Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararları • KİŞİLİK HAKLARI,BAŞBAKANA SERT ELEŞTİRİ,TAZMİNAT TALEBİ RET.

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS NO. 2013/4-205
KARAR NO. 2014/56
KARAR TARİHİ. 05.02.2014

4721/m. 24 818/m. 49 AİHS/m. 10/1

ÖZET : Davacı, davalı tarafından yapılan basın açıklamasında eleştiri sınırlarının aşılarak kişilik haklarının ihlal edildiğini beyan ederek manevi tazminata hükmedilmesini istemiştir.

Başbakan ve siyasi parti lideri olan davacının bulunduğu mevki ve yüklendiği mesuliyetler eleştirilere açık, hoşgörülü ve tahammüllü olmasını gerektireceği, siyasi tartışmaya ilişkin dava konusu basın açıklamasının kişilik haklarının ihlali kastıyla söylenmediği gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

Davaya konu basın açıklamasında davacı hakkında “seviyesiz beyanlarda bulunan”, “ahlak dışı saldırılar yapan”, “gaflet ve ihanet içinde olan”, “çukurda siyaset yapan” ifadeleri kullanılmıştır. Bu ifadelerin sert eleştiri niteliğinde olduğu anlaşılmış, ancak siyasilerin bu tür eleştrilere katlanması gerektiği sonucuna varıldığından davanın reddine ilişkin karar yerinde görülmüştür.

DAVA : Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 30.09.2010 gün ve 2009/324 E., 2010/256 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekilince istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 14.03.2012 gün ve 2011/888 E., 2012/4087 K. sayılı ilamı ile;

(…Dava, kişilik haklarına saldırıya dayalı manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı, davalı tarafından yapılan basın açıklamasında eleştiri sınırlarının aşılarak kişilik haklarının ihlal edildiğini beyan ederek manevi tazminata hükmedilmesini istemiştir.

Davalı, basın açıklamasının davacının cami çıkışında basına verdiği beyanlara cevap niteliğinde olduğunu, eleştiri sınırlarının aşılmadığını beyan ederek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkemece, Başbakan ve siyasi parti lideri olan davacının bulunduğu mevki ve yüklendiği mesuliyetler eleştirilere açık, hoşgörülü ve tahammüllü olmasını gerektireceği, siyasi tartışmaya ilişkin dava konusu basın açıklamasının kişilik haklarının ihlali kastıyla söylenmediği gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

Davaya konu basın açıklamasında davacı hakkında seviyesiz beyanlarda bulunan, ahlak dışı saldırılar yapan, gaflet ve ihanet içinde olan, çukurda siyaset yapan ifadeleri kullanılmıştır. Davalının, kamuoyunu bilgilendirme ve kamuoyu oluşturma hakkı çerçevesinde; davacıyı eleştirmesi bir hakkıdır. Ancak, eleştiri hürriyeti eleştirilenin şahsiyetini tahkir edecek derecede olmamalıdır. Buna göre davalı tarafından kullanılan aşağılayıcı, tahkir edici uslup ve ifadelerin eleştiri olarak kabul edilmesi mümkün değildir.

Şu durumda, dava konusu basın açıklamasının tamamıyle hukuka uygunluğundan söz edilemez. Dolayısı ile, davacı yararına uygun bir miktarda manevi tazminat takdir edilmesi gerekirken, mahkemece davanın tümden reddine karar verilmesi doğru bulunmamış, kararının bozulmasını gerektirmiştir…)

gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Dava, kişilik haklarına saldırı nedenine dayalı manevi tazminat istemine ilişkindir.

Mahkemenin, davanın reddine dair verdiği karar, davacı vekilinin temyizi üzerine Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçelerle bozulmuş; yerel mahkeme önceki kararında direnmiştir.

Hüküm, davacı vekilince temyiz edilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık: davalının, 22.08.2009 tarihinde yaptığı basın açıklaması ile davacının kişilik haklarına saldırıda bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümü açısından, öncelikle, konuyla ilgili yasal düzenlemelerin irdelenmesinde yarar vardır.

Manevi zarar, kişilik değerlerinde oluşan objektif eksilmedir. Duyulan acı, çekilen ızdırap manevi zarar değil, onun görüntüsü olarak ortaya çıkabilir. Acı ve elemin manevi zarar olarak nitelendirilmesi sonucu, tüzel kişileri ve bilinçsizleri; öte yandan, acılarını içlerinde gizleyenleri tazminat isteme haklarından yoksun bırakmamak için yasalar, manevi tazminat verilebilecek bazı olguları özel olarak düzenlemiştir.

Bunlar, kişilik değerlerinin zedelenmesi (TMK m.24), isme saldırı (TMK m.26), nişan bozulması (TMK m.121), evlenmenin butlanı (TMK m.158/2), boşanma (TMK m.174/2) bedensel zarar ve ölüme neden olma (Mülga 818 sayılı BK m.47) durumlarından biri ile kişilik haklarının zedelenmesi (BK m.49) olarak sıralanabilir.

