Etiket arşivi: BAŞKANLIĞI

Anayasa Mahkemesi Başkanlığı E: 2013/14 K: 2013/56 TCK’NIN İFTİRA SUÇUNU DÜZENLEYEN 267/5. FIKRASINDAKİ DÜZENLEMENİN İPTALİ

Anayasa Mahkemesi Başkanlığından:

 

Esas Sayısı    : 2013/14

Karar Sayısı : 2013/56

Karar Günü : 10.4.2013

                  

 

                   İTİRAZ YOLUNA BAŞVURAN : Tavşanlı Asliye Ceza Mahkemesi

                        

                         İTİRAZIN KONUSU : 26.9.2004 günlü, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 267. maddesinin (5) ve (6) numaralı fıkralarının Anayasa’nın 2., 10., 11. ve 38. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptallerine karar verilmesi istemidir.

 

         I- OLAY

 

         Sanık hakkında iftira suçundan açılan kamu davasında, itiraz konusu kuralların Anayasa’ya aykırı olduğu kanısına varan Mahkeme, iptalleri için başvurmuştur. 

 

                         II- İTİRAZIN GEREKÇESİ

 

                         Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir:

 

                         “I. OLAY

                        

                         Mahkememizin 2012/36 esas sayılı dosyasında; sanık ….’ın, mağdur ….’ya ait kimlik bilgilerini kullanarak, Tavşanlı’da fuhuş yaptırmak ve aracılık etmek ve iftira suçundan dolayı Mahkememizin 2008/531 esas sayılı dosyasında yargılandığı ve anılan dosyada yapılan yargılamanın sonucunda verilen 04/03/2010 tarih ve 2010/119 karar sayılı hüküm ile …..’nın fuhuşa aracılık ve yardımcı olmak suçundan TCK 227/2, 52/2 maddeleri uyarınca neticeten 2 YIL HAPİS VE 100 TL ADLİ PARA CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA, ayrıca …..’nın iftira suçundan TCK 267/1, 269/1 maddeleri uyarınca neticeten 2 AY 12 GÜN HAPİS CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA ve TCK 53/1 maddesine göre hak yoksunluğa karar verildiği, anılan kararın … yönünden 25/03/2010 tarihinde kesinleştirilerek İNFAZ EVRAKLARININ 26/04/2010 TARİHİNDE TAVŞANLI CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞINA TEVDİ EDİLDİĞİ görülmekle sanığın eyleminin başkasına ait kimlik bilgilerini kullanmak suretiyle iftira suçunu oluşturabileceği ve bu nedenle sanık hakkında TCK 268 maddesi delaletiyle 267/5-6 maddelerinin uygulanması ihtimalinin bulunduğu kanaatine varılmış ve bu amaçla sanığa CMK 226 maddesi uyarınca ek savunma hakkı verilmiş; ancak sanık hakkında uygulanma ihtimali bulunan bu yasa maddelerinin Anayasa’ya aykırı görülmesi nedeniyle 18/12/2012 tarihli karar ile (5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 267. maddesinin (5) ve (6) numaralı fıkralarının, itiraz başvurusunda bulunan Mahkeme’nin bakmakta olduğu davada uygulanma olanağı bulunmadığından bu fıkraların iptaline ilişkin başvurunun Anayasa Mahkemesinin 17/11/2011 ve 2010/115 esas, 2011/154 karar sayılı kararı ile usulden reddine karar verildiği anlaşıldığından, yeniden iptal başvurusunda bulunulmasına yasal bir engel bulunmadığı da anlaşılmış olmakla) Anayasa Mahkemesine 6216 sayılı Yasa’nın 40. maddesine göre itiraz yoluna başvurulmasına ve itiraz başvurusunun bekletici mesele yapılmasına, itiraz başvurusu sonuçlanıncaya kadar muhakemenin durmasına dair karar verilmiştir.

                        

 

                         II. İTİRAZIN GEREKÇESİ :

                        

                          A) İLGİLİ YASA MADDELERİ :

                        

                         TCK.nun iftira suçunu düzenleyen 267/1. maddesinde “yetkili makamlara ihbar veya şikayette bulunarak ya da basın ve yayın yolu ile işlemediğini bildiği halde hakkında soruşturma ve kovuşturma başlatılmasını ya da idari bir yaptırım uygulanmasını sağlamak için bir kimseye hukuka aykırı bir fiil isnat eden kişi bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” hükmü getirilmiştir.            

                        

                         TCK 267/5. maddesinde “Mağdurun ağırlaştırılmış müebbet hapis veya müebbet hapis cezasını mahkumiyeti halinde, yirmi yıldan otuz yıla kadar hapis cezasına; süreli hapis cezasına mahkumiyeti halinde, mahkum olunan cezanın üçte ikisi kadar hapis cezasına hükmolunur”,

                        

                         TCK 267/6. maddesinde “mağdurun mahkum olduğu hapis cezasının infazına başlanmış ise, beşinci fıkraya göre verilecek ceza yarısı kadar arttırılır”,

                        

                         TCK 268/1. maddesinde “işlediği suç nedeni ile kendisi hakkında soruşturma ve kovuşturma yapılmasını engellemek amacı ile, başkasına ait kimliği veya kimlik bilgilerini kullanan, kimse, iftira suçuna ilişkin hükümlere göre cezalandırılır,” hükümleri 26/09/2004 tarih, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu kapsamında konulmuştur.

                        

                         Türk Ceza Kanununun 267. maddesinde birinci ve ikinci fıkrada suçun unsurları ve yaptırımı belirtilmiş 3, 4, 5, 6, 7. fıkralarda ise iftira sonucu mağdurun maruz kaldığı gözaltı, tutuklama, koruma tedbiri, kısa süreli ve uzun süreli mahkumiyet ve hapis dışında adli veya idari yaptırım hususlarına bağlı olarak ceza miktarlarının düzenlenmesi yoluna gidilmiştir.

                        

                         B) GEREKÇE VE ÖRNEKLER :

                        

                         (Anayasa Mahkemesinin 17/11/2011 ve 2010/115 esas, 2011/154 karar sayılı kararında da belirtildiği üzere)

                        

                         TCK 267/5. fıkrasında iftira nedeni ile mağdurun süreli hapis cezasına mahkumiyeti halinde, mahkum olunan cezanın üçte ikisi kadar sanık hakkında hapis cezasına hükmolunacağı belirtilmiştir. TCK 49/1. maddesi gereğince; süreli hapis cezasının kanunda aksi belirtilmeyen hallerde bir aydan az ve yirmi yıldan fazla olamayacağı, düzenlemesi karşısında; sanığın bir mağdura suç eşyasını satın aldığı yolunda iftira da bulunması halinde mağdurun asgari altı ay hapis cezasına mahkum olması halinde sanığın TCK 267/5. maddesi gereğince mahkum olunan cezanın 2/3’ü oranında cezaya mahkum edilmesi gerekeceğinden sonuçta 4 ay hapis cezası ile cezalandırılması ve buna benzer sonuçta TCK 49/1. maddesi gereğince; asgari bir ay hapis cezasını gerektiren suçlar nedeni ile iftirada bulunması ve sonuçta TCK 267/5. maddesi gereğince iftira edenin 2/3 oranında ve neticeten 20 gün hapis cezasından başlayan cezaları alması sonucu doğacaktır. Oysaki TCK 267/1. maddesi kapsamında suçun yalın hali itibari ile bir şahsın mağdura iftirada bulunması ve mağdur hakkında soruşturma veya kovuşturma başlamaması veya soruşturma veya kovuşturma başlayıp mağdur hakkında gözaltı, tutukluluk veya koruma tedbiri uygulanmaması halinde sanığın bir yıl ila dört yıl arası hapis cezası ile cezalandırılması öngörülmüştür. Bu durumda iftira suçunu işleyen iki kişi düşünüldüğünde TCK 267/1. maddesi kapsamında suçun yalın hali ile iftirada bulunan bir sanık asgari bir yıl hapis cezası ile cezalandırılırken, iftira ettiği başlangıçta anlaşılmayan ve mağdurun hapis cezasına mahkum olmasına sebebiyet veren sanık hakkında TCK 267/5. maddesi gereğince asgari 20 günden başlayan hapis cezası uygulaması söz konusu olabilecektir.

                        

                         Yukarıda belirtilen gerekçelerle; TCK 267/1-2. maddeleri ile TCK 267/5. maddesi arasında yaptırım miktarları bakımından dengesizlik bulunduğu bu durumun aynı suçun basit hali ile nitelikli hallerini işleyenler arasında hakkaniyete aykırı ceza uygulamalarına sebebiyet verdiği ve yasa önünde eşitlik ilkesine aykırı olduğu, suç ile ceza arasında bulunması gereken adil dengenin korunamadığı ve bu yönü TCK.nun 267/5, 267/6 maddelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2, 10, 11, 38. maddelerine aykırı olup, adalet duygularını zedeleyen bu düzenlemelerin demokratik hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu kanaati ile 6216 sayılı Yasa’nın 40. maddesine göre Yüksek Anayasa Mahkemesine iptal/itiraz yoluna başvurusunda bulunması yoluna gidilmesi gerektiği hasıl olmuştur.”

 

                         III- YASA METİNLERİ

                  

                   A- İtiraz Konusu Yasa Kuralları

 

                         5237 sayılı Kanun’un itiraz konusu kuralları da içeren 267. maddesi şöyledir:

                        

                         Madde 267- (1) Yetkili makamlara ihbar veya şikayette bulunarak ya da basın ve yayın yoluyla, işlemediğini bildiği halde, hakkında soruşturma ve kovuşturma başlatılmasını ya da idari bir yaptırım uygulanmasını sağlamak için bir kimseye hukuka aykırı bir fiil isnat eden kişi, bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

                              

                         (2) Fiilin maddî eser ve delillerini uydurarak iftirada bulunulması halinde, ceza yarı oranında artırılır.

                              

                         (3) Yüklenen fiili işlemediğinden dolayı hakkında beraat kararı veya kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmiş mağdurun aleyhine olarak bu fiil nedeniyle gözaltına alma ve tutuklama dışında başka bir koruma tedbiri uygulanmışsa, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza yarı oranında artırılır.

                        

                         (4) Yüklenen fiili işlemediğinden dolayı hakkında beraat kararı veya kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmiş olan mağdurun bu fiil nedeniyle gözaltına alınması veya tutuklanması halinde; iftira eden, ayrıca kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçuna ilişkin hükümlere göre dolaylı fail olarak sorumlu tutulur.

                              

                         (5) Mağdurun ağırlaştırılmış müebbet hapis veya müebbet hapis cezasına mahkûmiyeti halinde, yirmi yıldan otuz yıla kadar hapis cezasına; süreli hapis cezasına mahkûmiyeti halinde, mahkûm olunan cezanın üçte ikisi kadar hapis cezasına hükmolunur.

                              

                         (6) Mağdurun mahkûm olduğu hapis cezasının infazına başlanmış ise, beşinci fıkraya göre verilecek ceza yarısı kadar artırılır.

                              

                         (7) (İptal: Anayasa Mahkemesi’nin 17/11/2011 tarihli ve E.: 2010/115, K.: 2011/154 sayılı Kararı ile.)

                              

                         (8) İftira suçundan dolayı dava zamanaşımı, mağdurun fiili işlemediğinin sabit olduğu tarihten başlar.

                              

                         (9) Basın ve yayın yoluyla işlenen iftira suçundan dolayı verilen mahkûmiyet kararı, aynı veya eşdeğerde basın ve yayın organıyla ilan olunur. İlan masrafı, hükümlüden tahsil edilir.”

                        

                         B- Dayanılan Anayasa Kuralları

 

                         Başvuru kararında, Anayasa’nın 2., 10., 11. ve 38. maddelerine dayanılmıştır.

                        

                         IV- İLK İNCELEME

 

                         Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü hükümleri uyarınca Haşim KILIÇ, Serruh KALELİ, Alparslan ALTAN, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Zehra Ayla PERKTAŞ, Recep KÖMÜRCÜ, Burhan ÜSTÜN, Engin YILDIRIM, Nuri NECİPOĞLU, Hicabi DURSUN, Celal Mümtaz AKINCI, Erdal TERCAN, Muammer TOPAL ve Zühtü ARSLAN’ın katılımlarıyla 6.2.2013 gününde yapılan ilk inceleme toplantısında öncelikle davada uygulanacak kural sorunu görüşülmüştür.

 

                         Anayasa’nın 152. maddesi ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 40. maddesine göre, bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasa’ya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, ilgili kural ya da kuralların iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmaya yetkilidir. Ancak bu hükümler uyarınca, bir mahkemenin Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilmesi için, yöntemince açılmış, mahkemenin görevine giren bakmakta olduğu bir davanın bulunması ve iptali istenen kuralın da bu davada uygulanacak olması gerekir. Uygulanacak kural ise, bakılmakta olan davanın değişik evrelerinde ortaya çıkan sorunların çözümünde veya davayı sonuçlandırmada olumlu ya da olumsuz yönde etki yapacak nitelikteki kanun veya kanun hükmünde kararnamelerdir.

 

                         İtiraz yoluna başvuran Mahkeme, 5237 sayılı Kanun’un 267. maddesinin (5) ve (6)  numaralı fıkralarının iptalini talep etmiştir.

 

                         Başvuran Mahkemece 5237 sayılı Kanun’un 267. maddesinin iptali istenen (5) numaralı fıkrasında, iftira sonucunda mağdurun ağırlaştırılmış müebbet hapis veya müebbet hapis cezasına mahkûmiyeti hâlinde, yirmi yıldan otuz yıla kadar hapis cezasına; mağdurun süreli hapis cezasına mahkûmiyeti hâlinde ise mahkûm olunan cezanın üçte ikisi kadar hapis cezasına hükmolunacağı; (6) numaralı fıkrasında ise mağdurun mahkûm olduğu hapis cezasının infazına başlanması hâlinde, beşinci fıkraya göre sanığa verilecek cezanın yarısı kadar artırılacağı kurala bağlanmıştır.

 

                         Başvuran Mahkemede bakılmakta olan davada, sanığın mağdurun kimliğini kullanarak iki farklı suçtan cezalandırılmasına sebebiyet verdiği iddia edilerek, sanığın eylemine uyan iftira suçundan cezalandırılması istenmiştir. Başvuran Mahkemece yapılan yargılama sonucunda iftira neticesinde mağdurun iki farklı suçtan ayrı ayrı süreli hapis cezaları ile cezalandırılmasına, sonrasında ise Mahkemece verilen ve temyiz olmaksızın kesinleşen bu kararın infazı sırasında tereddüt bulunması üzerine de mağdurun mahkûmiyetine ilişkin kararın infazının durdurulmasına karar verilmiştir.

 

                         5237 sayılı Kanun’un 267. maddesinin (6) numaralı fıkrasında düzenlenen hapis cezasının infazına başlanılmasından maksat, hakkında kesinleşmiş hapis cezasını içeren mahkûmiyet kararı bulunan hükümlünün, 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Kanunu’nun 21. maddesi uyarınca Cumhuriyet başsavcılığının yazılı emriyle ceza infaz kurumuna gönderilmesi ve bu kuruma alınmasıdır. Mahkemenin önündeki davada mağdurun iftira neticesinde almış olduğu cezadan dolayı cezaevine gönderilmesi yani hükmolunan hapis cezasının infazına başlanılması durumu gerçekleşmemiştir.

