Etiket arşivi: 15.7.2009

YHGK Esas : 2009/9-345 Karar : 2009/392 Tarih : 15.7.2009


 YHGK Esas : 2009/9 345 Karar : 2009/392 Tarih : 15.7.2009

-İşe Başlatmama Tazminatı
– İşe İadede Toplu İş Sözleşmesi Hükümlerinin Uygulanması (Kazanılmaş Haklar Yönünden)
– Kazanılmış Haklar (İşe İadede Toplu İş Sözleşmesi Hükümlerinin Uygulanması)
– Çalışma Koşullarında Değişiklik (İşe İadede Toplu İş Sözleşmesi Hükümlerinin Uygulanması)
– (İşe İade Halinde – Uygulanma Kavramı)
– Toplu İş Sözleşmelerinin Mahiyeti Ve Uygulanması (Yararlanma Kavramı)
– Toplu İş Sözleşmeleri Yönünde Düzen İlkesi
– İşe İade Günündeki Toplu İş Sözleşmesi Hükümleri (Ücrette İndirim Öngören)
– Ücrette İndirim Öngören Toplu İş Sözleşmesinin Uygulanması –

İK.21,22,62 – 1475 Sa.Ka.14 – 2822 Sa.Ka.9

1. İşverenin daveti üzerine işe başlamamış olması halinde, işçinin gerçek amacının işe başlamak olmadığı kabul edilmelidir.
Bu durumda işverence yapılan fesih, 4857 sayılı İş Kanunu`nun 21/5. maddesine göre geçerli bir feshin sonuçlarını doğurur.
Bunun sonucu olarak da, işe iade davasında karara bağlanan işe başlatmama tazminatı ile boşta geçen süreye ait ücret ve diğer hakların talebi mümkün olmaz. Ancak, geçerli sayılan feshe bağlı olarak işçiye ihbar ve koşulları oluşmuşsa kıdem tazminatı ödenmesi gerekir.
2. İşverenin işe davete dair beyanının da ciddi olması gerekir; işverenin işe başlatma niyeti olmadığı halde işe başlatmama tazminatı ödememek için yapmış olduğu çağrı, gerçek bir işe başlatma daveti olarak değerlendirilemez.
3. Davacı işçi suresi içinde işe davası açmış ve feshin geçersizliğini tespit ettirmiş olmakla ve yasal süresi içinde işe dönmek için başvuruda bulunmakla, toplu iş sözleşmesinden yararlanma noktasında iş sözleşmesi hiç feshedilmemiş gibi değerlendirmeye gidilmelidir. Gerçekten davacının sendika üyeliği devam ettiği sürece tarafı bulunduğu sendika ile işveren arasında imzalanan toplu iş sözleşmesi işçiyi bağlar.
Sözü edilen kuralın `uygulama` yerine `yararlanmayı` içerdiğinden bahisle işçi aleyhine olan hususlar bakımından toplu iş sözleşmesinin geçerli olmadığının kabulü doğru olmaz.
Toplu İş Sözleşmesi ile kazanılmış bir hakkın düzen ilkesi karşısında korunması için daha sonra bağıtlanan toplu iş sözleşmesinde önceki toplu iş sözleşmesinden doğan hakların korunacağı yönünde bir kayda ihtiyaç vardır.
4. İşe iade davası sonunda işçinin sözleşmenin feshedildiği şartlarla eski işine dönmesi asıl ise de, işe başlatma anına kadar işçi ücretlerine gelen artışlar ilave edilerek işe başlatılması gerektiği gibi, yasalara uygun olarak gerçekleşen ücret indirimlerinin de işe başlatma anında dikkate alınması gerekir.
Somut olayda, davacı işçinin üyesi bulunduğu sendika ile işveren arasında bağıtlanan sözleşmenin davacı yönünden işe başlatıldığı tarihten itibaren uygulanması gerekir. Davacının toplu iş sözleşmesinin uygulanmasına karşı çıkarak işe başlamayı reddetmesi ve işyerinden ayrılması, işe başlama yönünde gerçek bir iradenin ortaya konulmadığı anlamına gelmektedir. Davacı işçinin işe iade başvurusunda bulunmamış olması sebebiyle 4857 sayılı İş Kanunu`nun 21/5. maddesi uyarınca işverence 31.10.2006 tarihinde yapılan fesih geçerli bir feshin sonuçlarını doğurur. Böyle olunca işe iade davasında tespit edilen işe başlatmama tazminatı ile boşta geçen süre ücretine hak kazanılması söz konusu olmaz. Yine, 31.10.2006 tarihli fesih geçerli hale gelmekle, 4 aylık sürenin ilavesine ve ücret artışına bağlı olarak ihbar ve kıdem tazminatı talep edilmesi de mümkün değildir. Mahkemece davanın reddi gerekirken yazılı şekilde isteklerin kabulü hatalıdır.

DAVA ve KARAR:

Taraflar arasındaki `işe başlatmama ve boşta geçen günler tazminatı ile fark ihbar ve kıdem tazminatı alacağı` davasından dolayı yapılan yargılama sonunda;
Kartal 4. İş Mahkemesi`nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 6.6.2008 gün ve 2008/428-288 sayılı kararın incelenmesinin davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine,
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi`nin 24.2.2009 gün ve 2009/39458-3469 sayılı ilamı;

(… İşe iade davası sonunda davacı işçinin başvurusu üzerine, gerçek anlamda bir işe başlatma olup olmadığı ve buna bağlı olarak işe başlatmama tazminatı, boşta geçen süreye ait ücret ile ihbar ve kıdem tazminatı farklarına hak kazanılıp kazanılmayacağı konularında taraflar arasında uyuşmazlık bulunmaktadır.

4857 sayılı İş Kanunu`nun 21. maddesinin 5. fıkrasına göre, işçi kesinleşen mahkeme kararının kendisine tebliğinden itibaren 10 iş günü içinde işe başlamak için işverene başvuruda bulunmalıdır. Aksi halde işverence yapılan fesih geçerli bir feshin sonuçlarını doğurur. Aynı maddenin 1. fıkrasına göre de işveren işe iade için başvuran işçiyi 1 ay içinde işe başlatmak zorundadır.

İşçinin işe iade yönündeki başvurusu samimi olmalıdır; işçinin gerçekte işe başlamak niyeti olmadığı halde, işe iade davasının sonuçlarından yararlanmak için yapmış olduğu başvuru geçerli bir işe iade başvurusu olarak değerlendirilemez.

Başka bir anlatımla, işçinin süresi içinde işe iade yönünde başvurusunun ardından, işverenin daveti üzerine işe başlamamış olması halinde, işçinin gerçek amacının işe başlamak olmadığı kabul edilmelidir. Bu durumda işverence yapılan fesih, 4857 sayılı İş Kanunu`nun 21/5. maddesine göre geçerli bir feshin sonuçlarını doğurur. Bunun sonucu olarak da, işe iade davasında karara bağlanan işe başlatmama tazminatı ile boşta geçen süreye ait ücret ve diğer hakların talebi mümkün olmaz. Ancak, geçerli sayılan feshe bağlı olarak işçiye ihbar ve koşulları oluşmuşsa kıdem tazminatı ödenmesi gerekir.

İşverenin işe davete dair beyanının da ciddi olması gerekir; işverenin işe başlatma niyeti olmadığı halde işe başlatmama tazminatı ödememek için yapmış olduğu çağrı, gerçek bir işe başlatma daveti olarak değerlendirilemez.

Somut olayda, davacı işçinin iş sözleşmesi davalı işverence 31.10.2006 tarihinde ihbar ve kıdem tazminatı ödenmek suretiyle feshedilmiştir. Süresi içinde işe iade davası açılmış ve feshin geçersizliğinin tespiti ile işe iadeye dair karar verilmiştir.

Söz konusu karar 25.6.2007 tarihinde dairemizce onanmak suretiyle kesinleşmiştir.

Davacı işçi süresi içinde işe iade için işverene başvurmuş ve işveren 23.8.2007 tarihinde işe başlamalarını bildirmiştir.

Davacı ve aynı anda işe iade davası açmış olan 31 arkadaşı işe başlamak için gittikleri günde işveren vekilinden hangi ücret ve haklarla işe başlatılacaklarını sormuşlar, işveren vekilinin işyerinde uygulanmakta olan Toplu İş Sözleşmesi hükümlerinin uygulanacağını belirtmesi üzerine, aralarında tutanak düzenleyerek işyerini terk etmişlerdir.
Davacı vekili, geçersiz sayılan fesih döneminde ödenmekte olan ücret ve diğer haklar yerine daha düşük haklar sağlayan toplu iş sözleşmesini uygulanmasının kazanılmış hakların ihlali anlamına geldiğini ileri sürerek, işverenin işe başlatmamış sayılması gerektiğinden bahisle bu davayı açmıştır.

Davalı vekili ise, işe iade davasının devam ettiği bir aşamada sendika ile imzalanan toplu iş sözleşmesi uyarınca ücretlerin ödenmesinin 2822 Sayılı Yasa hükümlerine uygun olduğunu, usulüne uygun davete rağmen işyerine geldiği halde işe başlamayan sendika üyesi olan davacı işçinin taleplerinin reddine karar verilmesi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece, çalışma koşullarında değişikliğinin 4857 sayılı İş Kanunu`nun 22. maddesine göre işçinin kabulüne bağlı olduğu, feshin geçersizliğine karar verilmiş olmakla iş sözleşmesi feshedilmemiş gibi devam ettiği, yeni toplu iş sözleşmesinin işyerinde çalışmakta olan işçiler bakımından iyileşme sağlamakla birlikte davacı işçi bakımından aleyhe olduğu, işçinin bu uygulamayı kabul etmemekte haklı olduğu gerekçesiyle isteklerin kabulüne karar verilmiştir.

Kararı davalı vekili temyiz etmiştir. 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu`nun 9. maddesinde toplu iş sözleşmesinin tarafı olan işçi sendikasına üye olanların toplu iş sözleşmesinden yararlanacağı kurala bağlanmıştır.

Aynı hükme göre, imza tarihinde üye olanlar toplu iş sözleşmesinin yürürlüğe girdiği tarihten, imza tarihinden sona üye olanlar ise üyeliklerin taraf sendikası tarafından bildirildiği tarihten itibaren toplu iş sözleşmesinden yararlanırlar.

Davacı işçinin iş sözleşmesinin feshedildiği 31.10.2006 tarihinde sendika üyesi olduğu taraflar arasında tartışmasızdır. Feshin geçersizliği ile işe iade yargılamasının devam ettiği dönemde 27.2.2007 tarihinde davacının üyesi bulunduğu sendika ile işveren arasında toplu iş sözleşmesi imzalanmış ve anılan toplu iş sözleşmesinde işe iade davası açan işçiler bakımından herhangi bir kurala yer verilmemiştir;

İşyerinde 1.10.2006 – 30.9.2009 tarihleri arasında yürürlükte olan toplu iş sözleşmesinin 5. maddesinde de, sendika üyelerinin toplu iş sözleşmesinden yararlanacağı öngörülmüş olup, anılan hüküm 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu`nun 9. maddesinin ilk fıkrasının tekrarı niteliğindedir.

Sözü edilen kuralın `uygulama` yerine `yararlanmayı` içerdiğinden bahisle işçi aleyhine olan hususlar bakımından toplu iş sözleşmesinin geçerli olmadığının kabulü doğru olmaz.

Davacı işçi suresi içinde işe davası açmış ve feshin geçersizliğini tespit ettirmiş olmakla ve yasal süresi içinde işe dönmek için başvuruda bulunmakla, toplu iş sözleşmesinden yararlanma noktasında iş sözleşmesi hiç feshedilmemiş gibi değerlendirmeye gidilmelidir. Gerçekten davacının sendika üyeliği devam ettiği sürece tarafı bulunduğu sendika ile işveren arasında imzalanan toplu iş sözleşmesi işçiyi bağlar.

Ayrıca belirtmek gerekir ki, her toplu iş sözleşmesi öncekinden bağımsız olup, ücret de dahil olmak üzere hakların irade serbestisi içinde belirlenmesi mümkündür.

Toplu iş sözleşmesi ile işçi ücretlerinin düşürülmesi ya da ücretin eklerinin kısmen kaldırılması çalışma koşullarında esaslı değişiklik niteliğinde olmayıp, 4857 sayılı iş Kanunu`nun 22. maddesinde öngörülen prosedürün uygulanmasını gerektirmez.

Yine birbirinden bağımsız toplu iş sözleşmeleri ile ücretlerin farklı belirlenmesi 4857 sayılı İş Kanunu`nun 62. maddesinin ihlali anlamına da gelmez.

Toplu iş uyuşmazlığının tarafları, değişen ekonomik durum göz önünde tutarak birbiri ardına yürürlüğe girecek olan toplu iş sözleşmelerini birbirinden farklı şekilde bağıtlayabilirler. Önceki toplu iş sözleşmesi döneminde sağlanan hakların kazanılmış hak olarak yorumlanması ve hiçbir şekilde geri alınamayacağının kabulü, toplu iş sözleşmesinin özerkliğine de aykırılık oluşturur.

Toplu iş sözleşmeleri yönünde düzen ilkesi, her yeni toplu iş sözleşmesinin iş ilişkilerini yeniden düzenlenebileceğini ve yeni toplu iş sözleşmesinde eskisine göre daha az işçi yararına hükümler getirilebileceğini öngörmektedir. Bu yönüyle düzen ilkesi, kural olarak toplu iş sözleşmesiyle kazanılmış hak oluşumuna engel olur. Birbiri ardına imzalanan toplu iş sözleşmelerinin farklı sendikaların yetki alması sonucu değişik sendikalar tarafından bağıtlanmış olması da düzen ilkesi anlamında sonuca etkili değildir.

