Etiket arşivi: OLMADAN

arama kararı olmadan araç bagajında adli arama ve delil durumu kriteri

Yargıtay 7. Ceza Dairesi, 2013/5127 esas ve 2013/17549 karar sayıl kararı

Kaçak eşyayı bilerek ticari amaçlı satışa arz etmek suçundan sanıklar S… ve S.N.’in, 5607 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu’nun 3/5, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 62, 52.maddeleri uyarınca 10 ay hapis ve 500,00 Türk Lirası adli para cezaları ile cezalandırılmalarına, hapis cezalarının 5237 sayılı Kanun’un 51.maddesi gereğince ertelenmesine 5237 sayılı Kanun’un 53/1-a-b-d-e maddesindeki haklardan hapis cezasının infazı tamamlanıncaya, anılan Kanun’un 53/1-c maddesindeki haklardan ise koşullu salıverilme tarihine kadar yoksun bırakılmalarına, 5237 sayılı Kanun’un 54.maddesi gereğince suça konu eşyanın müsaderesine dair …1.Asliye Ceza Mahkemesinin 08.06.2012 tarihli ve 2012/215-696 sayılı kararı aleyhine Yüksek Adalet Bakanlığından verilen 15.02.2013 gün ve 11130 sayılı kanun yararına bozma istemini içeren dava dosyası Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 18.03.2013 gün ve KYB. 2013-59330 sayılı ihbarnamesi ile daireye verilmekle okundu.
Mezkür ihbarnamede;
Dosya kapsamına göre;
1-Suç tarihi olan 28.01.2012 günü, şüphe üzerine durdurulan sanıkların kullanımındaki 16 T… plakalı araçtan ele geçen 202 parça muhtelif markalardaki kaçak parfümlere el konularak atılı suçtan mahkumiyetlerine karar verilmiş ise de; usulüne uygun arama ve el koyma kararı olmadan, sahipleri tarafından rızaları ile teslim edildiğine dair dosyada bildirim bulunmayan eşyalar yönünden, hukuka aykırı elde edilmiş delile dayanılarak mahkumiyet hükmü kurulmasında,
2-Sanıklara hükmedilen hapis cezalarının ertelenmiş olması karşısında, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 53/4.maddesinde yer alan “Kısa süreli hapis cezası ertelenmiş kişiler hakkında birinci fıkra hükmü uygulanmaz” hükmüne aykırı olacak şekilde, kısa süreli hapis cezaları ertelenen sanıklar haklarında aynı Kanun’un 53/1.maddesinde belirtilen hak yoksunluklarına hükmedilmesinde isabet görülmemiş ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 309. maddesi uyarınca anılan kararın bozulması lüzumu kanun yararına bozmaya atfen ihbar olunmuş bulunmakla Türk Milleti adına gereği görüşülüp düşünüldü;
Tebliğname içeriğindeki bozma nedeninin yerinde olup olmadığı konusunda esastan incelemeye geçilmeden önce, Sayın Üyeler …nun, “Tebliğnamedeki bozma nedeninin Mahkemenin delil takdiri kapsamında kaldığı ve mahkemenin delil takdirine karşı Kanun Yararına Bozma Yasa Yoluna başvurulamayacağından, Yargıtay Başsavcılığı talebinin, esastan incelenmeden bu nedenle reddi gerektiği” görüşünü ileri sürmeleri üzerine Heyet tarafından öncelikle bu ön meselenin karara bağlanması gerekmiştir.
Sorunun sağlıklı bir çözüme kavuşturulması için 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunun konu ile ilgili hükümlerinin incelenmesinde yarar bulunmaktadır.
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun “Delillerin ortaya konulması ve reddi” başlıklıklı 206. maddesinde;
“(1) Sanığın sorguya çekilmesinden sonra delillerin ortaya konulmasına başlanır. (Ek cümleler: 25/5/2005 – 5353/29 md.) Ancak, sanığın tebligata rağmen mazeretsiz olarak gelmemesi sebebiyle sorgusunun yapılamamış olması, delillerin ortaya konulmasına engel olmaz. Ortaya konulan deliller, sonradan gelen sanığa bildirilir.
(2) Ortaya konulması istenilen bir delil aşağıda yazılı hâllerde reddolunur:
A) DELİL, KANUNA AYKIRI OLARAK ELDE EDİLMİŞSE.
b) Delil ile ispat edilmek istenilen olayın karara etkisi yoksa.
c) İstem, sadece davayı uzatmak maksadıyla yapılmışsa.
(3) Cumhuriyet savcısı ile sanık veya müdafii birlikte rıza gösterirlerse, tanığın dinlenmesinden veya başka herhangi bir delilin ortaya konulmasından vazgeçilebilir.”
Hükmünün yer aldığı,
Aynı Kanunun 207.maddesinde, delillerin ve olayın geç bildirilmesinin, 208. maddesinde, Tanığın duruşma salonundan ayrılması, 209. maddesinde, duruşmada okunması zorunlu belge ve tutanakların neler olduğu, 210. maddesinde, duruşmada okunmayacak belgelerin neler olduğu, 211. maddesinde, duruşmada okunmasıyla yetinilebilecek belgelerin neler olduğu, 212. maddesinde, tanığın önceki ifadesinin okunması, 213. maddesinde sanığın önceki ifadesinin okunması, 214. maddesinde, rapor, belge ve diğer yazıların okunması, 215. maddesinde, dinleme ve okumadan sonra diyeceklerinin taraflara sorulması, 216. maddesinde delillerin tartışılması konularının düzenlendiği,
309. maddesinin 1. ve 2. fıkralarında ise, “(1) Hâkim veya mahkeme tarafından verilen ve istinaf veya temyiz incelemesinden geçmeksizin kesinleşen karar veya hükümde hukuka aykırılık bulunduğunu öğrenen Adalet Bakanlığı, o karar veya hükmün Yargıtayca bozulması istemini, yasal nedenlerini belirterek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı olarak bildirir.
(2) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, bu nedenleri aynen yazarak karar veya hükmün bozulması istemini içeren yazısını Yargıtayın ilgili ceza dairesine verir.” Hükümlerine yer verildiği,
Yine CMK nun, çözümü gereken konumuzla ilgili “Delilleri takdir yetkisi” başlıklı 217.. maddesinde;
“(1) Hakim kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve huzurda tartışılmış delillere dayandırabilir. Bu deliller hakimin vicdani kanaatiyle serbestce takdir edilir.
(2) YÜKLENEN SUÇ, HUKUKA UYGUN BIR ŞEKILDE ELDE EDILMIŞ HER TÜRLÜ DELILLE ISPAT EDILEBILIR.” Hükmü yer almaktadır.
Bu yasa hükümleri birlikte değerlendirildiğinde görülmektedir ki;
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu sistematiğine göre “Birinci Kısım” “Dördüncü Bölümde” 206-218. maddelerinde “Delillerin Ortaya Konulması ve Tartışılması” konuları hüküm altına alınmış bulunmaktadır. Bu bölümde yer alan ilk hüküm olan 206. maddesine göre, delillerin ortaya konulmasına sanığın sorgusundan hemen sonra başlanmaktadır. Yine aynı maddenin 2. fıkrasına göre ise ortaya konan delillerin hangi hallerde mahkemece reddedileceği belirtilmektedir. Bu fıkranın (a) bendine göre delil kanuna aykırı olarak elde edilmiş ise reddedilmesi gerekmektedir.
Delillerin ortaya konulması ve reddi aşamasından sonra ise CMK nun 207-216. maddelerine göre delillerin taraflarca tartışılması diye adlandırabileceğimiz aşamaya geçilmektedir. Bu aşamadan sonra ise 217. madde hükmüne göre delillerin takdiri aşamasına geçilmektedir. Bu aşamada maddenin 1. fıkrasına göre “Hakim kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve huzurda tartışılmış delillere dayandırabilir. Bu deliller hakimin vicdani kanaatiyle serbestce takdir edilir.”Bu hükmün 2.cümlesi Hakimin takdir yetkisini düzenlemektedir. Yargıtayın istikrar bulmuş uygulamalarına göre bu takdir yetkisine karşı Kanun Yararına Bozma Yasa Yoluna başvurulamayacaktır. Maddenin 2. fıkrasına göre ise yüklenen suçun ancak hukuka uygun delillerle ispatı gerekmektedir.
Aynı Kanunun 309. maddesinin 1. ve 2. fıkralarına göre, Adalet Bakanlığı, temyiz edilmeksizin kesinleşen karar veya hükümlerde hukuka aykırılıklar bulunduğunu öğrendiği takdirde nedenlerini belirterek kararın bozulması için durumu Yargıtay Başsavcılığına bildirecektir. Yargıtay Başsavcılığı ise, Bakanlığın bildirdiği nedenleri değiştirmeden aynen yazarak bozma istemi yazısını Yargıtayın ilgili dairesine gönderecektir.
Bu tespit ve değerlendirmeler ışığında çözülmesi gerekli ön sorunu ele aldığımızda;
İhbarnamede 1.bozma nedeni olarak gösterilen “…usulüne uygun arama ve el koyma kararı olmadan, sahipleri tarafından rızaları ile teslim edildiğine dair dosyada bildirim bulunmayan eşyalar yönünden hukuka aykırı elde edilmiş delile dayanılarak mahkumiyet hükmü kurulmasında….” şeklindeki gerekçe, “delilleri takdir yetkisini” düzenleyen 217. maddesinin 1. fıkrasının 2. cümlesi hükmü kapsamına girmemektedir.
Yukarıda açıklanan gerekçelere göre, temyiz edilmeksizin kesinleşmiş bulunan hükme ilişkin ihbarnamenin 1 nolu bendine konu hususa karşı, belirtilen nedenlerle, CMK nun 309. maddesi hükmü gereğince Kanun Yararına Bozma Yasa Yoluna başvurulabileceği, Sayın Üyeler …nun karşı oylarıyla ve oy çokluğu ile kabul edilerek yapılan incelemede:
Arama kararı olmadan sanığın bagajında kaçak parfümler ele geçmiş olması karşısında, bu aramanın hukuka aykırı olması nedeniyle delil olarak kullanılamayacağı görüşüyle kanun yararına bozma talebinde bulunulmuş ise de, sanık araç bagajını kendi rızası ile açmış olup, sanığın haklarının ihlal edilmesi halinde, suçun topluma verdiği zarar ile devlet görevlilerinin sanığa ait hakları ihlal etmelerinden doğan kişisel ve toplumsal zarar karşılaştırılarak sanığın topluma verdiği zarar daha fazla ise hukuka aykırı olarak elde edilen deliller yargılamada delil olarak kullanılmalı, aksi takdirde değerlendirme dışı bırakılmalıdır.
İnsan haklarını korumak amacıyla yasaya konulan hukuka aykırı elde edilen delillerin, delil olarak kabul edilemeyeceği hükmü hukuk devleti ilkesinin diğer iki unsuru olan adaleti ve hukuki güvenliği gerçekleştirmeyi engellememelidir. Doktrin (Bahri Öztürk, Yenisey delil yasakları sh.44-45) ve Yargıtay Genel Kurul Kararları (15.02.2005 gün ve 2005/10-15/29, 26.06.2007 gün ve 2007/7-147/159 sayılı kararları) ve insan hakları mahkemesi kararları da bu doğrultuda görüşümüz yönünde olup; İnsan hakları mahkemesi kararlarına uyma zorunluluğu milletlerarası anlaşmalarla kabul edildiğinden Anayasanın 90/son fıkrası uyarınca da bu kurallar en üstün kural olduğundan insan hakları mahkemesinin kabul ettiği ölçülülük ilkesi gözetilmek zorundadır.
Somut olayımızda da sahte ve kaçak parfüm insan sağlığına zararlı olduğu cihetle, yaşam hakkı diğer hakların üzerinde olup, arama ile ele geçen kaçak eşyanın delil olarak değerlendirilmesinde hukuka aykırı bir durum olmadığına üyeler …ın karşı oyu ve oyçokluğu ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına bozma istemine dayanan talebinin 1 no’lu bendi yönünden REDDİNE,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına bozma istemine dayanan ihbarnamenin 2 nolu bendinde belirtilen husus ise yerinde görüldüğünden, Antalya 1.Asliye Ceza Mahkemesinin 08.06.2012 gün ve 2012/215 esas, 2012/696 karar sayılı kararının CMK.nun 309.maddesi uyarınca BOZULMASINA, hüküm fıkrasından “sanık hakkında TCK.nun 53.mad. Uygulanmasına TCK 53.maddesinin a, b, d, e bentlerinde gösterilen hakları mahkum olduğu hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar aynı maddenin c bendindeki hakları koşullu salıvermeye kadar kullanılamayacağına” ibarelerinin çıkarılmasına, 03.07.2013 gününde, ihbarnamenin 1 numaralı bendinde belirtilen hususla ilgili olarak oyçokluğuyla, ihbarnamenin 2 numaralı bendinde belirtilen hususla ilgili olarak ise oybirliğiyle karar verildi.
KARŞI OY
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 18.03.2013 gün ve 2013/59330 sayılı Kanun Yararına Bozma Talebinde belirtilen 1 nolu bozma nedenin reddine karar veren Sayın Çoğunluk, karar gerekçesinde de belirtildiği gibi aramanın rıza ile yapıldığını, sanığın hakkı ihlal edilerek arama yapılmış olsa dahi elde edilen bu delilin ölçülülük ilkesi gereğince mahkumiyet kararında ispat aracı olarak değerlendirilebileceğini kabul etmektedir.
Sayın Çoğunluğun bu kararının gerekçesine göre aramızda oluşan görüş ayrılığı, mahkeme kararı ya da yetkili mercilerin yazılı izni olmadan rıza ile yapılan aramanın hukuka aykırı olup olmadığı, arama hukuka aykırı olsa dahi elde edilen delilin yargılamada ispat aracı olarak kullanılıp kullanılamayacağı noktalarında toplanmaktadır.
Bu nedenle karşı görüşümüzü, önce somut olaydaki aramanın hukuka uygun olup olmadığı sonrada bu aramada elde edilen delilin kullanılıp kullanılmayacağını açıklayarak ortaya koymaya çalışacağız.
Somut olayda, mahkumiyet kararına dayanak yapılan delilin elde edildiği aramanın hukuka aykırı olup olmadığı sorununun değerlendirmesi:
Somut olaydaki arama işlemi 5936 kod nolu ekipde görev yapan polis memurlarının düzenlediği 29.01.2012 tarihli olay- yakalama tutanağına göre şu şekilde gerçekleşmiştir:
28.01.2012 günü saat 23.15 sıralarında Antalya Emniyet Müdürlüğü Haber Merkezinden 16 TA 979 plaka sayılı Kartal marka bir aracın kaçak eşya taşıdığı anons edilmiştir. Antalya-Mersin Karayolu üzerinde görev yapan 5936 kod nolu üç kişilik polis ekibi saat 23.40 civarında Aksu kavşağında söz konusu aracı durdurmuşlardır. Görevli polisler, araçta bulunan sanıklar üzerinde kaba bir üst araması yaptıktan sonra otellere parfüm sattıklarını söyleyen sanıklardan aracın bagajını açmasını istemişlerdir. Sanıkların bagaj kapağını açmaları üzerine görevli polislerce yapılan bagaj kontrolünde üç koli bulunmuştur. Bu kolileri inceleyen görevli polisler kolilerin içerlerinde toplam 201 adet muhtelif marka ve ebatlarda parfüm bulunduğunu tespit etmişlerdir. Bu tespitten sonra aracı, tespit edilen parfümleri ve sanıkları Aksu Polis Merkezine götürerek teslim etmişlerdir.
Bu olaydaki arama faaliyet ve işlemi 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununda düzenlenen koruma tedbirleri kapsamında bir adli aramadır.
Somut olaydaki aramanın hukuka uygun olup olmadığını belirlemek için konuya ilişkin uluslararası sözleşme ile anayasal ve yasal düzenlemelere kısaca değinmek yararlı olacaktır:
Arama tedbiri, kişinin, temel ve vazgeçilmez haklarından olan özel hayatın gizliliği hakkına sınırlama getiren ağır bir müdahaledir. Bu nedenle söz konusu hakka yapılacak müdahalelerin şartları ve sınırları Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8. maddesi ile Anayasanın 20 ve 21. maddelerinde açık şekilde gösterilmiştir. Bu hükümler şöyledir:
AİHS.nin 8. maddesi;
“1. Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.
2. Bu hakkın kullanılmasına bir kamu otoritesinin müdahalesi, ancak ulusal güvenlik, kamu emniyeti, ülkenin ekonomik refahı, dirlik ve düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için, demokratik bir toplumda, zorunlu olan ölçüde ve yasayla öngörülmüş olmak koşuluyla söz konusu olabilir.”
Anayasanın 20. maddesi:
“Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. (Mülga cümle: 3/10/2001-4709/5 md.)
(Değişik: 3/10/2001-4709/5 md.) Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kâğıtları ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını el koymadan itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar.”
Anayasanın 21. maddesi:
“Kimsenin konutuna dokunulamaz. Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin konutuna girilemez, arama yapılamaz ve buradaki eşyaya el konulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını el koymadan itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar.”
Bu hükümlerden de anlaşılacağı gibi insanın, devredilmez, vazgeçilmez temel haklarından biri olan”özel hayatın gizliliği” ve konut dokunulmazlığı hakkına kamu otoritesinin hangi amaçlarla müdahale edilebileceği belirtilmiş ve bu müdahalenin kanunla öngörülmesi zorunlu kılınmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında, söz konusu müdahalenin sadece kanunla düzenlenmesini de yeterli görmemiş, hangi amaç için olursa olsun, sözleşme maddelerinde yer alan haklara kanunla getirilen müdahalenin demokratik bir toplumun gereklerine uygun olması ve kamu otoritesine tanınan bu müdahale hakkının kötüye kullanılmasının da güvence altına alınması gerektiğini belirtmiştir.(Klass ve diğerleri-Almanya kararı)
Kanun Koyucu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihatlarına ve Anayasanın 20. ve 21. maddelerine uygun olarak kişinin özel hayatının gizliliğine kamu otoritesinin müdahale etme hakkı olan arama tedbirini 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununda düzenlemiştir. Anılan Kanunun 116. maddesinde hangi amaçla arama yapılabileceği belirtilmiştir. Bu hükme göre yakalanabileceği veya suç delillerinin elde edilebileceği hususunda makul şüphe varsa; şüphelinin veya sanığın üstü, eşyası, konutu, işyeri veya ona ait diğer yerler aranabilecektir.118. maddesinde aramanın ne zaman yapılacağı konusu düzenlenmiştir. 119. maddesinin 1. fıkrasında ise arama kararını kimlerin vereceği belirtilmiştir. Bu hüküm şöyledir: “Hâkim kararı üzerine veya gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde Cumhuriyet savcısının, Cumhuriyet savcısına ulaşılamadığı hallerde ise kolluk amirinin yazılı emri ile kolluk görevlileri arama yapabilirler. Ancak, konutta, işyerinde ve kamuya açık olmayan kapalı alanlarda arama, hâkim kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısının yazılı emri ile yapılabilir. Kolluk amirinin yazılı emri ile yapılan arama sonuçları Cumhuriyet Başsavcılığına derhal bildirilir.” 2. fıkrada, arama karar veya emrinin neleri kapsayacağı, 3. fıkrada, aramayı yapanların tutanağa isimlerinin yazılacağı, 4. fıkrada aramada bulunması zorunlu kişilerin kimler olduğu ve 5. fıkrada askeri mahallerde aramanın nasıl yapılacağı hükme bağlanmıştır. Yine aynı Kanunun 120. maddesinde aramada hazır bulmaya hakkı olan kişiler, 121.maddesinde ise arama sonucu verilecek belge ile ilgili hükümlere yer verilmiştir.
Arama bakımından araç, CMK nun 119. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen eşya kapsamındadır. (Prf. Dr.Veli Özer Özbek – Yeni Ceza Muhakemesi Kanunun Anlamı 2005 baskı-s.417) AİHM’ nin 15.07.2003 günlü ERNST ve diğerleri – Belçika kararına göre de araç araması Sözleşmenin 8. maddesi ile güvence altına alınan haklara müdahale kapsamına girmektedir. Bu nedenle arama kararı bakımından CMK nun 119. maddesindeki hükümlere tabidir. Araç (otomobil) araması için hakim kararı alınmamıştır. Somut olayın özelliği ve zaman itibariyle gecikmesinde sakınca olduğu kabul edilmesi mümkün ise de böyle bir durumda CMK nun 119. maddesinde öngörüldüğü şekilde Cumhuriyet Savcısından arama için alınması gereken yazılı emir de alınmamıştır. Dosyada herhangi bir bilgi ve belge olmamakla birlikte Cumhuriyet savcısına ulaşılamadığı kabul edilse dahi bu durumda yine 119. madde hükmü gereği kolluk amirinden arama için yazılı emir alınması gerekmekte olup, böyle bir yazılı emir de alınmamıştır. Öte yandan 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunun 4/A maddesinin 6.fıkrası hükmüne göre Polis, durdurduğu aracın, dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümlerinin açılmasını isteyemez. Somut olayda polisler sanıklardan bagajın kapağını açmasını istemişlerdir. Bu talep üzerine sanıklar bagaj kapağını açmak zorunda kalmışlardır. Bu durumu Sayın Çoğunluk, aramanın hukuka uygun olduğu anlamına gelecek şekilde, rıza ile yapıldığını kabul etmektedir.
Bu kabule aşağıda açıklayacağımız nedenler ile katılmıyoruz:
Gerek mülga 1412 sayılı Ceza Muhakemesi Usulü Kanununda, gerekse 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununda muvafakatlı arama yapılabileceğine ilişkin bir düzenleme bulunmamaktadır. Buna karşılık 01.06.2005 gün ve 25832 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Adli ve Önleme Aramaları Yönetmeliğinin 8. maddesinin (f) bendinde “ilgilinin rızası ile” yapılacak aramalarda hakim kararı veya yazılı emir alınmasına gerek olmadığına ilişkin bir düzenleme yer alıyordu. Ancak bu düzenleme Danıştayın 13.03.2007 gün ve 2005/6392 esas, 2007/948 sayılı kararı ile iptal edilmiştir.
Öte yandan Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 29.11.2005 gün ve 2005/144 – 150 sayılı kararında rıza ile yapılan aramayı hukuka aykırı olarak kabul etmiştir. Yüksek Kurul bu kabulünü 17.112009 gün ve 2009/160 – 264 sayılı kararıyla tekrar etmiştir. Yüksek Kurulun bu kararları Yargıtay Ceza Dairelerince de benimsenerek uygulama halen bu yönde sürdürülmektedir. (örnk: 13.Ceza Dairesi 27.03.2013 gün ve 2012/456 E.2013/8436 K., 5.Ceza Dairesi 21.03.2013 gün ve 2012/3352 E., 2013/2126 K. sayılı kararlar)
Bu gün için pozitif hukuk normlarında hakim kararı veya yetkili merciinin yazılı emri olmadan rıza ile arama yapılabileceğine ilişkin bir düzenleme yoktur. Öğretide de rıza ile yapılan aramanın hukuka uygun olacağını kabul eden bir görüş olmadığı gibi bu yönde bir yargısal kararda bulunmamaktadır.
Öğretide arama hukuku ihlal edilerek elde edilen deliller hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen deliller arasında gösterilmektedir.( Kunter-Yenisey-Nuhoğlu-Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku İkinci Kitap 17. Baskı 2010 s. 404-405 prg.78.3 )
Açıklanan bu nedenlerle somut olayda rıza olsa dahi arama, Anayasanın 20. maddesi ve CMK nun 119/1. maddesi hükümlerine aykırıdır.
Kaldı ki somut olayda rıza da sözkonusu değildir. Görevli polisler sanıklardan aracın bagajını açmalarını istemişlerdir. Kolluğun bu istediği üzerine sanıklar bagaj kapağını açmak zorunda kalmışlardır. Görevli üç polisin bu talebine karşı çıkmamaları sanıkların rıza gösterdikleri anlamına gelmez. Sanıklar el konulan eşyaları da kendi rızalarıyla teslim etmemişlerdir. Görevli polisler, araçta el koydukları eşyaları Aksu Polis Merkezine kendileri teslim etmişlerdir. El koyma işlemi de CMK nun 127. maddesine aykırıdır. Hakim kararı veya yetkili merciin yazılı emrine dayanmamaktadır. El koyma işlemi hakim onayına da sunulmamıştır. Bu yönüyle de arama ve el koyma kanuna aykırıdır.
Somut olaydaki aramanın kanuna aykırı olduğunu bu şekilde belirledikten sonra kanuna aykırı biçimde yapılan aramada elde edilen bu delilin yargılamada değerlendirilip değerlendirilmeyeceği sorununa gelince:
Bu konudaki görüşümüzüde, önce öğretideki görüşlere, sonra mukayeseli hukuka, ardından iç hukuk düzenlemeleri ile yargısal kararlara ve AİHM si uygulamalarına kısaca değinerek açıklamaya çalışacağız.
Öğreti:
Hukuka aykırı elde edilen delilin belli şartlar altında kullanılabileceğini kabul eden görüşler:
Bu görüşü kabul eden yazarların bazılarına göre, temel hakları ihlal etmeyen hukuka aykırılıklarda delil kullanılabilir. Temel hakları ihlal eden hukuka aykırılıklarda ilke olarak delil kullanılamaz. Ancak ağır suçlarda istisnai olarak bu şekilde elde edilen delil sanık hakları teorisi (ihlal edilen hak ile kamu yararı) çerçevesinde değerlendirme yapılarak kullanılabilir.
(Kunter-Yenisey-Nuhoğlu-Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku İkinci Kitap 17. Baskı 2010 s.420) Bu görüş oranlılık (ölçülülük) ilkesine dayanmaktadır. Yazarlar, bu eserinde delil elde etmedeki aykırılık adil yargılanma hakkını ihlal etmiyorsa kullanılabileceğini de belirtmektedir. Bu yönde görüşe sahip bazı başka yazarlara göre ise delil elde edilirken yapılan ve hak ihlaline yol açmayan basit aykırılıklar delilin kullanılmasına engel olmamalıdır. Bu şekilde elde edilen delil oranlılık (ölçülülük) ilkesine göre mahkemece değerlendirilebilmelidir.(Prof.Dr. Bahri Öztürk – Doç.Dr. Mustafa Ruhan Erdem – Doç. Dr. Veli Özer Özbek “Uygulamalı Ceza Muhakemesi” isimli eser) Yargıtay Ceza Genel Kurulu da bu esere atıf yaparak 2012/96 K. sayılı ve 2007/159 K. sayılı kararlarında hakim kararıyla yapılan aramada iki kişinin hazır bulunmamasını basit aykırılık olarak kabul edip bu aramada elde edilen delilin kullanılabileceğine karar vermiştir. Buna karşılık Ceza Genel Kurulunun atıf yaptığı eserin yazarı sayın Prof. Dr. Bahri Öztürk’ün editörlüğünü yaptığı ve yazarları arasında yer aldığı “Ceza Muhakemesi Hukuku” isimli eserin Şubat 2013 tarihli 5. baskısının 396. sahifesinde mutlak delil yasağı ve nisbi delil yasağının bizim hukukumuz bakımından geçerli olmadığı, Anayasa ve CMK da geçerli olan delil yasağı Anglo-Amerikan hukukunda olduğu gibi mutlak delil yasağı olduğu belirtilmektedir. Yine aynı eserin 513. sahifesinde CMK nun 120. maddesine göre hazır bulundurulması gereken kişilerin arama kararının yerine getirilmesi sırasında hazır bulundurulmamaları halinde aramanın hukuka aykırı olacağı ve bu aramada elde edilen delillerin de kullanılamayacağı ifade edilmektedir.
Hukuka aykırı elde edilen delilin kesinlikle kullanılamayacağı görüşü:
Öğretide bir çok yazar tarafından ileri sürülen bu görüşe göre özetle, Türk ceza siyaseti 18.11.1992 gün ve 3842 sayılı Kanunla mülga CMUK nun 135/A ve 254/2 maddelerinde yaptığı düzenleme ile çağdaş ceza yargılaması sistemini benimsemiştir. Ne pahasına olursa olsun suçluyu cezalandırma yerine suçun ispat aracı olarak kullanılacak delillerin toplanmasında kamu otoritesine sınırlamalar getirilmiştir. Kamu otoritesi suçu ispat etmek için hukukun belirlediği sınırlar içersinde kalarak delil toplamak zorundadır. Anaysanın 38. maddesinin 6. fıkrası ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunun 206 ve 217. madde hükümleri yoruma ihtiyaç göstermeyecek şekilde açık ve nettir. Bu hükümlere göre delil elde etmede önemsiz, basit, sonuca etkili olmayan şekli aykırılık, nisbi-mutlak aykırılık ayırımı yapılamaz. Keza İhlal edilen hak ile kamu yararı karşılaştırılması (oranlılık-ölçülülük) yapılması da söz konusu değildir. Delil elde etme kurallarına aykırı olarak elde edilen delil aykırılığının, önemli-önemsiz olmasına bakılmaksızın yargılamanın hiç bir aşamasında kullanılamaz.Bu görüşün öğretide baskın olduğunu söyleyebiliriz. Bu görüşü benimseyen yazarlardan bazıları şunlardır: Prof. Dr. Nevzat Toroslu – “Hukuka Aykırı Deliller Sorunu” Ankara Üniversitesi Hukuk FakültesiYayınları No.498 Ankara, 1995 Sayfa: 55-58, Prof. Erdener Yurtcan – Nurullah Kunter’e Armağan İ.Ü.H.F. Eğ. Öğr. ve Yardımlaşma Vakfı Yayını N0:716 İst. 1998, Prof. Duygun Yarsuvat – Ceza Muhakemesi Hukukunda Kanuna Aykırı Elde Edilen Delillerin Geçerliliği “yarsuvat-law.com.tr/articles/article 2 pdf” (erişim-11.07.2013 22.48), Centel Nur – Zafer Hamide – Ceza Muhakemesi Hukuku 6. Bası sh. 697 vd. CGK. nun 17.11.2009 gün ve 2009/160 – 264 sayılı kararına yapılan atıf, Prof. Dr. Ersan Şen- Türk Hukukunda Telefon Dinleme Gizli Soruşturmacı X Muhbir 6. baskı shf. 49-58, Yargıtay ve Hukuka Aykırı Deliller:Üç Yanlış Bir Doğruyu Götürür mü? Yargı Dünyası Dergisi Şubat 2013 sayı 206, Prof. Dr. Yener Ünver – Prof. Dr. Hakan Hakeri – Ceza Muhakemesi Hukuku 2. Cilt 7. Baskı 2013 shf. 181, Yrd. Doç. Dr. Mahmut Koca – Ceza Muhakemesinde Hukuka Aykırı Delilleri Değerlendirme Yasağı. “erzincan edu.tr/birim/Hukuk Dergi/makale/2000_1_8 pdf” (erişim, 11.07.2013 22.31). Bu görüşü biz de benimsiyoruz..
Mukayeseli Hukuk:
Fransa hukuk sisteminde, kanunla getirilen yasaklara aykırı olarak elde edilen deliler geçersiz kabul edilmektedir. Buna karşılık kanunda yer almayan aykırılıklarla elde edilen delilillerin kullanılıp kullanılmayacağına her olayda hakim karar vermektedir. (Prof.Dr. Duygun Yarsuvat – Ceza Muhakemesi Hukukunda Kanuna Aykırı Elde Edilen Delillerin Geçerliliği“ başlıklı makale)
İsviçre hukuk sisteminde, şekil kuralına aykırılık (düzensizlik) suretiyle elde edilen delilin kullanılacağı kabul edilmektedir. Buna karşılık kanuna aykırılık halinde önemli bir hak ihlal edilmiş demektir ve bu suretle elde edilen delil kullanılması kabul edilmemektedir. (Prof.Dr. Duygun Yarsuvat )
İtalya hukuk sisteminde, kanuna aykırı olarak elde edilen delillerin kullanılamayacağına ilişkin hükümler bulunmaktadır. Bu yönüyle İtalyan Ceza Usul Kanunu ile Türk Ceza Muhakemesi Kanunu arasında paralellik bulunmaktadır. (Prof.Dr. Duygun Yarsuvat)
Alman Hukuk sisteminde, oranlılık (ölçülülük) ilkesi benimsenmiştir. Her olayda mahkeme, delil elde etmeyi kısıtlayan hükmün koruduğu hukuki menfaat ile suçun ortaya çıkarılması ve sanığın cezalandırılmasındaki kamu yararının hangisinin üstün olduğuna karar verdikten sonra delili kullanmakta veya kullanmamaktadır.
İngiltere hukuk sisteminde, hukuka aykırı delillerin kabul edilip edilmeyeceği konusunda esnek teori benimsenmektedir. Buna göre hukuka aykırı delilleri değerlendirme dışında tutmak hakimin takdirindedir. Hukuka aykırı delilin kabul edilmesi mahkemenin dürüstlüğüne etki edecek bir sonuç doğuracaksa bu delil kabul edilmemektedir. (Yrd. Doç. Dr. Mahmut Koca – Ceza Muhakemesinde Hukuka Aykırı Delilleri Değerlendirme Yasağı. “erzincan edu.tr/birim/Hukuk Dergi/makale/2000_1_8 pdf”)
Amerikan hukuk sisteminde, mutlak delil yasağı benimsenmiştir. Anglo Amerikan hukuk sistemi kolluğu disipline etmek amacıyla mutlak delil yasağı teorisini benimsemiştir. Herhangi bir ihlal suretiyle elde edilen delil mutlak surette değerlendirme dışı bırakılmaktadır.
İç hukukumuzdaki düzenlemeler ve yargı kararları:
Türk hukuk sisteminin benimsediği çağdaş ceza yargılaması hukukunda İtalya ve Amerika gibi mutlak delil yasakları teorisi kabul edilmiştir. Bu konudaki ilk yasal düzenleme mülga 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 18.11.1992 gün ve 3842 sayılı Kanunla eklenen 135/A ve 254/2. maddelerinde yapılmıştır. Kanun Koyucu bununla da yetinmeyerek 03.11.2001 tarihinde 4709 sayılı Kanunun 15. maddesiyle Anayasanın 38. maddesine delil yasakları konusunda 6. fıkra hükmü eklemiştir.
1412 sayılı CMUK nun yürürlükten kaldıran ve 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununda da benzer düzenlemelere yer verildiğini görmekteyiz.
Bu noktada mevzuatımızdaki hukuka aykırı delilerin kullanılması yasağına ilişkin düzenlemeleri somut olayımızın konusu olan hukuka aykırı arama ile sınırlı olarak değerlendireceğiz.
Konumuzla ilgili hukukumuzdaki düzenlemeleri şöyle sıralayabiliriz:
Anayasanın 38.maddesinin 6. fıkrası
“(Ek fıkra: 3/10/2001-4709/15 md.) Kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulgular, delil olarak kabul edilemez.”
Ceza Muhakemesi Kanunun 206. maddesinin 2. fıkrasının (a) bendi;
Ortaya konulması istenilen bir delil aşağıda yazılı hâllerde reddolunur:
a) Delil, kanuna aykırı olarak elde edilmişse.
Aynı Kanunun 217. maddesinin 2. fıkrası:
“Yüklenen suç, hukuka uygun bir şekilde elde edilmiş her türlü delille ispat edilebilir.”
CMK nun 230. maddesinin 1. fıkrası (b) bendi;
“Mahkûmiyet hükmünün gerekçesinde aşağıdaki hususlar gösterilir:
b) Delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi, hükme esas alınan ve reddedilen delillerin belirtilmesi; bu kapsamda dosya içerisinde bulunan ve hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delillerin ayrıca ve açıkça gösterilmesi.”
Anayasanın 38. maddesinin 6. fıkrasındaki düzenlemeyle Türk ceza, siyaseti hukuka aykırı elde edilen delillerin yargılamada değerlendirme dışı bırakılmasını Anayasa hükmü haline getirmiştir. Fıkrada belirtilen “kanuna aykırı” ifadesini “hukuka aykırı” olarak değerlendirmek gerekmektedir. Fıkra hükmündeki “bulgular” ifadesi “delilleri” de kapsamaktadır. “Bulgu” kavramının içersinde “delil” kavramı da bulunmaktadır. Yasa koyucu Anayasanın bu hükmü gereği olarak Ceza Muhakemesi Kanunun 206/2-a, 217/2 ve 230/1-b maddelerinde hukuka aykırı deliller konusunda düzenlemeler yapmıştır. CMK nun tasarısında, 226. maddesinin son fıkrası olarak düzenlenen ancak 217/2. maddesi olarak yasalaşan hükmün gerekçesinde de bu husus belirtilmektedir. Sözünü ettiğimiz gerekçe şöyledir: “Maddenin son fıkrası, usul hukuku yönünden olağanüstü önem taşıyan ve adil yargılama ile bağlantılı bir ilkeyi belirtmektedir. İlke, delilin doğruluğunu, haklılığını hakkaniyete uygunluğunu sağlamak amacını gütmektedir. Böylece ister soruşturma ister kovuşturma evrelerinde olsun, hukuka aykırı olarak, örneğin, işkence, narko analiz, hataya sürükleyici eylemler, sorgulamalar, baskılar, kişinin fizik ve moral bütünlüğüne saldırılar yolu ile elde edilmiş deliller hükme esas alınamayacaktır.
Böylece son fıkra soruşturma ve kovuşturma ile görevli olanların hukuka aykırı şekilde elde ettikleri delillerin hükme esas alınamayacağını belirterek bunlara ilişkin usul yaptırımını düzenlemiş olmaktadır. Son fıkra ayrıca, 3/10/2001 tarihli ve 4709 sayılı Kanunla Anayasanın 38 inci maddesinde yapılan değişikliğin Tasarıya yansıtılması niteliğindedir. Delili böylece elde etmiş olanlar hakkında ceza ve disiplin soruşturması da yapılması gerekeceği ise açıktır.”
CMK nun 206. maddesinin 2.fıkrasının(a) bendine göre ortaya konan delilin kanuna aykırı olarak elde edilmesi halinde mahkemece reddedilmesi gerekmektedir. 217. maddenin 2. fıkrası hükmüne göre ise yüklenen suçun ancak hukuka uygun delilerle ispat edilmesi zorunludur. Bu hükümden açıkça anlaşıldığı gibi hukuka uygun olarak elde edilmeyen deliller yeni ceza yargılama sistemimizde ispat aracı olarak kullanılamayacaktır. Ayrıca CMK nun 230. maddesinin 1. fıkrası ile de mahkumiyet hükmünün gerekçesinde hükme esas alınan ve reddedilen delillerin açıkça gösterilmesi zorunluluğu getirilmiştir.
Yerel mahkeme kararında, yukarıda belirttiğimiz hükümlere uymamıştır.
Anayasadaki ve CMK daki sözünü ettiğimiz bu düzenlemeler farklı hiç bir değerlendirmeye ihtiyaç göstermeyecek kadar açık ve nettir. Anayasanın 38/6, CMK nun 206/2-a ve 217/2 maddeleri, nispi-mutlak, önemli, önemsiz, şekli-esas, hakların ihlali-toplum yararı ayırımı yapmadan hukuka aykırı elde edilen delillerin yargılamada kullanılamayacağını emretmektedir. Aksi yorum ve kabul CMK nun 206/2-a ve 217/2 maddelerini ihlal eder. Dolayısıyla da Anayasanın 38. maddesinin 6. fıkrasını ihlal eder. Anayasa kendisini ihlale izin vermez. Aksini kabul hukuk devletinin gerekleriyle bağdaşmaz.
Sayın Çoğunluğun karar gerekçesininde yukarıda belirttiğimiz kurallara uygun olmadığı görüşündeyiz. Sayın Çoğunluk, arama kararı olmadan hukuka aykırı olarak elde edilen delilin oranlılık ilkesi uyarınca yargılamada kullanılabileceğine karar vermiştir. Bu karar AİHS ve Anayasa ile teminat altına alınan özel hayatın gizliliği ve konut dokunulmazlığı hakları bakımından geleceğe yönelik endişe verici sonuçlara yol açabilecektir. Şöyleki;
Hakim kararı veya koşulları oluştuğunda Cumhuriyet Savcısı, bulunamadığı takdirde kolluk amirinin yazılı emri gereken bir olayda karar veya yazılı emir alınmadan yapılan aramada elde edilen bir delilin hukuka aykırı olduğu konusunda öğreti ve uygulamada görüş birliği bulunmaktadır. Bu şekilde elde edilen hukuka aykırı bir delilin kullanılıp kullanılmayacağı hususunda ihlal edilen hak ile suçu işleyenin cezalandırılmasındaki kamu yararı karşılaştırılarak kullanılabileceği kabul edilirse, hemen hemen her olayda bu delilin kullanılma ihtimali çok yüksektir. Zira delil kullanılmadığında (feda edildiğinde) sanığın cezasız kalacağı endişesi gündeme gelecek ve delili kullanarak sanığı cezalandırmak için gerekçeler yaratılması yoluna gidilebilecektir. Örneğin işlenen suçun, kamu güvenliğini veya kamu düzenini ya da kamu sağlığını veyahut ülke ekonomisini tehlikeye attığı gerekçesi ileri sürülerek hukuka aykırı delili kullanmanın, kişinin ihlal edilen hakkından daha üstün tutulması ihtimali yüksektir. Bu durumda Anayasanın 20., 21. maddeleri ve CMK. nın arama ile ilgili madde hükümleri işlevsiz kalacak ve özel hayatın gizliliği ile konut dokunulmazlığı hakkına hakim kararı olmadan kamu otoritesinin hukuka aykırı olarak müdahale etmesinin önü açılacaktır.
Nitekim somut olayda da mahkeme hukuka aykırı delili kullanmıştır. Bunu yaparken de delilin hukuka aykırı olup olmadığı konusunu tartışmamış ve delili kullanma gerekçesini de göstermemiştir. Sayın Çoğunluk mahkemenin göstermesi gereken gerekçeyi, mahkeme yerine geçerek kendisi göstermiştir. Sayın Çoğunluk, bu gerekçede hukuka aykırı arama ile elde edilen parfümler sahte olduğu için kamunun yaşam hakkını ihlal ettiği gerekçesiyle elde edilen delili ihlal edilen haktan daha üstün tutmuş ve kullanılabileceğini kabul etmiştir. Sayın Çoğunluğun bu gerekçesi hukuka aykırı delil konusundaki düzenlemelere aykırı olduğu gibi oluşa ve dosya kapsamına da uygun değildir. Zira işlendiği iddia edilen suç kaçakçılık suçudur. Kaçakçılık suçuna konu eşyanın kamunun yaşam hakkı ile bir ilişkisi yoktur. Zira sahte parfümlerin vücuda sıkıldığında ağır sağlık sorunlarına veya ölüme neden olabileceklerine ilişkin dosyada bir bilgi ya da belge bulunmamaktadır. Yerel mahkemece de böyle bir değerlendirmede bulunulmamıştır. Kaldı ki söz konusu parfümlerin hukuka aykırı elde edildiği kabul edilse dahi sahiplerine iade edilmeyecek 5325 sayılı kanunun 6. maddesi uyarınca işlem yapılmak üzere yetkili mercilere gönderilmesi gerekecektir. Sahte üretilen parfümler hakkında Daire uygulamalarımız da bu yöndedir.
Sonuç olarak; Türkiye, “ne pahasına olursa olsun suçlu cezalandırılmalıdır” anlayışını terk ederek bireyin hak ve özgürlüklerine saygı duyan, delil toplama faaliyetlerinde kamu otoritesine hukuki sınırlamalar getiren çağdaş ceza yargılaması anlayışını kabul etmiştir. Bu amaca uygun olarak Anayasasında ve Ceza Muhakemesi Kanununda hukuki düzenlemeler yapmıştır. Bu anlayışın uygulamaya da yansıdığını ve bu konudaki uygulamaların istikrara kavuşmakta olduğunu aşağıda gün ve sayısını vereceğimiz Yargısal kararlarından anlamaktayız.
Açıklanan bu nedenlerle Sayın Çoğunluğun kararı, Anayasal ve yasal düzenlemelere aykırılık oluşturmaktadır. Söz konusu karar ile Yasa Koyucunun terk ettiği “ne pahasına olursa olsun suçlu cezalandırılmalıdır” anlayışına dönülmekle birlikte bu konudaki yargısal kararlardan da dönülmüş olacaktır.