TMK’nun 24. maddesi ile Mülga 818 sayılı BK’nun 49. maddesi diğer yasal düzenlemelere nazaran daha kapsamlıdır.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 24. maddesinde;

“Hukuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimse, hakimden, saldırıda bulunanlara karşı korunmasını isteyebilir.

Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar yada kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır.”

Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)’nun 49. maddesinde de;

“Şahsiyet hakkı hukuka aykırı bir şekilde tecavüze uğrayan kişi, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat namıyla bir miktar para ödenmesini dava edebilir.

Hakim, manevi tazminatın miktarını tayin ederken, tarafların sıfatını, işgal ettikleri makamı ve diğer sosyal ve ekonomik durumlarını da dikkate alır.

Hakim, bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir tazmin sureti ikame veya ilave edebileceği gibi tecavüzü kınayan bir karar vermekle yetinebilir ve bu kararın basın yolu ile ilanına da hükmedebilir.”

hükümleri yer almaktadır.

TMK’nun 24. ve BK’nun 49. maddesinde belirlenen kişisel çıkarlar, kişilik haklarıdır. Kişilik hakları ise, kişisel varlıkların korunmasıyla ilgilidir. Kişisel varlıklar, bedensel ve ruhsal tamlık ve yaşam ile nesep gibi insanın, insan olmasından güç alan varlıklar ya da kişinin adı, onuru ve sır alanı gibi dolaylı varlıklar olarak iki kesimlidir.

Görüldüğü üzere, BK’nun 49. maddesi gereğince kişisel hakları zarara uğrayanların manevi tazminat isteme hakları vardır.

Bu genel açıklamalardan sonra uluslararası metinlerde ifade özgürlüğünün nasıl yer aldığının incelenmesinde yarar bulunmaktadır.

Hemen belirtmek gerekir ki, 1982 Anayasası’nın 90. maddesinin son fıkrası; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” hükmünü içermektedir.

Bu durumda, mahkemelerce önlerine gelen uyuşmazlıklarda usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası antlaşmalar ile iç hukukun birlikte yorumlanması ve uygulanması gerekmektedir.

Hal böyle olunca, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) somut uyuşmazlığın nasıl düzenlendiğini ve sözleşmenin uygulanmasını sağlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının incelenmesi gerekmektedir.

“İfade özgürlüğü” başlıklı AİHS’nin 10/1. maddesi; “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar. Bu madde, Devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir.” hükmünü içermekte olup, hangi hallerde ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği de aynı maddenin 2. fıkrasında düzenlenmiştir.

İfade özgürlüğü, demokratik bir toplumun en önemli temellerinden birisi olup, toplumsal ilerlemenin ve her kişinin gelişiminin başlıca koşullarından birini teşkil etmektedir. AİHS’nin 10. maddesinin 2. fıkrası saklı kalmak koşuluyla, ifade özgürlüğü, yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir. Çoğulculuk, hoşgörü ve açık düşünce bunu gerektirir ve bunlar olmaksızın “demokratik bir toplum” olamaz. 10. maddede benimsenen ifade özgürlüğü bu şekilde olmakla birlikte, yine de bu, dar bir yorum gerektiren istisnalar içermektedir ve bu hakkı kısıtlama ihtiyacının ikna edici bir biçimde ortaya konması gerekmektedir (Pakdemirli v. Türkiye kararı).

AİHM önüne gelen uyuşmazlıklarda yapılan müdahalenin ifade özgürlüğünü ihlal edip etmediğini aşağıdaki kriterleri uygulayarak tespit etmektedir:

1.Müdahalelerin yasayla öngörülmesi:

AİHM, AİHS’nin 10/2. maddesinde yer alan “yasayla öngörülme” ifadesinin, ilk olarak, itiraz konusu tedbirin iç hukukta bir dayanağı olması gerektirdiğini hatırlatır. Ancak, söz konusu ifade, hukuki normların ilgili kişinin erişiminde olmasını, sonuçlarının öngörülebilmesini ve hukukun üstünlüğü ilkesine uygun olmasını gerektiren kanun niteliğine de atıfta bulunmaktadır (Association Ekin/Fransa, no. 39288/98; Ürper ve diğerleri Türkiye kararı).

2.Müdahalelerin meşru bir amaç izleyip izlemediği konusu:

Sözleşmenin 10/2. maddesine göre, bu özgürlüklerin kullanılması “…demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.”