Toplu İş Sözleşmesi ile kazanılmış bir hakkın düzen ilkesi karşısında korunması için daha sonra bağıtlanan toplu iş sözleşmesinde önceki toplu iş sözleşmesinden doğan hakların korunacağı yönünde bir kayda ihtiyaç vardır.

Somut olayda, davacının üyesi bulunduğu sendika ile işveren arasında imzalanan toplu iş sözleşmesinde bu yönde bir kurala yer verilmemiş ve işe iade davası devam eden işçiler bakımından ayrık bir düzenlemeye gidilmemiştir.

Davacının işe davet edildiği dönemde işyerinde uygulanan toplu iş sözleşmesinin 34. maddesinde işçi ücretleri yönünden çeşitli guruplara göre ayarlamaya gidilmiştir. Bu durum işyerinde çalışmakta olan işçiler bakımından ilave bazı haklar anlamına gelmiş, ancak davacı işçide dahil olmak üzere işe iade davası devam eden işçilerin ücretlerinden indirime gidilmiştir. Davacı işçinin iş sözleşmesi feshedilmemiş olsaydı dahi, toplu iş sözleşmesinin ücrete dair 34. maddesinin uygulanması gerekecekti. Davacının işe iade davası açmış olması da toplu iş sözleşmesinin uygulanmasını ortadan kaldırmamaktadır.

İşe iade davası sonunda işçinin sözleşmenin feshedildiği şartlarla eski işine dönmesi asıl ise de, işe başlatma anına kadar işçi ücretlerine gelen artışlar ilave edilerek işe başlatılması gerektiği gibi, yasalara uygun olarak gerçekleşen ücret indirimlerinin de işe başlatma anında dikkate alınması gerekir.

Somut olayda, davacı işçinin üyesi bulunduğu sendika ile işveren arasında bağıtlanan sözleşmenin davacı yönünden işe başlatıldığı tarihten itibaren uygulanması gerekir. Davacının toplu iş sözleşmesinin uygulanmasına karşı çıkarak işe başlamayı reddetmesi ve işyerinden ayrılması, işe başlama yönünde gerçek bir iradenin ortaya konulmadığı anlamına gelmektedir.
Davacı işçinin işe iade başvurusunda bulunmamış olması sebebiyle 4857 sayılı İş Kanunu`nun 21/5. maddesi uyarınca işverence 31.10.2006 tarihinde yapılan fesih geçerli bir feshin sonuçlarını doğurur.

Böyle olunca işe iade davasında tespit edilen işe başlatmama tazminatı ile boşta geçen süre ücretine hak kazanılması söz konusu olmaz. Yine, 31.10.2006 tarihli fesih geçerli hale gelmekle, 4 aylık sürenin ilavesine ve ücret artışına bağlı olarak ihbar ve kıdem tazminatı talep edilmesi de mümkün değildir.

Mahkemece davanın reddi gerekirken yazılı şekilde isteklerin kabulü hatalı olup bozmayı gerektirmiştir…),

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI:

Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle davacı tarafından açılan işe iade davasının kabulüne dair kararın kesinleşmesi sonucu işverenin 31.10.2006 tarihinde gerçekleştirdiği iş akdinin feshi işleminin hükümsüz hale gelip, işverence yapılan davetin kabulü ile işe başlamak üzere işyerinde hazır bulunulan 23.8.2007 tarihi itibariyle iş akdinin devam ediyor olmasına; davacının, işveren ile toplu iş sözleşmesi imzalamış olan sendikanın üyesi olması nedeniyle bu sendikanın imzaladığı toplu iş sözleşmesinin davacı yönünden bağlayıcı olması ve uygulanmasının da zorunlu bulunmasına göre, Hukuk Genel Kurulu`nca da benimsenen özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının özel daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.`nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 15.7.2009 gününde oybirliği ile karar verildi.

Y.H.G.K. Esas : 2009/9-345 Karar : 2009/392 Tarih : 15.7.2009

PicLensButton YHGK Esas : 2009/9 345 Karar : 2009/392 Tarih : 15.7.2009

YHGK 15.7.2009 E.2009/14-353 – K.2009/397


 YHGK 15.7.2009 E.2009/14 353 – K.2009/397

– Mer`A Tahsis Kararlarının İlanı Ve Tebliği
– Tahsis Kararlarının İlanı Ve Tebliği
– Mer`A Tahsis Kararlarına İtiraz (Hak Düşürücü Süre – 5 Yıl) –

4342 Sa.Ka.7,13,21

1. Mer`a tahsis kararları, O YERİN köy muhtarlığı ile belediye başkanlığına, defterdarlık veya mal müdürlüğüne, ilgili orman müdürlüğüne ve tarım reformu teşkilatına tebliğ edilir. Ayrıca köy ve belediyelerde ve bunların bağlı olduğu ilçelerde alışılmış araçlarla ilan edilir ve bu konuda tutanaklar ve haritalar eklenerek 30 gün süreyle askıya çıkartılır.
“O YERİN” köy muhtarlığı ile belediye başkanlığı sözcüğünden maksat, taşınmazın bulunduğu köy muhtarlığı veya belediye başkanlığıdır.
Tahsis kararının, tahsis edilen meranın bulunduğu köy veya belediye dışındaki civar köy veya belediyelerde ayrıca ilanı gerekmez.

2. Yerel Mahkemece, bu kabul şekline uygun düşmeyen direnme kararı yerinde değildir.
NE VARKİ: 4342 Sayılı Mera Kanununun 21. maddesinin 2. fıkrası; “… tahsis kararlarında belirtilen haklara tahsislerin kesinleştiği tarihten itibaren 5 yıl geçtikten sonra tespitlerden önceki hukuki sebeplere dayanılarak itiraz edilemez ve bunlara karşı dava açılamaz…” hükmü uyarınca davacı köy, davalı belediyeye yapılan tahsis işleminin kesinleştiği 25.4.2000 tarihinden itibaren 5 yıl içinde tahsis işlemine karşı genel mahkemelerde dava açabilir.
Direnme kararı, açıklanan değişik gerekçerle yerinde olduğundan, karar düzeltme talebinin kabulü ile Hukuk Genel Kurulunun 4.3.2009 gün 2009/14-58-111 sayılı kararı kaldırılarak dosya Özel Daireye gönderilmiştir.

DAVA ve KARAR:

Taraflar arasındaki davadan dolayı, bozma üzerine direnme yoluyla; Konya 4. Asliye Hukuk Mahkemesinden verilen 27.10.2008 gün ve 303-374 sayılı kararın bozulmasını kapsayan ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu`ndan çıkan 4.3.2009 gün, 2009/14-58 Esas – 2009/111 Karar sayılı ilamın, karar düzeltilmesi yoluyla incelenmesi davacı vekili tarafından verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla; Hukuk Genel Kurulu`nca dilekçe, düzeltilmesi istenen ilam ve dosyadaki ilgili bütün kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI:

Asıl dava, meraya haksız elatmanın önlenmesi ve muarazanın giderilmesi, birleşen dava ise iptal ve sınırlandırma istemlerine ilişkindir.