Konuya ilişkin Yargısal kararlar:
Anayasa Mahkemesi Yüce Divan sıfatıyla baktığı bir parti kapatma davasında, 22.06.2001 gün ve 1999/2 E. 2001/2 K. sayı ile verdiği kararda, “Delilin elde ediliş biçimi kişilerin Anayasa ile tanınmış haklarını ihlal ediyorsa onun hukuka aykırı olarak elde edildiğinin kabulü gerekir” şeklindeki tespitinden sonra konuşma bandının Anayasanın 22. maddesinde belirtilen biçimde kaydedilmediğinden haberleşme özgürlüğünü ihlal ettiği ve bu nedenle hukuka uygun elde edilmediği gerekçesiyle delilin hükme esas alınamayacağına karar vermiştir.
Yine Anayasa Mahkemesi Yüce Divan sıfatıyla baktığı rüşvet alma-verme suçlarıyla ilgili bir davada, 19.12.2012 gün ve 2011/1 E. 2012/2 K. sayılı kararda, Adalet müfettişinin yetkisiz olarak kendisinin verdiği ve yine müfettişin talebi üzerine hakim tarafından verilen iletişimin denetlenmesi ve teknik takip kararları vermelerini basit bir hukuka aykırılık olarak kabul edilemeyeceğine ve bu yolla elde edilen delilin kullanılamayacağına karar vermiştir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun, izinsiz hint keneviri ekme suçuyla ilgili bir davada verdiği, 29.11.2005 gün ve 2005/144-150 sayılı kararında hukuka aykırı elde edilen delillerin yargılamada kullanılamayacağına ilişkin olarak şu ifadelere yer verilmiştir:
“Açıklanan pozitif hukuk normları ve uygulamayı yansıtan yargısal kararlar karşısında belirtmek gerekir ki “hukuka aykırı biçimde” elde edilen deliller, Türk Ceza Yargılaması hukuku sisteminde dikkate alınmaz.
Bu itibarla; sanığın konutunda hukuka aykırı olarak gerçekleştirilen arama işleminde elde edilen maddi delil ile buna ilişkin düzenlenen ekspetiz raporlarının Yerel mahkemece hükme esas alınmasında isabet bulunmamaktadır”
Y.C.G.K. lu bu kabulünü, sahte rakı üretimi suçuyla ilgili verdiği, 17.11.2009 gün ve 2009-264 sayılı kararında aynı ifadelerle tekrar etmiştir.
Y.C.G.K. nun görevi kötüye kullanma suçu ile ilgili bir davada, 13.06.2006 gün ve 2006/122-162 sayılı kararında, haklarında dinleme kararı bulunmayan üçüncü şahısların arasında geçen konuşmanın tespit edildiği tutanağın hukuka aykırı olduğu ve yargılamada kullanılamayacağına ilişkin olarak şu ifadelere yer vermiştir:
“Yasa dışı elde edilen bir kanıtın ise soruşturma ve kovuşturma aşamalarında kullanılmasına olanak bulunmamaktadır.
Bu nedenle dosyada yer alan telefon görüşme tutanağının yasa dışı elde edilen kanıt niteliğinde olduğunun kabulü gerekir. Yasaya aykırılığı saptanan işbu kanıt dışlandığında dosyada isnat edilmiş suçu sübuta erdirecek başkaca kanıt bulunmadığı görülmekle bunun sonucu olarak Özel Dairenin, sanığın beraatine ilişkin hükmünün isabetli olduğu açıklık kazanmaktadır.”
Yine Y.C.G.K.nun görevi kötüye kullanma suçları ile ilgili bir davada, 21.01.2008 gün ve 2007/101 E. 2008/3 K. sayılı kararında, 01.06.2005 tarihinden önce yürürlükte bulunan 4422 sayılı Kanunun 2. maddesi uyarınca hakim kararıyla yapılan dinlemede tesadüfen elde edilen delilin kullanılabileceğine ilişkin hüküm bulunmadığından bu dinleme tutanaklarının delil olarak kullanılmasına hukuken olanak bulunmadığı belirtilmiştir.
Yargıtay 4. Ceza Dairesinin, iftira suçuyla ilgili bir davada, 22.12.2009 gün ve 2007/11957 E. 2009/21077 K. sayılı kararıyla, hukuka aykırı olduğu saptanan kamera çekimine ilişkin kayıtların delil olarak kullanılamayacağına karar verilmiştir.
Yargıtay 5. Ceza Dairesinin, ihaleye fesat karıştırma suçu ile ilgili bir davada, 21.03.2013 gün ve 2012/3352 E. 2013/2126 K. sayılı kararıyla, hakim kararı olmadan yapılan aramada düzenlenen tutanakta gecikmede sakınca bulunduğuna ve Cumhuriyet Savcılığına ulaşılamadığına dair hiç bir belirlemeye yer verilmeden ve hakim kararı alınmasının gecikme yaratacağına ilişkin dosyada hiç bir bilgi ve belge de bulunmadığı halde kolluğun arama yapmasının hukuka aykırı olduğuna ve bu suretle elde edilen delilin de yasal delil sayılamayacağına karar verilmiştir.
Yargıtay 13. Ceza Dairesi, hırsızlık ve konut dokunulmazlığını ihlal suçuyla ilgili bir davada, 27.03.2013 gün E.2012/456, K.2013/8436 sayılı kararında, “Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 29.11.2005 gün ve 2009/144-150 sayılı kararında da belirtildiği üzere. arama kararı alınmadan hukuka aykırı biçimde yapılan arama sonucunda elde edilen delillerin Türk Ceza Yargılaması hukukunda dikkate alınamayacağı gerekçesiyle beraat kararı verilmiş ise de,” şeklindeki ifadeyle Y.C.G.K. kararına atıf yapılmak suretiyle hukuka aykırı olarak yapılan aramada elde edilen delillerin Ceza Yargılamasında kullanılamayacağını kabul etmektedir.
Yukarıda belirtilen yargısal kararlarda hukuka aykırı delillerin ceza yargılamasında kullanılamayacağına karar verilirken, delil elde etmede ihlal edilen hak ile suçlunun cezalandırılmasındaki kamu yararının karşılaştırılması ilkesi (oranlılık-ölçülülük ilkesi) gözetilmemiş ve bu ilkeye göre bir değerlendirme yapılmamıştır. Başka bir ifadeyle oranlılık-ölçülülük ilkesi Türk Ceza Yargılaması hukukunda uygulanmamaktadır. Tarih ve sayısını verdiğimiz kararlara konu suçların bir çoğu, somut olayımıza konu kaçakçılık suçuna göre kamu sağlığı, kamu düzeni ve kamu güvenliği tehlikesi bakımından çok daha ağır suçlar olduğu açıktır. (Örneğin, rüşvet alma-verme, sahte rakı üretimi ve izinsiz hint keneviri ekme suçları gibi.) Buna rağmen Türk ceza yargılaması hukukunda yer verilmediği için söz konusu Anayasa ve Yargıtay kararlarında oranlılık (ölçülülük) ilkesine göre bir değerlendirme yapılmamıştır.
Bu nedenlerle de Sayın Çoğunluğun kararı, istikrar bulmuş yargısal kararlara aykrıdır.
AİHM kararları:
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 15.07.2003 günlü ERNTS-BELÇIKA kararında, arama kararlarının geniş terimlerle ifade edilmesinin soruşturmacıya geniş yetkiler verdiğini belirterek, bu kararlara göre yapılan aramanın Sözleşmenin 8. maddesini ihlal ettiğini tespit etmiştir. Yine AİHM, 25.02.1993 günlü CREIEUX – FFRANSA kararında, aynı günlü FUNKE – FRANSA kararında, 16.04.2002 günlü STES COLAS EST ve Diğerleri – FRANSA kararında, “yargısal bir arama müzekkeresi” olmadan yapılan aramanın, Sözleşmenin 8. maddesini ihlal ettiğine karar vermiştir.
Somut olayımızdaki aramada da hakim kararı veya yetkili merciinin yazılı bir emrini içeren müzekkeresi yoktur.Bu nedenle söz konusu arama ile sözleşmenin 8.maddesi ihlal edilmiştir.
AİHM, 8. maddenin ihlali veya başka nedenle hukuka aykırı olarak elde edilen delilin yargılamada kullanılıp kullanılamayacağı konusunu 1998 yılında verdiği SCHENK – İSVİÇRE ve 2000 yılında verdiği KHAN – İNGİLTERE kararlarında incelemiştir. [Dr.Güçlü Akyürek – Ceza Muhakemesinde Hukuka Aykırı Delillerin Değerlendirilmesi Sorunu – TBB Dergisi 2012 (101)] Mahkeme bu kararlarında, başvurucular tarafından hukuka aykırı olarak elde edilen delillerin kullanılarak Sözleşmenin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının ihlal iddialarını reddetmiştir. Gerekçe olarak da adil yargılanma hakkını güvence altına alan 6. maddede hukuka aykırı delillerin kabul edilip edilmeyeceğine ilişkin bir düzenleme bulunmadığını, bu konuda ulusal mahkemelerin yetkili olduğunu göstermiştir. Mahkeme, bu konudaki görüşünü sonraki kararlarında da devam ettirmiş, ancak hukuka aykırı delil kullanılsa dahi yargılamanın bütününde, adil yargılanma hakkının ihlal edilip edilmediğini denetlemekle yetkili olduğunu söylemektedir. Adil yargılanma hakkının ihlal edilmediğini tespit ettiği takdirde hukuka aykırı olarak kullanılan delil konusunda değerlendirme yapmaya kendisini yetkili görmemiştir. Buna karşı Mahkeme, Sözleşmenin 3. maddesi ile güvence altına alınan işkence ve kötü muamele görmeme hakkının ihlali suretiyle elde edilen delillerin yargılamada kullanılmasını adil yargılama hakkının ihlali olarak kabul etmiştir.(2006 – Jalloh – Almanya kararı) Yine Mahkemeye göre soruşturmacı organların aktif davranışı olmadığı takdirde işlenmeyecek biri suç, provoke ile işlenmişse bu durumun adil yargılanma hakkını ihlal ettiğini kabul etmiştir. (Pysgiotakis – Yunanistan, Prof.Dr. Öztürk, Prof.Dr.Tezcan, Prof. Dr. Erdem, Yrd.Doç.Dr. Sırma – Kırtıt – Ceza Muhakemesi Hukuku 5.bası s. 430, 431) Mahkeme bu kararını Hun – Türkiye davasında da tekrarlamıştır.
Yukarıdaki kararlar ışığında, hukuka aykırı elde edilen delillere ilişkin AİHM in yaklaşımını özetlersek; AİHM kural olarak yargılamanın bütününde adil yargılanma hakkının ihlal edilip edilmediğine bakmaktadır. Adil yargılanma hakkı ihlali tespit etmediği bir davada, hukuka aykırı delil kullanılmış olsa da AİHM bu delil konusunda değerlendirme yapma yetkisinin bulunmadığını kabul etmektedir. Bu konunun çözümünü ulusal hukuka ve ulusal yargı organlarına bırakmaktadır. Buna karşılık Sözleşmenin 3. maddesinin ihlali ve kolluk provakasyonu ile elde edilen hukuka aykırı delillerin adil yargılanma hakkını ihlal edeceğine karar vermektedir.
Bu belirlemeye göre, somut olayımızdaki iç hukuk kurallarına aykırı arama ile elde edilen hukuka aykırı delilin kullanılıp kullanılmayacağı işini tespit de Türk yargı organlarına ait olacaktır. Çağdaş ceza yargılama sistemini benimseyen iç hukukumuzda Anayasal ve yasal kurallar ile hukuka aykırı elde edilen delillerin kullanılması yasağı getirilmiştir. Bu kuralları yukarıda açıklamış idik. Hukuka aykırı delillerin kullanılıp kullanılmayacağı konusunda AİHS de bir düzenleme bulunmamaktadır.
Sayın Çoğunluk kararında, konumuzla ilgili AİHM si kararlarının bağlayıcılığına ve Anayasanın 90/son maddesi hükmüne yanlış anlam vererek, kişilere, Sözleşmede tanınan haklardan başka, bir hakkın tanınamayacağı şeklinde anlaşılabilecek bir gerekçeye yer vermiştir. Sözleşme ve AİHM kararları kamu otoritesine karşı bireylerin insan hakları ve temel özgürlüklerinin asgari sınırını belirler. Kamu otoritesinin bu asgari sınıra uymasını öngörür. Sözleşmenin 53. maddesine göre, Sözleşmeci Devletler tarafından Sözleşmedeki asgari sınırın üstünde tanınan insan hak ve temel özgürlüklerini AİHS ve AİHM aleyhe yorumlayamaz ve sınırlayamaz. Bu nedenle Sayın Çoğunluğun kanun yararına bozma talebini red gerekçesinde yer alan bu husus da isabetli değildir görüşündeyiz.
Yukarıdaki açıklama ve tespitlerimizi birlikte değerlendirdiğimizde sonuç olarak:
Somut olayda araçta yapılan arama için hakimden karar alınmamıştır. Gecikmesinde sakınca olduğu gerekçesiyle Savcıya başvurularak arama emri talep edilmemiştir. Savcıya ulaşılamadığı gerekçesiyle kolluk amirinden de yazılı emir alınmamıştır. Bu şekilde aramada elde edilen delil hukuka aykırıdır. Bu hukuka aykırı delili yerel mahkeme, Anayasanın 38/6.,CMK nun 206/2-a ve 217/2. maddeleri hükümlerine aykırı olarak kullanmıştır. Mahkumiyet hükmüne dayanak yapmıştır. Karar gerekçesinde bu hukuka aykırı delil ile ilgili bir değerlendirme ve tartışma yapmamıştır. Karar temyiz edilmeksizin kesinleşmiştir. Yargıtay Başsavcılığı ise 2 nolu bozma nedeniyle birlikte hukuka aykırı elde edilen söz konusu delilin kullanılamayacağı gerekçesiyle kanun yararına bozma talebinde bulunmuştur. Kanun yararına bozma talebinde belirtilen (1) nolu bozma nedeni açıkladığımız gerekçelerle yerinde olduğundan kabulüne, dosya kapsamına göre sanığın mahkumiyetini gerektirecek başkaca şüpheden uzak bir delil bulunmadığından sanık hakkında verilen cezanın CMK. nun 309/4-d maddeleri uyarınca kaldırılmasına karar verilmesi gerektiği düşüncesiyle Sayın Çoğunluğun kararına ve gerekçesine katılmıyoruz.
KARŞI OY
Her ne kadar usulüne uygun arama ve el koyma kararı olmaksızın, sahipleri tarafından rızaları ile tespit edildiğine dair dosyada bildirim bulunmayan eşyalar yönünden, hukuka aykırı delil ile mahkumiyet hükmü kurulması iddia olunmuş ise de;
Kovuşturma aşamasında, delil reddi veya kabulü hususunda, mahkemece bir karar verilmemesi, artık geri dönülemeyen bir durum olduğundan ve mahkemenin bu şekilde elde edilmiş delile dayanarak, mahkumiyet hükmü vermesi karşısında, söz konusu delilin niteliğini tartışmak, delil tartışması vasfında (niteliğinde) olduğundan ve bu hususta kanun yararına bozma, yasa yoluna gelinmesi isabetli görülmediğinden, talebin reddi gerektiği düşüncesiyle, sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyoruz.

Uyarıcı levha olmadan trafikte yapılan radarla hız kontrolü ile ceza kesilemez

Yargıtay 12. Ceza Dairesi, hukuk devletinin bir erki olan idarenin görevinin, öncelikle bireylerin kuralları ihlal etmesini bekleyip cezalandırma yoluna gitmesi değil, kurallara uygun davranma düzeyini ve alışkanlığını geliştirmek olduğunu belirtti. Yargıtay, uyarıcı levha olmadan trafikte radarla hız kontrolü yapılamayacağına hükmetti

Adalet Bakanlığı’nın kanun yararına bozma istemi üzerine Yargıtay’ın gündemine taşınan davaya konu olay Manisa’nın Alaşehir ilçesinde meydana geldi. 2013 yılında radarla hız kontrolüne F.A.’nın hız limitini aşması üzerine 343 TL idari para cezası uygulandı. F., bu idari para cezasının iptali için aynı gün Alaşehir Sulh Ceza Mahkemesine başvuruda bulundu.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı kanun yararına bozma isteminde, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nda ve Karayolları Trafik Yönetmeliğinde radarla hız denetimi yapılacak yerlerde, bu denetimin yapıldığına dair ikaz levhası ve işaretleme bulundurulması konusunda herhangi bir hüküm yer almadığına dikkat çekerek, mahkemenin “radar işaretinin bulunmadığı ve gerekli yasal uyarıların usulüne uygun yapılmadığı” gerekçesiyle “idari yaptırım kararının kaldırılması” yönündeki kararının kanuna aykırı olduğunu belirtti. Başsavcılığın istemini görüşen Yargıtay 12. Ceza Dairesi, yerel mahkemenin kararını yerinde bularak, kanun yararına bozma istemini reddetti. Hukuk devletinde idarenin eylem ve işlemlerinin idare edilenler tarafından önceden tahmin edilebilir olması gerektiğinin vurgulandığı kararda, devletin kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, kamu sağlığını ve çevreyi, ekonomik düzeni, toplum barışını ve düzenini, genel ahlaka ilişkin kuralları ihlal eden eylemleri yani suç ve kabahatleri, ulusal ve evrensel hukuk çerçevesinde, ödetme görev ve yükümlülüğünün bulunduğunu anımsatıldı. Kararda, devletin, esasen ve öncelikle bu kuralların ihlalini önleme görevi bulunduğunun kabul edilmesi gerektiği kaydedildi. Kararda, hukuk devletinin bir erki olan idarenin görevinin, öncelikle bireylerin kuralları ihlal etmesini bekleyip cezalandırma yoluna gitmesi değil, kurallara uygun davranma düzeyini ve alışkanlığını geliştirmek olduğunu belirtti.

İdarenin iyi idare ilkeleriyle bağlı olmasının da hukuk devletinin bir gereği olduğunun vurgulandı

sadece ihbar ile başka delil olmadan arama kararı verilmesi tazminat gerektirir

Yargıtay 12. Ceza Dairesi

Esas no : 2013/9105
Karar no : 2013/30731
Tebliğname no : 12 – 2012/57276

İNCELENEN KARARIN;
Mahkemesi : Çarşamba Ağır Ceza Mahkemesi
Tarihi : 30/11/2011
Numarası : 2011/119-2011/211
Davacı :
Davalı : Maliye Hazinesi
Dava : Koruma Tedbirleri Nedeniyle Tazminat
Hüküm : Tazminat talebinin reddi
Temyiz edenler : Davalı vekili ve davacı vekili
Tebliğnamedeki düşünce : Onama

Davacının tazminat talebinin reddine ilişkin hüküm, davalı vekili ve davacı vekili tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü:

Davacı; evinde usulsüz arama yapıldığını ve her hangi bir suç unsuruna rastlanılmadığını bu arama nedeniyle toplum nazarında küçük düşürüldüğünü belirterek, haksız arama kararı nedeniyle 10.000 lira manevi tazminat talebinde bulunmuştur.

Mahkemece tazminat talebinin reddi kararının gerekçesinde “arama kararının bizatihi kendisinin ve içeriğinin hukuka uygun olup olmadığının tazminat konusu yapılamayacağı, arama kararının şekil şartları yönünden usule uygun olması halinde hukuka da uygun kabul edilmesi gerektiğini, arama kararının kendisinin CMK 141 ve 142. maddeleri uyarınca tazminata konu olamayacağı, ancak bu kararın uygulanması sırasında ölçülülük ilkesine uyulmadığı taktirde bu durumun tazminata konu olabileceğini, arama kararının ölçüsüz olarak gerçekleştirildiğine dair belge ve delil bulunmadığı, olayda ölçüsüz bir şekilde aramanın gerçekleşmediği, davacının bu arama nedeniyle herhangi bir zararının da olmadığı” gerekçesiyle tazminat talebinin reddine karar verildiği açıklanmıştır.

Arama, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda düzenlenen koruma tedbirlerinden biri olup, aynı Kanunun 141-144.maddelerinde koruma tedbirleri nedeniyle zarara uğrayanlar için tazminat ödenmesinin koşulları gösterilmiştir. Tazminat istemini düzenleyen 141.maddenin (1/i) fıkrasında ise suç soruşturması ve kovuşturması sırasında “Hakkında arama kararı ölçüsüz şekilde gerçekleştirilenler” için de tazminat ödenmesi kabul edilmiştir.
Fıkra düzenlemesinden genel olarak, tazminat isteminin haksız arama kararı veya hukuka aykırı arama kararına değil, arama kararının ölçüsüz bir şekilde yerine getirilmesine dayanması gerektiği anlaşılmakta ve Dairemiz uygulamaları da bu yönde ise de açıkça hukuka aykırı olarak verilen bir arama kararı için tazminat isteminde bulunulup, bulunulamayacağının da değerlendirilmesi gerekmektedir.

Şüpheli veya sanıkla ilgili aramanın düzenlendiği CMK’nın 116.maddesinde “Yakalanabileceği veya suç delillerinin elde edilebileceği hususunda makul şüphe varsa; şüphelinin veya sanığın üstü, eşyası, konutu, iş yeri veya ona ait diğer yerler aranabilir” hükmüne yer verilmiştir.

Tazminat talebinin dayanağını oluşturan arama kararı bu açıdan değerlendirildiğinde, somut delile dayanmayan, içinde makul şüpheyi barındırmayan, sadece bir telefon ihbarı üzerine davacının evinde arama yapıldığı anlaşılmakta olup, talep açısından ayrıca maddenin öngördüğü “makul şüphe” kavramı üzerinde de durulmalıdır. Kanunun “Tanımlar” başlıklı 2. maddesinde “makul şüphe” nin tanımı yapılmamış ise de, Adli ve Önleme Arama Yönetmeliğinde makul şüphe “hayatın akışına göre somut olaylar karşısında genellikle duyulan şüphe” şeklinde tanımlanmış, tanımın yapıldığı 6. maddenin 3. fıkrasında makul şüphede, ihbar veya şikâyeti destekleyen emarelerin olması gerektiği belirtilmiştir.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 160/1.maddesinde “Cumhuriyet savcısının ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlayacağı” belirtilmiş olup, dava konusu istem bakımından hüküm değerlendirildiğinde Cumhuriyet Savcısı, davacı-şüphelinin evinde uyuşturucu bulunduğu ihbarı üzerine “hemen işin gerçeğini araştırma” ya başlamadan ve bu konuda başkaca hiçbir araştırma yapmadan doğrudan davacının evinde arama kararı talep etmiş ve bu konuda karar aldırmış olup, dolayısıyla soruşturma makamlarının ihbarla ilgili hiçbir araştırma ve inceleme yapmadan, başka deliller toplanmadan alınan arama kararına dayanılarak davacı/şüphelinin evinde uyuşturucu madde araması yapılmıştır. Bu şekildeki uygulamanın CMK’nın 116 ve 160.maddesine uygun olmadığı gibi ayrıca konut dokunulmazlığının korunmasını öngören Anayasanın 21/1.maddesindeki “usulüne göre verilmiş hakim kararı” olmadığından Anayasaya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin özel hayatın ve aile hayatının korunmasını öngören 8/2.maddesinde öngörülen “Bu hakkın kullanılmasına bir kamu otoritesinin müdahalesi, için, demokratik bir toplumda, zorunlu olan ölçüde ve yasayla öngörülmüş olmak koşuluyla söz konusu olabilir.” hükmüne aykırılık oluşturmaktadır.
Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, yakın bir zamanda verdiği bir kararında (24 Mayıs 2011) arama kararı ile ilgili ilkeleri şu şekilde belirlemiştir.

“Sözleşmeci Devletler bazı suçlar için maddi delil toplamak amacıyla evlerde arama yapma gibi tedbirlerin gerekli olduğuna karar verebilir. AİHM, böyle durumlarda, müdahaleyi haklı göstermek için ileri sürülen gerekçelerin alaka ve yeterliliği ile orantılılık ilkesine uygunluğunu denetlemektedir.

Bu noktada AİHM, öncelikle iç hukuktaki yasa ve ilgili uygulamaların bireyleri uygun ve etkili bir şekilde suiistimallere karşı güvence altına aldığından emin olmalıdır.

AİHM, daha sonra ihtilaflı müdahalenin, pratikte, izlenen amaçla orantılı olup olmadığını belirlemek için her davanın özel koşullarını incelemelidir. Bunu yaparken AİHM, aramayı gerektiren suçun ciddiyeti, arama emrinin çıkarılma koşulları ve ne şekilde çıkarıldığı, özellikle aramadan önce elde bulunan diğer delil unsurları, yine özellikle arama yapılacak yerin niteliği ve müdahalenin mantık dışı etkileri olmaması amacıyla alınan önlemler bakımından arama emrinin içeriği ve kapsamı ve son olarak da aramanın hedef aldığı kişinin itibarı üzerindeki olası yankıları gibi kıstasları dikkate almaktadır (Almanya aleyhine Buck davası, no 41604/98, prg. 45, CEDH 2005‑IV, ve Smirnov, ilgili bölüm, prg. 44).

Mevcut davada AİHM, ilk önce ihtilaflı aramanın ilgili şahıslar hakkında yürütülen bir ceza soruşturması ya da ceza davası kapsamında düzenlenmediğini not etmektedir. Başvuranların herhangi bir suçtan şüpheli oldukları ne ortaya konulmuş ve ne de iddia edilmiştir.

Hâkimin hangi delil unsurlarına dayanarak ihtilaflı arama emrini çıkardığı açık bir şekilde ortaya konmamış, sadece emniyet müdürlüğünün Cumhuriyet savcısına gönderdiği yazıda yer alan oldukça genel, kısa ve öz açıklamalarla yetinilmiştir. Bu noktada AİHM, ceza mahkemelerinin ilgili şahısların evlerinde arama yapılmasını gerektirecek somut deliller olmadığı yönündeki tespitlerini kayda geçmektedir.

Arama emrinin içerik ve kapsamı ile ilgili olarak AİHM, belgenin kesin olmayan ifadelerle kaleme alındığını tespit etmektedir. Hâkim arama emrini verirken, hiçbir konuda sınırlama koymamış, sadece tarihini ve bunun bir defaya mahsus olduğunu belirtmiştir. Aramanın gerekçesi ve neyin arandığı hakkında hiçbir bilgi içermeyen bu emir, bu şekliyle polislere oldukça geniş bir yetki tanımıştır. Oysa AİHM’nin kanaatine göre, bir arama emrinin, aramayı yürüten polislerin belirlenen araştırma alanına uyum gösterip göstermedikleri konusunda kontrol imkânı sağlayan asgari bilgiler içermelidir (Van Rossem, ilgili bölüm, prg. 45).

Son olarak, aramanın yürütülme şekli ile ilgili olarak AİHM, arama sırasında bir hâkim/savcı ya da eski Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 97. maddesine göre bir hâkim/savcı olmadığı durumlarda yer alması gereken köy muhtarının da bulunmadığını gözlemlemektedir.

AİHM, demokratik toplumun menfaati doğrultusunda konut dokunulmazlığının sağlanması dikkate alınarak yapılması gereken bu ihtilaflı müdahalenin izlenen meşru amaçla makul bir orantı göstermediği sonucuna varmaktadır. “ (AYDEMİR – TÜRKİYE DAVASI, Başvuru No: 17811/04)

Bu ilkeler ve belirlemeler ışığında somut olay değerlendirildiğinde, hakkında yapılmakta olan bir soruşturma ve kovuşturmanın bulunması veya suç ihbarı üzerine işin esası araştırılıp şüpheli veya sanığın yakalanması veya suç delillerinin bulunduğu hususunda “makul şüphe” değerlendirmesi ve başka suretle delil elde edilme imkanının bulunup bulunmadığı ve buna ait somut gerekçeler de gösterilmek suretiyle, yukarıda belirtilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararındaki ölçütler de nazara alınarak, arama kararı verilmesi gerekirken davacının “uyuşturucu ticareti ve silah kaçakçılığı” yaptığına ilişkin telefon ihbarı üzerine CMK’nın 160.maddesi gereğince yetkili Cumhuriyet Savcılığınca işin gerçeği araştırmaya başlanmadan, ortada makul şüphe olduğuna dair bir delil ve başka kişi veya olaylar hakkında yapılan bir soruşturma da bulunmadığı ve yapılan aramanın AİHM kararlarındaki ölçütlere ve ilkelere uygun olmadığı dolayısıyla hukuka aykırı olduğu anlaşılmakla davacı lehine makul bir miktar manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken, yazılı gerekçelerle davanın reddine karar verilmesi, kanuna aykırı
Kabule göre de;
Tazminat davasının reddine karar verildiği halde davalı hazine lehine vekalet ücretine hükmedilmemesi,
Bozmayı gerektirmiş olup, davacı vekili ile davalı vekilinin temyiz itirazları bu nedenle yerinde görüldüğünden, hükmün 5320 sayılı Kanunun 8/1. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK’un 321. maddesi gereğince isteme aykırı olarak BOZULMASINA, 24.12.2013 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu E.2011/10-5 K:2011/25 *AVUKATIN İSTİFASI VE AZLİ OLMADAN BARODAN MÜDAFİİ TAYİN EDİLEMEZ

Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 

2011/10-5 esas sayılı ve  2011/25 karar 

Sanık G…… A….’nın, incelemeye konu olmayan sanıklarla birlikte, teşekkül halinde uyuşturucu ticareti suçundan, 765 sayılı TCY’nın 403/5-7, 31, 33, 36 ve 40. maddeleri uyarınca 6 yıl 8 ay hapis ve 10.000 Lira adli para cezası ile cezalandırılmasına ilişkin, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 23.02.2007 gün ve 27-31 sayılı hüküm, sanığa baro tarafından görevlendirilen müdafi tarafından temyiz edilmekle, dosyayı inceleyen Yargıtay 10. Ceza Dairesince 10.02.2009 gün ve 15705-1720 sayı ile düzeltilerek onanmıştır.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 03.01.2011 gün ve 302189 sayı ile;

“Sanık G…… A…., 25 Kasım 2004 tarihinde verdiği vekâletname ile görevlendirdiği Av. H….. Y…..’ın istifa ettiğine veya azledildiğine dair dosyada bir belge bulunmaması karşısında, duruşmadan haberdar edilerek yargılamaya onun huzuru ile devam edilmesi gerekirken, barodan zorunlu müdafi istenilerek, baro tarafından atanan ve sanığa bildirilmeyen zorunlu müdafii huzuru ile davanın görülerek sonuçlandırılması savunma hakkının kısıtlanması anlamına gelmektedir.

…Sanığın tuttuğu ve dosyada görevinin sona erdiğinde ilişkin bir belge ya da bilgi bulunmayan Av. H….. Y…..’a duruşma günü tebliğ edilerek, onun huzuru ile yargılamanın sonuçlandırılması gerekirken, yok hükmünde sayılan zorunlu müdafi atama işlemi yapılarak zorunlu müdafi huzuru ile yargılamanın sonuçlandırılması suretiyle sanığın savunma hakkı kısıtlandığından hükmün bozulması gerektiği” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurmuştur.

Yargıtay Birinci Başkanlığı’na gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA

CEZA GENEL KURULU KARARI

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kapsamına göre inceleme, sanık G…… A…. hakkında kurulan hükümle sınırlı olarak yapılmıştır.

Sanığın teşekkül halinde uyuşturucu madde ticareti suçundan cezalandırılmasına karar verilen somut olayda, Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; dosyada sanığın vekâletname ile tayin ettiği birden fazla müdafi olmasına ve bu müdafiilerin istifa ettiklerine veya azledildiklerine ilişkin bilgi ve belge bulunmamasına karşın, bu müdafiilere duruşma günü bildirilmeksizin ve sanığa da haber verilmeksizin baroca görevlendirilen müdafi huzurunda verilen ve bu müdafiice temyiz edilen hükmün, sanığın vekaletnameli müdafiine de tebliğ edilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

Dosyanın incelenmesinde;

Sanık G…… A….’nın, itiraza konu edilmeyen sanıklarla birlikte teşekkül halinde uyuşturucu madde ticareti yapma suçundan başlatılan soruşturma kapsamında 15.10.2004 günü tutuklandığı, gerek kolluk, gerek Cumhuriyet savcılığı, gerekse tutuklanması istemiyle sevk edildiği sulh ceza mahkemesinde, yasal haklarının hatırlatılmış olmasına karşın müdafi talebinde bulunmadığı,

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 18.10.2004 tarihli iddianamesiyle sanık hakkında 765 sayılı TCY’nın 403/5-7, 31, 33, 36 ve 40. maddeleri uyarınca cezalandırılması istemiyle İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesine kamu davası açıldığı,

Sanığın 21.10.2004 günlü vekâletname ile müdafi olarak tayin ettiği Av. K A’ın, aynı tarihte dosyada bulunan soruşturma evrakının fotokopisini aldığı ve tahliye talebinde bulunduğu, ancak isteminin reddedildiği,

Yerel mahkemece 10.11.2004 tarihli duruşmaya hazırlık tutanağında, sanığın vekâletname ile görevlendirdiği müdafiine duruşma gün ve saatini bildirir davetiye gönderilmesine veya sanığa baro tarafından müdafi atanmasına ilişkin herhangi bir karar verilmediği,

Sanığın 11.11.2004 tarihinde bu kez, diğer sanıklardan M…… F…….ile birlikte Av. S E’i vekâletname ile müdafi olarak görevlendirdiği, ancak anılan müdafiin 18.11.2004 tarihinde sanık M…… F…….müdafi olarak dosyadaki evrakın fotokopisini alma isteminde bulunduğu, sanığın son olarak 25.11.2004 tarihinde Av. H….. Y…..’ı vekâletname ile müdafi olarak belirlediği,

23.02.2005 tarihinde yapılan ve sanığın da hazır bulunduğu oturumda Av. S…..E….’in, sanık G…… A…. müdafiliğinden istifa ettiği ve sanığın da bu istifayı kabul ettiği,

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesince 29.06.2005 gün ve 1138-292 sayı ile görevsizlik kararı verilerek dosyanın gönderildiğiBakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesince de, 21.07.2005 gün ve 236-136 sayı ile karşı görevsizlik kararı verildiği, oluşan görev uyuşmazlığının Yargıtay 5. Ceza Dairesince 17.10.2005 gün ve 16807-21576 sayılı karar ile İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin görevsizlik kararı kaldırılmak suretiyle çözümlendiği,

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesince 14.02.2006 tarihinde düzenlenen duruşmaya hazırlık tutanağında; “sanığın dosya kapsamına göre müdafi bulunmadığı”ndan söz edilerek 5271 sayılı CYY’nın 150/3. maddesi uyarınca bir müdafi görevlendirilmesi için İstanbul Barosu Başkanlığına yazı yazılmasına karar verildiği ve yazı yazıldığı, buna karşın sanığın vekâletname ile görevlendirdiği müdafiilerineduruşma gün ve saatinin bildirilmediği gibi, sanık adına çıkarılan duruşma davetiyesinde, “tebliğ tarihinden itibaren yedi güniçerisinde müdafi bulunup bulunmadığını bildirmesi, aksi takdirde barodan bir müdafi görevlendirmesinin isteneceğiaçıklamasına da yer verilmediği ve bu çağrı kâğıdının, sanığın adresinden ayrılması nedeniyle tebliğ edilemediği, bunun üzerine 7201 sayılı Tebligat Yasasının 35. maddesi uyarınca tebligat yapıldığı,

Baro tarafından 04.05.2006 tarihinde Av. M. F…. U….’ın sanık müdafi olarak görevlendirildiği ve bu aşamadan sonra oturumlara adı geçen müdafiin katıldığı,

23.02.2007 tarihli oturumda, Av. M. F…. U….’ın mazereti nedeniyle yetkilendirdiği Av. B…. B……’nın yüzüne karşı hükmün tefhim edildiği,

Av. M. F…. U….’ın bu hükmü 01.03.2007 tarihli süre tutum dilekçesi ile temyiz ettiği,

Özel Dairece de mahkeme hükmünün düzeltilerek onanmasına karar verildiği,

Dosyada sanığın vekâletname ile görevlendirdiği müdafiileri Av. K…. A…… ve Av. H….. Y…..’ın sanık tarafından azledildiklerine veya müdafiilikten çekildiklerine ilişkin bir bilginin bulunmadığı,

Anlaşılmaktadır.

Oldukça geniş bir kavram olan savunma hakkı, şüpheliyi ve sanığı ilgilendirdiği kadar, bir gün şüpheli veya sanık konumuna düşebilecek olan toplumda yaşayan herhangi bir ferdi, dolayısıyla da toplumun bütününü ve yine adaleti sağlama yükümlülüğübulunan Devleti ilgilendirmektedir. Ceza yargılamasında savunma, yargılamanın sonucunda verilen ve iddia ile savunmanın değerlendirilmesinden ibaret olan sonucu, başka bir tanımlama ile hükmün isabetli olmasına destek verir. Bu da, amacı mutlak gerçeğe ulaşmak olan ceza adaletinin gerçekleştirilmesine hizmet eder. Bu yönüyle, geniş bir bakış açısı ile değerlendirilmesi gereken savunma hakkı; susma, soru sorma, kendi aleyhine işlemlere katılmama, tercümandan yararlanma, kanıtların toplanmasını isteme, duruşmada hazır bulunma… gibi hakların yanında, bir müdafiinin hukuki yardımından yararlanma hakkını da içine alır.

Savunma, Anayasamızın 36. maddesiyle anayasal güvence altına alınan meşru bir yol, müdafi de savunmanın meşru bir aracıdır. Dolayısıyla söz konusu hüküm, müdafi aracılığı ile savunulmayı da anayasal güvence altına almaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin “adil yargılanma hakkını” düzenleyen 6. maddesinin 3. fıkrasının b ve c bentlerinde de; “her sanığın en azından,

…b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak;

c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksunsa ve adaletin selameti gerektiriyorsa mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilme…” hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Buradan çıkarılması gereken sonuç; savunma hakkının, temel insan hakları arasında yer alan hak arama özgürlüğünün bir gereği olduğu ve avukat tutma hakkının da, savunma hakkından ayrı düşünülemeyeceğigerçeğidir.

Hükmün verildiği tarihte yürürlükte bulunan 5271 sayılı CYY’nın “İfade ve Sorgunun Tarzı” başlıklı 147. maddesinin 1. fıkrasının c bendinde;

“1) Şüphelinin veya sanığın ifadesinin alınmasında veya sorguya çekilmesinde aşağıdaki hususlara uyulur:

…c) Müdafi seçme hakkının bulunduğu ve onun hukukî yardımından yararlanabileceği, müdafiin ifade veya sorgusunda hazır bulunabileceği kendisine bildirilir, müdafi seçecek durumda olmadığı ve bir müdafi yardımından faydalanmak istediği takdirde, kendisine baro tarafından bir müdafi görevlendirilir”,

“Şüphelinin veya Sanığın Müdafi Seçimi” başlıklı 149. maddesinde;

“1) Şüpheli veya sanık, soruşturma ve kovuşturmanın her aşamasında bir veya birden fazla müdafiin yardımından yararlanabilir; kanunî temsilcisi varsa, o da şüpheliye veya sanığa müdafi seçebilir.

2) Soruşturma evresinde, ifade almada en çok üç avukat hazır bulunabilir.

3) Soruşturma ve kovuşturma evrelerinin her aşamasında avukatın, şüpheli veya sanıkla görüşme, ifade alma veya sorgu süresince yanında olma ve hukukî yardımda bulunma hakkı engellenemez, kısıtlanamaz”,

“Müdafiin Görevlendirilmesi” başlıklı 150. maddesinde;

“1) Şüpheli veya sanıktan kendisine bir müdafi seçmesi istenir. Şüpheli veya sanık, müdafi seçebilecek durumda olmadığını beyan ederse, istemi halinde bir müdafi görevlendirilir.

2) Müdafi bulunmayan şüpheli veya sanık; çocuk, kendisini savunamayacak derecede malul veya sağır ve dilsiz ise, istemi aranmaksızın bir müdafi görevlendirilir.

3) Alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmada ikinci fıkra hükmü uygulanır.

4) Zorunlu müdafilikle ilgili diğer hususlar, Türkiye Barolar Birliğinin görüşü alınarak çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir”,

“Müdafiin Görevlendirilmesinde Usul” başlıklı 156. maddesinin 3. fıkrasında ise;

“3) Şüpheli veya sanığın kendisinin sonradan müdafi seçmesi halinde, baro tarafından görevlendirilen avukatın görevi sona erer” şeklinde hükümler bulunmaktadır.

Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde; şüpheli veya sanığın müdafi seçme hakkı bulunduğu, müdafi bulunmayan şüpheli veya sanığa istemi halinde veya bazı koşullarda istemi aranmaksızın müdafi görevlendirileceği, kendisine zorunlu müdafi görevlendirilen şüpheli veya sanığın sonradan bir müdafi seçmesi halinde, baro tarafından görevlendirilen avukatın görevinin sona ereceği görülmektedir. Şüpheli veya sanıkların savunmaları için seçtikleri müdafilerinin bulunması durumunda kendilerine baro tarafından zorunlu müdafi görevlendirilemeyeceği, başka bir anlatımla şüpheliye veya sanığa baro tarafından zorunlu müdafi görevlendirilebilmesi için şüpheli veya sanığın kendi seçtiği müdafiinin bulunmaması gerekmektedir. Bunun sonucu olarak da, kendilerinin seçtiği müdafileri bulunan şüpheli veya sanıklara, bu müdafiin görevinin devam ettiği ve savunma görevlerini yerine getirdiği sürece zorunlu müdafi görevlendirilmesinin yasal bir dayanağı bulunmamaktadır.

Mevzuatımızda zorunlu müdafiilik sistemini öngören düzenlemenin amacı, kendisini savunmak için yeterli maddi olanağı bulunmayanların, bu hakkı kullanamamalarından kaynaklanabilecek olası hak kayıplarının önlenmesi, dolayısıyla da savunma hakkının etkin kullanılabilmesinin sağlanması suretiyle adil yargılamanın gerçekleştirilmesidir.

Diğer taraftan, sanıkların kendilerinin vekâletname vermek suretiyle seçtikleri müdafileri bulunmadığı durumlarda, sanıklara müdafi olarak baro tarafından bir avukat atanacağının bildirilmesi gereklidir. Kendisine müdafi atandığını bilmeyen ya da kendisine müdafi atanmakla birlikte, bu avukatın değiştirilmesini isteme hakkına sahip bulunmayan bir sanığın, atandığını dahi bilmediği müdafiin tüm tasarruflarından sorumlu tutulması gerektiğini veya bu müdafiin yaptığı tüm işlemleri peşinen kabul etmiş sayılacağını söylemek nasıl olanaklı değilse, böyle bir durumda savunma hakkının tam anlamıyla kullanılabileceğini düşünmek de olası değildir.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Sanığın vekâletname ile görevlendirdiği ve azledildiklerine veya müdafilikten istifa ettiklerine ilişkin dosyada bir bilgi ve belge bulunmayan müdafiileri bulunmakta iken, yerel mahkemenin istemi üzerine sanığa baro tarafından müdafi görevlendirilmesinin yasal dayanağı bulunmamaktadır. Bunun sonucu olarak, 7201 sayılı Tebligat Yasası’nın 11. maddesindeki; “vekil vasıtasıyla takip edilenişlerde tebligat vekile yapılır, vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir” hükmü uyarınca sanığın yokluğunda verilen hükmün, sanığın vekâletname vermek suretiyle seçtiği müdafiine yapılması gerekmektedir.

Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire düzelterek onama kararının, sanık G…… A….’ya ilişkin olarak kaldırılmasına, yerel mahkemenin gerekçeli kararının sanığın vekâletname ile görevlendirdiği müdafiine tebliğ edilmesi için Özel Daireye gönderilmesine karar verilmelidir.

Öte yandan, yerel mahkeme hükmünün, Özel Daire tarafından onanmasına karar verildikten sonra kesinleşmesi üzerine sanığın hükmün infazı için yakalandığı ve halen cezaevinde olduğu anlaşıldığından bozma nedenine göre hükmün infazının durdurulmasına da karar verilmesi gerekmektedir.

SONUÇ:Açıklanan nedenlerle;

1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,

2- Yargıtay 10. Ceza Dairesi’nin 10.02.2009 gün ve 15705-1720 sayılı düzelterek onama kararının sanık G…… A….’ya ilişkin olarak KALDIRILMASINA,

3- Sanığın, kesinleşme işlemi yapılan hükmün infazı için yakalandığı ve halen cezaevinde olduğu anlaşıldığından yerel mahkeme hükmünün İNFAZININ DURDURULMASINA, sanığın başka bir suçtan hükümlü veya tutuklu bulunmadığı takdirde derhal salıverilmesinin temini için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına yazı yazılmasına,

4- Dosyanın, yerel mahkemenin gerekçeli kararının sanığın vekâletname ile görevlendirdiği müdafie tebliğ edilmesi için Yargıtay 10.Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na TEVDİİNE, 29.03.2011 günü yapılan müzakerede oybirliği ile karar verildi.

özel avukatın azli veya istifasına dair dosyada bilgi belge olmadan barodan müdafii atanamaz

Sanığın vekâletname ile görevlendirdiği ve azledildiklerine veya müdafilikten istifa ettiklerine ilişkin dosyada bir bilgi ve belge bulunmayan müdafiileri bulunmakta iken, yerel mahkemenin istemi üzerine sanığa baro tarafından müdafi görevlendirilmesinin yasal dayanağı bulunmamaktadır

Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 2011/10-5 esas sayılı ve  2011/25 karar sayılı

Sanık G…… A….’nın, incelemeye konu olmayan sanıklarla birlikte, teşekkül halinde uyuşturucu ticareti suçundan, 765 sayılı TCY’nın 403/5-7, 31, 33, 36 ve 40. maddeleri uyarınca 6 yıl 8 ay hapis ve 10.000 Lira adli para cezası ile cezalandırılmasına ilişkin, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 23.02.2007 gün ve 27-31 sayılı hüküm, sanığa baro tarafından görevlendirilen müdafi tarafından temyiz edilmekle, dosyayı inceleyen Yargıtay 10. Ceza Dairesince 10.02.2009 gün ve 15705-1720 sayı ile düzeltilerek onanmıştır.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 03.01.2011 gün ve 302189 sayı ile;

“Sanık G…… A…., 25 Kasım 2004 tarihinde verdiği vekâletname ile görevlendirdiği Av. H….. Y…..’ın istifa ettiğine veya azledildiğine dair dosyada bir belge bulunmaması karşısında, duruşmadan haberdar edilerek yargılamaya onun huzuru ile devam edilmesi gerekirken, barodan zorunlu müdafi istenilerek, baro tarafından atanan ve sanığa bildirilmeyen zorunlu müdafii huzuru ile davanın görülerek sonuçlandırılması savunma hakkının kısıtlanması anlamına gelmektedir.

…Sanığın tuttuğu ve dosyada görevinin sona erdiğinde ilişkin bir belge ya da bilgi bulunmayan Av. H….. Y…..’a duruşma günü tebliğ edilerek, onun huzuru ile yargılamanın sonuçlandırılması gerekirken, yok hükmünde sayılan zorunlu müdafi atama işlemi yapılarak zorunlu müdafi huzuru ile yargılamanın sonuçlandırılması suretiyle sanığın savunma hakkı kısıtlandığından hükmün bozulması gerektiği” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurmuştur.

Yargıtay Birinci Başkanlığı’na gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA

CEZA GENEL KURULU KARARI

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kapsamına göre inceleme, sanık G…… A…. hakkında kurulan hükümle sınırlı olarak yapılmıştır.

Sanığın teşekkül halinde uyuşturucu madde ticareti suçundan cezalandırılmasına karar verilen somut olayda, Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; dosyada sanığın vekâletname ile tayin ettiği birden fazla müdafi olmasına ve bu müdafiilerin istifa ettiklerine veya azledildiklerine ilişkin bilgi ve belge bulunmamasına karşın, bu müdafiilere duruşma günü bildirilmeksizin ve sanığa da haber verilmeksizin baroca görevlendirilen müdafi huzurunda verilen ve bu müdafiice temyiz edilen hükmün, sanığın vekaletnameli müdafiine de tebliğ edilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

Dosyanın incelenmesinde;

Sanık G…… A….’nın, itiraza konu edilmeyen sanıklarla birlikte teşekkül halinde uyuşturucu madde ticareti yapma suçundan başlatılan soruşturma kapsamında 15.10.2004 günü tutuklandığı, gerek kolluk, gerek Cumhuriyet savcılığı, gerekse tutuklanması istemiyle sevk edildiği sulh ceza mahkemesinde, yasal haklarının hatırlatılmış olmasına karşın müdafi talebinde bulunmadığı,

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 18.10.2004 tarihli iddianamesiyle sanık hakkında 765 sayılı TCY’nın 403/5-7, 31, 33, 36 ve 40. maddeleri uyarınca cezalandırılması istemiyle İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesine kamu davası açıldığı,

Sanığın 21.10.2004 günlü vekâletname ile müdafi olarak tayin ettiği Av. K A’ın, aynı tarihte dosyada bulunan soruşturma evrakının fotokopisini aldığı ve tahliye talebinde bulunduğu, ancak isteminin reddedildiği,

Yerel mahkemece 10.11.2004 tarihli duruşmaya hazırlık tutanağında, sanığın vekâletname ile görevlendirdiği müdafiine duruşma gün ve saatini bildirir davetiye gönderilmesine veya sanığa baro tarafından müdafi atanmasına ilişkin herhangi bir karar verilmediği,

Sanığın 11.11.2004 tarihinde bu kez, diğer sanıklardan M…… F…….ile birlikte Av. S E’i vekâletname ile müdafi olarak görevlendirdiği, ancak anılan müdafiin 18.11.2004 tarihinde sanık M…… F…….müdafi olarak dosyadaki evrakın fotokopisini alma isteminde bulunduğu, sanığın son olarak 25.11.2004 tarihinde Av. H….. Y…..’ı vekâletname ile müdafi olarak belirlediği,

23.02.2005 tarihinde yapılan ve sanığın da hazır bulunduğu oturumda Av. S…..E….’in, sanık G…… A…. müdafiliğinden istifa ettiği ve sanığın da bu istifayı kabul ettiği,

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesince 29.06.2005 gün ve 1138-292 sayı ile görevsizlik kararı verilerek dosyanın gönderildiğiBakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesince de, 21.07.2005 gün ve 236-136 sayı ile karşı görevsizlik kararı verildiği, oluşan görev uyuşmazlığının Yargıtay 5. Ceza Dairesince 17.10.2005 gün ve 16807-21576 sayılı karar ile İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin görevsizlik kararı kaldırılmak suretiyle çözümlendiği,

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesince 14.02.2006 tarihinde düzenlenen duruşmaya hazırlık tutanağında; “sanığın dosya kapsamına göre müdafi bulunmadığı”ndan söz edilerek 5271 sayılı CYY’nın 150/3. maddesi uyarınca bir müdafi görevlendirilmesi için İstanbul Barosu Başkanlığına yazı yazılmasına karar verildiği ve yazı yazıldığı, buna karşın sanığın vekâletname ile görevlendirdiği müdafiilerineduruşma gün ve saatinin bildirilmediği gibi, sanık adına çıkarılan duruşma davetiyesinde, “tebliğ tarihinden itibaren yedi güniçerisinde müdafi bulunup bulunmadığını bildirmesi, aksi takdirde barodan bir müdafi görevlendirmesinin isteneceğiaçıklamasına da yer verilmediği ve bu çağrı kâğıdının, sanığın adresinden ayrılması nedeniyle tebliğ edilemediği, bunun üzerine 7201 sayılı Tebligat Yasasının 35. maddesi uyarınca tebligat yapıldığı,

Baro tarafından 04.05.2006 tarihinde Av. M. F…. U….’ın sanık müdafi olarak görevlendirildiği ve bu aşamadan sonra oturumlara adı geçen müdafiin katıldığı,

23.02.2007 tarihli oturumda, Av. M. F…. U….’ın mazereti nedeniyle yetkilendirdiği Av. B…. B……’nın yüzüne karşı hükmün tefhim edildiği,

Av. M. F…. U….’ın bu hükmü 01.03.2007 tarihli süre tutum dilekçesi ile temyiz ettiği,

Özel Dairece de mahkeme hükmünün düzeltilerek onanmasına karar verildiği,

Dosyada sanığın vekâletname ile görevlendirdiği müdafiileri Av. K…. A…… ve Av. H….. Y…..’ın sanık tarafından azledildiklerine veya müdafiilikten çekildiklerine ilişkin bir bilginin bulunmadığı,

Anlaşılmaktadır.

Oldukça geniş bir kavram olan savunma hakkı, şüpheliyi ve sanığı ilgilendirdiği kadar, bir gün şüpheli veya sanık konumuna düşebilecek olan toplumda yaşayan herhangi bir ferdi, dolayısıyla da toplumun bütününü ve yine adaleti sağlama yükümlülüğübulunan Devleti ilgilendirmektedir. Ceza yargılamasında savunma, yargılamanın sonucunda verilen ve iddia ile savunmanın değerlendirilmesinden ibaret olan sonucu, başka bir tanımlama ile hükmün isabetli olmasına destek verir. Bu da, amacı mutlak gerçeğe ulaşmak olan ceza adaletinin gerçekleştirilmesine hizmet eder. Bu yönüyle, geniş bir bakış açısı ile değerlendirilmesi gereken savunma hakkı; susma, soru sorma, kendi aleyhine işlemlere katılmama, tercümandan yararlanma, kanıtların toplanmasını isteme, duruşmada hazır bulunma… gibi hakların yanında, bir müdafiinin hukuki yardımından yararlanma hakkını da içine alır.

Savunma, Anayasamızın 36. maddesiyle anayasal güvence altına alınan meşru bir yol, müdafi de savunmanın meşru bir aracıdır. Dolayısıyla söz konusu hüküm, müdafi aracılığı ile savunulmayı da anayasal güvence altına almaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin “adil yargılanma hakkını” düzenleyen 6. maddesinin 3. fıkrasının b ve c bentlerinde de; “her sanığın en azından,

…b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak;

c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksunsa ve adaletin selameti gerektiriyorsa mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilme…” hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Buradan çıkarılması gereken sonuç; savunma hakkının, temel insan hakları arasında yer alan hak arama özgürlüğünün bir gereği olduğu ve avukat tutma hakkının da, savunma hakkından ayrı düşünülemeyeceğigerçeğidir.

Hükmün verildiği tarihte yürürlükte bulunan 5271 sayılı CYY’nın “İfade ve Sorgunun Tarzı” başlıklı 147. maddesinin 1. fıkrasının c bendinde;

“1) Şüphelinin veya sanığın ifadesinin alınmasında veya sorguya çekilmesinde aşağıdaki hususlara uyulur:

…c) Müdafi seçme hakkının bulunduğu ve onun hukukî yardımından yararlanabileceği, müdafiin ifade veya sorgusunda hazır bulunabileceği kendisine bildirilir, müdafi seçecek durumda olmadığı ve bir müdafi yardımından faydalanmak istediği takdirde, kendisine baro tarafından bir müdafi görevlendirilir”,

“Şüphelinin veya Sanığın Müdafi Seçimi” başlıklı 149. maddesinde;

“1) Şüpheli veya sanık, soruşturma ve kovuşturmanın her aşamasında bir veya birden fazla müdafiin yardımından yararlanabilir; kanunî temsilcisi varsa, o da şüpheliye veya sanığa müdafi seçebilir.

2) Soruşturma evresinde, ifade almada en çok üç avukat hazır bulunabilir.

3) Soruşturma ve kovuşturma evrelerinin her aşamasında avukatın, şüpheli veya sanıkla görüşme, ifade alma veya sorgu süresince yanında olma ve hukukî yardımda bulunma hakkı engellenemez, kısıtlanamaz”,

“Müdafiin Görevlendirilmesi” başlıklı 150. maddesinde;

“1) Şüpheli veya sanıktan kendisine bir müdafi seçmesi istenir. Şüpheli veya sanık, müdafi seçebilecek durumda olmadığını beyan ederse, istemi halinde bir müdafi görevlendirilir.

2) Müdafi bulunmayan şüpheli veya sanık; çocuk, kendisini savunamayacak derecede malul veya sağır ve dilsiz ise, istemi aranmaksızın bir müdafi görevlendirilir.

3) Alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmada ikinci fıkra hükmü uygulanır.

4) Zorunlu müdafilikle ilgili diğer hususlar, Türkiye Barolar Birliğinin görüşü alınarak çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir”,

“Müdafiin Görevlendirilmesinde Usul” başlıklı 156. maddesinin 3. fıkrasında ise;

“3) Şüpheli veya sanığın kendisinin sonradan müdafi seçmesi halinde, baro tarafından görevlendirilen avukatın görevi sona erer” şeklinde hükümler bulunmaktadır.

Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde; şüpheli veya sanığın müdafi seçme hakkı bulunduğu, müdafi bulunmayan şüpheli veya sanığa istemi halinde veya bazı koşullarda istemi aranmaksızın müdafi görevlendirileceği, kendisine zorunlu müdafi görevlendirilen şüpheli veya sanığın sonradan bir müdafi seçmesi halinde, baro tarafından görevlendirilen avukatın görevinin sona ereceği görülmektedir. Şüpheli veya sanıkların savunmaları için seçtikleri müdafilerinin bulunması durumunda kendilerine baro tarafından zorunlu müdafi görevlendirilemeyeceği, başka bir anlatımla şüpheliye veya sanığa baro tarafından zorunlu müdafi görevlendirilebilmesi için şüpheli veya sanığın kendi seçtiği müdafiinin bulunmaması gerekmektedir. Bunun sonucu olarak da, kendilerinin seçtiği müdafileri bulunan şüpheli veya sanıklara, bu müdafiin görevinin devam ettiği ve savunma görevlerini yerine getirdiği sürece zorunlu müdafi görevlendirilmesinin yasal bir dayanağı bulunmamaktadır.

Mevzuatımızda zorunlu müdafiilik sistemini öngören düzenlemenin amacı, kendisini savunmak için yeterli maddi olanağı bulunmayanların, bu hakkı kullanamamalarından kaynaklanabilecek olası hak kayıplarının önlenmesi, dolayısıyla da savunma hakkının etkin kullanılabilmesinin sağlanması suretiyle adil yargılamanın gerçekleştirilmesidir.

Diğer taraftan, sanıkların kendilerinin vekâletname vermek suretiyle seçtikleri müdafileri bulunmadığı durumlarda, sanıklara müdafi olarak baro tarafından bir avukat atanacağının bildirilmesi gereklidir. Kendisine müdafi atandığını bilmeyen ya da kendisine müdafi atanmakla birlikte, bu avukatın değiştirilmesini isteme hakkına sahip bulunmayan bir sanığın, atandığını dahi bilmediği müdafiin tüm tasarruflarından sorumlu tutulması gerektiğini veya bu müdafiin yaptığı tüm işlemleri peşinen kabul etmiş sayılacağını söylemek nasıl olanaklı değilse, böyle bir durumda savunma hakkının tam anlamıyla kullanılabileceğini düşünmek de olası değildir.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Sanığın vekâletname ile görevlendirdiği ve azledildiklerine veya müdafilikten istifa ettiklerine ilişkin dosyada bir bilgi ve belge bulunmayan müdafiileri bulunmakta iken, yerel mahkemenin istemi üzerine sanığa baro tarafından müdafi görevlendirilmesinin yasal dayanağı bulunmamaktadır. Bunun sonucu olarak, 7201 sayılı Tebligat Yasası’nın 11. maddesindeki; “vekil vasıtasıyla takip edilenişlerde tebligat vekile yapılır, vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir” hükmü uyarınca sanığın yokluğunda verilen hükmün, sanığın vekâletname vermek suretiyle seçtiği müdafiine yapılması gerekmektedir.

Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire düzelterek onama kararının, sanık G…… A….’ya ilişkin olarak kaldırılmasına, yerel mahkemenin gerekçeli kararının sanığın vekâletname ile görevlendirdiği müdafiine tebliğ edilmesi için Özel Daireye gönderilmesine karar verilmelidir.

Öte yandan, yerel mahkeme hükmünün, Özel Daire tarafından onanmasına karar verildikten sonra kesinleşmesi üzerine sanığın hükmün infazı için yakalandığı ve halen cezaevinde olduğu anlaşıldığından bozma nedenine göre hükmün infazının durdurulmasına da karar verilmesi gerekmektedir.

SONUÇ:Açıklanan nedenlerle;

1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,

2- Yargıtay 10. Ceza Dairesi’nin 10.02.2009 gün ve 15705-1720 sayılı düzelterek onama kararının sanık G…… A….’ya ilişkin olarak KALDIRILMASINA,

3- Sanığın, kesinleşme işlemi yapılan hükmün infazı için yakalandığı ve halen cezaevinde olduğu anlaşıldığından yerel mahkeme hükmünün İNFAZININ DURDURULMASINA, sanığın başka bir suçtan hükümlü veya tutuklu bulunmadığı takdirde derhal salıverilmesinin temini için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına yazı yazılmasına,

4- Dosyanın, yerel mahkemenin gerekçeli kararının sanığın vekâletname ile görevlendirdiği müdafie tebliğ edilmesi için Yargıtay 10.Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na TEVDİİNE, 29.03.2011 günü yapılan müzakerede oybirliği ile karar verildi.

Avukat vekaletname olmadan dava açamaz kuralının istisnası

yargitay95295f4e9524c46aby
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararı
ESAS NO : 2012/21-626
KARAR NO: 2012/429

Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Samsun 1.İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 17.08.2011 gün ve 2009/606 E.-2011/397 K. sayılı kararın incelenmesi davalılar vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 21.Hukuk Dairesinin 21.02.2012 gün ve 2012/2087 E.-2012/2137 K. sayılı ilamı ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’nun;
“Vekaletnamenin İbrazı” başlıklı 76.maddesinde:
“(1) Avukat, açtığı veya takip ettiği dava ve işlerde, noter tarafından onaylanan ya da düzenlenen vekâletname aslını veya avukat tarafından onaylanmış aslına uygun örneğini, dava yahut takip dosyasına konulmak üzere ibraz etmek zorundadır.

(2) Kamu kurum ve kuruluşlarının avukatlarına, yetkili amirleri tarafından usulüne uygun olarak düzenlenip verilmiş olan temsil belgeleri de geçerli olup, ayrıca noterce onaylanmasına gerek yoktur.”

“Vekâletnamesiz Dava Açılması Ve İşlem Yapılması” başlıklı 77.maddesinde:
“(1) Vekâletnamesinin aslını veya onaylı örneğini vermeyen avukat, dava açamaz ve yargılamayla ilgili hiçbir işlem yapamaz. Şu kadar ki, gecikmesinde zarar doğabilecek hâllerde mahkeme, vereceği kesin süre içinde vekâletnamesini getirmek koşuluyla avukatın dava açmasına veya usul işlemlerini yapmasına izin verebilir. Bu süre içinde vekâletname verilmez veya asıl taraf yapılan işlemleri kabul ettiğini dilekçeyle mahkemeye bildirmez ise dava açılmamış veya gerçekleştirilen işlemler yapılmamış sayılır.

(2) Vekâletnamesiz işlem yapmasına izin verilen ancak haklı bir sebep olmaksızın süresi içinde vekâletname ibraz etmeyen avukat, celse harcı ile diğer yargılama giderleri ve karşı tarafın uğradığı zararları ödemeye mahkûm edilir. Bunu kötüniyetle yapan avukat aleyhine, ceza ve disiplin soruşturması açılmasını sağlamak üzere, Cumhuriyet başsavcılığına ve vekilin bağlı olduğu baro başkanlığına durum yazıyla bildirilir.

(3) Bir tarafın avukat tutmak istemesi sebebiyle, yargılama hiçbir şekilde başka bir güne bırakılamaz.

(4) Avukatın istifa etmesi, azledilmesi veya dosyayı incelememiş olması sebebiyle yargılama başka bir güne bırakılamaz. Ancak, dosyanın incelenmemiş olması geçerli bir özre dayanıyorsa, hâkim bir defaya mahsus olmak üzere, kısa bir süre verebilir. Verilen süre sonunda, dosya incelenmemiş olsa bile davaya devam olunur.”
hükümleri yer almaktadır.

Yerel Mahkemenin 11.05.2012 günlü direnme kararını temyiz eden davalı Sosyal Güvenlik Kurumu vekili Av.Hakan Karaduman’ın vekaletnamesi ya da usulünce düzenlenmiş yetki belgesi dosya arasında bulunmamaktadır.

Bu eksikliğin giderilmesinden sonra dosyanın Yargıtay’a gönderilmek üzere mahkemesine geri çevrilmesi gerekir.

S O N U Ç : Yukarıda yazılı noksanlığın tamamlanması için dosyanın mahkemesine GERİ ÇEVRİLMESİNE, 27.06.2012 gününde oy birliği ile karar verildi.

YARGITAY 12. CEZA DAİRESİ E.2011/7345 K.2012/8936• PLAJDA GÜNEŞLENEN KİŞİNİN RIZASI OLMADAN FOTOĞRAFINI ÇEKİP DERGİDE YAYIMLAMAK

T.C.

YARGITAY

12. CEZA DAİRESİ

E. 2011/7345

K. 2012/8936

T. 3.4.2012

DAVA : Özel hayatın gizliliğini ihlal suçundan sanıkların beraatlerine ilişkin hükümler katılan vekili tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü:

 

KARAR : Dosya içeriğine göre; katılan mağdurenin plajda şezlonga uzanarak güneşlendiği sırada, rızası olmadan, sanık Ö.E. tarafından fotoğrafının çekilip; imtiyaz sahibi, yayıncısı ve kapak sorumlusunun sanık İ.H. olduğu İ… L… isimli derginin Temmuz 2005 sayısının ön kapağında, bilgisi ve izni olmadan yayınlandığı olayda, özel hayat kavramının; kişinin sadece gözlerden uzakta, başkalarıyla paylaşmadığı, kapalı kapılar ardında, dört duvar arasındaki yaşantısı ve mahremiyetinden ibaret değil, herkesin bilmediği veya bilmemesi gereken, istenildiğinde başka kişilere açıklanabilen, tamamen kişiye özel hayat olayları ve bilgilerin tamamını içermesi karşısında, kamuya açık alanda bulunulduğunda dahi, “kalabalığın içinde dikkat çekmezlik, tanınmazlık, bilinmezlik” prensibinin geçerli olduğu ve kamuya açık alana çıkan her kişinin, bu alandaki her görüntü veya sesinin kaydedilip, sürekli ve izinsiz olarak elde bulundurulmasına rıza gösterdiğinin kabulünün mümkün bulunmadığı nazara alınmadan; plajda mayolu olmakla, bir dergi kapağında mayolu fotoğrafın yayınlanmasının aynı kapsamda değerlendirilemeyeceği ve olayda kamu yararı da bulunmadığı gözetilmeden, “plajın kamuya açık alan olup, gizli alan olmadığı” şeklindeki, özel hayatı salt mekana indirgeyen ve yasal olmayan gerekçe ile sanıkların beraatlerine karar verilmesi,

 

SONUÇ : Kanuna aykırı, katılan vekilinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olup, hükmün bu sebepten dolayı 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK’nın 321. maddesi gereğince isteme uygun olarak ( BOZULMASINA), 03.04.2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.