 

                         Diğer taraftan, Mahkemenin önündeki davada iftira neticesinde mağdur süreli hapis cezası ile (fuhuşa aracılık suçundan 2 yıl hapis ve iftira suçundan da 2 ay 12 gün hapis cezası) cezalandırılmıştır. Başka bir ifadeyle mağdurun iftira neticesinde ağırlaştırılmış müebbet hapis veya müebbet hapis cezası ile cezalandırılması durumu da söz konusu değildir. Dolayısıyla, Mahkemenin önündeki davada, 5237 sayılı Kanun’un 267. maddesinin (5) numaralı fıkrasının mağdurun ağırlaştırılmış müebbet hapis veya müebbet hapis cezasına mahkûmiyetinin düzenlendiği bölümünün ve hükmolunan hapis cezasının infazına başlanılması nitelikli hâlinin düzenlendiği (6) numaralı fıkrasının davada uygulanması mümkün değildir.

 

                         Açıklanan nedenlerle;

 

                         1- 26.9.2004 günlü, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 267. maddesinin (5) numaralı fıkrasının “Mağdurun ağırlaştırılmış müebbet hapis veya müebbet hapis cezasına mahkûmiyeti halinde, yirmi yıldan otuz yıla kadar hapis cezasına; …hükmolunur.” bölümü ile (6) numaralı fıkrasının, itiraz başvurusunda bulunan Mahkeme’nin bakmakta olduğu davada uygulanma olanağı bulunmadığından, bu fıkralara ilişkin başvurunun Mahkeme’nin yetkisizliği nedeniyle REDDİNE,

 

                         2- 26.9.2004 günlü, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 267. maddesinin (5) numaralı fıkrasının  “…süreli hapis cezasına mahkûmiyeti halinde, mahkûm olunan cezanın üçte ikisi kadar hapis cezasına…” bölümünün esasının incelenmesine,

 

                         OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.

                        

                         V- ESASIN İNCELENMESİ

 

                         Başvuru kararı ve ekleri, Raportör Mustafa ÇAL tarafından hazırlanan işin esasına ilişkin rapor, itiraz konusu yasa kuralı, dayanılan Anayasa kuralları ve bunların gerekçeleri ile diğer yasama belgeleri okunup incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü:

 

                         Başvuru kararında, 5237 sayılı Kanun’un 267. maddesinin (1) ve (5) numaralı fıkraları arasında yaptırım miktarları bakımından dengesizlik bulunduğu, bu dengesizliğin de hakkaniyete aykırı ceza uygulamalarına sebebiyet verdiği, anılan Kanun’un 267. maddesinin suçun temel şeklinin düzenlendiği (1) numaralı fıkrası gereğince işlemediğini bildiği hâlde hakkında soruşturma ve kovuşturma başlatılmasını ya da idari bir yaptırım uygulanmasını sağlamak için bir kimseye hukuka aykırı bir fiil isnat eden kişinin bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılması öngörülmüşken, suçun cezayı ağırlaştıran nitelikli hâlinin düzenlendiği (5) numaralı fıkrası gereğince ise mağdura iftirada bulunan ve mağdurun hapis cezasına mahkumiyetine sebebiyet veren sanığın asgari 20 günden başlayacak hapis cezasına mahkumiyetinin söz konusu olacağı, bu durumun da kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olduğu, suç ve ceza arasındaki adil dengenin korunamadığı ve adalet duygularını zedelediği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 10., 11. ve 38. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

 

                         5237 sayılı Kanun’da “adliyeye karşı suçlar” başlığı altında 267. maddede düzenlenen iftira suçunun temel şeklinin yer aldığı maddenin (1) numaralı fıkrasında, yetkili makamlara ihbar veya şikâyette bulunarak ya da basın ve yayın yoluyla, işlemediğini bildiği hâlde, hakkında soruşturma ve kovuşturma başlatılmasını ya da idari bir yaptırım uygulanmasını sağlamak için bir kimseye hukuka aykırı bir fiil isnat eden kişinin bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacağı; suçun nitelikli hâllerinden olan mağdurun iftira neticesinde hapis cezasıyla cezalandırılmasının düzenlendiği ve itiraz konusu kuralı da içeren maddenin (5) numaralı fıkrasında ise mağdurun süreli hapis cezasına mahkûmiyeti hâlinde, mahkûm olunan cezanın üçte ikisi kadar hapis cezasına hükmolunacağı öngörülmüştür.

 

                         5237 sayılı Kanun’un 49. maddesinin (1) numaralı fıkrasında, süreli hapis cezasının kanunda aksi belirtilmeyen hallerde bir aydan az, yirmi yıldan fazla olamayacağı belirtilmiş;  (2) numaralı fıkrasında ise, hükmedilen bir yıl veya daha az süreli hapis cezası, kısa süreli hapis cezası olarak ifade edilmiştir.

 

                         Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.

 

                         Hukuk devletinde, ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirlerine ilişkin kurallar, ceza hukukunun ana ilkeleri ile Anayasa’nın konuya ilişkin kuralları başta olmak üzere, ülkenin sosyal, kültürel yapısı, etik değerleri ve ekonomik hayatın gereksinmeleri göz önüne alınarak saptanacak ceza siyasetine göre belirlenir. Kanun koyucu, cezalandırma yetkisini kullanırken toplumda hangi eylemlerin suç sayılacağı, bunun hangi tür ve ölçüdeki ceza yaptırımı ile karşılanacağı, nelerin ağırlaştırıcı veya hafifletici sebep olarak kabul edilebileceği konularında takdir yetkisine sahip olmakla birlikte, bu yetkisini kullanırken suç ve ceza arasındaki adil dengenin korunmasını ve öngörülen cezanın, cezalandırmada güdülen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını da dikkate almak zorundadır. Bu nedenle suç ve ceza arasında adalete uygun bir oranın bulunup bulunmadığının saptanmasında o suçun toplumda yarattığı infial ve etki, kişiler üzerinde oluşturduğu tehlike, zarar görenin kişiliği ile ona verilen zararın azlığı veya çokluğu, işlenme oranındaki azalma veya artış gibi faktörlerin de dikkate alınması gerekir.

 

                         Kanun koyucunun, iftira suçunun temel şekli ve nitelikli hâlleri ile failin cezalandırılmasında esas alınan özellikleri düzenlerken iftira sonucunda mağdurun uğradığı zararın ağırlığını ve mağdur hakkında uygulanan yaptırım miktarını ve türünü de dikkate alacağı açıktır. İşlemediğini bildiği hâlde, hakkında soruşturma ve kovuşturma başlatılmasını ya da idari bir yaptırım uygulanmasını sağlamak için bir kimseye hukuka aykırı bir fiil isnat eden kişinin 5237 sayılı Kanun’un 267. maddesinin (1) numaralı fıkrası gereğince bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılması öngörülmüşken, anılan Kanun’un 267. maddesinin (5) numaralı fıkrası gereğince iftira neticesinde mağdurun yargılanıp hapis cezasıyla cezalandırılmasına neden olan sanık hakkında ise mahkûm olunan hapis cezasının üçte ikisi kadar hapis cezası öngörülmesi, sanıklar açısından ceza adaletine uygun olmayan sonuçlar doğurmaktadır. Örneğin, sanığın hukuka aykırı bir fiili mağdura isnat etmesinden ibaret eylemini gerçekleştirmesi durumunda mağdur hakkında bu iftira nedeniyle soruşturma ve kovuşturma yapılmış olmasına bakılmaksızın sanık asgari bir yıl hapis cezası ile cezalandırılacakken; iftira neticesinde mağdurun işlemediği bir suçtan yargılanıp üstelik hapis cezasıyla cezalandırılmasına neden olan sanık ise, itiraz konusu kural uyarınca (mahkûm olunan cezanın üçte ikisi) asgari yirmi günden başlayan hapis cezası ile cezalandırılacaktır. Anlaşılacağı üzere itiraz konusu kural uyarınca, iftira neticesinde suç isnadının gerçek dışı olduğunun ortaya çıkmaması ve mağdurun yargılanıp hakkında da hapis cezası özellikle de kısa süreli hapis cezası uygulanması hâli, suçun temel şekline oranla daha hafif bir şekilde cezalandırılmaktadır. Bu bakımdan, itiraz konusu kural suç ile ceza arasında bulunması gereken adil dengeyi korumadığı gibi adalet duygularını zedeleyen bir durumun ortaya çıkmasına da neden olmaktadır. Dolayısıyla, iftira suçunun temel şekli için öngörülen ceza miktarı ile suçun nitelikli hâli olan iftira neticesinde mağdur hakkında süreli hapis cezası uygulanması hâli için öngörülen ceza miktarı arasında kabul edilebilir bir orantının bulunmadığı anlaşıldığından itiraz konusu kuralın hukuk devletinde olması gereken adalet ve hakkaniyet ilkeleriyle bağdaştırılması mümkün değildir.

 

                         Açıklanan nedenlerle, itiraz konusu kural Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.

 

                         Kuralın, Anayasa’nın 2. maddesine aykırı görülerek iptal edilmesi nedeniyle Anayasa’nın 10., 11. ve 38. maddeleri yönünden incelenmesine gerek görülmemiştir.

                        

                         VI- İPTAL KARARININ YÜRÜRLÜĞE GİRECEĞİ GÜN SORUNU

 

         Anayasa’nın 153. maddesinin (3) numaralı fıkrasında “Kanun, kanun hükmünde kararname ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların hükümleri, iptal kararlarının Resmî Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar. Gereken hallerde Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi ayrıca kararlaştırabilir. Bu tarih, kararın Resmî Gazetede yayımlandığı günden başlayarak bir yılı geçemez” denilmekte, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulü Hakkında Kanun’un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrasında da bu kural tekrarlanmaktadır.

 

         5237 sayılı Kanun’un 267. maddesinin (5) numaralı fıkrasının “…süreli hapis cezasına mahkûmiyeti halinde, mahkûm olunan cezanın üçte ikisi kadar hapis cezasına…”  bölümünün iptal edilmesi nedeniyle doğacak hukuksal boşluk kamu düzenini ihlal edecek nitelikte görüldüğünden, Anayasa’nın 153. maddesinin (3) numaralı fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrası gereğince iptal hükmünün, kararın Resmî Gazete’de yayımlanmasından başlayarak altı ay sonra yürürlüğe girmesine OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.

 

         VII- SONUÇ

 

          26.9.2004 günlü, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 267. maddesinin (5) numaralı fıkrasının “…süreli hapis cezasına mahkûmiyeti halinde, mahkûm olunan cezanın üçte ikisi kadar hapis cezasına…”  bölümünün Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE, iptal hükmünün, Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasıyla 30.3.2011 günlü, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrası gereğince, KARARIN RESMÎ GAZETE’DE YAYIMLANMASINDAN BAŞLAYARAK ALTI AY SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİNE, 10.4.2013 gününde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

 

Başkan

Haşim KILIÇ

Başkanvekili

Serruh KALELİ

Başkanvekili

Alparslan ALTAN

 

 

 

 

 

 

Üye

Mehmet ERTEN

Üye

Serdar ÖZGÜLDÜR

Üye

Zehra Ayla PERKTAŞ

 

 

 

 

 

 

 

Üye

Recep KÖMÜRCÜ

Üye

Burhan ÜSTÜN

Üye

Engin YILDIRIM

 

 

 

 

 

 

 

 

Üye

Nuri NECİPOĞLU

Üye

Hicabi DURSUN

Üye

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

 

 

 

 

 

 

Üye

Erdal TERCAN

Üye

Muammer TOPAL

Üye

Zühtü ARSLAN

 

 

DANIŞTAY İDARİ DAVALAR DAİRELER BAŞKANLIĞI K:2003/436 E:2003/67 *BERAAT KARARI *MEMURİYETTEN ÇIKARMA CEZASI VERİLEBİLECEĞİ

DANIŞTAY İDARİ DAVALAR DAİRELER BAŞKANLIĞI  K:2003/436 E:2003/67 K.T.20/06/2003

Temyiz İsteminde Bulunan (Davalı) : İçişleri Bakanlığı

Karşı Taraf (Davacı) : …

Vekili : Av. …

İstemin Özeti :

Davalı idare, … İdare Mahkemesince verilen … günlü, … sayılı ısrar kararını temyiz etmekte ve bozulmasını istemektedir.

Savunmanın Özeti :

 İdare Mahkemesince verilen kararın usul ve hukuka uygun bulunduğu ve temyiz dilekçesinde öne sürülen nedenlerin, kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte olmadığı belirtilerek temyiz isteminin reddi gerektiği savunulmaktadır.

Danıştay Tetkik Hakimi Düşüncesi :

 Temyiz isteminin reddi ile Daire kararının onanması gerektiği düşünülmektedir.

Danıştay Savcısı Düşüncesi : Davacının devlet memurluğundan çıkarılmasına ilişkin işlemi iptal eden mahkemenin ısrar kararının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.Dosyanın incelenmesinden davacının … Emniyet müdürlüğü Özel Harekat Şube Müdürlüğünde görevli olduğu sırada bir başka arkadaş ile birlikte …'da 2 otonun çalıntı olduğunu bildiği halde ellerinde bulundurdukları, otolar ele geçirildiğinde belgelerin sahte olduğunun anlaşılması üzerine açılan soruşturma sonucu fiillerin subuta erdiği gerekçesiyle Devlet memurluğundan çıkarıldığı aynı fiilden dolayı yapılan ceza yargılaması sonucu … 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 16.3.1999 günlü E:1996/177, K:1999/95 sayılı kararı ile delil yetersizliğinden beraatine karar verildiği anlaşılmıştır.657 sayılı yasanın 131. maddesinde memurun ceza yasasına göre mahkum olması veya olmamasının ayrıca disiplin cezasının uygulanmasına engel teşkil etmeyeceği hükmü karşısında, soruşturma sonucu üzerine atılı fiili işlediği sonucuna ulaşılan davacı hakkında tesis edilen işlemde hukuka aykırılık görülmemiştir.Açıklanan nedenle mahkemenin ısrar kararının bozulmasının uygun olacağı düşünülmektedir.

TÜRK MİLLETİ ADINA

Hüküm veren Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulunca dosyanın tekemmül ettiği anlaşıldığından davalı idarenin yürütmenin durdurulmasına ilişkin istemi görüşülmeksizin işin esası incelendi:

Polis memuru olan davacıya … Emniyet Müdürlüğü, Özel Hareket Şube Müdürlüğünde görev yaptığı sırada, çalıntı otoyu bilerek elinde bulundurmak, satma girişiminde bulunmak ve sahtecilik suçundan dolayı verilen Devlet memurluğundan çıkarma cezasına ilişkin 25.9.1996 gülü, 38 sayılı İçişleri Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu Kararının iptali ile açıkta geçen sürelere ilişkin tüm maddi haklarının yasal faizi ile birlikte ödenmesi istemiyle dava açılmıştır…. İdare Mahkemesi 20.5.1999 günlü, E:1997/102, K:1999/570 sayılı kararıyla, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 125. maddesinin Devlet Memurluğundan Çıkarma başlıklı E bendinin (g) fıkrasında "Memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak" fiiline yer verildiği, polis memuru olan davacının … Emniyet Müdürlüğü, Özel Hareket Şube Müdürlüğünde görevli bulunduğu sırada, Haluk Demir isimli polis memuru ile birlikte 13.7.1995 tarihinde İstanbul'dan çalınan … plakalı Doğan SLX oto ile 23.4.1995 tarihinde çalınan … plakalı Tempra SXA marka otomobillerin çalıntı olduklarını bildikleri halde ellerinde bulundurdukları, söz konusu otoları kendi çabaları ve akrabaları aracılığı ile satma girişiminde bulundukları, otolar ele geçirildiğinde belgelerinin sahte olduğunun anlaşılması üzerine yapılan soruşturma sonucunda fiillerinin sübuta erdiği gerekçesi ile dava konusu işlemin tesis edildiğinin anlaşıldığı, davacının eyleminin adli yönünün bulunması ve davacı hakkında verilen lüzum-u muhakeme kararı gereğince yargılandığı … Asliye Ceza Mahkemesinde, … sayılı kararla üzerine atılı fiiller hakkında hiçbir delil elde edilemediği, fiillerinin sübuta ermediği gerekçesi ile beraat ettiği ve kararın kesinleştiği anlaşılmakla davacı hakkında verilen Devlet memurluğundan çıkarma cezasının dayanağı kalmadığından verilen disiplin cezasında hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline, davacının dava konusu işlem nedeniyle açıkta geçirdiği sürelere ilişkin parasal haklarının davanın açıldığı 8.2.1997 tarihinden itibaren hesaplanacak yasal faizi ile birlikte davalı idareden alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir.