Özel Dairenin yukarıya alınan bozma kararında çekişme konusu 349 ada 300 sayılı mera parselinin davalı Hatunsaray Belediye sınırları içerisinde olduğu ve tahsis kararı sonuçlarının ayrıca davacı köyde ilanı gerekmeyeceğinden, 24.3.2000 – 24.4.2000 olan askı ilanına göre 17.2.2004 ve 12.5.2004 tarihlerinde açılan davalar 30 günlük askı ilan süresi içinde açılmadığından bahisle davaların bu nedenle reddi gerekeceğine işaret edilmiş, yerel mahkemece davacı köyde tahsis sonuçları ayrıca ilan edilmediğinden, sonuçların öğrenilmesi tarihine göre açılan dava süresinde kabul edilerek istek kısmen hüküm altına alınmıştır.

Dosyadaki bilgi ve belgelerden, 942.670 m2 yüzölçümündeki 349 ada 300 parsel sayılı taşınmazın 1993 yılındaki genel kadastro işlemleri sırasında mera olarak sınırlandırıldığı, yararlanma hakkının ise davalı belediyeye bırakıldığı, özel siciline de bu niteliği ile yazıldığı, 2000 yılında ise, aynı alanda 4342 sayılı Mera Kanunu uyarınca mera, yaylak ve kamuya ait otlak ve çayırların tespiti, tahdidi ile köy veya belediye tüzel kişilikleri adına tahsislerinin yapılması işlemleri başlatıldığı, dava konusu meranın yararlanma hakkının davalı belediyeye bırakıldığı, askı ilanı süresinde itiraz ve dava olmadığından yapılan tahsis işleminin kesinleştiği anlaşılmaktadır.

“Tahsis Kararının Tebliği, İlanı, İtirazı ve Kütüğü Kayıt” başlıklı 4342 Sayılı Mera Kanununun 13. maddesinin 4. fıkrası “… tahsis kararları, o yerin köy muhtarlığı ile belediye başkanlığına, defterdarlık veya mal müdürlüğüne, ilgili orman müdürlüğüne ve tarım reformu teşkilatına tebliğ edilir. Ayrıca köy ve belediyelerde ve bunların bağlı olduğu ilçelerde alışılmış araçlarla ilan edilir ve bu konuda tutanaklar ve haritalar eklenerek 30 gün süreyle askıya çıkartılır…” şeklindedir. Yasa hükmünde yer alan “… o yerin köy muhtarlığı ile belediye başkanlığı …” sözcüğünden maksat, taşınmazın bulunduğu köy muhtarlığı veya belediye başkanlığıdır. Görülüyor ki, tahsis kararının ayrıca tahsis edilen meranın bulunduğu köy veya belediye dışındaki civar köy veya belediyede ayrıca ilanı gerekmez. Yerel mahkemece, bu kabul şekline uygun düşmeyen direnme kararı yerinde değildir.
Ne var ki, 4342 Sayılı Mera Kanununun 21. maddesinin 2. fıkrası; “… tahsis kararlarında belirtilen haklara tahsislerin kesinleştiği tarihten itibaren 5 yıl geçtikten sonra tespitlerden önceki hukuki sebeplere dayanılarak itiraz edilemez ve bunlara karşı dava açılamaz…” hükmünü içermektedir. Anılan hüküm uyarınca davacı köy, davalı belediyeye yapılan tahsis işleminin kesinleştiği 25.4.2000 tarihinden itibaren 5 yıl içinde tahsis işlemine karşı genel mahkemelerde dava açabilir. 4342 Sayılı Mera Kanunu’nun 7. maddesi 2. ve son fıkra hükümlerine göre otuz günlük süre içinde açılacak davalar, mera parselinin bulunduğu çalışma alanında aynı zamanda kadastro işlemleri de yapılmakta ve mera tespit ve tahdit işlemleri kadastro komisyonlarınca gerçekleştirilmekte ise, bundan kaynaklanan uyuşmazlıkların kadastro mahkemelerinde görülmesi ile ilgilidir.

Hal böyle olunca; davacı köyün, 17.2.2004 ve 12.5.2004 tarihlerinde açtığı asıl ve birleştirilen davalar 5 yıllık süre içinde ikame edildiğinden, çekişmenin esası incelenmelidir. Direnme kararı, açıklanan değişik gerekçerle yerinde olduğundan ve ancak davalının diğer temyiz itirazları Özel Dairece incelenmediğinden bozmaya ilişkin Hukuk Genel Kurulunun 4.3.2009 gün 2009/14-58-111 sayılı kararının kaldırılarak dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle Davacı Kayadibi Köyü tüzel kişiliği temsilcisinin karar düzeltme isteminin kabulü ile direnme kararının bozulmasına ilişkin Hukuk Genel Kurulunun 4.3.2009 gün 2009/14-58-111 sayılı kararının KALDIRILMASINA, yerel mahkemenin direnme kararı yukarıda açıklanan nedenlerle usul ve yasaya uygun bulunmakla birlikte davacı temsilcisinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 14. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, oybirliği ile karar verildi.

Y.H.G.K. 15.7.2009 E.2009/14-353 – K.2009/397

PicLensButton YHGK 15.7.2009 E.2009/14 353 – K.2009/397

YHGK 15.7.2009 E.2009/4-276 – K.2009/396


  YHGK 15.7.2009 E.2009/4 276 – K.2009/396

– Yayın Yoluyla Kişilik Haklarına Saldırı (Bilirkişi Raporunun Eleştirilmesi)

– Bilirkişi Raporunun Eleştirilmesi (Yayın Yoluyla Kişilik Haklarına Saldırı – Küçük Çocuğun Ölümü Ailesine Maddeden Zararmıdır Yararmıdır)
– Basın Özgürlüğü (Kişilik Haklarına Saldırı) –

TMK.24,25,28 – 5187 Sa.Ka.1,3

Dava, yayın yolu ile kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat isteğine ilişkindir.
Davacı, bilirkişi olarak hazırlamış olduğu bir rapor sonrası, yazılan dava konusu yazı ile kişilik haklarına saldırıda bulunulduğunu ileri sürmüştür.

Davaya konu yayında, trafik kazası sonucu ölen küçük bir çocuğun anne ve babası tarafından açılan tazminat davasında hazırlanmış olan bilirkişi raporunda, anne ve babanın çocuk için yapacakları yetiştirme giderlerinin çocuğun anne ve babasına sağlayacağı destek miktarından fazla olacağı şeklinde bir gerekçe ile zarar oluşmayacağı görüşüne varılmış olmasının yanlışlığı anlatılmıştır.

Yayının içeriği ve kullanılan ifade şekli itibarıyla eleştiri sınırları aşılmamıştır. Konu ile ifade arasındaki düşünsel bağlılık anlamında da, davacının kişilik haklarına saldırı söz konusu değildir.

Bu durumda çatışan yararlar dengesi davacı yararına bozulmamış, davalı bakımından da hukuka uygunluk nedeni gerçekleşmiştir.

Açıklanan nedenler karşısında, davanın reddi gerekirken kısmen kabulüne karar verilmiş olması doğru görülmemiştir.

DAVA ve KARAR:

Taraflar arasındaki “manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 2. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 10.10.2006 gün ve 2006/201 E. – 392 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine,

Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 22.1.2008 gün ve 2007/4004 E. – 2008/352 K. sayılı ilamı;

(…Dava, yayın yolu ile kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat isteğine ilişkindir.

Davacı bilirkişi olarak hazırlamış olduğu bir rapor sonrası yazılan dava konusu yazı ile kişilik haklarına saldırıda bulunulduğunu ileri sürmüştür.

Davalı vekili ise yayının hukuka uygun olduğunu savunarak davanın reddine karar verilmesini istemişlerdir.

Mahkemece yayının veriliş şekli ile hukuka aykırı olduğu kabul edilerek davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Basın özgürlüğü, Anayasanın 28. maddesi ile 5187 sayılı Basın Yasasının 1. ve 3. maddelerinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemelerde basının özgürce yayın yapmasının güvence altına alındığı görülmektedir. Basına sağlanan güvencenin amacı; toplumun sağlıklı, mutlu ve güvenlik içinde yaşayabilmesini gerçekleştirmektir. Bu durum da halkın dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren konularda bilgi sahibi olması ile olanaklıdır. Basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma ve yönlendirmede yetkili ve aynı zamanda sorumludur. Basının bu nedenle ayrı bir konumu bulunmaktadır. Bunun içindir ki, bu tür davaların çözüme kavuşturulmasında ayrı ölçütlerin koşul olarak aranması, genel durumlardaki hukuka aykırılık teşkil eden eylemlerin değerlendirilmesinden farklı bir yöntemin izlenmesi gerekmektedir. Basın dışı bir olaydaki davranış biçiminin hukuka aykırılık oluşturduğunun kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayındaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir.

Ne var ki basın özgürlüğü sınırsız olmayıp, yayınlarında Anayasanın Temel Hak ve Özgürlükler bölümü ile Türk Medeni Kanununun 24 ve 25. maddesinde yer alan ve yine özel yasalarla güvence altına alınmış bulunan kişilik haklarına saldırıda bulunulmaması da yasal ve hukuki bir zorunluluktur.

Basın özgürlüğü ile kişilik değerlerinin karşı karşıya geldiği durumlarda; hukuk düzeninin çatışan iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Bu iki değerden birinin diğerine üstün tutulması gerektiği, bunun sonucunda da, daha az üstün olan yararın daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında o olayda ve o an için korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir. Bunun için temel ölçüt kamu yararıdır. Gerek yazılı ve gerekse görsel basın bu işlevini yerine getirirken, özellikle yayının gerçek olmasını, kamu yararı bulunmasını, toplumsal ilginin varlığını, konunun güncelliğini gözetmeli, haberi verirken özel biçim arasındaki dengeyi de korumalıdır. Yine basın, objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle yayın yapmalıdır. O anda ve görünürde var olup da sonradan gerçek olmadığı anlaşılan olayların yayınından da basın sorumlu tutulmamalıdır.

Davaya konu yayında, trafik kazası sonucu ölen küçük bir çocuğun anne ve babası tarafından açılan tazminat davasında hazırlanmış olan bilirkişi raporunda, anne ve babanın çocuk için yapacakları yetiştirme giderlerinin çocuğun anne ve babasına sağlayacağı destek miktarından fazla olacağı şeklinde bir gerekçe ile zarar oluşmayacağı görüşüne varılmış olmasının yanlışlığı anlatılmıştır. Dava konusu yayının yapıldığı tarihlerde bu konu kamuoyuna yansımış ve birçok yayına konu olmuştur. Söz konusu rapor davacı tarafından ilmi veriler ile Yargıtay uygulamaları gözetilerek hazırlanmış olmakla birlikte kamuoyuna yansıması ve algılanışı farklı olmuştur.

Dava konusu yayında da güncel olan ve kamuoyunun ilgisini çeken bir konunun yorum ve eleştirisi yapılmıştır. Yayının içeriği ve kullanılan ifade şekli itibarıyla da eleştiri sınırlarını aşılmamıştır. Konu ile ifade arasındaki düşünsel bağlılık anlamında da, davacının kişilik haklarına saldırı söz konusu değildir. Bu durumda çatışan yararlar dengesi davacı yararına bozulmamış, davalı bakımından da hukuka uygunluk nedeni gerçekleşmiştir. Açıklanan nedenler karşısında, davanın reddi gerekirken kısmen kabulüne karar verilmiş olması doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI:

Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının BOZULMASINA, oyçokluğu ile karar verildi.

Y.H.G.K. 15.7.2009 E.2009/4-276 – K.2009/396

PicLensButton  YHGK 15.7.2009 E.2009/4 276 – K.2009/396

YHGK 15.7.2009 E.2009/3-352 – K.2009/348


 YHGK 15.7.2009 E.2009/3 352 – K.2009/348

– ÖN SORUN (Nafaka Artırımı Davasından)

– TEMYİZ EDİLEBİLİRLİK SINIRI (Nafaka Artırımı – Ard Etkisi)

– NAFAKA DAVALARININ ARD ETKİSİ (Temyiz Edilebilirlik Sınırı)

– KISA KARAR ZABIT KATİBİ İLE GEREKÇELİ KARAR ZABIT KATİBİNİN FARKLI OLMASI DERDESTLİK (Nafaka Artırımı Davalarında)

– NAFAKA ARTIRIMI DAVALARINDA DERDESTLİK İDDİASI –

TMK.176/4, 182, 331 – HUMK.381/1-2, 388/1, 390

Dava, yoksulluk ve iştirak nafakası miktarlarının artırılması istemine ilişkindir.
1. Davada aylık 100.- YTL. fark üzerinden yıllık toplam 1.200.- YTL. (fark) yoksulluk nafakası istenmiştir. Bu miktar direnme kararının verildiği tarihte yasal temyiz edilebilirlik sınırının altında kalmakta ise de nafaka davalarının hukuki niteliği ve hükmedilecek miktarın takip eden yıllar için istenebilecek nafaka miktarına etkisinin “ard etkisi” kapsamında değerlendirilmesi sonucu, kararın temyiz incelemesinin yapılmasına oybirliği ile karar verilmiştir.
2. Kısa kararın verildiği duruşmaya katılan zabıt katibi ile gerekçeli kararı yazan zabıt katibi aynı değildir.
Ne var ki, her birinin yapmış olduğu işlemde, yani tuttukları tutanak ve yazdıkları kararda ad, soyad ve sicil numaraları ve altında da imzaları bulunmaktadır.
Kısa karar tutanağını düzenleyen katibin gerekçeli kararı da yazması gerektiği yönünde bir usul hükmü ve yasal düzenleme bulunmadığı gibi 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 381/2. 388/1. ve 390. maddeleri hükümlerine aykırılıktan da söz edilemeyeceğinden; mahkemece yapılan işlemlerde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmadığının kabulü gerekir.
3. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık: daha önce açılan nafakanın arttırılması davasının hükme bağlanmasından sonra, bu karar kesinleşmese dahi yeni dönem için nafakanın arttırılması davası açılmasının usulen olanaklı olup olmadığı, noktasında toplanmaktadır.

Tarafların sosyal ve ekonomik durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde taraflarca her zaman nafaka artırımı davası açılabilir. AYNI KONUDA, FAKAT DEĞİŞİK DÖNEMLERE İLİŞKİN OLMAK ÜZERE DAHA ÖNCE AÇILAN DAVALARIN DERDEST OLMASI YA DA KARARA BAĞLANIP TA KARARIN KESİNLEŞMEMESİ, TAKİP EDEN DÖNEM İÇİN NAFAKA ARTIRIMI DAVASI AÇILMASINA ENGEL DEĞİLDİR.

Mahkemece, açıklanan hususlar ve yasal düzenlemeler nazara alınarak, her iki nafakanın da hakkaniyete uygun biçimde arttırılmasına karar verilmesi gereğine işaret eden ve Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen bozma ilamına uyulması gerekirken, aksine gerekçelerle önceki kararda direnilerek davanın reddedilmiş olması usul ve yasaya aykırıdır.

DAVA ve KARAR:

Taraflar arasındaki nafakanın arttırılması davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 4. Aile Mahkemesince davanın reddine dair verilen 3.10.2007 gün ve 2007/542-958 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine,
Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 25.2.2008 gün ve 2008/338-2809 sayılı ilamı;
“…Davada; yoksulluk ve müşterek çocuk Alperin iştirak nafakasının zaman içerisinde ihtiyaçları karşılamadığı ileri sürülerek yoksulluk nafakasının 150.- YTL.’den aylık 500.- YTL.’ye iştirak nafakasının 130.- YTL.’den aylık 500.- YTL.’ye yükseltilmesi talep ve dava edilmiştir.

Mahkemece bu davadan önce davacı tarafça Ankara 7. Aile Mahkemesinde nafaka artırımı davası açıldığı, önceki bu davanın kesinleşmesi beklenmeden eldeki davanın açıldığı, bu durumda nafakaya hükmolunması halinde önceki nafakaların ortadan kalkacağı, davacının talebinin hakkın kötüye kullanması niteliğinde olduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiş hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

TMK.’nun 176/4. ve 331.maddelerine göre, tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde taraflarca her zaman nafaka artırımı davası açılabilir. Buna göre önceki davaların derdest olup kesinleşmemiş olması nafaka artırımı davası açılmasına mani değildir. Somut olayda, önceki nafaka artırım davasının dava tarihi ile bu davanın açıldığı tarih arasında bir yıldan fazla bir süre geçmiştir. Bu süre içerisinde tarafların sosyal ve ekonomik durumları gibi doğal olarak davacının ihtiyaçlarının arttığı, müşterek çocuğunda yaşının büyüdüğü, ihtiyaçları ve eğitim giderlerinin arttığı sabittir. Paranın da alım gücünde en azından enflasyon oranında değer kaybına uğramış olduğunda bilinen bir gerçektir. Açıklanan nedenlerle nafakaların hakkaniyete uygun bir miktarda artırılmasına karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucunda yazılı şekilde davanın reddedilmiş olması doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.

Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün bozulmasına…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI:

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, yoksulluk ve iştirak nafakası miktarlarının artırılması istemine ilişkindir.
İşin esasına ilişkin görüşmelere geçilmezden evvel, usul yönünden iki ön sorun ele alınmıştır:

Bunlardan ilki, davaya konu yoksulluk nafakası (fark) isteminin yıllık toplam miktarına göre “13.2.2009 tarihli direnme hükmünün buna ilişkin kısmının miktar itibariyle temyiz edilebilir olup olmadığı” dır.

Davada aylık 100.- YTL. fark üzerinden yıllık toplam 1.200.- YTL. (fark) yoksulluk nafakası istenmiştir. Bu miktar direnme kararının verildiği tarihte yasal temyiz edilebilirlik sınırının altında kalmakta ise de nafaka davalarının hukuki niteliği ve hükmedilecek miktarın takip eden yıllar için istenebilecek nafaka miktarına etkisinin “ard etkisi” kapsamında değerlendirilmesi, sonucu kararın temyiz incelemesinin yapılmasına oybirliği ile karar verilmiştir.

İkinci ön sorun ise, direnmeye ilişkin gerekçeli kararın, yüze karşı verilen (tefhim edilen) kısa karar tutanağını düzenleyip, imzalayan zabıt katibinden başka bir katip tarafından yazılıp, imzalanmasının usul ve yasaya aykırı olup olmadığıdır.
Somut olayda; kısa kararın verildiği duruşmaya katılan zabıt katibi ile gerekçeli kararı yazan zabıt katibi aynı değildir. Ne var ki, her birinin yapmış olduğu işlemde, yani tuttukları tutanak ve yazdıkları kararda ad, soyad ve sicil numaraları ve altında da imzaları bulunmaktadır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 28.5.2008 gün ve 2008/10-402 E. – 2008/411 K.; 22.10.2008 gün ve 2008/19-632 E. – 2008/647 K.; 4.3.2009 gün ve 2009/19-67 E. – 2009/97 K. sayılı; Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 25.5.1999 gün ve 1999/6-135 E. 1999/135 K.; 2.3.2004 gün ve 2004/5-29 E., 2004/63 K. sayılı ilamlarında da kararlı olarak vurgulandığı üzere; kısa karar tutanağını düzenleyen katibin gerekçeli kararı da yazması gerektiği yönünde bir usul hükmü ve yasal düzenleme bulunmadığı gibi 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 381/2. 388/1. ve 390. maddeleri hükümlerine aykırılıktan da söz edilemeyeceğinden, mahkemece yapılan işlemlerde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmadığının kabulü ile ön sorun oybirliği ile reddedilmiş; ayrıca direnme kararında dava tarihinin hatalı yazılmış olması da mahallinde düzeltilebilir hata olarak kabul edilmiştir.

Böylece her iki ön sorun da aşıldıktan sonra işin esasının incelenmesine geçilmiştir.

İşin esasına gelince;
Davacı yanca eldeki davadan önce Ankara 7. Aile Mahkemesine 28.3.2006 tarihinde açılan dava ile aylık 110.- YTL. olan iştirak nafakasının ve aylık 90.- YTL. olan iştirak nafakasının her biri 200.- YTL. ye olmak üzere arttırılması istenmiş; mahkemece, dava tarihinden itibaren geçerli olmak üzere aylık yoksulluk nafakasının 150.- YTL. ye, iştirak nafakasının da 130.- YTL. ye çıkarılmasına 11.4.2007 tarihinde karar verilmiştir. Bu kararın temyizi aşamasında davacı tarafça eldeki dava açılmıştır.

Eldeki dava sürerken Ankara 7. Aile Mahkemesi kararına yönelik temyiz istemi Yargıtay 3. Hukuk Dairesince “kararın kesin olması nedeniyle” reddedilmiştir.
Davacı kadın kendi adına asaleten, küçük Alperen’e velayeten iştirak ve yoksulluk nafakasının arttırılması istemiyle 23.5.2007 tarihinde eldeki davayı açmış; anılan kararla hükmedilen 150.- YTL. aylık yoksulluk nafakası ile 130.- YTL. aylık iştirak nafakası miktarlarının her biri 250.- YTL. olmak üzere yükseltilmesini istemiştir.

Dava dilekçesi davalı tarafa 7.6.2007 tarihinde tebliğ edilmiş; davalı vekili 11.6.2007 havale tarihli dilekçesiyle derdestlik itirazında da bulunarak davanın esasa girilmeden reddini, esasa girilmesi halinde de esastan reddini istemiştir.
Mahkemece, Ankara 7. Aile Mahkemesinin dosyası getirtilip, incelendikten sonra davanın reddine karar verilmiştir.

Mahkeme red kararını, eldeki davanın, daha önce açılan nafakanın artırılması istemli dava nedeniyle Ankara 7. Aile Mahkemesince verilen 11.4.2007 tarihli kararın kesinleşmesinden önce açıldığı, yeniden nafaka bağlanmasının o davada hükmedilen nafakaları ortadan kaldırıcı nitelik taşıdığı, bu şekilde hüküm kurulamayacağı, davacının isteğinin de hakkın suistimali olarak kabul edildiği, gerekçesine dayandırmıştır.
Davacı vekilinin temyizi üzerine Özel Daire başlık bölümünde açıklanan nedenlerle hükmün bozulmasına karar vermiştir.

Mahkemece önceki kararda direnilmiş; hükmü temyize, davacı vekili getirmiştir.
Ankara 7. Aile Mahkemesinin 11.4.2007 tarihli kararına karşı temyiz isteminin Özel Dairece kesinlik nedeniyle reddedildiği; eldeki davanın ilk davanın karara bağlanmasından sonra, temyiz inceleme sonucu beklenmeden açıldığı, konusunda Yerel Mahkeme ve Özel Daire arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık: daha önce açılan nafakanın arttırılması davasının hükme bağlanmasından sonra, bu karar kesinleşmese dahi yeni dönem için nafakanın arttırılması davası açılmasının usulen olanaklı olup olmadığı, noktasında toplanmaktadır.

Öncelikle, konuya ilişkin yasal düzenlemelerin irdelenmesinde yarar vardır:
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “Tazminat ve Nafakanın Ödenme Biçimi” başlıklı 176. maddesinin 1. fıkrasında “Maddi tazminat ve yoksulluk nafakasının toptan veya durumun gereklerine göre irat biçiminde ödenmesine karar verilebilir.” 4. fıkrasında da; “Tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde iradın artırılması veya azaltılmasına karar verilebilir.” denilmekte;

“Hakimin Takdir Yetkisi” başlıklı 182. maddesinin 2. fıkrasında; ”Velayetin kullanılması kendisine verilmeyen eşin çocuk ile kişisel ilişkisinin düzenlenmesinde, çocuğun özellikle sağlık, eğitim ve ahlak bakımından yararları esas tutulur. Bu eş, çocuğun bakım ve eğitim giderlerine gücü oranında katılmak zorundadır.”; 3. fıkrasında da “Hakim, istem halinde irat biçiminde ödenmesine karar verilen bu giderlerin gelecek yıllarda tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına göre ne miktarda ödeneceğini karara bağlayabilir.” hükmü yer almaktadır.
Yine aynı Kanunun “Durumun Değişmesi” başlıklı 331. maddesinde; “Durumun değişmesi halinde hakim, istem üzerine nafaka miktarını yeniden belirler veya nafakayı kaldırır.” düzenlemesine yer verilmiştir.

Görüldüğü üzere; tarafların sosyal ve ekonomik durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde taraflarca her zaman nafaka artırımı davası açılabilir. Aynı konuda, fakat değişik dönemlere ilişkin olmak üzere daha önce açılan davaların derdest olması ya da karara bağlanıp ta kararın kesinleşmemesi takip eden dönem için nafaka artırım davası açılmasına engel değildir.

Somut olayda; davacı tarafın, eldeki davadan önce, Ankara 7. Aile Mahkemesine 28.3.2006 tarihinde açtığı davanın yapılan yargılaması sonunda, dava tarihinden itibaren geçerli olmak üzere aylık yoksulluk nafakasının 150.- YTL. ye, iştirak nafakasının da 130.- YTL. ye çıkarılmasına, 11.4.2007 tarihinde karar verilmiştir.
23.5.2007 tarihinde açılan eldeki dava ile de, anılan kararda hükmedilen 150.- YTL. aylık yoksulluk nafakası ve 130.- YTL. aylık iştirak nafakası miktarlarının, dava tarihinden itibaren her biri 250.- YTL. olmak üzere yükseltilmesi istenmiştir.
Şu durumda, eldeki dava ile önceki davada nafakanın artırılması istemine konu edilen dönemler aynı olmayıp, iki dava arasında şartların değiştiğini kabule yeterli -bir yıldan fazla- süre de geçmiştir.

Mahkeme her ne kadar red kararını, eldeki davanın, daha önce açılan nafakanın artırılması istemli dava nedeniyle verilen 11.4.2007 tarihli kararın kesinleşmesinden önce açıldığı, yeniden nafaka bağlanmasının o davada hükmedilen nafakaları ortadan kaldırıcı nitelik taşıdığı, bu şekilde hüküm kurulamayacağı, davacının isteğinin de hakkın suistimali olarak kabul edildiği, gerekçelerine dayandırmışsa da; açıklanan fiili ve hukuki olgular karşısında, farklı dönemlere ait istemlerin diğer döneme ait nafakaları ortadan kaldırması söz konusu olmayacağı gibi, ilk açılan davada verilen artırma kararının da kesinleşmiş olması gerekmemektedir.

Ayrıca, davacı taraf, içinde bulunduğu koşulların değiştiğini ileri sürerek yasadan kaynaklanan hakkını kullanmış olduğundan, bunun hakkın kötüye kullanılması olduğunu kabule de olanak bulunmamaktadır.

Diğer taraftan, iki dava arasında geçen süre içinde, ülke koşulları da gözönüne alındığında, tarafların sosyal ve ekonomik durumlarının değişerek ihtiyaçlarının artması olağandır.
Küçüğün artan yaşı ile birlikte ihtiyaçlarının ve eğitim giderlerinin arttığı gözetildiğinde de, nafakanın arttırılmasını talep edebilme koşullarının gerçekleştiğinin kabulü gerekir.
Mahkemece, açıklanan hususlar ve yasal düzenlemeler nazara alınarak, her iki nafakanın da hakkaniyete uygun biçimde arttırılmasına karar verilmesi gereğine işaret eden ve Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen bozma ilamına uyulması gerekirken, aksine gerekçelerle önceki kararda direnilerek davanın reddedilmiş olması usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle; direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, oybirliği ile karar verildi.

Y.H.G.K. 15.7.2009 E.2009/3-352 – K.2009/348

PicLensButton YHGK 15.7.2009 E.2009/3 352 – K.2009/348

YHGK 15.7.2009 E.2009/4-346 – K.2009/394


  YHGK 15.7.2009 E.2009/4 346 – K.2009/394

– HATALI ÜRETİM NEDENİYLE TAZMİNAT

– KONSERVEDEN SALYANGOZ ÇIKMASI (Maddi ve Manevi Tazminat)

– ZARARIN (BELGELENDİRİLEMEMESİ HALİNDE)TAYİNİ –

BK.42 – TMK.13,15

1. Davacı, davalı tarafından üretilen ve cam kavanozda satışa sunulan bezelye konservesinden salyangoz çıktığını, hijyenden yoksun ürün nedeniyle psikolojik rahatsızlık geçirdiğinden manevi;  ayrıca ürün içindeki salyangozun tespiti için yapılan gerekli işlemler nedeniyle harcadığı masraflar karşılığı olarak da maddi tazminat istemiştir.
Mahkeme, maddi tazminat belgelenemediğinden bu kaleme ilişkin talebi reddetmiş, manevi tazminat istemini ise kısmen kabul etmiştir.
2. Davacı her ne kadar tazminata esas zararını belgelendirememişse de, ortada maddi bir takım harcamaları gerektiren eylemler bulunduğu ve maddi zararın olduğu açıktır. Şu durumda mahkemece gerekirse Borçlar Kanunu    42/2. maddesine göre zarar belirlenerek hüküm altına alınması gerekirken, ispatlanamadığı gerekçesiyle bu kalem istemin reddi usul ve yasaya aykırı görüldüğünden kararın bozulması gerekmiştir.
Davacı, içinde salyangoz bulunduğunu fark ettiği bezelye konservesini tüketmemiştir. Hal böyle olunca,  davacının kişilik değerleri yönünden bir eksilme olduğundan ve doğmuş bir zararın varlığından sözedilemez.

DAVA ve KARAR:

Taraflar arasındaki “maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 2. Tüketici  Mahkemesince davanın kısmen kabul, kısmen reddine dair  verilen 28.2.2007 gün ve 2004/5273 E. – 2007/79 K.  sayılı kararın incelenmesi taraflarca istenilmesi üzerine,

Yargıtay  4. Hukuk Dairesinin 27.3.2008 gün ve  2007/7991 –   2008/4172 sayılı ilamı;

(…1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre tarafların aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları reddedilmelidir.

2- Davacının diğer temyiz itirazlarına gelince; dava, hatalı üretim nedeniyle uğranılan zararın tazminine ilişkindir. Mahkemece, dava kısmen kabul edilmiş; kararı taraflar temyiz etmişlerdir.

Davacı, davalı tarafından üretilen ve cam kavanozda satışa sunulan bezelye konservesinden salyangoz çıktığını, hijyenden yoksun ürün nedeniyle psikolojik rahatsızlık geçirdiğinden manevi, ayrıca ürün içindeki salyangozun tespiti için yapılan gerekli işlemler nedeniyle harcadığı masraflar karşılığı olarak da   maddi tazminat istemiştir. Mahkeme, maddi tazminat belgelenemediğinden bu kaleme ilişkin talebi reddetmiş, manevi tazminat istemini ise kısmen kabul etmiştir.
Davacı her ne kadar tazminata esas zararını belgelendirememişse de, ortada maddi bir takım harcamaları gerektiren eylemler bulunduğu ve maddi zararın olduğu açıktır. Şu durumda mahkemece gerekirse    Borçlar Kanunu  42/2. maddesine göre zarar belirlenerek hüküm altına alınması gerekirken, ispatlanamadığı gerekçesiyle bu kalem istemin reddi usul ve  yasaya aykırı görüldüğünden kararın bozulması gerekmiştir.

3- Davalının temyiz itirazlarına gelince; davacı, aldığı konservede salyangoz bulunduğundan manevi zarara uğradığını belirterek manevi tazminat istemiş; mahkeme, her ne kadar ürün tüketilmemiş ve zarar görülmemiş ise de,   gıda sektöründe çalışan davalının insan sağlığını önde tutması ve olumsuzlukları önleyici tedbirleri alması gerektiğinden bahisle manevi tazminata hükmetmiştir.

Manevi zarar, kişilik değerlerinde oluşan objektif bir eksilmedir. Duyulan acı, çekilen ızdırap manevi zarar değil onun görüntüsü olarak ortaya çıkabilir. Acı ve elemin manevi zarar olarak nitelendirilmesi sonucu, tüzel kişileri ve bilinçsizleri öte yönden acılarını içlerinde gizleyenleri tazminat isteme haklarından yoksun bırakmamak için yasalar manevi tazminat verilebilecek olguları sınırlamıştır.

Bunlar, kişinin ve ailenin onur ve saygınlığına yönelik suçlar,  kişilik değerlerinin zedelenmesi, isme saldırı, nisan bozulması, evlenmenin feshi, bedensel zarar ve öldürme ile kişilik haklarının zedelenmesidir.   Somut olayda davacı tarafından ürün tüketilerek oluşmuş bir zarar bulunmadığı gibi manevi tazminatı gerektirir yukarıda sayılan durumlar da yoktur. Bu nedenle davacının manevi tazminat isteminin tümden reddi gerekirken kısmen kabulü doğru görülmediğinden kararın bozulması gerekmiştir….) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI:

Uyuşmazlık davacı lehine manevi tazminata hükmedilip hükmedilemeyeceği noktasındadır.

Özel Daire bozma ilamında da belirtildiği üzere; davacı, içinde salyangoz bulunduğunu fark ettiği bezelye konservesini tüketmemiştir.

Hal böyle olunca,  davacının kişilik değerleri yönünden bir eksilme olduğundan ve doğmuş bir zararın varlığından sözedilemez.   Mahkemece, Özel Dairenin bozma ilamına  uyulması gerekirken,  önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının  Özel Daire Bozma Kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, oyçokluğu ile  karar verildi.

Y.H.G.K. 15.7.2009 E.2009/4-346 – K.2009/394

PicLensButton  YHGK 15.7.2009 E.2009/4 346 – K.2009/394