Açıkça görüldüğü üzere yasayla düzenlemek şartıyla “başkalarının şöhret ve haklarının korunması” amacıyla ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği kabul edilmekte olup, ancak burada sınırlama haklı olsa bile, bu kez sınırlamanın orantılılığı gündeme gelecektir (bkz. Sınırlamanın orantısızlığı konusunda Pakdemirli v. Türkiye kararı). Ancak kişilik hakkının korunması ile ifade özgürlüğü arasındaki dengeyi iyi sağlamak gerekmektedir. Özellikle siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin kişilik hakları ve şöhretleri söz konusu olduğunda bu dengede ifade özgürlüğünün ağır bastığına kuşku yoktur. Diğer bir deyişle terazide bir yanda “kişilik hakları”, diğer yanda “ifade özgürlüğü” bulunduğu durumlarda, tercihin daha çok ifade özgürlüğünden yana kullanıldığı söylenebilir (Osman Doğru, Atilla Nalbant; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar, C. 2, Ankara 2013, s. 232).

3.Müdahalelerin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı konusu:

AİHM, ifade özgürlüğünün demokratik bir toplumun temel yapılarından birini oluşturduğunu ve toplumun gelişimi ve bireyin kendini gerçekleştirmesinin koşullarından biri olduğunu hatırlatır (Lingens/Avusturya, A Serisi no. 103). İfade özgürlüğü istisnalara tabi olsa da, bu istisnalar dar bir biçimde yorumlanmalı ve sınırlama nedeni ikna edici bir biçimde ortaya konmalıdır (Observer ve Guardian/Birleşik Krallık, A Serisi no. 216).

Kabul edilebilir eleştiri sınırları hususunda ise AİHM, sıradan bir kimse ile karşılaştırıldığında bu sınırların, halka mal olmuş bir kişi olarak hareket eden siyaset adamları için daha geniş olduğunu bir çok kez kabul etmiştir. Siyasetçilerin fiil ve davranışları, kaçınılmaz olarak ve bilinçli bir şekilde, gazetecilerin olduğu kadar vatandaşların, hepsinden çok da siyasi rakibinin sıkı bir denetimine tabidir. Bir siyaset adamı, özellikle de kendisi eleştiriye yol açabilecek halka açık konuşmalar yaptığı zaman daha fazla hoşgörü göstermelidir. Elbette siyaset adamının namını koruma hakkı vardır, hatta özel yaşamının dışında bile, fakat ifade özgürlüğüne getirilen istisnalar dar bir yorumu zorunlu kıldığından, bu korumanın gerektirdikleri ile siyasi sorunların özgürce tartışılmasının getirdiği yararlar denge içinde olmalıdır (Bkz., özellikle, Oberschlick-Avusturya (no:2), 1 Temmuz 1997 tarihli karar, Derleme 1997-IV, ss. 1274-1275, § 29 ve adı geçen Lingens, s. 26, § 42).

Bu bağlamda Mahkeme, Sözleşme’nin 10/1. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün, demokratik toplumun ana temellerinden birini ve yine bu toplumun gelişmesi ve her bireyin kendini gerçekleştirmesi için esaslı şartlarından birini oluşturduğunu hatırlatır. İfade özgürlüğü, Sözleşme’nin 10/2. madde sınırları içinde, sadece lehte olan veya muhalif sayılmayan veya ilgilenmeye değmez görülen “haber” veya “fikirler” için değil, ama aynı zamanda muhalif olan, çarpıcı gelen veya rahatsız eden haberler veya fikirler için de uygulanır. Bunlar, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri olup, bunlar olmaksızın “demokratik toplum” olmaz (Handyside, §49).

Konunun iç hukukumuzda nasıl yer aldığı konusuna gelince; 1982 Anayasası’nda düşünce ve kanaat özgürlüğü (m. 25) ve düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü (m. 26) ayrıntılı şekilde düzenlenmiştir. Demokratik yaşamın gelişmesinde, ulusal birliğin sağlanmasında, kamuoyunun sağlıklı bir biçimde oluşmasında, sosyal ve siyasal ilerlemede basının çok önemli bir fonksiyonunun bulunduğu açık ve kuşkudan uzaktır.

Somut olayda ise, dava konusu basın açıklaması bir bütün olarak ele alındığında, burada kullanılan ifadelerin sert eleştiri niteliğinde olduğu anlaşılmış, ancak siyasilerin bu tür eleştrilere katlanması gerektiği sonucuna varıldığından yerel mahkemenin davanın reddine ilişkin kararı yerinde görülmüştür.

Görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce kullanılan sözlerin eleştiri olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığı ve davacının kişilik haklarına saldırı oluşturduğundan bahisle Yerel Mahkemenin direnme kararının bozulması gerektiği yönünde görüş beyan etmiş iseler de, bu görüş yukarıda belirtilen nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.

Hal böyle olunca, yerel mahkemece davanın reddine karar verilip, bu kararda direnilmiş olması usul ve yasaya uygundur.

Bu nedenle direnme kararı onanmalıdır.

SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının, yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanun’un 440. maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 05.02.2014 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğuyla karar verildi.

 


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir