve cezasının teciline karar verildiği; davalının (sanığın) vaki temyizi üzerine, hükmün Yargıtay İkinci Ceza Dairesi`nin 2.11.1973 günlü ilamiyle “… duruşma tutanağının hakim tarafından imza edilmemesinin vusuku muhil bulunduğundan…” bahsile bozulup mahalline iade edildiği; bozmaya uyularak yapılan duruşma sırasında da davanın (ahiren yürürlüğe giren 1803 sayılı Af Yasasının 1/A ve TCK.nun 97. maddesi hükümlerince) 20.5.1974 günlü kararla ortadan kaldırıldığı; maddi ve manevi tazminata ilişkin hukuk davasının ise 1.11.1973 gününde, yani ceza davası devam ederken açıldığı, dosyadaki kanıtlardan anlaşılmaktadır. Esasen bu maddi olgular ve özellikle tarihler bakımından bir uyuşmazlık söz konusu değildir. Bu yön mahkemece de aynen benimsenmiştir. Ancak mahkeme, gerek bozulan kararında ve gerekse direnme kararında “… 7.12.1955 gün ve 17/26 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına göre suç niteliği olan haksız eylemler, Af Yasaları uyarınca bu niteliklerini kaybederler, bu durumda BK.nun 60/I. maddesinde öngörülen bir yıllık zamanaşımı uygulanır, öte yandan ceza mahkemesine mahkûmiyet ve ne de beraat kararı değil, davanın düşürülmesine karar vermiştir. O halde 1803 sayılı Af Yasası ile eylemin suç niteliği ortadan kalktığına ve haksız eyleme uzamış zamanaşımının uygulanması olanağı bulunmadığına ve olay günü olan 21.8.1972 günü ile maddi ve manevi tazminat davasının açıldığı 1.11.1973 günü arasında bir yıldan fazla zaman geçtiğine göre, dava zamanaşımına uğramıştır…” gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir. Oysa özel daire bozma ilamında da kısaca değinildiği veçhile olayda zamanaşımı söz konusu değildir. Çünkü 7.12. 1955 gün ve 17/26 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına göre “…cezayı gerektiren haksız eylemler af nedeniyle cezai niteliklerini kaybedeceklerinden ceza zamanaşımı bunlara uygulanmaz. Hukuk zamanaşımının uygulanması gerekir…”. Bu gibi durumlarda bütün sorun BK.nun 60/I. maddesinde öngörülen 1 yıllık hukuk zamanaşımının hangi tarihten itibaren başlıyacağıdır Yargıtay`ın bu güne kadar istikrarla vaki uygulamalarına göre; Af Yasası kamu davası açılmadan önce çıkmış ise, bir yıllık hukuk zamanaşımı süresi Af Yasasının yürürlüğe girdiği tarihten itibaren şayet Af Yasası kamu davasının açılmasından sonra çıkmış ise, bu takdirde de af nedeniyle ceza davasının düşmesine ilişkin kararın kesinleşmesi gününden itibaren işlemeye başlıyacaktır. Burada, suçtan zarar görenin kamu davasına katılmış olup olmamasının bir etkisi yoktur. Her iki halde de bir yıllık hukuk zamanaşımının uygulanması gerekir (Mustafa Reşit Karahasan Sorumluluk ve Tazminat Hukuku İstanbul 1981 / Sayfa 1731 ve onu izleyen sayfalardaki kararlar); (Mustafa Kayganaçıoğlu / Nihat Renda / Galip Onursan Orman Kanunu, İlgili Mevzuat Ankara 1976 Sayfa 584, dipnot 174`le ilgili metin ve sayfa 633 ve müteakip sayfalardaki kararlar). Temyize konu bu olayda Af Yasası kamu davası açıldıktan sonra çıkmış bulunduğuna göre, ceza mahkemesince verilen 20.5.1974 günlü düşme kararının kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde tazminat davası açılması mümkündür. Oysa hukuk davası 1.11.1973,-yani ilk mahkûmiyet kararından önce, diğer bir ifade ile ceza davası henüz devam ederken açılmıştır ki olayımızda zamanaşımından asla söz edilemez.  Zira ceza davası devam ederken tazminat davasının zamanaşımına uğrayabileceğini kabul etmek, herşeyden önce mahkemenin kararına, gerekçe yaptığı içtihadı birleştirme kararında mevcut “… ceza davası devam ettiği müddetçe mutazarrırın müdahil sıfatım alarak ceza mahkemesinden tazminat talep edebileceği (TCK. m. 38) ve bu itibarla haksız fiilin Devlet tarafından takibi mümkün oldukça tazminat davasını kabul etmememin manasız olacağı…” şeklindeki gerekçeye aykırı olacaktır. Bu gerekçenin aksi, yani mahkeme görüşü benimsendiği takdirde, çoğu zaman ceza davasının af ile ortadan kalkması ile beraber, zarar görenin tazminat davası açma olanağı da ortadan kalkmış olur ki, bunun mantıken ve hukuken izahı mümkün olamaz. Kaldı ki, Af Yasalarının, zarara uğrayan kimsenin genel hükümler dairesinde çıkarlarını kovuşturmalarına engel olacağı da düşünülemez. O halde bu güne kadarki uygulamalarda olduğu gibi, bu olayda, ortadan kaldırma kararının kesinleştiği tarihin hukuk zamanaşımı için başlangıç tarihi olarak alınması gerekir. Olayımızda hukuk davası, değil ortadan kaldırma kararının kesinleştiği tarihten sonra aksine daha ceza davası derdest iken, daha 1803 sayılı Af Yasası yürürlüğe girmemiş iken açıldığına göre zamanaşımı söz konusu değildir. Bu durumda özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken eski hükümde direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır ve hüküm yukarıda anılan nedenlerle bozulmalıdır.

SONUÇ:

Davacı vekili Av. Suat`ın temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının özel daire bozma kararında gösterilen sebeplerden dolayı (BOZULMASINA), oybirliği ile karar verildi.

Yargıtay,Boşanmada,Karar Kesinleşinceye Kadar Eş Sadakati Devam Etmezse Kusur Oluşur

Yargıtay, eşler arasındaki sadakatin boşanma davası kesinleşinceye kadar devam etmek zorunda olduğuna hükmetti

Erdemli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nden Yargıtay’ın gündemine gelen bir boşanma davasında 2. Hukuk Dairesi, eşler arasındaki kusur belirlemede sadakatin önemine dikkat çeken bir karara imza attı. Anlaşamayan çift boşanma davası açtı. Erdemli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi çiftin boşanmasına hükmederek kocayı kusurlu buldu. Koca O.G. de boşanma kararı kesinleşmeden karısının kendisini aldattığını öne sürerek kusurun kendisinde olmadığını savundu. İtiraz üzerine dosya Yargıtay’ın gündemine geldi. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nde görülen davada, O.G., boşanma davası öncesinde eşiyle ayrı yaşadığını belirttiği temyiz dilekçesinde boşanma kararı kesinleşmeden eşi Zeliha’nın kendisini aldattığını bir başka erkekle beraber yaşadığını ve bu erkekten çocuk sahibi olduğunu ileri sürerek, eşinin doğum yaptığına dair belgeyi Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’ne sundu.

SADAKAT KARAR KESİNLEŞİNCEYE KADAR DEVAM ETMELİ

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi ise yargılama sırasında ileri sürülmeyen hususların temyizde dikkate alınmayacağına ancak eşlerin sadakat yükümlülüğünün önemine işaret etti.

Daire, “Eşlerin sadakat yükümlülüğü, boşanma yönünde oluşan karar kesinleşinceye kadar devam edeceğine göre, davacı kadının bu yükümlülüğüne aykırı davranışı, kanıtlanması halinde tarafların boşanmadaki kusur durumlarına ve boşanmanın fer’i sonuçlarına etkili olacaktır” dedi. Daire, yeni beyanların davanın sonucuna etki edeceğine işaret ederek, olaya ilişkin delillerin değerlendirilmesine hükmetti. Yerel mahkemenin kararını bozan Daire, sonucun delillerin incelenmesinden sonra kurulmasına karar verdi

ÖLEN KİŞİNİN EMEKLİ MAAŞININ BANKA KARTIYLA ÇEKİLMEYE DEVAM EDİLMESİ / KANIT YÜKÜ

T.C.
YARGITAY
Onuncu Hukuk Dairesi
E: 2006/761
K: 2006/7376
T. 22.5.2006

ÖLEN KİŞİNİN EMEKLİ MAAŞININ BANKA KARTIYLA ÇEKİLMEYE DEVAM EDİLMESİ
KANIT YÜKÜ

506 s. ANADOLU DEMİRYOLLARININ MÜBAYAASINA VE MÜDİRİYETİ … [Madde 59]

Davacı, fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydıyla 3.166.967.399 liranın yasal faiziyle birlikte tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Mahkeme, ilamında belirtildiği şekilde davanın reddine karar vermiştir.

Hükmün, davacı Avukatı tarafından temyiz edilmesi üzerine, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hakimi Mustafa Arınmış tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi:

Dava, Sosyal Sigortalar Kurumundan ölüm aylığı almakta iken ölen murisin, ölümünden sonraki tarihlerde de çekilmeye devam eden aylıkların, mirasçı olan davalılar tarafından çekildiği iddiasıyla, müştereken ve müteselsilen tahsiline ilişkin olup, mahkemece, muris ile davalıların birlikte oturduğu ispatlanamadığından, davanın reddine karar verilmiştir.

Mahkemece, murisin ikamet ettiği adresin saptanarak bundan sonra davalıların ya da başkalarının murisle birlikte ikamet edip etmediklerinin, keza, çekildiği iddia olunan aylıkların çekilmesinde bankanın ATM cihazları kullanılmış ise, hangi şube veya şubelerden paranın çekildiği, bu şube veya şubelerle murisin ve davalıların ilgisi, yoksa aylıkların vekaletname ile mi çekildiği hususunun açıklığa kavuşturularak, neticelerinin dikkate alınmaması isabetsizdir.

Tüm bu araştırmalar sonucunda bankamatik kartının kullanıldığı ve davalıların muris ile birlikte ikamet ettiği ya da, ilişkide bulundukları saptanırsa, doğal olarak hayatta iken murisin, bankamatik kartının yanında bulunması, öldükten sonra da davalıların eline geçmesi asıldır. Bu durumda, davada ispat yükünün davalılara ait olduğunda kuşkuya düşülmemelidir. O nedenle, davalıların murise ait bankamatik kartına sahip olmadıklarını inandırıcı delillerle ispat etmeleri gerekir. Örneğin, davalılar murisle birlikte oturuyorsa ve bankamatik kartının bir başkasının elinde olduğunu kanıtlayamamış ise, aylıkların kendileri tarafından çekildiği kabul edilmelidir.

Mahkemece yapılacak iş; belirtilen yönde araştırma ve inceleme yapılarak hüküm kurmaktan ibarettir.

Mahkemece, bu maddi ve hukuki olgular göz önünde tutulmaksızın eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirme sonucunda yazılı şekilde hüküm kurulması, usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.

O halde, davacı Kurum vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.

SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, 22.05.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.