 

Temyiz incelemesi aşamasında Danıştay Onikinci Dairesi 14.5.2001 günlü, E:1999/3673, K:2001/2095 sayılı kararıyla, 657 sayılı Yasanın 125/E-g maddesinde; memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmanın Devlet memurluğundan çıkarma cezasını gerektiren fiil olarak kabul edildiği, aynı Yasanın 131. maddesinde de memurun ceza kanununa göre mahkum olması ya da olmamasının ayrıca disiplin cezasının uygulanmasına engel teşkil etmeyeceğinin belirtildiği, davacının … Emniyet Müdürlüğü, Özel Hareket Şube Müdürlüğünde görevli bulunduğu sırada, … isimli polis memuru ile birlikte İstanbul'da çalınan … plakalı Doğan SLX oto ile … plakalı Tempra SXA marka otomobillerin çalıntı olduklarını bildikleri halde ellerinde bulundurdukları, söz konusu otoları kendi çabaları ve akrabaları aracılığı ile satma girişiminde bulundukları, otolar ele geçirildiğinde belgelerinin sahte olduğunun anlaşılması üzerine yapılan soruşturma sonucunda fiillerinin sübuta erdiği gerekçesiyle Devlet memurluğundan çıkarıldığı, aynı fiilden dolayı yapılan ceza yargılaması sonucu Elazığ 2. Asliye Ceza Mahkemesinde E:1996/177, K:1999/95 sayılı kararıyla delil yetersizliğinden beraatine hükmedildiği ve bu kararın temyiz edilmeyerek kesinleştiğinin anlaşıldığı, dava dosyası ile soruşturma dosyasının ve soruşturma dosyasında bulunan ifadelerin birlikte incelenip değerlendirilmesi sonucu davacının disiplin hükümleri bakımından üzerine atılı fiili işlediği sonucuna ulaşıldığı, 657 sayılı yasanın yukarıda belirtilen 131. maddesine göre de, memurun Ceza Kanununa göre mahkum olması yada olmamasının ayrıca disiplin cezası uygulanmasına engel teşkil etmediğinden, dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesi ile karar bozulmuştur

…. İdare Mahkemesi … günlü, … sayılı kararıyla bir kamu görevlisinin, üzerine atılı disiplin suçu, ceza yasasına göre de suç niteliğinde ise ve ceza yargılaması sonucunda suçun unsurlarının oluşmadığı ya da suçun o kişi tarafından işlenmediği mahkeme kararıyla saptanmışsa, böyle bir ceza mahkemesi kararının disiplin hukuku yönünden bağlayıcı olacağı, bu itibarla adli yargıda beraat eden davacının üstüne atılı fiilin idari yönden de işlendiği kesinlik kazanamayacağı kanaatine ulaşılarak davacı hakkında verilen devlet memurluğundan çıkarma cezasında hukuka uyarlık bulunmadığını da gerekçesine ekleyerek ilk kararında ısrar etmiştir.

Davalı idare işlemin 657 sayılı Yasanın ilgili hükümlerine uygun olarak kurulduğunu belirterek kararı temyiz etmekte ve bozulmasını istemektedir.

Danıştay Onikinci Dairesinin kararında belirttiği üzere; 657 sayılı Yasanın 131. maddesine göre memurun ceza yasasına göre mahkum olması yada olmamasının disiplin cezasının uygulanmasına engel teşkil etmeyeceği açıktır.

Dosyanın incelenmesinden davacının disiplin hükümleri bakımından memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunduğunun tespiti üzerine, Devlet memurluğundan çıkarma cezası ile cezalandırıldığı anlaşıldığından verilen ceza yerinde olup; dava konusu işlemin iptaline ilişkin İdare Mahkemesi kararında hukuka uyarlık görülmemiştir.

Bu nedenlerle davalı idarenin temyiz isteminin kabulüyle … İdare Mahkemesinin … günlü, E… sayılı kararının Danıştay Onikinci Dairesinin kararı doğrultusunda BOZULMASINA, 20.6.2003 günü oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY

-Davacının devlet memurluğundan çıkarılmasına ilişkin 25.9.1996 günlü işlem ile yoksun kaldığı parasal haklarının dava tarihinden itibaren işletilecek yasal faizi ile birlikte tazmini istemiyle açtığı davada; … İdare Mahkemesince verilen ve Danıştay Onikinci Dairesinin 14.5.2001 günlü, E:1999/3673, K:2001/2095 sayılı bozma kararına uymayarak dava konusu işlemin iptaline, bu nedenle açıkta geçirdiği sürelere ilişkin parasal haklarının davanın açıldığı 8.2.1997 gününden itibaren hesaplanacak yasal faizi ile birlikte ödenmesine ilişkin ilk kararında ısrarına dair bulunan 11.11.2002 günlü, E:2002/1581, K:2002/1424 sayılı kararı davalı idare temyiz etmekte ve bozulmasını durdurulmasını istemektedir.

Bir kamu görevlisine isnat edilen disiplin suçu ceza yasası kapsamında da suç niteliğinde ise ve ceza yargılaması sonucunda suçun unsurlarının oluşmadığı saptanmışsa ceza mahkemesi kararının disiplin hukuku yönünden dikkate alınması gerektiği kuşkusuzdur. Davacının disiplin cezası almasına neden olan olay nedeniyle … Asliye Ceza Mahkemesinde yargılandığı, bu yargılama sonucunda mahkumiyetlerine yeterli kesin ve inandırıcı delil elde edilmediği gerekçesi ile beraat kararı verildiği anlaşıldığından İdare Mahkemesince verilen ısrar kararının onanması oyu ile karara karşıyız. 

Uyuşmazlık Mahkemesi Başkanlığı ESAS: 2012/16 KARAR: 2012/69 TRAFİK CEZASI İPTALİ-ADLİ YARGI YERİNDE ÇÖZÜMLENMESİ

Uyuşmazlık Mahkemesi Başkanlığından:

 

ESAS NO : 2012/16

 

KARAR NO : 2012/69

 

KARAR TR : 9.4.2012

 

(Hukuk Bölümü)

 

ÖZET : 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun 51. maddesi uyarınca verilen idari para cezasına karşı açılan davanın, ADLİ YARGI YERİNDE çözümlenmesi gerektiği hk.

 

 

 

 

K A R A R

 

Davacı : Z. B. A.

 

Vekili : Av. R. E. G.

 

Davalı : Torbalı İlçe Trafik Denetleme Büro Amirliği

 

O L A Y : Davacıya ait 35 DR 194 plakalı aracı kullanan Z.K. isimli kişi adına, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 51. maddesinin ikinci fıkrasına aykırılık(hız sınırını ihlal) nedeniyle, 23.09.2005 tarih, DS-240698 sayılı Trafik Ceza Tutanağı ile para cezası kesilmiştir.

 

Davacı vekili, söz konusu para cezasının iptali istemiyle 02.11.2010 tarihinde adli yargı yerinde itirazda bulunmuştur.

 

TORBALI SULH CEZA MAHKEMESİ: 07.03.2011 gün ve D.İş No: 2011/17 sayı ile, itiraz eden vekilinin, müvekkili hakkında idarece düzenlenen idari yaptırım kararının kaldırılmasına karar verilmesini talep ettiği; idari yaptırım kararına ilişkin evrakın celp edildiği, itiraz nedenlerinin incelendiği, düzenlenen tutanağın düzenleniş şekline ilişkin olduğu ve bunun bir idari işlem olduğu, bu idari işlem ile birlikte idari para cezasının iptalinin istenmesi halinde Kabahatler Kanunu'nun 27/8. maddesi gereğince idari yargı merciinin görevinde olduğunun anlaşıldığı gerekçesiyle görevsizlik kararı vermiş, bu karar kesinleşmiştir.

 

Davacı vekili bu kez, aynı istekle 18.7.2011 tarihinde idari yargı yerinde dava açmıştır.

 

İZMİR 3. İDARE MAHKEMESİ: 18.11.2011 gün ve E:2011/2247 sayı ile, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun "hız sınırlarına uyma" başlıklı 51.maddesinde, "Sürücüler, aksine bir karar alınıp işaretlenmemişse yönetmelikte belirtilen hız sınırlarını aşmamak zorundadırlar. / Hız ölçen teknik cihaz veya çeşitli teknik usullerle yapılan tespit sonucu hız sınırlarını yüzde ondan yüzde otuza (otuz dahil) kadar aşan sürücülere 64.700 000 lira, yüzde otuzdan fazla aşan sürücülere 131.900 000 lira para cezası uygulanır…" hükmüne yer verilmiş, aynı Yasanın 114. maddesinde, bu Kanunda yazılı trafik suçlarını işleyenler hakkında yetki sınırları içinde Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı personeli ile Ulaştırma Bakanlığının ve Karayolları Genel Müdürlüğünün ilgili birimlerinin il ve ilçe kuruluşlarında görevli ve yetkili kılınmış personelince tutanak düzenleneceği, birkaç trafik suçunun bir arada işlenmesi halinde her suç için ayrı ceza uygulanacağı, yargı yetkisine giren suçlarla ilgili tutanağın bir suretinin ilgili mahkemeye 7 iş günü içinde gönderileceği düzenlenmiş, Yasanın 112. maddesinin 1. fıkrasında ise;" Sürücü belgelerinin geçici olarak geri alınması hariç olmak üzere bu Kanundaki; hafif para cezasını veya bununla birlikte hafif hapis cezasını, belgelerin geri alınması ve iptali veya işyerlerinin kapatılması cezasını gerektiren suçlarla ilgili davalara trafik mahkemelerinde, bunların bulunmadığı yerlerde yetki verilen sulh ceza mahkemelerinde bakılır." hükmüne yer verilmiş olduğu; 31.03.2005 günlü, 25772 Mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 5326 sayılı Kabahatler Kanunu'nun 2. maddesinde, kabahat deyiminden; kanunun, karşılığında idari yaptırım uygulanmasını öngördüğü haksızlığın anlaşılacağı belirtilmiş, Yasanın 06.12.2006 günlü, 5560 sayılı Kanun'un 31. maddesi ile değişik 3. maddesinin 1. fıkrasının a bendinde, bu Kanunun; idari yaptırım kararlarına karşı kanun yoluna ilişkin hükümlerinin, diğer kanunlarda aksine hüküm bulunmaması halinde uygulanacağı düzenlenmiş, 16. maddesinde, Kabahatler karşılığında uygulanacak olan idari yaptırımların, idari para cezası ve idari tedbirlerden ibaret olduğu, idari tedbirlerin, mülkiyetin kamuya geçirilmesi ve ilgili kanunlarda yer alan diğer tedbirler olduğu kuralına yer verilmiş, aynı Yasanın 27.maddesinin 1. fıkrasında, "idari para cezası ve mülkiyetin kamuya geçirilmesine ilişkin idari yaptırım kararına karşı, kararın tebliği veya tefhimi tarihinden itibaren en geç onbeş gün içinde, sulh ceza mahkemesine başvurulabilir. Bu süre içinde başvurunun yapılmamış olması halinde idari yaptırım kararı kesinleşir." hükmüne yer verilmiş, maddeye 06.12.2006 günlü, 5560 sayılı Kanun'un 34. maddesi ile eklenen 8. fıkrada ise: İdari yaptırım kararının verildiği işlem kapsamında aynı kişi ile ilgili olarak idari yargının görev alanına giren kararların da verilmiş olması halinde; idari yaptırım kararına ilişkin hukuka aykırılık iddiaları bu işlemin iptali talebiyle birlikte idari yargı merciinde görülür." kuralına yer verilmiş bulunduğu; dosyanın incelenmesinden, davacıya ait 35 DR 194 plakalı aracı Z.K. isimli kişi kullanmakta iken 23.09.2005 tarihinde yapılan denetim sonucu anılan kişinin hız sınırını ihlal ettiğinden bahisle Z.K adına 564,00- TL tutarında trafik para cezası kesildiği, daha sonra davacı tarafından bu cezanın ödenmesi üzerine ilk defa 02.11.2010 tarihinde Kuşadası 1. Sulh Ceza Mahkemesi'nin D. İş No:2010/605 esasında dava açıldığı, Kuşadası Sulh Ceza Mahkemesi tarafından 26.11.2010 tarihinde verilen yetkisizlik kararı üzerine dosanın Torbalı Sulh Ceza Mahkemesine gönderildiği, Torbalı Sulh Ceza Mahkemesi'nin D. İş No:2010/605 esasında yapılan yargılama sonucu Mahkemelerinin görevsizliğine ve dava dosyasının re’sen mahkemelerine gönderilmesine karar verilmesi üzerine bakılan davanın açıldığının anlaşıldığı; 5326 sayılı Yasanın 27. maddesinin 1. fıkrasında yaptırım kararının ön görüldüğü kanunda hüküm bulunmayan hallerde idari para cezalarına karşı 15 gün içinde sulh ceza mahkemelerine dava açılmasına olanak tanındığı, anılan maddenin 8. fıkrasında ise yaptırım kararının verildiği kanununda hüküm bulunmasının yanında görev konusunda ikinci bir istisna getirilmek suretiyle idari yaptırım kararının verildiği işlem kapsamında aynı kişi ile ilgili olarak idari yargının görev alanına giren kararların da verilmiş olması halinde; idari yaptırım kararına ilişkin hukuka aykırılık iddialarının bu işlemin iptali talebiyle birlikte idari yargı merciinde görüleceğinin düzenlendiği, başka bir anlatımla, idari para cezalarının idari yargı yerleri tarafından çözümlenebilmesine Kabahatler Kanunu'nun 3 ve 27/8. maddeleri uyarınca ancak yaptırımın öngörüldüğü kanunda idari yargının açıkça görevli olarak öngörülmesi veya aynı kişi hakkında aynı kabahat nedeniyle idari yargı yerleri tarafından bakılması gereken başka bir işlemin de tesis edilmesi gerektiğinin anlaşıldığı; bu durumda, uyuşmazlığın 2918 sayılı Yasanın 51. maddesi hükmü uyarınca hız sınırının aşılması nedeniyle idari para cezasından doğduğu açık olduğundan, idari para cezası ile birlikte idari yaptırım kararının bulunmaması nedeniyle davanın görüm ve çözümünün sulh ceza mahkemesinin görevine girdiği sonucuna ulaşıldığı gerekçesiyle; açıklanan nedenlerle, davanın görev yönünden reddi ile 2247 sayılı Uyuşmazlık Mahkemesinin Kuruluş ve İşleyişi Hakkında Kanun'un 19. maddesi uyarınca görevli yargı yerinin belirlenmesi için dava dosyasının Uyuşmazlık Mahkemesi'ne gönderilmesine, bu konuda Uyuşmazlık Mahkemesi'nce bir karar verilinceye kadar yargılamanın ertelenmesine karar vermiştir.

 

İNCELEME VE GEREKÇE :

 

Uyuşmazlık Mahkemesi Hukuk Bölümü’nün, Serdar ÖZGÜLDÜR’ün Başkanlığında, Üyeler: Mustafa AYSAL, Eyüp Sabri BAYDAR, Sıddık YILDIZ, Nurdane TOPUZ, Sedat ÇELENLİOĞLU ve Ayhan AKARSU’nun katılımlarıyla yapılan 09.04.2012 günlü toplantısında:

 

l-İLK İNCELEME: Dosya üzerinde 2247 sayılı Yasa’nın 27. maddesi uyarınca yapılan incelemeye göre; Uyuşmazlık Mahkemesi Genel Kurulunun 11.7.1988 günlü, E:1988/1, K:1988/1 sayılı İlke Kararında, “2247 sayılı Uyuşmazlık Mahkemesinin Kuruluş ve İşleyişi Hakkında Kanunun bütünüyle incelenip değerlendirilmesinden, bu Kanunun uygulanması yönünden 2 nci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan, ‘ceza uyuşmazlıkları’ ibaresinden, savcının ya da şahsi davacının talebi ile başlayan yargılaması sonunda sanığın mahkumiyetine ya da beraatine hükmedilebilecek davalarda, askeri ve adli ceza mahkemeleri arasında çıkan görev ve hüküm uyuşmazlıklarının anlaşılması, bunun dışında kalan tüm görev uyuşmazlıklarının ‘hukuk uyuşmazlığı’ sayılması gerektiği sonucuna varılmaktadır. Uygulanması idari organlara bırakılan cezalar, adli nitelikte olmadığından, bunlar hakkında yapılan itirazlar ya da açılan davalar ‘ceza davası’ olarak nitelendirilemezler. İdari niteliklerinden dolayı bu davalara ilişkin görev ve hüküm uyuşmazlıklarının Uyuşmazlık Mahkemesinin Hukuk Bölümünde incelenip çözümlenmesi gerektiği….”açıkça belirtilmiştir. Bu durum göz önüne alındığında, olay bölümünde yazılı başvuru konusu görev uyuşmazlığının Hukuk Bölümünde incelenmesi gerektiği kuşkusuzdur.

 

İdare Mahkemesince, 2247 sayılı Yasa’nın 19. maddesine göre başvuruda bulunulmuş olduğu, idari yargı dosyasının Mahkemece, ekinde adli yargı dosyası ile birlikte Uyuşmazlık Mahkemesi’ne gönderildiği ve usule ilişkin herhangi bir noksanlık bulunmadığı anlaşıldığından görev uyuşmazlığının esasının incelenmesine oy birliği ile karar verildi.

 

II-ESASIN İNCELENMESİ : Raportör-Hakim Taşkın ÇELİK’in, davanın çözümünde adli yargının görevli olduğu yolundaki raporu ile dosyadaki belgeler okunduktan; ilgili Başsavcılarca görevlendirilen Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Mehmet BAYHAN ile Danıştay Savcısı Mehmet AKKAYA’nın, davada adli yargının görevli olduğu yolundaki sözlü açıklamaları da dinlendikten sonra GEREĞİ GÖRÜŞÜLÜP DÜŞÜNÜLDÜ:

 

Dava, 2918 sayılı Yasa’nın 51. maddesinin ikinci fıkrasına aykırılık nedeniyle trafik zabıtasınca düzenlenen para cezasına ilişkin ceza tutanağının iptali istemiyle açılmıştır.

 

13.10.1983 tarih ve 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun “Amaç” başlıklı 1. maddesinde,”Bu kanunun amacı, karayollarında, can ve mal güvenliği yönünden trafik düzenini sağlamak ve trafik güvenliğini ilgilendiren tüm konularda alınacak önlemleri belirlemektir” denilmiş; 51. maddesinin ikinci fıkrasında, hız ölçen teknik cihaz veya çeşitli teknik usullerle yapılan tespit sonucu hız sınırlarını aşan sürücülere para cezası uygulanacağı kurala bağlanmıştır.

 

Uyuşmazlık Mahkemesi, 2918 sayılı Yasa’nın 116. maddesi kapsamında araç tescil plakasına göre düzenlenenler dışında trafik zabıtasınca uygulanan idari para cezalarına karşı açılan davaları; bu uygulamanın idari ceza kapsamında bulunması; Yasada idari cezalarla ilgili davalarda görevli yargı yerini açıkça belli eden bir hükme yer verilmemesi; bu Yasada gösterilen adli cezalara hükmetmekle görevli mahkemeye işaret eden 112. maddeye de herhangi bir atıfta bulunulmamış olması karşısında ve göreve ilişkin genel ilkelere göre idari yargının görev alanında görmüştür.

 

1.6.2005 tarihinde 5326 sayılı Kabahatler Kanunu’nun yürürlüğe girmesi üzerine Uyuşmazlık Mahkemesi Hukuk Bölümü’nce, sözü edilen Kanun’un diğer kanunlarda düzenlenen idari yaptırımlar ile bunlara karşı yapılacak itirazlara ilişkin görev hükümleri üzerindeki etkisinin incelenmesi sonucunda: diğer kanunlarda düzenlenen idari yaptırımın, dayanağı olan yasanın amacı dikkate alınarak; Kabahatler Kanunu’nun 1., 2., 16. ve 19. maddelerinde belirtilen koşulları taşıması, 27. maddenin (1) numaralı bendinde belirtilen idari yaptırımlardan olması halinde, idari para cezaları ve mülkiyetin kamuya geçirilmesine ilişkin olanlarına karşı 1.6.2005 tarihinden sonra yapılacak itirazlarda sulh ceza mahkemelerinin genel görevli kılındığına ve bu nedenle doğan görev uyuşmazlıklarında adli yargı yerinin görevli bulunduğuna karar verilmiştir.

 

Daha sonra, 5326 sayılı Kabahatler Kanunu’nun “Genel kanun niteliği” başlıklı 3. maddesi, Anayasa Mahkemesi’nin 1.3.2006 gün ve E:2005/108, K:2006/35 sayılı kararıyla iptal edilmiş ve gerekçeli kararı 22.7.2006 gün ve 26236 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmış ve iptal hükmünün, kararın Resmi Gazetede yayımlanmasından başlayarak altı ay sonra yürürlüğe girmesine karar verilmiş; yasama organı tarafından iptal hükmü doğrultusunda yasal düzenleme yapılmaması sürecinde, anılan madde hükmünün yürürlükte bulunduğu düşüncesiyle, aynı doğrultuda karar verilmeye devam edilmiş; yasama organı tarafından, Anayasa Mahkemesi’nce verilen altı aylık süre içinde iptal hükmü doğrultusunda yasal düzenleme yapılması halinde ise, işaret edilen yargı yerinin yeni düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren görevli olacağı belirtilmiştir.

 

Son olarak, 30.3.2005 tarihli ve 5326 sayılı Kabahatler Kanununun 3 üncü maddesini değiştiren 6.12.2006 günlü, 5560 sayılı Yasa’nın 31. maddesinde " (1) Bu Kanunun;

 

a) İdari yaptırım kararlarına karşı kanun yoluna ilişkin hükümleri, diğer kanunlarda aksine hüküm bulunmaması halinde,

 

b) Diğer genel hükümleri, idari para cezası veya mülkiyetin kamuya geçirilmesi yaptırımını gerektiren bütün fiiller hakkında,

 

uygulanır." denilmiştir.

 

19.12.2006 tarihinde yürürlüğe giren bu düzenlemeye göre, Kabahatler Kanunu’nun; İdari yaptırım kararlarına karşı kanun yoluna ilişkin hükümlerinin, diğer kanunlarda aksine hüküm bulunmaması halinde uygulanacağı; diğer kanunlarda görevli mahkemenin gösterildiği durumunda ise uygulanmayacağı anlaşılmaktadır.

 

Görev kuralları kamu düzenine ilişkin olduğundan, görev konusunda taraflar için bir müktesep hak doğmayacağı; bu nedenle, yeni bir yasayla kabul edilen görev kurallarının, geçmişe de etkili olacağı, bilinen bir genel hukuk ilkesidir.

 

Davanın açıldığı andaki kurallara göre görevli olan mahkeme, yeni bir yasa ile görevsiz hale gelmiş ise, (davanın açıldığı anda görevli olan ve fakat yeni yasaya göre görevsiz hale gelen) mahkemenin görevsizlik kararı vermesi gerekeceği; ancak, yeni yasadaki görev kuralının, değişikliğin yürürlüğe girmesinden sonra açılacak davalarda uygulanacağına dair intikal hükümlerinin varlığı halinde, mahkemece görevsizlik kararı verilemeyeceği açıktır.

 

Diğer taraftan, dava görevsiz mahkemede açılmış, bu sırada yapılan bir kanun değişikliği ile görevsiz mahkeme o dava için görevli hale gelmiş ise, mahkeme, artık görevsizlik kararı veremeyip (yeni kanuna göre görevli hale geldiği için) davaya bakmaya devam etmesi gerekir.

 

İncelenen uyuşmazlıkta, öngörülen trafik para cezasının 5326 sayılı Kanun’un 16. maddesinde belirtilen idari yaptırım türlerinden biri olduğu, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nda da bu para cezasına itiraz konusunda görevli mahkemenin gösterilmediği anlaşılmıştır.

 

Bu durumda, Kabahatler Kanunu’nun 5560 sayılı Kanun’la değişik 3. maddesinde belirtildiği üzere, idari yaptırım kararlarına karşı kanun yoluna ilişkin hükümlerinin, diğer kanunlarda aksine hüküm bulunmaması halinde uygulanacağı nedeniyle, görevli mahkemenin belirlenmesinde 5326 sayılı Kanun hükümleri dikkate alınacağından, idari para cezasına karşı açılan davanın görüm ve çözümünde, anılan Kanunun 27. maddesinin (1) numaralı bendi uyarınca adli yargı yerinin görevli olduğu sonucuna varılmıştır.

 

Açıklanan nedenlerle, İdare Mahkemesince yapılan başvurunun kabulü ile Sulh Ceza Mahkemesinin görevsizlik kararının kaldırılması gerekmiştir.

 

SONUÇ : Davanın çözümünde ADLİ YARGININ görevli olduğuna, bu nedenle İzmir 3.İdare Mahkemesi’nin BAŞVURUSUNUN KABULÜ ile Torbalı Sulh Ceza Mahkemesi’nin 07.03.2011 gün ve D.İş No: 2011/17 sayılı GÖREVSİZLİK KARARININ KALDIRILMASINA, 09.04.2012 gününde OY BİRLİĞİ İLE KESİN OLARAK karar verildi.

Anayasa Mahkemesi Başkanlığı Başvuru No : 2012/13 Karar T : 2/7/2013 * UZUN YARGILAMA SÜRECİ ANAYASANIN 36.MADDESİNE AYKIRIDIR.

Anayasa Mahkemesi Başkanlığından: 

BİRİNCİ BÖLÜM KARAR

 

 

 

 

Başvuru Numarası : 2012/13 Karar Tarihi : 2/7/2013

 

 

 

 

Serruh KALELİ

Burhan ÜSTÜN

Nuri NECİPOĞLU

Hicabi DURSUN

Erdal TERCAN

Şebnem NEBİOĞLU ÖNER

Güher ERGUN

Tosun Tayfun ERGUN

Olcay KOÇ

 

 

 

Başkan

Üyeler

Raportör

Başvurucular

Vekili

   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

  1. I.          Başvurucular, 2002 yılında açılan hukuk davasının henüz ilk derece mahkemesinde karara bağlanmamış olması nedeniyle adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini ileri sürerek, ihlalin tespitiyle uğradıkları maddi ve manevi zararın tazminine karar verilmesini talep etmişlerdir.
  2. BAŞVURU SÜRECİ
  3. Başvuru, 25/9/2012 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. İdari yönden yapılan ön incelemede başvurunun Komisyona sunulmasına engel bir durumun bulunmadığı tespit edilmiştir.
  4. Birinci Bölüm İkinci Komisyonunca, başvurunun karara bağlanması için Bölüm tarafından ilke kararı alınması gerekli görüldüğünden, Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 33. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca, kabul edilebilirlik incelemesi Bölüm tarafından yapılmak üzere, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.
  5. Birinci Bölümün 12/3/2013 tarihli ara kararı gereğince başvurunun, Anayasa Mahkemesi İçtüzüğünün 28. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendi uyarınca kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve bir örneğinin görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmesine karar verilmiştir.
  6. Adalet Bakanlığının 16/4/2013 tarih ve 37071 sayılı görüş yazısı 11/5/2013 tarihinde başvurucular vekiline tebliğ edilmiş olup, başvurucular vekili 10/6/2013 havale tarihli beyan dilekçesi sunmakla, Adalet Bakanlığı cevabına karşı beyanlarını on beş günlük yasal süre içerisinde ibraz etmemişlerdir.
  7. OLAY VE OLGULAR
  8. Olaylar
  9. Başvuru dilekçesindeki ilgili olaylar özetle şöyledir:
  10. Muğla ili Fethiye ilçesi Kaya Köyü Tunçpınarı mevkiinde kain 1330 parsel sayılı taşınmazın tapulama tespiti sırasında yarı hissesinin başvurucular murisi Aziz Bolel adına tespitine karar verilmiştir.
  11. Orman Genel Müdürlüğü’ne izafeten Fethiye Orman İşletme Müdürlüğü tarafından taşınmazın tespit malikleri aleyhine Fethiye Tapulama Mahkemesinin E. 1957/466 sayılı dosyasında tespite itiraz davası açılmıştır.
  12. Fethiye Tapulama Mahkemesinde yapılan yargılama neticesinde Mahkemenin
  13. 1957/466, K.1971/3 sayılı kararı ile taşınmazın tespit gibi, sunulan veraset ilamları uyarınca tespit maliklerinin mirasçıları adına tapuya tesciline karar verilmiştir.
  14. Belirtilen taşınmaz hakkında Orman Genel Müdürlüğü’ne izafeten Fethiye Orman İşletme Müdürlüğü tarafından taşınmaz malikleri aleyhine Fethiye 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin E.2002/175 ve E.2002/699 sayılı dosyaları ile tapu iptali ve tescil davaları açılmıştır.
  15. Açılan bu davalarda Orman Genel Müdürlüğü tarafından, dava konusu parselin bulunduğu köyde 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 3302 sayılı Kanunla değişik 10. ve 11. maddeleri ile Orman Sınırları Dışına Çıkarılacak Yerler Hakkındaki Tüzük’ün 28. maddeleri uyarınca uygulama yapıldığı ve dava konusu parselin bir kısmının kesinleşen orman tahdidi sınırları içinde kaldığı ifade edilerek, belirtilen kısmın tapusunun iptaline ve orman vasfı ile hazine adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmesi talep edilmiştir.
  16. Orman Genel Müdürlüğü tarafından açılan davalar Fethiye 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin E.2002/175 sayılı dosyası üzerinde birleştirilmiştir.
  17. Fethiye 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin E.2002/175 sayılı dosyasında devam eden yargılama sırasında, Fethiye Kadastro Mahkemesince 27/12/2011 tarihli yazı ile dava konusu taşınmazın 21/6/1987 tarih ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22-A bendi uyarınca yapılan uygulama çalışmalarında 251 ada 4 parsel sayılı taşınmaz olarak uygulamaya tabi tutulduğu ve tespit tutanaklarının Kadastro Mahkemesine gönderildiği bildirilmiştir.
  18. Fethiye Kadastro Mahkemesinin bahsedilen yazısı üzerine Fethiye 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 29/5/2012 tarih ve E.2002/175, K.2012/295 sayılı görevsizlik kararı ile dosyanın Fethiye Kadastro Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiştir.
  19. Fethiye Kadastro Mahkemesinin 22/4/2013 tarih ve 2013/223 muhabere sayılı yazısında, Fethiye 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin E.2002/175 sayılı dosyasının henüz Fethiye Kadastro Mahkemesine devredilmediği bildirilmiştir.

B. İlgili Hukuk

  1. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Usul ekonomisi ilkesi” kenar başlıklı 30. maddesi şöyledir:

“Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve

gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür. 

  1. İNCELEME VE GEREKÇE
  2. Mahkemenin 2/7/2013 tarihinde yapmış olduğu toplantıda, başvurucuların 25/9/2012 tarih ve 2012/13 numaralı bireysel başvurusu incelenip gereği düşünüldü:
  3. Başvurucuların İddiaları
  4. Başvurucular, murislerinden intikal eden taşınmaza ilişkin Fethiye 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin E.2002/175 sayılı dosyasında yürütülen yargılamanın on yılı aşkın bir süre devam ettiğini, verilen görevsizlik kararı da nazara alındığında uzun bir süre daha devam edeceğini, açılan davanın tapu iptali ve tescil davası olup taşınmaz maliklerinin tapu kaydı uyarınca belirli olduğunu, taşınmaz maliklerinin mirasçılarının tespitinin ve dahili dava edilerek taraf teşkilinin sağlanmasının da mümkün ve kolay olduğunu, bu yönüyle davanın karmaşık olmadığını, ancak uzun süre taraf teşkili sağlanmasıyla uğraşılarak yargılamanın sürüncemede kaldığını, bu nedenle yargılamanın makul sürede tamamlanmayarak Anayasa’nın 36. maddesinde tanımlanan haklarının ihlal edildiğini iddia etmişlerdir.
  5. Değerlendirme
  6. Kabul Edilebilirlik Yönünden
  7. Başvurucular, somut başvuruya ilişkin olarak ilk derece mahkemesince yapılan yargılamayı sonlandırır nitelikte bir karar mevcut olmadığını, AİHM kararlarında da belirtildiği üzere makul sürede yargılama yapılmaması iddiasına dayanan başvurular açısından başvuru yollarının tüketilmesi şartının atanamayacağını, zira başvurunun esasen yargılamanın nihayete ulaştırılamaması nedenine dayandığını belirtmişlerdir.
  8. Adalet Bakanlığı görüş yazısında Anayasa Mahkemesinin bireysel başvurulan inceleme hususunda zaman bakımından yetkisinin 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve eylemlere ilişkin başvuruları kapsadığı belirtilerek, Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıç tarihi itibariyle başvuruya konu yargılamanın yaklaşık on bir yıldır devam etmekte olduğunun ve halen ilk derece mahkemesi önünde derdest olduğunun kabul edilebilirlik incelemesinde nazara alınması gerektiği bildirilmiştir.
  9. 6216 sayılı Kanun’un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:

“Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler. ”

  1. Anılan hüküm uyarınca Anayasa Mahkemesinin yetkisinin zaman bakımından başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup, Mahkemenin yetkisinin geriye yürür şekilde uygulanmaması hukuk güvenliği ilkesinin bir gereğidir. Bu nedenle Mahkeme, ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir.
  2. Başvuru konusu dava, Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlama tarihi olan 23/9/2012’den önce açılmış olup, başvuru tarihi olan 25/9/2012 itibariyle derdest olduğu anlaşılmakla, başvurunun incelenmesi Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi dâhilindedir.
  3. Anayasa’nm 148. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:

"Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa insan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır. ”

  1. 6216 sayılı Kanun’un “Bireysel başvuru hakkı” kenar başlıklı 45. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:

“ihlale neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir. ”

  1. Belirtilen hükümler uyarınca, bireysel başvuruda bulunulmadan önce, ihlal iddiasının dayanağı olan işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş olan idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerekmektedir. Temel hak ihlallerini öncelikle derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun yollarının tüketilmesi koşulunu zorunlu kılar (B. No: 2012/1027, § 19,20, 12/2/2013).
  2. Ancak, başvuru yollarının tüketilmesi ilkesinin mutlak şekilde uygulanması temel hak ve özgürlüklerin etkin kullanımını ve korunmasını engelleyecektir. Hali hazırda devam etmekte olan bir yargılamada, makul sürede yargılama yapma yükümlülüğünün yerine getirilmediği iddiası ile bireysel başvuruda bulunulabilmesi, başvuru yollarının tüketilmesi kuralının istisnalarından birini teşkil etmektedir. Zira bu durumda başvuru yollarının tüketilmesi şartının aranması, makul sürede yargılama yapma yükümlülüğüne aykırı davranılması nedeniyle meydana gelen sonuçları ortadan kaldırmayacaktır. Aksine, makul olmadığı iddia edilen yargılama faaliyetinin daha da uzamasına ve başvurucu açısından zararın artmasına neden olacaktır.
  3. Makul sürede yargılama yapma yükümlülüğünün yerine getirilmediği iddiasını içeren başvurular açısından, Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında öngörülen kanun yollarının tüketilmesi şartı, ancak makul sürede yargılama yapma yükümlülüğüne ilişkin etkin bir başvuru yolunun bulunması durumunda geçerli olabilecektir. Yargılama faaliyetinin makul sürede gerçekleştirilmesini temin eden, bir başka ifade ile yargılamanın uzamasını önleyici etkiye sahip olan veya yargılamanın makul sürede yapılmaması sonucunda oluşan zararları tespit ve tazmin edici nitelik taşıyan bir idari veya yargısal başvuru yolunun var olması halinde, bireysel başvuruda bulunulmadan önce bu başvuru yolunun tüketilmesi şartı aranacaktır. Ancak hukuk sistemimizde, yargılama faaliyetinin uzamasını önleyici veya yargılama faaliyetinin uzamasından doğan zararları giderici nitelikte, etkin bir başvuru yolu bulunmamaktadır (Bahçeyaka/Türkiye, Başvuru No: 74463/01, 13/7/2006, § 27-29; Tamar/Türkiye, Başvuru No: 15614/02, 18/7/2006, § 21-24; Ezel Tosun/Türkiye, Başvuru No:33379/02, 10/1/2006, §18,19; Danespayeh/Türkiye, Başvuru No: 21086/04, 16/7/2009, §37).
  4. Makul sürede yargılanma hakkı açısından bir başvuru yolu olarak 9/1/2013 tarih ve 6384 sayılı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödenmek Suretiyle Çözümüne Dair Kanun ile ihdas edilen başvuru yolu ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince bu tür ihlal iddiaları açısından tüketilmesi gereken bir başvuru yolu olarak kabul edilmekle birlikte (Müdür Turgut ve diğerleri/Türkiye, Başvuru No: 4860/09, 6/3/2013), ilgili Kanunun 1. maddesi ile 9. maddesinin (1) numaralı fıkrasında, belirtilen Kanunun 23/9/2012 tarihi itibarıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde kaydedilmiş başvurular hakkında uygulanacağı hükmüne yer verilmiştir. Ayrıca aynı Kanunun 2. maddesinin (2) numaralı fıkrası hükmüne göre Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türkiye'nin taraf olduğu ek protokoller kapsamında korunan haklara ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yerleşik içtihatları doğrultusunda verilen ihlal kararlarının yoğunluğu dikkate alınmak suretiyle, Adalet Bakanlığınca teklif edilecek diğer ihlal alanları bakımından da Bakanlar Kurulu kararıyla bu Kanun hükümlerinin uygulanabileceği öngörülmüş olmakla beraber, hâlihazırda böyle bir başvuru yolunun ihdas edilmemiş olduğu anlaşılmaktadır.
  5. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrası gereği, somut başvuru açısından ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak nitelikte etkin bir başvuru yolu bulunmadığı anlaşıldığından, başvuru kanun yollarının tüketilmesi yönünden kabul edilebilir niteliktedir.
  6. Açıklanan nedenlerle, açıkça dayanaktan yoksun olmayan ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmayan başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2.  Esas İnceleme

  1. Başvurucular, murislerinden intikal eden taşınmaza ilişkin olarak Fethiye 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin E.2002/175 sayılı dosyasında yürütülen yargılamanın makul sürede tamamlanmayarak Anayasa’nın 36. maddesinde tanımlanan adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini iddia etmişlerdir.
  2. Adalet Bakanlığı görüş yazısında, makul süreye ilişkin değerlendirmede Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıç tarihi olan 23/9/2012’den sonraki sürenin nazara alınması, ancak bu tarihten önceki yargılama süresinin de sürenin makul olma niteliği değerlendirilirken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadına paralel olacak şekilde göz önünde bulundurulması ve sürenin makul olup olmadığı hususunda AİHM tarafından geliştirilen kriterler de dikkate alınmak suretiyle, başvuruya konu on yılı aşkın yargılama süresinin makul olup olmadığının tespit edilmesi yönünde beyanda bulunulduğu anlaşılmıştır.
  3. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası hükümlerine göre, Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının incelenebilmesi için, kamu gücü tarafından müdahale edildiği iddia edilen hakkın Anayasa’da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi (Sözleşme) ve Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerinin kapsamına da girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle, Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün değildir (B. No: 2012/1049, § 18, 26/3/2013)
  4. Anayasa’mn “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. ”

  1.  Anayasa’nın “Duruşmaların açık ve kararların gerekçeli olması” kenar başlıklı 141. maddesinin dördüncü fıkrası şöyledir:

“Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir. ”

  1. Sözleşme’nin “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

“Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir. ”

  1. Sözleşme metni ile AİHM kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma hakkının somut görünümleri olan alt ilke ve haklar, esasen Anayasa’nın 36. maddesinde yer verilen adil yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Anayasa Mahkemesi de Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı bir çok kararında, ilgili hükmü Sözleşmenin 6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle, gerek Sözleşmenin lafzi içeriğinde yer alan (Anayasa Mahkemesinin 19/1/2012 tarihli ve E.2011/43, K.2012/10 sayılı kararı) gerek AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara, Anayasanın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir (Anayasa Mahkemesinin 11/10/2012 tarihli ve E.2012/69, K.2012/149 sayılı kararı).
  2. Somut başvurunun dayanağını oluşturan makul sürede yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil olup, ayrıca davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten Anayasa’nın 141. maddesinin de, Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği, makul sürede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması gerektiği açıktır.
  3. Makul sürede yargılanma hakkının amacı, tarafların uzun süren yargılama faaliyeti nedeniyle maruz kalacakları maddi ve manevi baskı ile sıkıntılardan korunmasıdır.

Hukuki uyuşmazlıkların çözüm sürecini uzatarak çoğu zaman elde edilecek hükmün yararını ortadan kaldıran bir yargılama, adaletin yerine getirilmesindeki etkililiğe ve güvenliğe zarar verecektir. Ancak, makul sürede yargılanma hakkı bakımından uyuşmazlığa ilişkin yargılamanın kısa sürede sonuçlandırılması önemli olmakla beraber, hukuki uyuşmazlığın çözümünde gerekli özenin gösterilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle yargılama süresinin makul olup olmadığının her bir başvuru açısından münferiden değerlendirilmesi gerekir.

  1. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili

makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar, AİHM tarafından bir davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde içtihat yoluyla geliştirilmiş olan kriterlerdir (Frydlender/Fransa, Başvuru No: 30979/96, 27/6/2000, § 43; Ezel Tosun/Türkiye, Başvuru No:33379/02, 10/1/2006, §21,; Namlı ve Diğerleri/Türkiye, Başvuru No: 51963/99, 23/5/2007, § 24; Alhan/Türkiye, Başvuru   No:        8163/07, 2/4/2013,   § 21;

Danespayeh/Türkiye, Başvuru No: 21086/04, 16/7/2009, § 28).

  1. Yargılamaya intikal eden maddi vakıalar ve ispat araçlarından oluşan dava

malzemesinin veya uygulanacak hukuk kurallarının karmaşık olması, yargılama faaliyetinin süresi üzerinde etkili olabilir. Bu                     nedenle her bir başvuru açısından sürenin

değerlendirilmesi, çoğu zaman hem niteliğe hem niceliğe ilişkin bir inceleme yapılmasını gerektirir.

  1. Hukuk sistemimiz açısından taraflarca hazırlanma ilkesi ve resen araştırma ilkesinin geçerli olduğu yargılamalar arasında tarafların etkinliği noktasında farklılıklar bulunmakla beraber, genel olarak tarafların tutumunun yargılama sürecinin uzamasındaki etkisi, yargılama süresinin makul olma niteliğinin değerlendirilmesinde nazara alınması gereken önemli bir unsurdur. Zira tarafların yargılamayı uzatmaya yönelik davranışlardan kaçınması ve kendisine tanınmış olan usuli hakları kullanırken dikkat ve özen göstermesi gereklidir.
  2. Yargılama faaliyetinin süresine ilişkin değerlendirmede göz  önünde

bulundurulması gereken bir diğer unsur ilgili makamların tutumudur. Bu kapsamda sadece yargı makamlarının tutumu dikkate alınmayıp, Devletin kamu gücü kullanan tüm organlarına atfedilebilir bir gecikme olup olmadığı üzerinde durulmalıdır. Yetkili makamlara atfedilecek gecikmeler, yargılamanın süratle sonuçlandırılması hususunda gerekli özenin gösterilmemesinden kaynaklanabileceği gibi, yapısal sorunlar ve organizasyon eksikliğinden de ileri gelebilir. Zira Anayasa’nın 36. maddesi ile Sözleşme’nin 6. maddesi, hukuk sisteminin, mahkemelerin davaları makul bir süre içinde karara bağlama yükümlülüğü de dâhil olmak üzere adil yargılama koşullarını yerine getirebilecek biçimde düzenlenmesi sorumluluğunu yüklemektedir.

  1. Yukarıda belirtilen unsurların yanı sıra, değerlendirmeye esas alman sürenin makul olup olmadığının tespitinde, başvurucu için hukuki korumanın bir an önce gerçekleştirilmesindeki yararının ne olduğunun da nazara alınması gerekmekte olup, bu unsur her bir yargılama süresinin makullüğü açısından ortak bir standart oluşturulmaması tercihini güçlendirmektedir.
  2. Ancak, belirtilen kriterlerden hiçbiri makul süre değerlendirmesinde tek başına belirleyici değildir. Yargılama sürecindeki tüm gecikme periyotlarının ayrı ayrı tespiti ile bu kriterlerin toplam etkisi değerlendirilmek suretiyle, hangi unsurun yargılamanın gecikmesi açısından daha etkili olduğu saptanmalıdır.
  3. Yargılama faaliyetinin makul sürede gerçekleşip gerçekleşmediğinin saptanması için, öncelikle uyuşmazlığın türüne göre değişebilen, başlangıç ve bitiş tarihlerinin saptanması gereklidir.
  4. Başvuru konusu olayda, bir taşınmaz hakkında genel yetkili mahkemelerde açılan tapu iptal ve tescil davasının, taşınmaza ilişkin kadastro uygulama çalışmaları yapılması nedeniyle görevsizlik kararıyla kadastro mahkemesine devredilmesine karar verildiği ve başvuru tarihi itibariyle yargılama faaliyetinin halen devam etmekte olduğu anlaşılmaktadır.
  5. Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesi uyarınca, medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede karara bağlanması gerekmektedir. Başvuru konusu olayda taşınmazın davacı idare adına tapuya kayıt ve tesciline ilişkin bir mülkiyet sorunu bulunmakta olup, bu sorunun çözümüne yönelik olan ve 6100 sayılı Kanunda yer alan usul hükümlerine göre yürütülen somut yargılama faaliyetinin, medeni hak ve yükümlülükleri konu alan bir yargılama olduğunda kuşku yoktur.
  6. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin makul süre değerlendirmesinde, sürenin başlangıcı kural olarak, uyuşmazlığı karara bağlayacak yargılama sürecinin işletilmeye başlandığı, başka bir deyişle davanın ikame edildiği tarihtir. Bununla birlikte, davanın ikame edildiği tarih ile Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruların incelenmesi hususundaki zaman bakımından yetkisinin başladığı tarih farklı olabilecektir. Nitekim somut başvuru açısından benzer durum söz konusu olduğundan, dikkate alınacak sürenin tespiti ayrıca bir değerlendirme yapılmasını gerektirmektedir.
  7. Yukarıda belirtildiği üzere (§ 21-23) Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıç tarihi 23/9/2012 olup, 6216 sayılı Kanun’un 76. maddesinin

(1)   numaralı fıkrası ile aynı Kanunun geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası uyarınca Anayasa Mahkemesi 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceleme yetkisine sahiptir. Belirtilen hükümlerin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini belirlerken, olay ve olguların meydana geldiği tarihi değil, hak ihlali oluşturan işlem ve eylemlere karşı başvurulabilecek kanun yollarının tüketildiği, yani işlem veya kararın kesinleştiği tarihi esas aldığı görülmektedir. Dolayısıyla, bir hak ihlali iddiasının Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi kapsamına girip girmediği noktasında dikkat edilecek husus, başvuruya konu işlem veya eylemin meydana geliş tarihi değil, bu işlem veya eyleme karşı müracaat edilen kanun yollarından sonra verilen kararın kesinleşme tarihidir. Bu çerçevede 23/9/2012 tarihinden önce açılmış ve bu tarih itibariyle derdest olan davalarla ilgili olarak yapılan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasını konu alan şikayetlerde dikkate alınacak süre, belirtilen tarihten sonra geçen süre değil, uyuşmazlığın başlangıç tarihinden itibaren geçen süredir. Dolayısıyla, 23/9/2012 tarihinde derdest olmak şartıyla uyuşmazlığın başladığı tarihten, sona erdiği veya halen devam ediyorsa Anayasa Mahkemesi’nin başvuruyu karara bağladığı tarihe kadar geçen süre dikkate alınacaktır. Başvuru konusu yargılamanın, Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcını teşkil eden 23/9/2012 tarihinden önce başlamış olduğu, başvuru tarihi itibariyle yaklaşık on bir yıllık bir süredir devam ettiği ve belirtilen tarih itibariyle halen derdest olduğu anlaşılmakla, somut başvuruya ilişkin olarak yapılacak makul süre değerlendirmesinde dikkate alınacak sürenin başlangıcı, davanın ikame edildiği tarihtir.

  1. Sürenin bitiş tarihi ise, çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihidir. Ancak yukarıda belirtildiği üzere (§ 27-30) devam eden yargılamalara ilişkin makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasını konu alan şikâyetler bakımından başvuru yollarının tüketilmesi koşulu aranmayacaktır. Bu tür şikâyetler açısından yargılama faaliyetinin devamı sırasında başvuru yapılabilmesi olanağı bulunduğundan, değerlendirmeye esas alınacak sürenin bitiş anı başvurunun karara bağlandığı tarihtir.
  2. Başvuru konusu davada, başvurucu Olcay Koç’un 27/11/2002 havale tarihli dava dilekçesinde gösterilen davalılar arasında bulunduğu, başvurucular Güher Ergun ve Tosun Tayfun Ergun’un ise 6/12/2005 tarihli ara karara istinaden davada yer almayan tapu malikleri olarak yargılamaya dâhil edildikleri anlaşılmaktadır.
  3. Başvuruya konu yargılama sürecinin incelenmesinde, yargılamanın konusunun bir parsel taşınmaza ait tapunun iptali ile orman vasfı belirtilerek hazine adına tapuya tesciline karar verilmesi ve taşınmaza yapılan müdahalenin önlenmesi talebi olduğu anlaşılmaktadır. İlgili davanın bir davacısı ve başvurucuların da aralarında yer aldığı dahili davalılarla beraber kırkbir davalısı bulunmaktadır. 27/11/2002 havale tarihli dilekçe ile yargılamasına başlanıldığı anlaşılan davanın tensip zaptının tanzimi sonrasında, görevsizlik kararı ile neticelenen yargılama diliminde toplam otuz dört duruşma yapılmıştır. Belirtilen celseler arasında iki ila dört aylık sürelerin bulunduğu ve yargılama süresince her yıl genel olarak üç, bazı seneler ise yılda toplam dört duruşma yapıldığı anlaşılmıştır.
  4. İlgili yargılama evrakının incelenmesinden, tensip duruşması sonrasında yaklaşık on sekiz aylık bir süreyle ve toplamda dört celsede davacı tarafa, tebligat yapılamayan davalıların adreslerinin ve tebligat masraflarının ibrazı hususunda süre verildiği, sonrasında kamu kurumlan vasıtasıyla adres tetkikine başlandığı görülmektedir. Devam eden yargılama sürecinde, bu defa vefat eden tapu maliklerinin veraset ilamlarının ibrazı hususunda davacı tarafa süre verilmiş ve belirtilen eksikliğin ikmali için yaklaşık on yedi aylık bir süre geçmiş, bu arada davacı tarafça verilen mazeret dilekçeleri kabul edilmiştir. İlgili belgelerin ibrazı üzerine, taraf teşkilinin sağlanması amacıyla tapu maliki mirasçılarının davaya dâhil edilmesi hususunda davacı tarafa yeniden süre verilerek, bu işlemlerin tamamlanması için on beş aydan fazla bir süre geçtiği anlaşılmıştır. Taraf teşkilinin sağlanmasının ardından muhtelif tarihlerde üç defa keşif ara kararı verildiği, ancak keşiflerin müracaat yokluğu, hava koşulları ve davacı vekilinin mazeret dilekçeleri gibi nedenlere dayalı olarak icra edilemediğine ilişkin keşif talik tutanakları tanzim edildiği görülmektedir. 28/11/2008 tarihinde icra edilen keşfin ardından bilirkişilerin raporlarını ibrazı hususunda keşif tutanağında verilen süreye aykırı şekilde dört aydan fazla bir süre beklenerek, raporlar duruşmada elden tebliğ edilmiş ve beyanda bulunmak üzere taraflara süre verilmiştir. Yapılan keşif sonrasında dosyada eksik evrak bulunduğundan bahisle bunların temini hususunda tekrar çeşitli kamu kurumlarına müzekkereler yazılmış, belirtilen eksiklikler yaklaşık on bir aylık bir sürede ikmal edilmiş, bu arada davacı vekili mazeretleri kabul olunarak, yeniden keşif ara kararı verilmiş, ancak bu karar ve daha sonra verilen iki adet keşif ara kararı, yetkili hakimin farklı bir mahkemede görevli olması, hava şartları ve bilirkişi temin edilememesi gibi mazeretlerle yaklaşık on beş aylık süreçte icra edilmemiştir. Sunulan müdahale talebinin değerlendirilmesi için dört aydan uzun bir süre daha yargılamanın ertelenmesinden sonra, 16/12/2012 tarihli celsede dava mahkemesi tarafından, Fethiye Kadastro Mahkemesince 27/12/2011 tarihli yazı ile, dava konusu taşınmazın 21/6/1987 tarih ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22 maddesinin (A) bendi uyarınca yapılan uygulama çalışmalarında 251 ada 4 parsel sayılı taşınmaz olarak uygulamaya tabi tutulduğu ve tespit tutanaklarının Kadastro Mahkemesine gönderildiğinin bildirildiği belirtilerek dosya incelemeye alınmış ve üç aydan uzun bir süre sonra yapılan duruşmada Fethiye Kadastro Mahkemesi lehine görevsizlik kararı verilmiştir.
  5. Başvurunun değerlendirilmesi neticesinde, başvuruya konu yargılamanın bir taşınmazın mülkiyetine ilişkin bir uyuşmazlık olduğu, davanın taraflarında toplam kırk iki kişinin bulunduğu, yargılamanın özellikle vefat eden tapu maliki mirasçılarının davaya dâhil edilerek taraf teşkilinin sağlanması ve taşınmazın aynına ilişkin bir ihtilaf olması nedeniyle, keşif ve bilirkişi incelemesi gibi usul işlemlerini gerektirmesine bağlı olarak karmaşık bir niteliğe sahip olduğu, ancak yargılama sürecindeki gecikme periyotları ayrı ayrı değerlendirildiğinde duruşmalar arasında geçen sürelerin oldukça uzun tutularak yılda ortalama üç duruşma yapıldığı ve verilen ara kararların birçoğunda davacı tarafa eksikliklerin ikmali hususunda usul hükümlerine aykırı şekilde süreler verildiği anlaşılmaktadır.
  6. Medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkları konu alan yargılama faaliyetleri için geçerli genel usuli hükümler içeren 6100 sayılı Kanunun 30. maddesi, uyuşmazlıkların makul sürede çözümlenmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır.
  7. Her ne kadar belirtilen usul hükümlerine tabi olan somut yargılama açısından dava malzemesinin taraflarca hazırlanması ilkesinin geçerli olması yargılama faaliyetinin makul sürede neticelendirilmemesinin sonuçlarına tarafların katlanması düşüncesini destekler nitelikte olsa da, bu ilkeler yargılama makamlarını davayı gerekli süratle yürütme yükümlülüğünden kurtarmaz.
  8. Yargılama sürecinde başvurucular dışındaki tarafların yargılamayı geciktirici yöndeki işlem ve davranışları kural olarak, yargılamanın uzamasında taraf kusuru olarak kabul edilmekte ise de, yargılama makamlarının ilgili usuli imkânları kullanmak suretiyle bu girişimleri engelleme sorumluluğu bulunmaktadır.
  9. Somut yargılama açısından, davacı tarafa defalarca ve kesin sürelere ilişkin hükümlere aykırı mahiyette, bir kısım eksikliklerin ikmali hususunda süreler verildiği, ara karar gereklerinin yerine getirilmemesi karşısında usul kanununda yer alan kesin sürelere ilişkin müeyyidelerin uygulanmadığı, defalarca verilen keşif ara kararlarının özellikle müracaat yokluğu nedeniyle yerine getirilmediği, ara kararı gereklerinin yerine getirilmediği ve keşiflerin icra edilmediği süreçlerde davacı vekili mazeretlerinin bir çok kez kabul edildiği, ancak yine kesin süreye riayet edilmemesinin müeyyidelerinin ve celse harcı tayini gibi usuli imkanların yargılama makamlarınca kullanılmadığı anlaşılmaktadır (1086 sayılı Kanun md. 163, 271, 278/son, 282, 414; 6100 sayılı Kanun md. 94, 114/1-g, 115/2, 120, 253,269, 280; 2/7/1964 tarih ve 492 sayılı Harçlar Kanunu md.12).
  10. Yukarıda belirtilen hususların yanı sıra, taşınmaza ilişkin uygulama çalışmaları yapıldığını bildirir 27/12/2011 tarihli Fethiye Kadastro Mahkemesi yazısının 16/2/2012 tarihli celsede dosya içine alındığı, aynı celsede dosyanın incelemeye alınarak üç aydan uzun bir süre sonra 29/5/2012 tarihinde görevsizlik kararı verildiği ve dosyanın görevli Mahkemesine 22/4/2013 tarihi itibariyle yaklaşık on bir aylık süreçte devredilmemiş olduğu görülmektedir.
  11. Başvurucuların tutumunun yargılamanın uzamasına özellikle bir etkisi olduğu tespit edilmemiştir.
  12. Davada yer alan kişi sayısı ve davanın mahiyeti nedeniyle icrası gereken usul işlemlerinin niteliği başvuruya konu yargılamanın karmaşık olduğunu ortaya koymakla birlikte, davaya bütün olarak bakıldığında makul olmayan bir gecikmenin olduğu sonucuna varılmıştır.
  13. Belirtilen nedenlerle, başvurucuların Anayasa’mn 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma haklarının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3.  6216 Sayılı Kanunun 50. Maddesi Yönünden

  1. Başvurucular, taşınmazlarını uzun süren yargılama boyunca kullanamadıklarını belirterek, yargılama süresi itibariyle taşınmazdaki hisseleri nazara alınarak bilirkişi marifetiyle tespit edilmesini istedikleri zararın karşılığının maddi tazminat olarak hüküm altına alınmasını ve uzun yargılama nedeniyle maruz kaldıkları manevi zararın giderilmesi için manevi tazminata hükmedilmesini talep etmişlerdir.
  2. Adalet Bakanlığı görüşünde, her ne kadar başvurucular tarafından dava konusu taşınmaz üzerine ilk derece mahkemesince ihtiyati tedbir şerhi konulduğu ve bu nedenle yargılama süresince taşınmazdan yararlanamadıkları belirtilmiş ise de, taşınmaz üzerinde somut yargılama nedeniyle herhangi bir tedbir kararı bulunmadığı, yalnızca taşınmaza ilişkin tapu kaydında ilgili taşınmazın kadastro mahkemesinin 2011/75 esas sayılı dosyasında davalı olduğu bilgisinin bulunduğu bildirilmiştir.
  3. 6216 sayılı Kanun’un “Kararlar” kenar başlıklı 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:

“Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir. 

  1. Başvurucular tarafından taşınmazın tapu kaydı üzerine ihtiyati tedbir şerhi konulduğu ve bu şekilde taşınmaz üzerindeki tasarruf yetkilerinin engellendiği iddia edilmiş olmakla beraber, taşınmazın tapu kaydının beyanlar hanesinde mevcut uyuşmazlıkla ilgili “taşınmazın 22461.25 m2’si orman sınırları içinde” ve “Kadastro Mahkemesi 2011/175” ifadesini içeren iki adet kaydın yer aldığı ve beyan niteliğindeki bu kayıtların başvurucuların taşınmaz üzerindeki tasarruf yetkilerini kısıtlar nitelikte olmadığı anlaşılmaktadır. Mevcut başvuruda Anayasa’nın 36. maddesinin ihlal edildiği tespit edilmiş olmakla beraber, tespit edilen ihlalle iddia edilen maddi zarar arasında illiyet bağı bulunmadığı anlaşıldığından, başvurucuların maddi tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi gerekir.
  2. Başvurucular Güher Ergun ve Tosun Tayfun Ergun açısından yaklaşık sekiz, başvurucu Olcay Koç açısından ise yaklaşık on bir yıllık yargılama süreleri nazara alındığında, başvurucuların yargılama faaliyetinin uzunluğu sebebiyle, yalnızca ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında takdiren başvurucular Güher Ergun ve Tosun Tayfun Ergun’ a ayrı ayrı 5.200,00 TL, başvurucu Olcay Koç’a 8.300,00 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.
  3. Başvurucular tarafından yapılan ve dosyadaki belgeler uyarınca tespit edilen

172,50   harç ve 2.640,00 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.812,50 TL yargılama giderinin başvuruculara ödenmesine karar verilmesi gerekir.

  1. Başvuruya konu yargılamanın yaklaşık on bir yıl sürdüğü ve bu hususun makul sürede yargılanma hakkını ihlal ettiği gözetilerek, anayasal bir hakkın ihlal edildiği açık olan bir yargılama dosyasında, hukuka, adalete ve mahkemeye güven ilkesinin gördüğü zararın devam etmesinin önlenmesi amacıyla, yargılamanın mümkün olan en kısa sürede sonuçlandırılmasını teminen, kararın bir örneğinin ilgili mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir.
  2. HÜKÜM

Açıklanan nedenlerle;

  1. A.        Başvurunun KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
  2. B.         Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
  3. C.        Başvurucular Güher Ergun ve Tosun Tayfun Ergun’a ayrı ayrı 5.200,00 TL, başvurucu Olcay Koç’a 8.300,00 TL manevi TAZMİNAT ÖDENMESİNE,
  4. D.        Başvurucuların tazminata ilişkin diğer taleplerinin REDDİNE,
  5. E.         Başvurucular tarafından yapılan 172,50 TL harç ve 2.640,00 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.812,50 TL yargılama giderinin BAŞVURUCULARA ÖDENMESİNE,
  6. F.         Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Maliye Hâzinesine başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına; ödemede gecikme olması halinde, bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal faiz uygulanmasına,
  7. G.        Kararın bir örneğinin ilgili mahkemesine gönderilmesine,

2/7/2013 tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi.

 

 

 

 

Başkan Serruh KALELİ

Üye Burhan ÜSTÜN

Üye

Nuri NECİPOĞLU

 

 

Üye

Hicabi DURSUN

 

 

Üye Erdal TERCAN

   

GELİR İDARESİ BAŞKANLIĞI İcra Dairesine yatırılan avukatlık vekalet ücretlerinde vergilendirme ve belge düzeni [27/01/2010-3014]

T.C.

GELİR İDARESİ BAŞKANLIĞI

BÜYÜK MÜKELLEFLER VERGİ DAİRESİ BAŞKANLIĞI

(Mükellef Hizmetleri Grup Müdürlüğü)

 

 

SAYI  : B.07.1.GİB.04.99.16.01/2-MUK-675                                            27/01/2010 – 3014

 

KONU: İcra Dairesine yatırılan avukatlık vekalet

          ücretlerinde vergilendirme ve belge düzeni.

               

                       

……….

 

 

İlgi      : …. tarihli dilekçeniz.

 

            İlgide kayıtlı dilekçenizde, Başkanlığımız …. vergi kimlik numaralı mükellefi olduğunuz belirtilerek, firmanız tarafından, icra kanalı ile alacaklı taraf avukatına ödenen vekalet ücretlerinin ne şekilde vergilendirileceği ve belgelendirileceği konusunda Başkanlığımız görüşü talep edilmektedir.  

 

            Bilindiği üzere, 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 65’inci maddesinde; “Her türlü serbest meslek faaliyetinden doğan kazançlar serbest meslek kazancıdır. Serbest meslek faaliyeti; sermayeden ziyade şahsi mesaiye, ilmi veya mesleki bilgiye veya ihtisasa dayanan ve ticari mahiyette olmayan işlerin işverene tabi olmaksızın şahsi sorumluluk altında kendi nam ve hesabına yapılmasıdır.” hükmü yer almıştır.

 

            Avukatlık Kanununun 164 ve 166’ncı maddelerinde, avukatlık ücreti tanımlanmakta ve kaynakları itibariyle, sözleşmeye bağlı olarak iş sahibinden sağlanan vekalet ücreti ile dava sonunda, kararla tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenen vekalet ücreti olmak üzere iki ayrı vekalet ücretinden söz edilmektedir.

 

            1136 sayılı Avukatlık Kanununun 4667 sayılı Kanunla değişik 164’üncü maddesinin son fıkrasında; “… Dava sonunda, kararla tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek vekalet ücreti avukata aittir. Bu ücret, iş sahibinin borcu nedeniyle takas ve mahsup edilemez, haczedilemez.”denilmiştir.

 

Aynı Kanunun 168’inci  maddesinin üçüncü fıkrasında; “Avukatlık ücretinin takdirinde, hukuki yardımın tamamlandığı veya dava sonunda hüküm verildiği tarihte yürürlükte olan tarife esas alınır.”, 169’uncu maddesinde ise “Yargı mercilerince karşı tarafa yükletilecek avukatlık ücreti, avukatlık ücret tarifesinde yazılı miktardan az ve üç katından fazla olamaz.” denilmektedir.

 

Dava sonunda, kararla tarifeye dayanılarak karşı/alacaklı taraf avukatına ödenen vekalet ücreti;

 

a) Mahkeme veya icra veznesinin düzenlediği makbuz imzalanarak nakden,

 

 

 

 

b) Bizzat karşı/borçlu tarafın, mahkeme veya icra dairesinin tespit ettiği vekalet ücretini elden (nakden) veya banka havalesi ile ödemesi,

 

c) Mahkeme veya icra dairesinin, yargılama giderleri ile birlikte davayı kazanan müvekkile herhangi bir şekilde ödeme yapması ve müvekkilin de karşı/borçlu taraftan alınan vekalet ücretini avukata ödemesi,

 

şekillerinde tahsil edilebilmektedir.

 

            Diğer taraftan, Gelir Vergisi Kanununun 94’üncü  maddesinin birinci fıkrasında, kamu idare  ve müesseseleri, iktisadi kamu müesseseleri, sair kurumlar, ticaret şirketleri, iş ortaklıkları, dernekler, vakıflar, dernek ve vakıfların iktisadi işletmeleri, kooperatifler, yatırım fonu yönetenler, gerçek gelirlerini beyan etmeye mecbur olan ticaret ve serbest meslek erbabı, zirai kazançlarını bilanço veya zirai işletme hesabı esasına göre tespit eden çiftçiler aşağıdaki bentlerde sayılan ödemeleri nakden veya hesaben yaptıkları sırada, istihkak sahiplerinin gelir vergilerine mahsuben tevkifat yapmaya mecbur oldukları hükme bağlanmıştır.

 

Buna göre, dava sonunda mahkeme ilamına göre veya icra takibi sonucu verilen kararla avukatlık tarifesine dayanılarak karşı tarafa yüklenilecek vekalet ücretinin Gelir Vergisi Kanununun 65 ve 66’ncı maddelerine göre serbest meslek erbabı olan avukatlara ödenmesi halinde, Gelir Vergisi Kanununun 94’üncü maddesi ve 2009/14592 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı uyarınca sorumlularca  % 20 nispetinde gelir vergisi tevkifatına tabi tutulması gerekir.

 

Diğer taraftan, karşı taraf aleyhine hükmedilen vekalet ücreti ödemelerinin doğrudan avukatlara değil de icra müdürlüklerine yapıldığı durumda, icra müdürlüklerine ödeme yapıldığı sırada ödemeyi yapan borçlu tarafından vekalet ücreti ödemesinden gelir vergisi tevkifatı yapılması gerekmektedir.

 

Söz konusu vekalet ücreti ödemesi yapan borçlunun Gelir Vergisi Kanununun 94’üncü maddesinde sayılan tevkifat yapmakla sorumlu kişilerden olmaması veya herhangi bir sebeple tevkifat yapılmadan icra dairesine ödemede bulunulması halinde, elde edilen serbest meslek kazancı avukat tarafından verilen yıllık beyannamede vergilendirilecektir.

 

Davayı kaybeden tarafından, mahkeme ilamına göre veya icra takibi sonucu karşı taraf avukatına ödenmesine karar verilen vekalet ücretinin avukat  dışında alacaklı tarafa vekalet eden üçüncü bir kişiye nakden ödenmesi durumunda; bu vekalet alacağın tahsiline yönelik olduğundan, ödeme yapan tarafın Gelir Vergisi Kanununun 94’üncü maddesinin birinci fıkrasında sayılan kişilerden olması halinde yapılan vekalet ücreti ödemesi üzerinden gelir vergisi tevkifatının yapılması gerekir.

 

Ancak, vekalet ücretini ödeyen karşı tarafın ödeme esnasında stopaj yapmaması durumunda elde edilen hasılatın avukat tarafından yıllık beyannameye dahil edileceği tabiidir.

 

Davayı kaybeden tarafın, mahkeme veya icra dairesinin tespit ettiği vekalet ücretini alacaklı tarafa doğrudan nakden ödemesi halinde, alacaklıyı temsil eden avukatın ücretli olmaması kaydıyla, ödeme yapan tarafın Gelir Vergisi Kanununun 94’üncü maddesinin birinci fıkrası kapsamında sayılan kişilerden olması halinde, yapılan vekalet ücreti ödemesi üzerinden gelir vergisi tevkifatının yapılması gerekir.  

 

            Diğer taraftan, alacaklı taraf avukatına ödenmesine karar verilen vekalet ücretinin ne şekilde belgelendirilmesi gerektiğine ilişkin olarak, 23.02.2006 tarih ve 26089 sayılı Resmi Gazete de yayımlanan 356 Seri No lu Vergi Usul Kanunu Genel Tebliğinde “…İcra dairelerince borçludan alınarak müvekkili adına takibat yapan alacaklı taraf avukatına ödenmesine karar verilen avukatlık(vekalet) ücretinin avukata ödendiği anda, avukat tarafından borçlu adına en az iki nüsha serbest meslek makbuzu düzenlenecek ve makbuzun avukatta kalan nüshasına da icra dairesince ödemenin yapılmış olduğuna dair bir şerh düşülerek, ödemeyi yapan memur tarafından (sicil numarası da yazılarak) imzalanacaktır.” şeklinde düzenlenmişken; 11.09.2007 tarih ve 26640 sayılı Resmi Gazete de yayımlanan 375 Seri No lu Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği ile “İcra dairelerince borçludan alınarak müvekkili adına takibat yapan alacaklı taraf avukatına ödenmesine karar verilen avukatlık(vekalet) ücretlerinin avukata ödendiği anda, avukat tarafından borçlu adına en az iki nüsha serbest meslek makbuzu düzenlenecek olup, bir nüshası ödemeyi yapan memura verilecek; makbuzun avukatta kalan nüshasına ise icra dairesince ödemenin yapılmış olduğuna dair bir şerh düşülmesi ve ödemeyi yapan memur tarafından imzalanması şartı aranmayacaktır.” şeklinde düzenlenmiştir.

 

            Ayrıca, mahkeme kararı gereğince veya icra kanalı ile avukata ödenen vekalet ücreti serbest meslek faaliyeti kapsamında katma değer vergisine tabi olup, avukat tarafından düzenlenecek serbest meslek makbuzunda ayrıca katma değer vergisi hesaplanacaktır. Ancak, mahkeme kararında “KDV hariç” şeklinde bir ifadenin yer almaması halinde, vekalet ücretine katma değer vergisi dahil kabul edilecek ve içyüzde oranı uygulanmak suretiyle tespit edilen katma değer vergisi  avukat tarafından düzenlenecek serbest meslek makbuzunda gösterilecektir.

 

            Öte yandan, mahkemelerce hükmolunan vekalet ücreti ödemelerinin davayı kazanan gelir ya da kurumlar vergisi mükellefi olan işverenlere yapılması ve yapılan bu ödemenin Gelir Vergisi Kanunu uyarınca ticari ya da serbest meslek faaliyeti kapsamında olması halinde ödeme katma değer vergisine tabi olacak, mahkeme kararında “KDV hariç” ya da “KDV dahil” ibaresinin yer alıp almadığı dikkate alınarak yukarıdaki açıklamalara göre işlem yapılacaktır.

 

            Ayrıca, avukatın davayı kazanan tarafın ücretlisi olması halinde, ticari veya serbest meslek kazancı kapsamında borçludan tahsil edilen vekalet ücreti, Gelir  Vergisi Kanununun 61, 94 ve 103’üncü maddeleri kapsamında ücret olarak avukata ödenecektir.

Bu hüküm ve açıklamalara göre;

– Firmanız aleyhine hükmedilen vekalet ücreti ödemelerinin doğrudan avukatlara değil de icra müdürlüklerine yapılması durumunda,  icra müdürlüklerine ödeme yapıldığı sırada   Gelir Vergisi Kanununun 94’üncü maddesi ve 2009/14592 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı uyarınca   % 20 nispetinde gelir vergisi tevkifatı yapılması gerekmektedir.

– Firmanız tarafından, mahkeme kararı gereğince veya icra kanalı ile avukata ödenen vekalet ücreti serbest meslek faaliyeti kapsamında katma değer vergisine tabi olup, avukat tarafından düzenlenecek serbest meslek makbuzunda ayrıca katma değer vergisi hesaplanacaktır. Ancak, mahkeme kararında “KDV hariç” şeklinde bir ifadenin yer almaması halinde, vekalet ücretine katma değer vergisi dahil kabul edilecek ve içyüzde oranı uygulanmak suretiyle tespit edilen katma değer vergisi  avukat tarafından düzenlenecek serbest meslek makbuzunda gösterilecektir.

 

– 11.09.2007 tarih ve 26640 sayılı Resmi Gazete de yayımlanan 375 Seri No lu Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği ile “İcra dairelerince borçludan alınarak müvekkili adına takibat yapan alacaklı taraf avukatına ödenmesine karar verilen avukatlık(vekalet) ücretlerinin avukata ödendiği anda, avukat tarafından borçlu adına en az iki nüsha serbest meslek makbuzu düzenlenecek olup, bir nüshası ödemeyi yapan memura verilecek; makbuzun avukatta kalan nüshasına ise icra dairesince ödemenin yapılmış olduğuna dair bir şerh düşülmesi ve ödemeyi yapan memur tarafından imzalanması şartı aranmayacaktır.

 

Bilgi edinilmesini rica ederim.

UYUŞMAZLIK MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI E: 2011/238 K: 2012/63 – İMAR PLANI -KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA -İDARİ YARGININ GÖREVLİ OLDUĞU


UYUŞMAZLIK MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI
ESAS NO :
 2011/238

KARAR NO : 2012/63
KARAR TR : 9.4.2012
(Hukuk Bölümü)
ÖZET : Davacılara ait taşınmazların imar planında çocuk bahçesi alanında ve yeşil alanda kalmasından dolayı uğranılan zararın tazmini istemiyle açılan davanın İDARİ YARGI YERİNDE çözümlenmesi gerektiği hk.

K A R A R

Davacılar : U. B., M. G., M. G., İ. B.
Vekilleri : Av. H. K., Av. H. G.
Davalı : Bağcılar Belediye Başkanlığı
Vekili : Av. Ş. A.
O L A Y : Davacılar vekili, Müvekkillerinin hissedarı oldukları İstanbul ili, Bağcılar İlçesi, Fevzi Çakmak Mahallesi 1033 ada, 13 ve 14 parsel sayılı taşınmazların 1/1000 ölçekli uygulama imar planında park alanı olarak ayrıldığını, 1987 yılından bu yana çok uzun süredir park alanı olarak düzenleme yapılmadığını ve kamulaştırılmadığını, taşınmazda inşaat yapma olanağı bulunmadığından kamulaştırmasız el atma şartlarının oluştuğunu, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ve Yargıtay Beşinci Hukuk Dairesi kararlarında, taşınmaza fiilen el atılmasa da imar planı gereğinin uzun yıllar yerine getirilmemesi halinde kamulaştırmasız el atma olgusunun gerçekleştiğinin kabul edildiğini öne sürerek kamulaştırmasız el atma nedeniyle, metrekare ve değer yönünden fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla; dava tarihinden itibaren işleyecek kanuni faizi ile birlikte şimdilik 10.000,00 TL’nin davalı Belediyeden tahsiline, bedeli ödenen kısımların davalı lehine tapudan terkinine karar verilmesi istemiyle, 25.03.2011 tarihinde adli yargı yerinde dava açmıştır.
Davalı vekilince, süresinde verilen ilk itiraz dilekçesinde, müvekkili idarenin idari niteliği ve varsa eylemlerinin de idari eylem niteliği taşıdığı ileri sürülerek görev itirazında bulunulmuştur.
BAKIRKÖY 3.ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ: 27.05.2011 gün ve E:2011/160 sayı ile, davalı vekilinin yargı yolu itirazının, dava konusunun gerek Kamulaştırma Kanunu gerekse İmar Kanunu uyarınca adli yargının görevi kapsamında kalması nedeniyle reddine karar vermiştir.
Davalı Belediye Başkanlığı vekilinin, idari yargı yararına olumlu görev uyuşmazlığı çıkartılması yolunda süresi içinde verdiği dilekçesi üzerine, dava dosyasının onaylı bir örneği Danıştay Başsavcılığı'na gönderilmiştir.
DANIŞTAY BAŞSAVCISI; Uygulama ve Öğreti'de, kamu idarelerinin, kamu hizmetinin yürütümü sırasında, kamu gücü kullanarak tek yanlı irade açıklamalarıyla yapmış oldukları işlemlerin, "idari işlem"; herhangi bir işlem ya da karara dayanmaksızın gerçekleştirdikleri maddi faaliyetleriyle, görevleriyle ilgili hareketsizliklerinin de, "idari eylem" olarak tanımlandığı; bu tanıma göre; idarelerin 3194 sayılı İmar Kanununun 8'inci maddesi uyarınca tek yanlı irade açıklamaları ile tesis ettikleri, genel ve düzenleyici imar planları ile bu planlara dayanılarak tesis edilen parselasyon, kamulaştırma, ruhsat gibi bireysel işlemlerin, "idari işlem"; bu imar planı uyarınca yapmak zorunda oldukları program ve uygulamaları, bunun için gerekli zamanda gerçekleştirmemeleri; yani, bu konudaki hareketsizliklerinin de, idari eylem niteliği taşıdığı; her ne kadar, uyuşmazlık konusu parsellerin 16.03.2001 tasdik tarihli 1/1000 ölçekli revizyon imar planlarında "ağaçlandırılacak alan", 19.10.2004 tasdik tarihli 1/1000 ölçekli uygulama imar planında "yeşil alan", 15.9.2008 onay tarihli 1/1000 ölçekli uygulama imar planında ise çocuk bahçesi alanı olarak ayrılmış olması nedeniyle ve imar uygulama işlemi ile çocuk bahçesinden yer tahsis edilmiş bulunduğu iddiasıyla söz konusu taşınmazların bedellerinin tazminat olarak ödenmesi istemiyle açılan davada, davanın hukuksal dayanağı olarak, kamulaştırmasız el atma gösterilmiş ve dava dilekçesine eklenen Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararında da, imar planında ilköğretim tesisi alanına ayrılan taşınmaz yönünden kamulaştırmasız el atma olgusunun varlığı kabul edilmiş; yine, davacı tarafından dosyaya sunulan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararında, 3194 sayılı Kanun'un 18'inci maddesine göre yapılan uygulamada davacıya tahsis edilen imar parselinin, imar planında lise alanı olarak ayrılması halinde kamulaştırmasız el atma koşullarının gerçekleştiği yönündeki mahkeme direnme kararı yerinde bulunmuş ise de; davacıların mülkiyet hakkına getirilen kısıtlama, yukarıda açıklandığı üzere, genel ve düzenleyici işlem olan imar planlarında ilgili taşınmazların sırasıyla ağaçlandırılacak alan, yeşil alan ve çocuk bahçesi alanı olarak gösterilmesinden, bu planlarda öngörülen kamulaştırma programlarının zamanında yapılmamasından ve imar uygulaması işleminden kaynaklandığında ihtilaf bulunmadığından; bu kısıtlama ve hareketsizlikten doğan zararın da idari işlem ve eylemden kaynaklandığının kabulünün gerektiği; bu bakımdan; davanın, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 2'nci maddesinin 1'inci fıkrasının (b) bendinde yer alan yer alan "İdari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları," hükmü gereğince idari yargı yerinde görülmesinin gerektiği; açıklanan nedenle, 2247 sayılı Yasa'nın 10'uncu maddesi uyarınca olumlu görev uyuşmazlığı çıkarılmasına ve dosyanın Uyuşmazlık Mahkemesine gönderilmesine karar vermiştir.
Başkanlıkça, 2247 sayılı Yasa’nın 13. maddesine göre Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın da yazılı düşüncesi istenilmiştir.
YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCISI; Davacıların, İstanbul ili, Bağcılar ilçesi, Fevzi Çakmak Mahallesi 1033 ada 13 ve 14 parsel sayılı taşınmazlarının 1/1000 ölçekli uygulama imar planında park alanı olarak ayrılması sonucu mülkiyet hakkını kullanamadığı, kamulaştırma yapılmadan beklenmesine rağmen imar plan değişikliği sonucu mülkiyet hakkı kullanımının engellenmesi sonucu hukuken kamulaştırmasız el atma koşullarının gerçekleşmesi nedeniyle tazminat talep ettiği davada; davalı idare tarafından görev itirazında bulunulması üzerine olumlu görev uyuşmazlığı çıkarıldığının anlaşıldığı; Anayasa'nın 125/son madde ve fıkrasında, idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü bulunduğunun kurala bağlandığı; 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 2/1-b maddesi gereğince idari eylem ve işlemlerden dolayı zarara uğrayanlar tarafından açılan tam yargı davalarının idari dava türleri arasında sayıldığı; dava konusu uyuşmazlıkta, idarenin 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu kapsamında bir işleminin bulunmaması karşısında, davanın anılan Kanun'un 14. maddesinde işaret edilen bedel artırma davası niteliğinde olduğunun kabulüne olanak bulunmadığı; uyuşmazlık konusu işlemin, 15/09/208 onay tarihli 1/1000 ölçekli imar planında çocuk parkı alanı olarak bırakıldığı, dava tarihine kadar herhangi bir kamulaştırma işlemi ya da fiilen el atmanın bulunmadığı, davaya konu idari eylemin, 3194 sayılı İmar Kanunu'nun arazi ve arsa düzenlenmesine ilişkin 18. maddesinin uygulamasından kaynaklanmakta olduğu, imar planı ve buna dayalı imar uygulaması sonucunda uğranılan zararın tazminine yönelik bulunan davanın, 2577 sayılı Kanun'un 2/1-b maddesinde yer alan idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel haktan doğrudan zarar görenler tarafından açılan tam yargı davaları kapsamında idari yargı yerinde çözümlenmesinin gerektiği; bu nedenle, Danıştay Başsavcılığının 2247 sayılı Yasa'nın 10. maddesi gereğince yapmış olduğu başvurunun kabulü ile Bakırköy 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2010/179 esas sayılı görevlilik kararının kaldırılmasına karar verilmesinin gerektiği yolunda yazılı düşünce vermiştir.
İNCELEME VE GEREKÇE :
Uyuşmazlık Mahkemesi Hukuk Bölümü’nün, Serdar ÖZGÜLDÜR’ün Başkanlığında, Üyeler: Mustafa AYSAL, Eyüp Sabri BAYDAR, Sıddık YILDIZ, Nurdane TOPUZ, Sedat ÇELENLİOĞLU ve Ayhan AKARSU’nun katılımlarıyla yapılan 09.04.2012 günlü toplantısında:
l-İLK İNCELEME: Başvuru yazısı ve dava dosyası örneği üzerinde 2247 sayılı Yasa'nın 27. maddesi gereğince yapılan incelemeye göre, davalı idarenin anılan Yasanın 10/2 maddesinde öngörülen yönteme uygun olarak yaptığı görev itirazının reddedilmesi ve 12/1. maddede belirtilen süre içinde başvuruda bulunması üzerine Danıştay Başsavcısı'nca, 10. maddede öngörülen biçimde olumlu görev uyuşmazlığı çıkarıldığı anlaşılmaktadır. Usule ilişkin herhangi bir noksanlık bulunmadığından görev uyuşmazlığının esasının incelenmesine oy birliği ile karar verildi.
II-ESASIN İNCELENMESİ: Raportör-Hakim Taşkın ÇELİK’in, davanın çözümünde idari yargının görevli olduğu yolundaki raporu ile dosyadaki belgeler okunduktan; ilgili Başsavcılarca görevlendirilen Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Mehmet BAYHAN ile Danıştay Savcısı Mehmet AKKAYA’nın davada idari yargının görevli olduğu yolundaki sözlü açıklamaları da dinlendikten sonra GEREĞİ GÖRÜŞÜLÜP DÜŞÜNÜLDÜ:
Dava, Davacıların, İstanbul ili, Bağcılar İlçesi, Fevzi Çakmak Mahallesi 1033 ada, 13 ve 14 parsel sayılı taşınmazlarına, imar planında park alanı olarak ayrılmak suretiyle kamulaştırmasız el atıldığından bahisle, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla; dava tarihinden itibaren işleyecek kanuni faizi ile birlikte şimdilik 10.000,00 TL’nin davalı idareden tahsili istemiyle açılmıştır.
3194 sayılı İmar Kanunu’nun“Planların hazırlanması ve yürürlüğe konulması” başlıklı 8. maddesinde; “Planların hazırlanmasında ve yürürlüğe konulmasında aşağıda belirtilen esaslara uyulur.
a) Bölge planları; sosyo – ekonomik gelişme eğilimlerini, yerleşmelerin gelişme potansiyelini, sektörel hedefleri, faaliyetlerin ve alt yapıların dağılımını belirlemek üzere hazırlanacak bölge planlarını, gerekli gördüğü hallerde Devlet Planlama Teşkilatı yapar veya yaptırır.
b) İmar Planları; Nazım İmar Planı ve Uygulama İmar Planından meydana gelir. Mevcut ise bölge planı ve çevre düzeni plan kararlarına uygunluğu sağlanarak, belediye sınırları içinde kalan yerlerin nazım ve uygulama imar planları ilgili belediyelerce yapılır veya yaptırılır. Belediye meclisince onaylanarak yürürlüğe girer. (Değişik dördüncü cümle: 8/8/2011- KHK-648/21 md.) Bu planlar onay tarihinden itibaren belediye başkanlığınca tespit edilen ilan yerlerinde ve ilgili idarelerin internet sayfalarında bir ay süreyle eş zamanlı olarak ilan edilir. Bir aylık ilan süresi içinde planlara itiraz edilebilir. Belediye başkanlığınca belediye meclisine gönderilen itirazlar ve planları belediye meclisi onbeş gün içinde inceleyerek kesin karara bağlar.
Belediye ve mücavir alan dışında kalan yerlerde yapılacak planlar valilik veya ilgilisince yapılır veya yaptırılır. Valilikçe uygun görüldüğü takdirde onaylanarak yürürlüğe girer. (Değişik üçüncü cümle: 8/8/2011- KHK-648/21 md.) Onay tarihinden itibaren valilikçe tespit edilen ilan yerinde ve ilgili idarelerin internet sayfalarında bir ay süreyle eş zamanlı olarak ilan edilir. Bir aylık ilan süresi içinde planlara itiraz edilebilir. İtirazlar valiliğe yapılır, valilik itirazları ve planları onbeş gün içerisinde inceleyerek kesin karara bağlar.
Onaylanmış planlarda yapılacak değişiklikler de yukarıdaki usullere tabidir.
Kesinleşen imar planlarının bir kopyası, Bakanlığa gönderilir.
İmar planları alenidir. Bu aleniyeti sağlamak ilgili idarelerin görevidir. Belediye Başkanlığı ve mülki amirlikler, imar planının tamamını veya bir kısmını kopyalar veya kitapçıklar haline getirip çoğaltarak tespit edilecek ücret karşılığında isteyenlere verir.
c) (Ek: 3/7/2005 – 5403/25 md.) Tarım arazileri, Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununda belirtilen izinler alınmadan tarımsal amaç dışında kullanılmak üzere plânlanamaz.” hükmüne yer verilmiştir.
Dava dosyasında bulunan Bağcılar Belediye Başkanlığı, Plan ve Proje Müdürlüğünün 27.04.2011 gün ve 2715 sayılı yazısının incelenmesinden; davaya konu edilen İstanbul ili, Bağcılar İlçesi, Fevzi Çakmak Mahallesi 1033 ada, 13 ve 14 parsel sayılı taşınmazların, 16.03.2001 onay tarihli 1/1000 ölçekli Revizyon İmar Planında ağaçlandırılacak yeşil alan fonksiyonunu sürdürdüğü, bu plana istinaden yapılan 19.10.2004 onay tarihli 1/1000 ölçekli Revizyon İmar Planında söz konusu parsellerin yeşil alanda kaldığı, mer’i plan olan 18.04.2008 onay tarihli 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planında ve bu plana istinaden hazırlanan 15.09.2008 onay tarihli 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planında yeşil alanda kaldığı ifade edilmiş; aynı Müdürlüğün 30.3.2011 gün ve 1908 sayılı yazısında söz konusu parsellerin imar planında çocuk bahçesi alanında kaldığı anlaşılmıştır.
Olayda, imar planının uygulaması sonucu, uyuşmazlığa konu parsellerin imar planında
park alanında kaldığı, uzun süredir park alanı olarak düzenleme yapılmadığı, kamulaştırılmadığı, taşınmazda inşaat yapma olanağı bulunmadığı; kamulaştırmasız el atma nedeniyle taşınmazın bedelinin ödenilmesi gerektiğinin iddia edildiği; davanın konusunun, davalı idarece 3194 sayılı Kanunu uyarınca kamu gücü kullanılarak tek yanlı irade ile yapılan imar planlarında yeşil alan olarak yer alan davacılara ait taşınmazın bedelinin tazminine ilişkin bulunduğu anlaşılmış olup, belirtilen duruma göre, imar planı ve buna dayalı imar uygulaması sonucunda uğranılan zararın tazminine yönelik bulunan davanın, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 2/1-b maddesinde yer alan "İdari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları" kapsamında idari yargı yerince çözümlenmesi gerekmektedir.
Açıklanan nedenle, Danıştay Başsavcısı’nın başvurusunun kabulü ile Bağcılar Belediye Başkanlığı vekilinin görev itirazının, Asliye Hukuk Mahkemesince reddine ilişkin kararın kaldırılması gerekmiştir.
SONUÇ : Davanın çözümünde İDARİ YARGININ görevli olduğuna, bu nedenle Danıştay Başsavcısı’nın BAŞVURUSUNUN KABULÜ ile, davalı vekilinin GÖREV İTİRAZININ REDDİNE İLİŞKİN Bakırköy 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 27.05.2011 gün ve E:2011/160 sayılı KARARININ KALDIRILMASINA, 09.04.2012 gününde OY BİRLİĞİ İLE KESİN OLARAK karar verildi.