Etiket arşivi: BULUNMASI

Yargıtay CGK E: 2013/464 K: 2015/132 Arama sırasında bulunması gereken kişilerin bulunmaması aramayı geçersiz kılar

————————————————————————————————————–
Önemli Not: Yargıtay Ceza Genel Kurulunun önceki ayrık kararları.
1.) Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 26.06.2007 tarih ve 7-147/159 sayılı kararında, 5271 sayılı CMK’a dayanılarak yapılan aramada, sanıktan herhangi bir itiraz gelmediği, CMK 119/4 maddesinde sayılan ve sırf aramada bulunmaması gereken kişilerin orada bulunmaması sebebiyle elde edilen delillerin hukuka aykırılığından bahsedilerek sanık hakkında Beraat Kararı verilmemesi gerektiği belirtilmiştir.
2.) Yine YARGITAY Ceza Genel Kurulu’nun 2011/8-278Esas 2012/96Karar 12/03/2012 tarihli kararında da sadece arama sırasında bulunması gereken kişilerin orada bulundurulmaması suretiyle şekle aykırı hareket edildiğinden bahisle sayılmaları ve mahkumiyet hükmüne dayanak teşkil edememeleri kabul edilemeyeceği belirtilmiştir. Kararın ilgili kısmı aşağıya alıntılanmıştır.
“Usulüne göre alınmış arama kararına istinaden, herhangi bir hak ihlaline neden olunmadan yapılan arama sonunda ele geçen delillerin, sadece arama sırasında bulunması gereken kişilerin orada bulundurulmaması suretiyle şekle aykırı hareket edildiğinden bahisle sayılmaları ve mahkumiyet hükmüne dayanak teşkil edilememeleri kabul edilemez.
Nitekim, Ceza Genel Kurulunun 26.06.2007 gün ve 147-159 sayılı kararında da aynı sonuca ulaşılmıştır.”
———————————————————————————————————-
YARGITAY Ceza Genel Kurulu
ESAS: 2013/464
KARAR: 2015/132
Sanık İ.. K.. hakkında terör örgütüne silah sağlama suçundan açılan kamu davasının yapılan yargılaması sonucunda eylemin bireysel silah ticareti suçunu oluşturduğu kabul edilerek 6136 sayılı Kanunun 12/1, 765 sayılı TCK’nun 59/2, 5237 sayılı TCK’nun 53, 54 ve 63. maddeleri uyarınca 4 yıl 2 ay hapis ve 375 Lira adli para cezası ile cezalandırılmasına, hak yoksunluğuna, müsadereye ve mahsuba ilişkin, Van 3. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 10.07.2008 gün ve 28-327 sayılı hükmün sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 9. Ceza Dairesince 09.01.2012 gün ve 22094-394 sayı ile düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 19.03.2012 gün ve 16586 sayı ile;
“Bireysel mermi ticareti yapmak suçu 6136 sayılı Kanunun 12. maddesinde 'Her kim bu Kanunun kapsamına giren ateşli silahlarla bunlara ait mermileri ülkeye sokar veya sokmaya kalkışır veya bunların ülkeye sokulmasına aracılık eder veya bunları 29.6.2004 tarihli ve 5201 sayılı Harp Araç ve Gereçleri ile Silâh, Mühimmat ve Patlayıcı Madde Üreten Sanayi Kuruluşlarının Denetimi Hakkında Kanun hükümleri dışında ülkede yapar veya bu suretle ülkeye sokulmuş ve ülkede yapılmış olan ateşli silahları veya mermileri bir yerden diğer bir yere taşır veya yollar veya taşımaya bilerek aracılık eder, satar veya satmaya aracılık ederse veya bu amaçla bulundurursa beş yıldan on iki yıla kadar hapis ve beş yüz günden beş bin güne kadar adlî para edasıyla cezalandırılır' şeklinde, yasak mermi bulundurmak suçu ise aynı Kanunun 13. maddesinde 'Bu Kanun hükümlerine aykırı olarak ateşli silahlarla bunlara ait mermileri satın alan veya taşıyanlar veya bulunduranlar hakkında bir yıldan üç yıla kadar hapis ve otuz günden yüz güne kadar adlî para cezasına hükmolunur' şeklinde düzenlenmiş olup maddenin 3. fıkrasında 'Bu Kanunun 12 nci maddesinin dördüncü fıkrasında sayılanlar dışındaki ateşli silahın bir adet olması ve mutat sayıdaki mermilerinin ev veya işyerinde bulundurulması halinde verilecek ceza bir yıldan iki yıla kadar hapis ve yirmibeş günden yüz güne kadar adlî para cezasıdır' şeklinde düzenlemeye yer verilmiştir.
6136 sayılı Kanunda yasak silahlar bakımından sayısal ve nitelik itibariyle, yasak mermiler bakımından ise sadece sayısal vahamet hali düzenlenmiş olduğundan ele geçen mermilerin niteliği ile çeşitliliğinin suç vasfının belirlenmesi yönünden bir önemi bulunmamaktadır. Nitekim Yüksek Yargıtay 8. Ceza Dairesinin konu ile ilgili uygulamaya yön veren içtihatlarında da, 6136 sayılı Kanunun 12/1. maddesinde yazılı olan bireysel mermi ticareti yapmak suçu yönünden mermi sayısının öneminin bulunmadığı, ticaret maksadıyla hareket edilmesi koşulunun arandığı, silah ticareti hedef alındığından, sanığın amacı silah ticaretine yönelik olmadıkça bu maddenin değil aynı kanunun 13. maddesinin uygulanacağının, ele geçen mermi sayısının ticaret yapmak kastına delalet eden bir unsur olmayıp 13. maddenin hangi fıkrasının uygulanacağını belirlemek bakımından esas alındığı, uygulamada suça konu mermi sayısının 51 ila 250 adet arasında olması durumunda, sayı mutad kabul edilerek eylemin 6136 sayılı Kanunun 13. maddenin 3. fıkrası kapsamında kabul edildiği görülmüştür.
Bu açıklamalar ve konu ile ilgili yasal düzenlemeler ve yargısal içtihatlar karşısında; somut olayda, yasadışı silahlı terör örgütü ile bağlantısı olduğuna ve mermi ticareti yaptığına dair aleyhine herhangi bir delil elde edilmeyen sanığın, dosya kapsamındaki delillerle sabit olan 228 adet yasak mermiyi evinde bulundurmaktan ibaret eyleminin, ele geçen mermilerin sayısı itibariyle 6136 sayılı Kanunun 13. .maddesinin 3. fıkrasında yazılı suç tipine uyduğu halde evinde ele geçen mermilerin sayısı düşünüldüğünde bunu ancak ticaretini yapmak için bulundurduğu kanaatiyle, salt varsayıma dayalı olarak mermi ticareti yapmak suçundan 6136 sayılı Kanunun 12/1. maddesi uyarınca cezalandırılmasına karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olduğu gibi, Yüksek Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 01.02.2005 tarih ve 193-2 sayılı kararında belirtilen 'Şüphe ve aydınlatılmamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak hüküm tesis edilmez. Ceza mahkumiyeti bir ihtimale değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Bu ispat teorik de olsa hiç bir kuşku ve başka türlü bir oluşa olanak vermemelidir. Yüksek dahi olsa bir ihtimale dayanılarak sanığı cezalandırmak ceza yargılamasının en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan hüküm vermektir, o halde ceza yargılamasında mahkûmiyet büyük veya küçük bir ihtimale değil kuşkudan uzak bir kesinliğe dayanmalıdır' şeklindeki temel hukuk prensiplerine de aykırı olup bu nedenlerle hükmün bozulması germektedir” görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurmuştur.
CMK'nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 9. Dairesince 09.04.2013 gün ve 8270-5460 sayı ile; itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilerek açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
CEZA GENEL KURULU KARARI
Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın sabit kabul edilen 6136 sayılı Kanuna muhalefet eyleminin anılan kanunun 12/1. maddesi kapsamında mı yoksa 13/3. maddesi kapsamında mı kaldığının belirlenmesine ilişkin ise de; Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümünün 07.03.2015 gün ve 292288 sayılı Resmi Gazetede Yayımlanan 19.11.2014 gün ve 2013/6183 Başvuru numaralı kararı karşısında, Yargıtay İç Yönetmeliğinin 27. maddesi uyarınca sanığın konutunda 5271 sayılı CMK’nun 119/4. maddesine aykırı davranılarak o yer ihtiyar heyetinden veya komşularından iki kişi hazır bulundurulmaksızın yapılan arama neticesinde elde edilen delillerin “hukuka aykırı delil” olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği, hukuka aykırı delil olduğu sonucuna ulaşılması durumunda ise aramada elde edilen maddi deliller dışında dosyada yer alan diğer delillerin sanığın mahkûmiyeti için yeterli olup olmadığı hususlarının öncelikle ele alınması gerekmektedir.
İncelenen dosya kapsamından;
25.12.2005 Pazar günü akşam saatlerinde Van Emniyet Müdürlüğü 155 polis imdat hattını arayan erkek bir şahsın; “K……….. evde PKK terör örgütü patlayıcı saklıyor ve valiye suikast düzenleyecekler, bunu eşim bizzat kendisi bayanlar konuşurken duymuş ve ben de bu evin çok yakınında ikamet ediyorum” şeklinde bir ihbarda bulunması üzerine kolluk görevlilerince durumun CMK'nun 250. maddesi ile yetkili Van nöbetçi Cumhuriyet savcısına bildirildiği,
Cumhuriyet savcısı tarafından aynı gün saat 20.00’de gecikmesinde sakınca bulunan hal nedeniyle hâkim kararı alınmadan belirtilen adreste arama yapılmasına yazılı emir verildiği,
Özel Harekât Şube Müdürlüğü ekiplerince saat 22.00’de arama yapılacak yere gidilip kapının çalındığı, 5-7 dakika sonra kapının açıldığı, içeride bulunan inceleme dışı sanıklar S.. K.., L.. U.., A.. K.., A.. U.. ve H.. K..’ın yakalandıkları, gerekli güvenlik önlemleri alındıktan sonra saat 22.30’da terörle mücadele şube görevlilerince o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişi bulundurulmaksızın aramaya başlandığı, evin giriş bölümüne göre sağdan ikinci sırada bulunan odada sandık içerisinde beze sarılmış vaziyette menşei belli olmayan Kaleşnikof marka uzun namlulu silaha ait 55 adet dolu fişek, aynı odada girişin hemen karşısında bulunan karyolanın altındaki tahta kutu içerisinde 1 çift yeni kahve renkli tabanca kabzası ve siyah deri kap içerisinde 1 adet kelepçe, evin banyo bölümünde naylon bidon içerisinde siyah bir poşetin içerisine bırakılmış vaziyette menşei belli olmayan Bixi olarak tabir edilen tam otomatik uzun namlulu silahta ve Kanas tabir edilen suikast silahında kullanılan 170 adet dolu fişek ve 3 adet menşei belli olmayan 7.65 çaplı dolu fişek, evin bodrum bölümünde yapılan aramada sarı renkli bir sırt çantası içerisinde serum şişesine konulmuş siyah renkli toz bir madde, L.. U..’ın üst aramasında ise bel kısmında beyaz naylona sarılmış vaziyette 1 adet 7.65 mm. çapında üzerinde …………ibareleri bulunan tabanca, şarjör ve şarjör içerisinde 7 adet üzerinde SB 7.65 ibaresi bulunan dolu fişeğin ele geçirilip zapt edildiği,
Van 4. Ağır Ceza Mahkemesi Nöbetçi Hâkimliğince 26.12.2005 gün ve 558 müteferrik sayı ile arama ve el koyma işleminin onaylanmasına karar verildiği,
Van Emniyet Müdürlüğü Olay Yeri İnceleme ve Kimlik Tespit Şube Müdürlüğünce ele geçen tabanca, şarjör, fişekler ve şeffaf naylon poşet parçası üzerinde yapılan incelemede herhangi bir parmak izi tespit edilemediği,
Jandarma Genel Komutanlığı Van Bölge Kriminal Laboratuvar Amirliği Balistik İnceleme Şube Müdürlüğünce düzenlenen 03.01.2006 tarihli ekspertiz raporuna göre; ele geçen silahın, sağ yan yüzeyinde "………..", namlusunda "…." numaraları bulunan, 7.65 mm. çapında Brovning tipi fişek istimal eden, Çekoslovakya yapısı, Vzör marka, yarı otomatik çalışma sistemine sahip bir tabanca olduğu, yapılan teknik kontrol ve muayenesinde emniyet mandalının sağlam ve işler durumda bulunduğu, atışına mani veya kendiliğinden ateş almasına sebep olabilecek mekanik herhangi bir arızasının bulunmadığı, deneme ve mukayese atışlarında çap ve tipine uygun fişekleri patlattığı, ele geçen toplam 235 adet fişekten 170 adedinin 7.62×54 mm. çapında, 55 adedinin 7.62×39 mm. çapında, 10 adedinin ise 7.65 mm. çapında olup, çap ve tiplerine uygun silahlarda kullanılmak üzere imal edildikleri, 7.65 çaplı fişeklerden tabancanın şarjöründen çıkan 7 adedinin üzerinde S&B 7.65B, banyodaki bidon içerisinde bulunan poşetten çıkan fişeklerin 2 tanesinin üzerinde 80 7.65, bir tanesinin üzerinde ise Geco ibarelerinin yazılı bulunduğu, ele geçen fişeklerden 10 adet 7.65 mm. çapında olanların tamamının inceleme konusu silahla, 170 adet 7.62×54 mm ve 55 adet 7.62×39 mm. çapında olanların ise içerisinden rastgele seçilen yirmişer adedinin laboratuvarda bulunan çap ve tiplerine uygun silahlarla yapılan deneme ve mukayese atışlarında patladıkları, bu itibarla söz konusu tabanca ve fişeklerin 6136 sayılı Kanuna göre atışa elverişli ve yasak niteliğe haiz vahim nitelikte olmayan ateşli silah ve fişeklerden oldukları, 7.65 mm. çapında Browning tipi mukayese kovanları ile atıldığı silahı tespit edilemeyen olaylar arşivinde mevcut aynı çaptaki suç konusu kovanların mikroskopta yapılan karşılaştırılmaları neticesinde mevcut genel izlere atfen, aralarında bir ilişkinin bulunmadığı,
Jandarma Genel Komutanlığı Van Bölge Kriminal Laboratuvar Amirliği Balistik İnceleme Şube Müdürlüğünce düzenlenen 30.01.2006 tarihli ekspertiz raporuna göre de; inceleme konusu tabancanın sürgüsünün sol yan yüzeyinde bulunan "67" rakamından 1967 yılında imal edildiği, bu nedenle değerli belli bir özelliği bulunmadığı ve benzerlerine çok miktarda rastlanıldığından mevcut durumu itibarıyla 6136 sayılı Kanunun 11. maddesinin son fıkrasında belirtilen antika vasıflı silahlardan sayılmayacağı,
Jandarma Genel Komutanlığı Van Bölge Kriminal Laboratuvar Amirliği Kimya İnceleme Şube Müdürlüğünce düzenlenen 03.01.2006 tarihli ekspertiz raporuna göre; serum içerisinde ele geçen toz maddede uyuşturucu, uyarıcı, patlayıcı ve toksik özellikte bir maddeye rastlanılmadığı, ne olduğunun belirlenmesi için daha geniş donanımlı bir araştırma merkezinde incelenmesi gerektiği, Cumhuriyet savcılığınca bu maddenin beyanlarda geçtiği gibi kökboyası olduğu kabul edilerek şüphelilere iade edildiği,
Şüphelilerin ifadelerinde ele geçen mermilerin evde olmadıkları bir zamanda başkası tarafından konulduğunu ve şüpheli A.. K..’ın evde kaldığı bölümün giriş kısmı farklı bağımsız bir bölüm olduğunu beyan etmeleri üzerine Cumhuriyet savcısının talimatı ile olay yeri inceleme ekiplerinde 27.12.2005 günü saat 15.30’da suça konu yerde yapılan incelemede; bahse konu evin 3 oda 1 salon, mutfak, banyo ve tuvaletten oluştuğu, odalarda herhangi bir dağınıklığın olmadığı, eve 3 ayrı kapıdan girilebildiği, kapıların ahşaptan imal edildiği, pencerelerin demir parmaklıklarla muhafaza edildiği, kapılar ve pencereler üzerinde yapılan incelemede her hangi bir zorlama veya kırılma izine rastlanılmadığı, suç aletlerinin taşınmazın hangi bölümünde ele geçirildiğini gösterecek biçimde evin krokisinin çizilip kapı, pencere ve odaların fotoğraflarının çekildiği,
GBT ve arşiv kayıtlarından sanıkların daha önceden gerçekleştirdikleri herhangi bir yasadışı eylemlerinin tespit edilemediği, PKK terör örgütüyle bağlantılı olup olmadıkları ve bağlantılı iseler örgütsel konumlarıyla ilgili olarak aramanın yapıldığı ve nüfusa kayıtlı oldukları emniyet müdürlükleri ve jandarma komutanlıklarına yazılan müzekkerelere sanıklar hakkında belirtilen konularla ilgili bir arşiv kaydının bulunmadığı cevaplarının verildiği,
Van Cumhuriyet savcılığınca şüphelilerin savunmalarında bahsi geçen H….in şüpheliler Karşıyaka Mahallesinde oturdukları halde ve bu kişinin köylüleri olduklarını söylemelerine rağmen Van Merkez H…..muhtarından sorulup tanınmadığı şeklinde cevap alındığı,
Anlaşılmaktadır.
Hakkında verilen beraat kararı kesinleşen, sanığın eşi S.. K.. aşamalarda özetle; evde eşi, çocukları, kız kardeşi L.. ve kayınbiraderi A.. ile birlikte kaldıklarını, eşi İ.. K..’ın köyde çobanlık yaptığı için olay anında evde olmadığını, olay günü kız kardeşi L.. ile birlikte bir akrabalarını ziyarete gittiklerini, akşam vakti karanlık çöktüğünde eve döndüklerini, geldiklerinde kapının açık olduğunu fark ettiklerini, giderken kapıyı kilitleyip kilitlemediklerini hatırlamadığını, eve dönmelerinden hemen sonra diğer sanıklar A…. ile A…., onlardan kısa bir süre sonra da polislerin eve geldiğini, Van Valisine yönelik suikast yapacakları ve bu suikastın evlerinde ele geçirilen mühimmatla yapılacağı iddiasını kabul etmediğini, kendisinin ve ailesinin bu iddia ile en ufak bir alakasının olmadığını, kardeşi L……ın üzerinde ele geçen tabancanın kocası H.. A.. K..'a ait olduğunu bildiğini ancak mermilerle alakalarıolmadığını, kim tarafından ve ne amaçla evlerine konulduğunu bilmediğini, kendilerini ihbar eden kişi tarafından kasıtlı olarak konulduğunu düşündüğünü, tabanca kabzası ve kelepçenin ise oğlu M..tarafından yıllar önce çöplükte bulunduğunu, uzun zamandır evlerinde durduğunu, serum şişesindeki toz maddenin yün boyamada kullanılan kökboyası olduğunu, mermilerin bulunduğu odanın eşi sanık İbrahim ile birlikte kullandıkları yatak odaları olduğunu, kayınbiraderi A.. K..’ın odasının ayrı olduğunu, bu odanın balkonundan dışarı açılan ayrı kapısı bulunduğunu, mermilerin ele geçirildiği diğer bir yer olan banyoyu ise ortak kullandıklarını söylemiş,
Hakkında verilen beraat kararı kesinleşen, üzerinde tabanca bulunan, sanığın üvey annesi aynı zamanda eşi S..’ın kız kardeşi L.. U.. aşamalarda özetle; aramanın yapıldığı ve mermilerin ele geçirildiği eve yaklaşık üç ay kadar önce taşındıklarını, bu evde üvey oğlu İbrahim ve onun eşi aynı zamanda kız kardeşi olan Siyahal ve üvey oğlu A.. ile birlikte yaşadıklarını, A..’ın kaldığı yerin ayrı girişi bulunan bağımsız bir bölüm olduğunu, mermilerin ele geçtiği odayı sanık İ.. ile S..l’ın kullandıklarını, olay günü Siyahal ile birlikte bir akrabalarını ziyarete gittiklerini, akşam karanlık çökünce eve döndüklerini, giderken kapıyı kilitleyip anahtarı yanlarına aldıklarını, geldiklerinde evin giriş kapısının açık olduğunu fark ettiklerini, kapının açık olmasından şüphelendiklerini, eve girdikten kısa bir süre sonra polislerin gelip arama yaptıklarını, polisleri görünce sandık içinde bulunan kocası H.. A..’ye ait tabancayı alarak eteğinin arasına saklamaya çalıştığını, üzerini arayan polislerin tabancayı bulduklarını, ele geçen diğer malzemelerin nerede ve nasıl bulunduğunu bilmediğini, mermilerden haberi olmadığını, husumetli oldukları köylüleri H.. Ş.. adlı kişinin eve koymuş olabileceğinden şüphelendiğini, aramada ele geçen toz maddenin yün boyama işinde kullandıkları kökboyası olduğunu, PKK ile bir bağlantıları olmadığını anlatmış,
Hakkında verilen beraat kararı kesinleşen ve sanıkla birlikte aynı evde kalan erkek kardeşi A.. K.. aşamalarda özetle; arama yapılan evde ağabeyi sanık İ.. K.. ve ailesi birlikte yaşadığını ancak kendisinin evin sadece bir odasını kullandığını, olay günü Abdulhalik ile birlikte sinemaya gittiklerini, saat 19.00 sıralarında döndüklerini, eve geldiklerinde yengesi S..ve üvey annesi L..’ın evde olduğunu, eşi ile birlikte kendi odasında istirahate çekildiğini, saat 21.00 sıralarında polislerin gelip arama yaptıklarını, kaldığı odada herhangi bir suç unsuru bulunmadığını, mermilerin ele geçtiği odayı abisi İbrahim ve yengesi Siyahal’ın kullandığını, ele geçen mermilerle ve diğer malzemelerle ilgilisinin olmadığını, PKK terör örgütü ile bağlantısının bulunmadığını, ihbar konusundan polisler bahsedince haberdar olduğunu, kendilerine iftirada bulunulduğunu ifade etmiş,
Hakkında verilen beraat kararı kesinleşen ve olay günü arama yapılan evde misafir olarak kaldığı anlaşılan A.. U.. aşamalarda özetle; olay günü iş bulmak amacıyla geldiği Van’da teyzeleri S.. ve L..’ın evinde misafir olarak kaldığını, A.. ile birlikte sinemaya gittiklerini, saat 19.00 sıralarında döndüklerinde teyzelerinin evde olduğunu, 1-1,5 saat birlikte oturduklarını, saat 21.00 sıralarında polislerin eve gelip arama yaptıklarını, evin farklı bölümlerinde mermilerin ele geçirildiğini, daha önce bu mermileri hiç görmediğini, terör örgütü ile bağlantısının olmadığını dile getirmiş,
Hakkında verilen beraat kararı kesinleşen sanığın öz oğlu H.. K.. aşamalarda özetle; aramada ele geçen mermi, tabanca ve diğer malzemelerle bir ilgisinin bulunmadığını, kim tarafından ve nasıl evlerine konulduğunu bilmediğini, PKK terör örgütü ile bağlantısının olmadığını, mermilerin ele geçirildiği odayı anne ve babasının kullandığını ancak babasının köyde olması nedeniyle uzun zamandır odanın kullanılmadığını, amcası A.. K..’ın kaldığı odanın ise ayrı girişi olan bağımsız bir bölüm olduğunu, banyo ve tuvaleti ortak kullandıklarını anlatmış,
Hakkında 6136 sayılı Kanuna muhalefet suçundan hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilen sanığın babası A.. K.. aşamalarda özetle; G……..oturduğunu, gayrı resmi eşi L.. U..’ın üzerinde ele geçen tabancanın babasından kalan çok eski bir tabanca olduğunu, PKK ile bir bağlantısının olmadığını, ele geçen mermiler ve diğer malzemelerle de ilgisinin bulunmadığını söylemiş,
Sanık İ.. K.. aşamalarda özetle; arama yapılan evi 3-4 ay önce kiraladığını ancak geçimini ve diğer işlerini kardeşi A.. K..’a bıraktığını, arama sırasında evde olmadığını, çobanlık yaptığı Y… Mezrasında olduğunu, ele geçen mermilerin kendisine ait olmadığını, kimin tarafından evine konulduğunu bilmediğini, husumetli oldukları köylüleri H..tarafından konulmuş olabileceğini, kendilerine iftira atıldığını, PKK terör örgütü ile bağlantısının olmadığını, valiye suikast hazırlığı yapma gibi bir durumunun bulunmadığını savunmuştur.
Arama, Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğünde, "arama işi, taharri", aramak ise “birini veya bir şeyi bulmaya çalışmak, araştırmak, yoklamak” şeklinde tanımlanmıştır. (Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2009, s. 113)
Arama, gizli, saklı olan bir şeyin ortaya çıkarılması için yürütülen bir faaliyet olup gözle görülen veya açıkta bırakılan şeyler arama kavramı içerisine girmemektedir. Bu nedenle örneğin; bir polis memurunun yolda yayalar ya da diğer araçlar bakımından tehlike oluşturacak şekilde kullanılması nedeniyle durdurduğu bir aracın arka koltuğunda uyuşturucu madde veya tabanca görmesi üzerine bunlara el koyması arama olarak kabul edilmemektedir. (Veli Özer Özbek, Ceza Muhakemesinde Koruma Tedbiri Olarak Arama, Seçkin Yayınları, Ankara, 1999, 1. Bası, s. 18)
Arama kişilerin konut ve eklentileri, iş yerleri, araçları, üstleri, eşyaları, özel kağıtları, kullandığı bilgisayar veya bilgisayar programları ile bilgisayar kütükleri üzerinde yapılmaktadır. Kişinin üstünde yapılan aramanın beden muayenesi boyutuna varmaması gerekir. Zira beden muayenesi ve vücuttan örnek alınması aramadan farklı hükümlere tâbi kılınmış olup, cinsel organlar veya anüs bölgesine bakılması iç beden muayenesi sayılmaktadır. Bu bölgeler haricindeki ağız, koltuk altı gibi beden boşlukları ile ayak, kol, saç arası gibi vücut bölgelerine tıbbi araç veya yöntemler kullanılmaksızın bakılması arama hükümlerine tabidir.
Arama başta özel hayatın gizliliği olmak üzere temel hak ve özgürlüklere önemli bir müdahale niteliğindedir. Bunun dışında aranan yer ve icra ediliş şekline göre aramanın konut dokunulmazlığına, kişi özgürlüğüne, seyahat özgürlüğüne ve vücut bütünlüğüne müdahale oluşturması da mümkündür. Bu nedenle gerek arama kararı verilmesi gerekse, aramanın icrası sıkı usul kurallarına bağlanmıştır.
Arama kolluk tarafından icra edilmekle birlikte hâkim veya Cumhuriyet savcısının her zaman aramaya katılıp nezaret etmesi de mümkündür.
5271 sayılı CMK'nun 119/4. maddesi uyarınca Cumhuriyet savcısı hazır olmaksızın konut, işyeri veya diğer kapalı yerlerde arama yapabilmek için o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişinin bulundurulması zorunludur. Bu kişilere arama (işlem) tanığı denilmektedir.
Kanun koyucu "bulundurulur" demek suretiyle arama tanıklarının bulundurulmaları zorunluluğunu, "arama yapabilmek için" demek suretiyle de arama tanıkların aramanın başından sonuna kadar hazır bulundurulmaları gerektiğini vurgulamış, aramada tanıkların aramanın sonunda veya sadece bir kısmında hazır bulundurulmaları yeterli sayılmamıştır. Ancak aramaya engel olunduğu için zor kullanılmış veya aranılacak yere haber verilmeden baskın şeklinde girilmiş ise arama tanıkları güvenliğin sağlanmasından hemen sonra getirilebilirse de ancak aramaya tanıklar getirilmeden başlanamaz. Bu durumda düzenlenen tutanağa arama tanıklarının başlangıçta getirilmeme sebepleri ve hangi aşamada getirildikleri yazılmalıdır.
Arama tanığı bulundurma zorunluluğu konut, işyeri veya diğer kapalı yerlerde yapılacak aramalar bakımından geçerlidir. Kanun koyucu bu yerlerin dokunulmazlığı ve özel hayatın gizliliği ilkesi bakımından taşıdığı önem nedeniyle arama koruma tedbirine maruz kalan kişilere teminat sağlamıştır.
Hâkim veya Cumhuriyet savcısının katılımıyla yapılan aramalarda hâkim ve savcının aramaya katılması yeterli bir güvence sayılmış, ayrıca dışarıdan arama tanığı hazır bulundurulmasına gerek görülmemiştir. CMK'nun 169. maddesi uyarınca her soruşturma işlemi tutanağa bağlanır. Tutanak, adlî kolluk görevlisi, Cumhuriyet savcısı veya sulh ceza hâkimi ile hazır bulunan zabıt kâtibi tarafından imza edilir. Arama da bir soruşturma işlemi olduğuna göre, hâkim ve Cumhuriyet savcısı tarafından yapılan aramalarda hâkim ve savcıların yanlarında zabıt kâtibi de bulunacaktır.
Aramanın icra edilmesi sırasında doğabilecek muhtemel sorunlar ile elde edilebilecek delillerin güvenilirliğine ilişkin doğabilecek şüphelerin giderilmesi yönünden CMK'nun 116/4. maddesindeki düzenleme özel bir önem arzetmektedir. Kanun koyucu tarafından kollukça yapılan aramalarda arama tanığı bulundurma zorunluğunun kabul edilme sebebi ileride doğabilecek iddiaların, aslında orada olmayan delillerin görevlilerce yerleştirildiği gibi uygulamada sıklıkla karşılaşılan suçlamaların önüne geçmek ve böylece aramanın her türlü şüpheden uzak bir şekilde yapılmasını ve arama sonucunda elde edilen delillerin güvenilirliğini sağlamaktır. Gerçekten de arama sonunda aramaya maruz kalan kişilerle aramayı yapan kolluğun aramanın hukuka uygunluğu, ele geçen delillerin varlığı ve ele geçiriliş biçimleri bakımından uyuşmazlığa düşmesi her zaman mümkündür. Hâkim ve savcıların hazır bulunmadığı aramalarda arama tanığı hazır bulundurulmaz ise bu uyuşmazlıklar nedeniyle arama işlemi ve ele geçen deliller üzerinde oluşan şüphenin giderilebilmesi için tanıklığına başvurulabilecek aynı zamanda arama faaliyetinde görev almış sorumlu kolluk görevlileri dışında kimse kalmayacak ve bu durum yargılama sırasında arama sonucunda elde edilen delillerin güvenilirliği üzerindeki tartışmaların sürüp gitmesine neden olabilecektir.
Arama tanığı arama yerine gelmek istemez ise zorla getirilebilir. Nitekim Jandarma Teşkilatı Görev Yetkileri Yönetmeliğinin 115/c maddesinde "Hâkim ya da Cumhuriyet Savcısı hazır bulunmaksızın yapılan arama sırasında; o yerin muhtarı ve ihtiyar heyetinden, bunların yokluğu durumunda aranacak kimsenin komşularından iki kişi işlem tanığı olarak bulundurulur. Bu kimseleri emirle arama yerine getirmeye ve emrine uymayanlar hakkında gerekli kanuni işlemi yapmaya Jandarma yetkilidir" denilmiştir.
Arama tanıkları ancak kanunda belirtilen o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan kişiler olabilir. Her halükarda başka bir birimde çalışsa bile kolluk görevlileri arasından arama tanığı seçilemez.
5271 sayılı CMK'nun "Aramada hazır bulunabilecekler" başlıklı 120/1. maddesi uyarınca aranacak yerlerin sahibi veya eşyanın zilyedi aramada hazır bulunabilir; kendisi bulunmazsa temsilcisi veya ayırt etme gücüne sahip hısımlarından biri veya kendisiyle birlikte oturmakta olan bir kişi veya komşusu hazır bulundurulur. Arama tanıkları ile aramada hazır bulunacak kişiler birbirini tamamlayan ancak birbirinden farklı konulardır. CMK'nun 119/4. maddesi kolluk tarafından yapılan aramaya ilişkin olup, hazır bulunacak kişiler tanık niteliğini taşımaktadır. Halbu ki CMK'nun 120/1. maddesinde aramayı yapacak kişi bakımından bir ayrım yapılmamış olup, arama kimin tarafından yapılmış olursa olsun maddede belirtilen kişilerin aramada hazır bulundurulmaları gerekir. Ayrıca aramada bulunacak kişilerden mümessil, mümeyyiz akraba, birlikte sakin olunan kimse veya komşu, arama tanıklarından farklı bir işleve sahiptir. Bunlar sahip veya zilyedin bulunmaması halinde onun yerinde aramada hazır bulunarak sahip ve zilyedin menfaatini korumaktadır. Bu bakımdan CMK'nun 120/1. maddesi aramanın güvenirliğinin sağlanmasından ziyade savunma hakkı ile ilgili bir konudur. (Veli Özer Özbek, M.Nihat Kanbur, Koray Doğan, Pınar Bacaksız, İlker Tepe, Ceza Muhakemesi Hukuku, Seçkin Yayınevi, Ankara 2012, 4. Bası, s. 360; Veli Özer Özbek, Ceza Muhakemesinde Koruma Tedbiri Olarak Arama, Seçkin Yayınları, Ankara, 1999, 1. Bası, s. 18)
CMK'nun 119/4. maddesine aykırı davranılarak kolluk tarafından konut, işyeri veya diğer kapalı yerlerde arama tanığı bulundurmadan yapılan aramalarda ele geçen delillerin hukuki niteliği ve hükme esas alınıp alınamayacağı Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26.06.2007 gün ve 147-159 ve 13.03.2012 gün 278-96 sayılı kararlarında tartışılmış, her iki kararda da; sırf arama sırasındaki şekle ilişkin bu koşulun ihlal edilmesine dayanılarak aramanın hukuka aykırı sayılamayacağı ve ele geçen delillerin de “hukuka aykırı biçimde elde edilmiş delil” olarak nitelenemeyeceği sonucuna ulaşılmıştır.
Ancak bu kararlardan sonra, Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümünce başvurucunun konutunda arama tanıkları hazır bulundurulmadan yapılan bir aramada ele geçen delillerin hükme esas alınması ile ilgili bir olayda verilen 19.11.2014 gün ve 2013/6183 numaralı Bireysel Başvuru kararında ;
"…Olay tarihinde yürürlükte bulunan 1412 sayılı Kanun’un 97. maddesine göre, hâkim veya Cumhuriyet savcısı hazır olmaksızın süknada (konutta) veya iş görmeğe mahsus mahaller ile kapalı yerlerde aramada bulunabilmek için o mahal ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişi bulundurulacaktır. İhtiyar heyetinden veya komşulardan kimse hazır bulundurulmadan yapılan aramanın, o tarihte yürürlükte bulunan 1412 sayılı Kanun’un 97. maddesinin ikinci fıkrasına aykırı olduğu görülmektedir.
Diğer taraftan, Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, hak arama özgürlüğünün ancak meşru vasıtalardan yararlanmak suretiyle kullanılabileceğine açıkça işaret edilmiştir. Hal böyle olunca, adil yargılanma hakkı bakımından, aramanın icrasındaki 'kanuna aykırılığın' bir bütün olarak yargılamanın adil olup olmamasına etkisi incelenmelidir.
Yargılama, 'arama' ve 'arama esnasında elde edilen eşyalar' üzerine bina edilmiştir. İlk derece Mahkemesinin davayı kabul gerekçesi incelendiğinde, 23.1.2003 tarihinde jandarma tarafından tutulan tutanakta post, trofe ve boynuzların davalıya ait köy merası üzerindeki evlerde bulunduğunun tespit edildiği, buna göre tutanak tutulduğu, bu belgenin resmi evrak niteliğinde olduğu, aksinin geçerli delillerle kanıtlanamadığı yönündeki tespitler olduğu anlaşılmaktadır.
Mahkeme kararından anlaşıldığına göre, yargılamanın esaslı ve belirleyici delili, aramada ele geçen post, trofe ve boynuzlardır. Dayanılan diğer deliller ise, aramada elde edilen eşyaların değer ve niteliğini tespite ilişkin 'bilirkişi raporları' ile kollukça tanzim edilmiş 'tespit tutanağı'dır. Diğer bir anlatımla, hükmün esas ve belirleyici unsuru, gerçekleştirilen hukuka aykırı arama işlemi sonucunda elde edilen delillerdir. Bilirkişi raporları, aramada ele geçen delillerin değerlendirilmesine yönelik bir araçtır.
Belirli bir davaya ilişkin olarak delilleri değerlendirme yetkisi kural olarak yargılamayı yürüten mahkemeye ait olmakla birlikte, somut olayda, koruma tedbiri niteliğindeki arama kararının icrasının hukuka aykırı şekilde gerçekleştirilmesi ile elde edilen delillerin tek ve belirleyici delil olarak kullanılmasının bir bütün olarak yargılamanın hakkaniyetini zedelediği ve aramanın icrasındaki 'kanuna aykırılığın' yargılamanın bütünü yönünden adil yargılanma hakkını ihlal eder nitelikte olduğu kanaatine varılmıştır. Bu sebeplerle başvurucunun Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir" şeklinde açıklamalarda bulunulmuştur.
Görüldüğü üzere Anayasa Mahkemesince aramanın icrasına ilişkin CMK 119/4 (CMUK 97/2) maddesine aykırılık sadece basit şekli bir kurala aykırılık olarak telakki edilmemiş, bu kurala aykırı bir arama sonucunda elde edilen deliller tek ve belirleyici delil olarak kullanılarak hüküm kurulmasının adil yargılanma hakkının ihlali niteliğinde olduğuna karar verilmiştir.
Bilindiği üzere Anayasanın 148. maddesi uyarınca herkesin Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunma hakkı bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesinin diğer kararları gibi bireysel başvuruları inceleyen Bölüm kararları da yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlamaktadır. Bu itibarla Anayasa Mahkemesinin emsal nitelikteki bu kararı karşısında mevcut içtihatların yeniden gözden geçirilmesi gerekmiştir.
Aramanın hukuka aykırı olması, arama karar veya emrinin ya da aramanın icrasının hukuka aykırı olması anlamına gelmektedir.
Hukuka aykırılık bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanmasıdır. Kanuna aykırılıktan daha geniş bir içeriğe sahip olan hukuka aykırılık kavramının çerçevesi ve kapsamı belirlenirken gerek pozitif hukuk kurallarına gerekse temel hak ve hürriyetlere ilişkin evrensel hukuk ilkelerine aykırılık bulunup bulunmadığı gözetilmeli ve aykırılığın varlığı halinde hukuka aykırılığın mevcudiyeti kabul edilmelidir. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin 22.06.2001 gün ve 2-2 sayılı kararında: “Hukuka aykırılık en başta milli hukuk sistemimiz içinde yürürlükteki tüm hukuk kurallarına aykırılık anlamına gelir. Bu çerçeve içinde, anayasaya, usulüne uygun olarak kabul edilmiş uluslararası sözleşmelere, kanunlara, kanun hükmünde kararnamelere, tüzüklere, yönetmeliklere, içtihadı birleştirme kararlarına ve teamül hukukuna aykırı uygulamaların tümü hukuka aykırılık kavramı içinde yer alır.
Bunun dışında, hukuk sistemimiz, hukukun genel ilkeleri adı verilen ve uygar dünyanın tüm medeni ülkelerinde uygulanan kuralları da hukuk kuralı olarak kabul etmektedir. Hukukun genel ilkelerinin neler olduğu konusunda bir belirsizlik olsa da, hukukun genel ilkelerinin hukuki bağlayıcılığı bulunduğu gerek uygulamada gerekse doktrinde tartışmasız olarak kabul edilmektedir. Anayasa Mahkememiz de birçok kararında, hukukun genel ilkelerinin varlığını kabul etmenin hukuk devletinin gereklerinden biri olduğunu ve bu ilkelerin yasakoyucu tarafından dahi yok edilemeyeceğini hükme bağlamıştır (Örneğin, E. 1985/31. K. 1986/1, KT. 17.3.1986, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, S.22. s.115). Anayasa Mahkemesi’nin bu görüşleri çerçevesinde hukukun genel ilkeleri, yasalardan, hatta Anayasa’nın değiştirilebilir hükümlerinden de üstün bir konuma getirilmiştir” denilmektedir.
Bu itibarla aramanın hukuka uygun olup olmadığı arama tedbirine başvurulma şartları ve uygulanmasıyla ilgili gerek pozitif hukuk kuralları gerekse evrensel hukuk kaideleri göz önünde bulundurularak bütüncül bir bakış açısıyla belirlenmelidir.
Hukuka aykırı olarak yapılan aramanın hem ceza muhakemesi hukuku, hem maddi ceza hukuku, hem de tazminat hukuku bakımından birtakım müeyyedeleri ortaya çıkabilecektir.
Aramanın hukuka aykırı olmasının ceza muhakemesi açısından sonucu arama sonucunda elde edilen delillerin hükme esas alınamamasıdır.
Ceza Muhakemesinde, şeklî gerçekle yetinilmeyip işin esası araştırılır. Ceza muhakemesinin amacı hiç bir duraksamaya yer vermeden maddî gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Ancak, bir hukuk devletinde, maddî gerçeğin “her ne pahasına olursa olsun” araştırılması kabul edilmemekte; delil yasakları ile bunların sonucu olarak ortaya çıkan yasak delillerle bu ilkeye bazı sınırlar getirilmektedir. Hukuk devleti esaslarına uygun bir şekilde yapılandırılmış bulunan bir ceza muhakemesinde delil elde edilmesi ve değerlendirilmesi işlemlerine getirilen sınırlamalara delil yasakları denilmektedir.
5271 sayılı CMK'nun 217. maddesinde; "1) Hâkim, kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve huzurunda tartışılmış delillere dayandırabilir. Bu deliller hâkimin vicdanî kanaatiyle serbestçe takdir edilir.
(2) Yüklenen suç, hukuka uygun bir şekilde elde edilmiş her türlü delille ispat edilebilir” şeklindeki düzenlemeyle hakimin ancak hukukun izin verdiği yöntemlerle elde edilen delilleri dikkate alabileceği hüküm altına alınmıştır.
Anılan kanunun 206. maddesinin 2. fıkrasının (a) bendinde de ortaya konulmak istenen delilin kanuna aykırı olarak elde edilmiş olması halinde reddolunacağı ifade edilerek hukuka uygun elde edilmeyen delillerin ispat aracı olarak kabul edilmeyeceği ve hükme esas alınmayacağı açıklanmıştır. Kaldı ki, aynı kanunun 230. maddenin birinci fıkrası uyarınca, mahkûmiyet hükmünün gerekçesinde, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi, hükme esas alınan ve reddedilen delillerin belirtilmesi; bu kapsamda dosya içerisinde bulunan ve hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delillerin ayrıca ve açıkça gösterilmesi de zorunludur.
Uyuşmazlık konusunun çözümünde sağlıklı bir hukuki sonuca ulaşabilmek için öğretideki görüşlerinde ele alınıp incelenmesinde yarar bulunmaktadır. Bu konuda öğretide; “Cumhuriyet savcısı hazır olmaksızın konut, işyeri veya diğer kapalı yerlerde arama yapabilmek için o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişi bulundurulur. Bu kişilere arama tanığı adı verilmektedir. İki değil, bir kişi bulundurulması aramayı hukuka aykırı kılar ve bu nedenle de bu yolla elde edilen deliller kullanılamaz (AY m. 38/6, CMK m. 217/2)” (Bahri Öztürk, Durmuş Tezcan, Mustafa Ruhan Erdem, Özge Sırma, Yasemin F. Saygılar Kırıt, Özdem Özaydın, Esra Alan Akçan, Efser Erdem, Nazari ve Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, Seçkin Yayınevi, 5. Bası, Ankara, 2013, s. 511); "Burada belirtilen kişilerin aramada hazır bulundurulması zorunludur. Nitekim yasa koyucu 'bulundurulur' diyerek bu kesinliği ifade etmiştir. Böylece arama koruma tedbirine maruz kalan kişiye güvence sağlanmıştır. Bu bakımdan, adı geçen kişilerin arama kararının yerine getirilmesi sırasında bulundurulmamaları aramayı hukuka aykırı kılar ve bu suretle elde edilen delilleri de kullanılamaz hale sokar" (Bahri Öztürk, Behiye Eker Kazancı, Sesim Soyer Güleç, Ceza Muhakemesi Hukukunda Koruma Tedbirleri, Seçkin Yayınevi, 1. Bası, Ankara, Eylül 2013, s. 121); "Hâkim veya Cumhuriyet savcısı tarafından gerçekleştirilmeyen ve ihtiyar heyetinden veya komşularından iki kişi bulundurulmaksızın CMK'ya aykırı olarak sanığın evinde yapılan aramada ele geçirilen deliller CMK'nun 217/2 (CMUK'nun 254/2) madde ve fıkrası hükmü uyarınca soruşturma ve kovuşturma organlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller niteliğindedir ve hükme esas alınamaz" (Yener Ünver, Hakan Hakeri, Ceza Muhakemesi Hukuku Cilt 1, Adalet Yayınevi, 8. Bası, Ankara, Mayıs 2013, s. 556-557); "Dolayısıyla kolluk, arama işlemi gerçekleştirilirken aramada bulunmaya yetkili kişilerin işlem sırasında hazır bulunmasına imkan tanımak zorundadır. Bununla birlikte kanunun öngördüğü hallerde aramada hazır bulunması gerekli kişilerin var olup olmadığına dikkat etmek ve bu hususu arama tutanağına geçirmekle de görevlidir. Kanaatimizce söz konusu komşu veya ihtiyar heyetinden iki kişi bulunmaksızın arama yapılması halinde elde edilecek deliller hukuka aykırı olacak ve hükme esas teşkil etmeyecektir." (Hakan Karakehya, Ceza Muhakemesi Hukuku I, Savaş Yayınevi, 1. Bası, Ankara, Ekim 2014, s. 252) "Eğer, konutta, işyerinde veya diğer kapalı yerlerde aramada Cumhuriyet Savcısı hazır bulunamıyorsa, arama yapabilmek için o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişinin bulundurulması yasal zorunluluktur. (CMK.md.119/4) Aksi durumda hem arama işlemi hem de dolayısıyla bu işlemden ele geçirilen deliller hukuka aykırı duruma gelip, hükme esas alınamazlar. (CMK.md.217/2)" (Serap Keskin Kiziroğlu, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda Basit Arama (Adli Arama), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2009, Cilt 58, Sayı 1, s. 165) “Delilin elde edilmesinde yapılacak hukuka veya kanuna aykırılığın önemli veya önemsiz, mutlak veya nisbi bir hakkı ihlal etmesi gibi ayrımlar yapılmamıştır. Delil kanunda kabul edilen usul hükümlerinin tümü uygulanarak elde edilmelidir. Aksi takdirde, delil elde eden soruşturma ve kovuşturma organlarının bir kısım kanun hükümlerini 'önemsiz', 'ihmal edilebilir', 'ihlali mutlak hakları zedelemeyen' gibi ayrımlara tabi tutarak uygulamaması hali söz konusu olur ki, bu durum bir takım kanun hükümlerinin uygulamada yürürlükte kaldırılması sonucunu doğurur. Yargıtay CGK’nın (26.07.2007 gün ve 147-159 sayılı kararında) kabul ettiği şekilde düşünüldüğünde, arama sırasında arama tanıklarının hazır bulundurulmasına ilişkin hükümlerin hiçbir uygulama alanı kalmayacaktır. Arama tanıkları 'olmasalar da olur' kabul edilecek bir ayrıntı haline getirilmiştir. Uygulamanın bu şekilde yerleşmesi halinde CMK’nın arama tanıklarını düzenleyen hükmü fiilen yürürlükten kalkmış olacaktır" (Murat Aydın, Arama ve El Koyma, Seçkin Yayınevi, 2. Bası, Ankara, Ocak 2012, s. 67) şeklinde görüşler ileri sürülmüştür.
Bu açıklamalar ışığında arama işleminin hukuka uygun olup olmadığına ilişkin önsorunun değerlendirilmesinde;
Kolluk tarafından ihbar üzerine sanığın evinde PKK silahlı terör örgütüne ait patlayıcı madde bulunduğu ve valiye suikast yapılacağı ihbarı üzerine Cumhuriyet savcısının yazılı emri ile konutta o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişi bulundurulmaksızın yapılan arama sonucunda 228 adet ruhsatsız merminin ele geçirilen, yasadışı herhangi bir eyleme katıldığına dair kayıt bulunmayan ve PKK terör örgütü ile de bağlantısı tespit edilemeyen sanığın tüm aşamalarda aramada ele geçen suç unsuru şeylerin varlığını ve zilyetliğini kabul etmediği, başka kişiler tarafından evine konulmuş olabileceğini savunduğu, arama sırasında evde bulunan ve beraatlerine karar verilen inceleme dışı sanıkların da eve geldiklerinde kapının açık olduğu, ele geçen mermileri evde daha önce hiç görmedikleri şeklinde beyanda bulundukları, suça konu mermiler ve bu mermilerin içinde bulunduğu şeffaf naylon poşet parçası üzerinde yapılan incelemede parmak izi tespit edilemediği, poşet içeresinden çıkan 7,65 mm çaplı fişekler ile inceleme dışı sanıklardan Lalihan'ın üzerinde bulunan aynı çaplı tabancanın şarjöründen çıkan mermilerin modellerinin farklı olduğu anlaşılan somut olayda; kolluk tarafından aramanın 5271 sayılı CMK'nun aramanın güvenirliliği ile ilgili 119/4. maddesinin "Cumhuriyet savcısı hazır olmaksızın konut, işyeri veya diğer kapalı yerlerde arama yapabilmek için o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişi bulundurulur" amir hükmüne aykırı olarak o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişi hazır bulundurulmaksızın yapılması nedeniyle icrası bakımından hukuka aykırı olduğu ve arama sonucu elde edilen suça konu mermilerin hukuka aykırı yöntemle elde edilmiş delil niteliğinde bulunduğunun kabulünde zorunluluk bulunmaktadır.
Bu itibarla, hukuka aykırı olarak gerçekleştirilen arama işleminde elde edilen delilin ve buna ilişkin düzenlenen tutanağın, yerel mahkemece hükme esas alınmasında ve Özel Dairece de bu hükmün onanmasında isabet bulunmamaktadır.
Yapılan arama işleminin icrası bakımından hukuka aykırı olduğu kabul edildikten sonra, hukuka aykırı aramada elde edilen maddi delil dışındaki diğer delillerin somut olayda mahkûmiyet için yeterli olup olmadığına gelince;
Amacı, somut olayda maddi gerçeğe ulaşarak adaleti sağlamak, suçu işlediği sabit olan faili cezalandırmak, kamu düzeninin bozulmasını önlemek ve bozulan kamu düzenini yeniden tesis etmek olan ceza muhakemesinin en önemli ve evrensel nitelikteki ilkelerinden biri de, öğreti ve uygulamada; "suçsuzluk" ya da "masumiyet karinesi" olarak adlandırılan kuralın bir uzantısı olan ve Latincede; "in dubio pro reo" olarak ifade edilen "şüpheden sanık yararlanır" ilkesidir. Bu ilkenin özü, ceza davasında sanığın mahkumiyetine karar verilebilmesi bakımından gözönünde bulundurulması gereken herhangi bir soruna ilişkin şüphenin, mutlaka sanık yararına değerlendirilmesidir. Oldukça geniş bir uygulama alanı bulunan bu kural, dava konusu suçun işlenip işlenmediği, işlenmişse sanık tarafından işlenip işlenmediği veya gerçekleştirilme biçimi konusunda bir şüphe belirmesi halinde de geçerlidir. Sanığın bir suçtan cezalandırılmasına karar verilebilmesinin temel şartı, suçun hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kesinlikte hukuka uygun olarak elde edilmiş delillerle ispat edilebilmesidir.
Bu itibarla, hukuka uygun olmayan arama işlemi sonucunda ele geçen delillerin hükme esas alınamayacağının belirlendiği olayda; sanığın tüm aşamalarda suçlamayı, aramada ele geçen şeylerin varlığını ve zilyetliğini kabul etmediği de gözetildiğinde dosyadaki hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen deliller değerlendirme dışı tutulduğunda sanığın cezalandırılmasına yeterli delil bulunmamaktadır.
Sonuç olarak; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik gerekçeyle kabulüne, Özel Daire onama kararının kaldırılmasına, yerel mahkeme hükmünün sanık hakkında yapılan arama işlemi hukuka aykırı olup bu arama sonucunda elde edilen delillerin hükme esas alınamayacağı, dosyadaki hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen deliller değerlendirme dışı tutulduğunda ise sanığın cezalandırılması yeterli başkaca delil bulunmadığı gözetilmeden beraati yerine yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmesi isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan iki Genel Kurul Üyesi; "arama işleminin hukuka uygun olduğu ve mevcut delillerin sanığın mahkûmiyet için yeterli bulunduğu" düşüncesiyle karşı oy kullanmıştır.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik gerekçeyle KABULÜNE,
2- Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 09.01.2012 gün ve 22094-394 sayılı düzeltilerek onama kararının KALDIRILMASINA,
3- Van 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 10.07.2008 gün ve 28-327 sayılı kararının sanık hakkında icra edilen arama işlemi hukuka aykırı olup bu arama sonucunda elde edilen delillerin hükme esas alınamayacağı, dosyadaki hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen deliller değerlendirme dışı tutulduğunda ise sanığın cezalandırılması için yeterli başkaca yeterli delil bulunmadığı gözetilmeden beraati yerine yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,
4- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 28.04.2015 tarihinde yapılan müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.

YARGITAYCeza Genel Kurulu Esas: 2003/6-232Karar: 2003/250- SAHTE BELGENİN ALDATMA YETENEĞİNİN BULUNMASI GEREKİR

T.C. YARGITAYCeza Genel Kurulu

 

Esas: 2003/6-232Karar: 2003/250 Karar Tarihi: 14.10.2003

ÖZET: Resmi belgede sahtecilik suçunun oluşması için, belgenin hukuki sonuç doğurmaya elverişli nitelikte bulunması gerekir. Yine bu suçun oluşumu bakımından belgenin sahte olarak düzenlenmesi yeterli olup, kullanılması zorunlu değildir. Bu nedenle zarar olasılığının bulunması için belgede yapılan sahteciliğin çok sayıda kişiyi aldatacak nitelikte olması, bir başka anlatımla belgenin nesnel olarak aldatıcılık yeteneğinin bulunması gerekir. Aldatma keyfiyeti belgeden objektif olarak anlaşılmalıdır. Muhatabın hatasından, dikkatsizlik veya özensizliğinden kaynaklanan fiili iğfal, aldatma yeteneğinin varlığını göstermez. Trafik kaza tutanağı resmi memurlar tarafından düzenlenebilecek belgelerden olduğundan, resmi belge niteliğindedir. Sanık, söz konusu belgeyi el yazısı ile düzenleyip görevli isim ve imzaları ile aslına uygunluğunu onaylayan bölümlerini başka bir belge fotokopisinden kesip yapıştırarak oluşturmuştur. 

 

(765 S. K. m. 339, 342) (1412 S. K. m. 372)

 

Resmi belgede sahtecilik suçundan sanık Birol' un TCY' nın 342/1. maddesi uyarınca 2 yıl ağır hapis cezası ile cezalandırılmasına, katılan lehine avukatlık ücretine hükmedilmesine, sanık hakkında nitelikli dolandırıcılık suçundan suç duyurusunda bulunulmasına ilişkin Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesinden verilen 23.5.2001 gün ve 222-101 sayılı hüküm sanık ve vekili tarafından temyiz edilmekle dosyayı inceleyen Yargıtay 6. Ceza Dairesince 3.4.2002 gün ve 16213-4276 sayı ile;

 

"31.7.1997 tarih ve 28373 sayılı trafik kazası tespit tutanağının onaylı suretinin onaysız fotokopisinin ne şekilde aldatma yeteneğine sahip olduğuna ilişkin neden ve kanıtları açıklanıp gösterilmeden mahkumiyet hükmü kurulması" isabetsizliğinden bozulmuştur. 

 

Yerel mahkeme 4.7.2002 gün ve 154-194 sayı ile;

 

"Suça konu trafik kazası tespit tutanağı kullanıldığı şekli ile yakınan sigorta kurumundan istenilmiş, sanığın şirkete verdiği bu evrakın asıl evrak olmadığı, tasdikli fotokopi olup tasdik kısmının da fotokopi şeklinde olduğu görülmüştür.

 

Sanık Birol'un 31.7.1997 gün ve 1997/28373 sayılı trafik kazası tespit tutanağını sahte olarak düzenleyip, 06 XXX XX plakalı aracı, hakkında beraat karan verilen sanık Mehmet'e ait araçla kaza yapmış gibi gösterdiği, suça konu bu tutanağın orijinallerinden farksız olduğu, asıl olarak düzenlenen sahte trafik kazası tespit tutanağından fotokopi çıkarıldığı, bu fotokopide tasdik bölümünün de bulunduğu, sanığın bu belge ile sigorta şirketine ihbar ve müracaatta bulunarak, vekili olduğu araç sahibi Nilüfer adına sigorta bedelini istediği, kazaya katılan başka bir benzer aracı sigorta eksperlerine göstererek tutanak düzenlettiği ve belirlenen hasar bedelini sigorta şirketinden aldığı anlaşılmaktadır.

 

Sanık Birol'un düzenlediği belge trafik görevlileri tarafından tutulması gereken bir tutanak olduğundan, resmi belge niteliğindedir. Resmi belgenin düzenlenmesi ile ;uç oluşmaktadır. Sanık suret belge düzenlemiş olup, bu belgeden çekilen fotokopide tasdik bölümü bulunmaktadır. Buna göre sanık, tasdikli suret değil, öncelikle doğudan doğruya sahte resmi belge düzenlemiş, sonra bunun fotokopisini çekmiştir. Bu nedenle eylemi TCK' nun 342/1. maddesi kapsamındadır. Uygulamada trafik kazası tespit tutanakları sadece bir nüsha olarak düzenlenmekte, belge aslı trafik dairesinde saklı tutulmaktadır. İlgililere ya da adliyeye verilmesi gereken hallerde, trafik dairesinin aslından çektiği fotokopi örnekleri verilmektedir. Dolayısıyla sigorta şirketleri de fotokopi belge üzerinden işlemlerini sürdürmektedir. Diğer taraftan kullanılan belge benzerleri ile aynıdır. Sanığın sigorta şirketine ibraz ettiği suça konu bel:e fotokopi olmakla beraber bu belgeye istinaden sigorta şirketinin hasar bedelini ödemiş bulunması karşısında, düzenlenen bu belgenin aldatıcı nitelikte olduğu, böylece sanığa yüklenen sahte belge düzenlemek suçunun tüm unsurları ile oluştuğu anlaşılmıştır." gerekçesiyle önceki hükümde direnmiştir.

 

Bu hükmün de sanık vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya Yargıtay C. Başsavcılığının 8.9.2003 gün ve 160293 sayılı "bozma" istekli tebliğnamesi ile Birinci Başkanlığa gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konuşulup düşünüldü.

 

CEZA GENEL KURULU KARARI

 

Sanık Birol'un sahte resmi belgede düzenlemek suçundan TCY'nın 342/1. maddesi uyarınca cezalandırılmasına karar verilen olayda özel daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık, resmi belgede sahtecilik suçunun veya resmi belge suretinde sahtecilik suçunun unsurları itibariyle oluşup oluşmadığı noktasında toplanmaktadır.

 

İnceleme konusu olayda;

 

Oto alım satımı ile uğraşan ve önceden sigortacılık da yapan sanığın, elde ettiği bir trafik kazası tespit tutanağı formu fotokopisinin ön ve arka yüzündeki boş kısımlarını, Nilüfer'e vekaleten satın alıp trafiğe tescilini yaptırdığı 06 XXX XX plakalı aracı, 06 XX 772 plakalı bir başka araçla kaza yapmış gibi gösterecek biçimde doldurduğu, gerçek olarak düzenlenmiş bir başka tutanak fotokopisinden, düzenleyen görevlilerin ad ve soyadları ile sicil numaralan ve imzalarını içeren bölüm ile yine aslının aynıdır kaşesini ve onaylayan memurun adı ve soyadı ile imzasını taşıyan kısımlarını kesip, oluşturduğu 31.7.1997 gün ve 28373 sayılı belgeye yapıştırmak suretiyle sahte resmi belge sureti düzenlediği, ardından bu belgeden çektiği onaysız fotokopiyi sigorta şirketine verip, belgenin onaylı suretini istemeyen görevlilerin özensiz davranışından da yararlanarak araç sahibine vekaleten hasar bedelini aldığı, düzenlenen ekspertiz raporunda aracın plakası, motor ve şasi numaralan ile diğer teknik bilgilerin gösterilmiş ve kazaya karıştığı belirtilen aracın fotoğraflarının da eklenmiş olması karşısında, sanığın sigorta eksperlerine başka bir aracı gösterip tutanak düzenlettiği hususunda kanıt bulunmadığı, iddia, savunma ve dosyadaki diğer kanıtlardan anlaşılmaktadır.

 

Ceza Hukuku yönünden varaka, olayları nakleden veya irade beyanlarını içeren ve bir kimse tarafından oluşturulan her türlü yazılı belge olarak tanımlanabilir. Varakanın esas işlevi ise, hukuki faaliyetlerde kanıtlamaya hizmet etmektir.

 

İşte bu nedenledir ki, belgelere duyulan ihtiyaç ve güven, bunlar üzerindeki sahteciliğin suç olarak düzenlenmesini sağlamış ve böylelikle hukuki ilişkilerde ispat aracı olan belgelerin doğruluğu ve gerçekliğine duyulan güven korunmak istenmiştir.

 

Belgede sahtecilik cürümleri yönünden yapılan en önemli ayırım resmi ve özel belge ayırımı olup, bir de resmi belgeye eşit sayılan belge söz konusudur. Ceza Yasamızda ise resmi belgenin tanımı yapılmamıştır. Ancak doktrinde görüş birliği ile ileri sürüldüğü ve yargısal kararlarda istikrarlı biçimde vurgulandığı üzere, bir belgenin resmi belge sayılabilmesi için şu iki unsurun bulunması gerekir.

 

1) Belge bir memur tarafından düzenlenmiş olmalı,

 

2) Bu düzenleme ile memurun gördüğü fonksiyon arasında nedensellik bağı bulunmalı, başka bir deyişle belge görev gereği düzenlenmiş olmalıdır.

 

Öte yandan, Ceza Yasamız ispat kuvvetleri bakımından resmi belgeler arasında fark gözetmiş ve bu kuvvetin derecesi oranında cezayı ağırlaştırmıştır. Gerçekten, 339. madde taklit veya tahrif olunan resmi belgenin, 342. maddenin 2. fıkrası ise resmi belge suretinin "sahteliği ispat edilmedikçe muteber olan evrak kabilinden" olması halini ayrıca öngörmüş ve bu durumda daha ağır bir ceza kabul etmiştir. Yine Ceza Yasamız, daha üstün bir ispat gücünü taşıdıkları içindir ki, resmi belge asıllarında memurların yaptığı sahteciliği 339 ve 340. maddelerinde, memur olmayanların yaptığı sahteciliği de 342. maddesinin 1. fıkrasında daha ağır bir ceza ile karşılamış, suretlerde yapılan sahteciliği ise memur failler bakımından 341. maddesinin 1. fıkrasında, memur olmayan failler yönünden de 342. maddenin 3. fıkrasında, bunların belge aslında yaptıkları sahteciliğe nazaran daha hafif bir biçimde cezalandırmıştır.

 

Resmi belgede sahtecilik suçunun oluşması için, belgenin hukuki sonuç doğurmaya elverişli nitelikte bulunması gerekir. Yine bu suçun oluşumu bakımından belgenin sahte olarak düzenlenmesi yeterli olup, kullanılması zorunlu değildir. Bu nedenle zarar olasılığının bulunması için belgede yapılan sahteciliğin çok sayıda kişiyi aldatacak nitelikte olması, bir başka anlatımla belgenin nesnel olarak aldatıcılık yeteneğinin bulunması gerekir. Aldatma keyfiyeti belgeden objektif olarak anlaşılmalıdır. Muhatabın hatasından, dikkatsizlik veya özensizliğinden kaynaklanan fiili iğfal, aldatma yeteneğinin varlığını göstermez.

 

Resmi belgenin aslı, resmi memur tarafından ilk olarak meydana getirilmiş nüshalarıdır. Suret ise, aslın tam bir örneğini ifade eder. Ancak teknik hukukta suretin daha dar bir anlamı vardır; bu anlamda suret, "resmi bir daire veya noterlikte saklı bulunan bir resmi varakanın aslına tamamen ve kelimesi kelimesine uygun bulunan ve bu uygunluğu yetkili memur tarafından onaylanan belge" anlamına gelir.

 

Bu itibarla, burada söz konusu olan suretin şu nitelikleri taşıması gereklidir:

 

a) Yetkili memur tarafından düzenlenmiş olmalı,

 

b) Suretin aslına uygun olduğu memur tarafından onaylanmış bulunmalı,

 

c) Asıl mevcut ve resmi bir daire veya noterlikte saklı olmalı,

 

d) Suretin aslına uygunluğunu onaylayan memur, tasdik hususunda yetkili bulunmalıdır.

 

Görüleceği üzere, suret sıfatı yetkili memurun onayı ile doğmaktadır. Böyle olunca, asıl belgenin, el yazısı, yazı makinesi veya fotokopi yoluyla çıkarılan suretleri de, onaylanmış olmak şartıyla geçerlidir.

 

Bu nitelikleri taşıyan suretler kanıt olabilme yeteneğini taşıdığından, kanun koyucu bunlarda yapılan sahteciliğin kamunun güvenini sarsacağım kabul etmiş ve buna yönelik eylemlerin cezalandırılmasını öngörmüştür. Gerçekten Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 311. maddesi, mahkeme kalemine verilecek bir senedin sureti yetkili memur tarafından çıkarılıp da mahkeme başkanına tasdik ettirilince bu suretin "asıl hüküm ve kuvvetinde" olduğunu belirtmektedir. Esasen bu özel hüküm dışında da, suretin -aslın ibrazı talep edilinceye kadar veya ibrazdan sonra asla uygunluğu tespit olununca- aslın taşıdığı ispat gücüne aynen malik olacağı kuşkusuzdur. Ancak, surette yapılan sahtecilik eylemi, asılda yapılan sahteliğe oranla, daha az bir tehlike arzeder. Aslın ibrazı daima istenebileceği ve -yasal istisnalar dışında- bundan kaçınılamayacağı cihetle, suretin asla uygun olup olmadığı kontrol edilebilir ve sahtelik kolaylıkla meydana çıkarılabilir.

 

Somut olaydaki sahtecilik eylemine konu trafik kazası tespit tutanağı, ancak resmi trafik görevlileri tarafından düzenlenebilecek bir belge olduğundan, resmi belge niteliğinde sayılacağında kuşku bulunmamaktadır. Ancak, başlangıçtan itibaren kastı sahte resmi belge sureti düzenlemek olan sanığın, bu belgeyi el yazısı ile düzenleyip, belgenin tamamlanabilmesi için gerekli olan görevli isim ve imzaları ile aslına uygunluğu onaylayan bölümlerini başka bir belge fotokopisinden kesip yapıştırmak suretiyle doğrudan doğruya sahte resmi belge sureti oluşturduğundan, memur olmayanların resmi belge aslındaki sahtecilik suçlarını düzenleyen TCY'nın 342. maddenin 1. fıkrasının uygulanması olanağı bulunmamaktadır. Kaldı ki, bu yolla düzenlenen belge sanık tarafından yok edilmesi nedeniyle elde edilemediğinden, aldatıcılık yeteneğinin araştırılmasına da olanak bulunmamaktadır.

 

Sanığın bu belgeden çektiği fotokopi ise onaysız olup, bu yönüyle suret belge özelliğini taşımadığı, hukuki sonuç doğurmaya elverişli nitelikte olmadığı ve aldatıcılık yeteneğinin bulunmadığı, şirket görevlilerinin belgenin onaylı suretini istememeleri biçimindeki özensiz davranışları nedeniyle ortaya çıkan fiili iğfalin de aldatıcılık yeteneğinin varlığını göstermeyeceği anlaşıldığından, sahte resmi belge sureti düzenlemek suçunun unsurları da oluşmamıştır.

 

Bu itibarla, sanığın sahte resmi belge düzenlemek suçundan mahkumiyetine ilişkin yerel mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.

 

Kabule göre de;

 

Katılan şirket vekilinin son soruşturma aşamasında verdiği 20.9.2001 günlü dilekçede şikayetten vazgeçtiklerini beyan etmesi nedeniyle CYUY'nın 372. maddesi uyarınca müdahalenin hükümsüz kaldığı gözetilmeden, katılan lehine vekalet ücretine hükmedilmesi yasaya aykırı olup, hükmün bu nedenle de bozulmasına karar verilmelidir.

 

Sonuç: Açıklanan nedenlerle, yerel mahkeme direnme hükmünün BOZULMASINA, dosyanın yerine gönderilmek üzere Yargıtay C. Başsavcılığına tevdiine, 14.10.2003 günü tebliğnamedeki düşünceye uygun olarak oybirliği ile karar verildi.

YARGITAYCeza Genel Kurulu Esas: 2001/6-142Karar: 2001/147-EVRAKTA SAHTECİLİK-NESNEL OLARAK ALDATICILIK KABİLİYETİ BULUNMASI

T.C. YARGITAYCeza Genel Kurulu

 

Esas: 2001/6-142Karar: 2001/147Karar Tarihi: 03.07.2001

ÖZET: Nesnel ölçülere göre, birçok kimseyi aldatabilecek nitelikte olduğu belirlenen belgelerin sahte olarak memur sıfatını taşıyan sanıklarca düzenlenmesinde memurun evrakta sahteciliği suçunun oluştuğunun gözetilmesi gerekir.

 

(765 S. K. m. 59, 64, 240, 321, 339)

 

Dava: Sanıklar Remzi, Nilüfer, Nilgün ve Feridun’un resmi evrakta sahtecilik suçundan TCY’nın 64. maddesi delaletiyle aynı Yasanın 339/1, 59. maddeleri uyarınca 2 yıl 6 ay ağır hapis cezasıyla ayrı ayrı cezalandırılmalarına ilişkin İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 18.12.2000 gün ve 440-407 sayı ile verilen kararın sanıklar vekilleri tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 6. Ceza Dairesi’nce 02.05.2001 gün ve 5276-7454 sayı ile hükmün onanmasına karar verilmiştir.

 

Yargıtay C. Başsavcılığı ise 14.6.2001 gün ve 89090 sayı ile;

 

kamu güvenine karşı işlenen bir suç türüdür. Suçun koruduğu hukuki varlık, her türlü saldırı ve ihlallere karşı korunmak istenen belgelere ilişkin kamu güvenidir.

 

Resmi evrakta sahtecilik suçunun mağduru Devlet olduğu için suç resmi belgenin sahte olarak düzenlenmesi ya da resmi belge üzerinde sahtecilik yapılmasıyla oluşur.

 

Evrakta sahtekarlık suçunda söz konusu olabilen kamunun güveninin sarsılmasından başka bir şey değildir, kamunun güveni ise ancak hukuki hüküm ifade eden, yani geçerli olan evrakta yapılan sahtekarlıkla sarsılabilir. (ERMAN-ÖZEK Ceza Hukuku Özel Bölüm s. 347)

 

Yapılan sahteciliğin aldatma gücü olması suçun maddi unsurlarındandır. Sahtecilik herkesçe kolaylıkla anlaşılabiliyorsa aldatma gücü olmadığından suçun maddi unsuru gerçekleşmemiş olacaktır.

 

Kalpazanlık suçlarında kalpazanlığın kolaylıkla anlaşılabilir olması cezayı azaltıcı bir sebep sayılmıştır (TCK 321). Sahtecilik suçlarında kanun böyle bir hüküm kabul etmemiştir, zira para dikkat edilmeksizin de alınan bir şeydir. Halbuki evrak için böyle düşünülemez. O halde kanunda açıkça işaret edilmemekle beraber iğfal kabiliyetini aramak lüzumludur.(Pof. Dr. Faruk Erem, Türk Ceza Kanunu Şerhi, Özel Hükümler C.2. s.1686-1687).

 

Mahkemece görevlendirilen balistik, grafoloji ve sahtecilik uzmanı bilirkişi A.Ç.’nin düzenlediği 23.9.2000 günlü raporda;

 

Dilekçelerin kaydedildiği defter ve ruhsat verilmesine esas teşkil eden makbuzlar üzerinde yapılan sahteciliklerin iğfal kabiliyetini haiz olmadıkları belirtilmiştir.

 

Her ne kadar suça konu belgeleri aynı zamanda kontrol etmekle de görevli olan sanıkların kendilerini aldatmalarının söz konusu olamayacağı düşünülebilirse de sahtecilik suçundaki aldatma gücü, fiili anlamda aldatma olmayıp yapılan sahteciliğin genel anlamda aldatma yeteneği taşımasıdır. Kaldı ki belediye işlemlerinin denetlenmesi sırasında denetim elemanlarınca da belgelerde yapılan tahrifatın derhal anlaşılması olanaklıdır.

 

Zararın doğması için aldatma olgusunun hukuken korunan güveni sarsacak oran ve düzeyde olması gerekir. Sahtecilik ilk bakışta anlaşılabiliyor ise aldatma gücünü yitireceğinden suçun hukuki konusu olan kamu güveni de sarsılmayacaktır.

 

(Yargıtay 6. C.D.nin 12.10.1984, 5662/7660 sayılı kararlarına atfen MALKOÇ İ.- GÜLER M. Türk Ceza Kanunu Özel Hükümler C.3 s.2515)

 

Sanıkların başlangıçtan itibaren kast ve amaçları yasaya aykırı olarak inşaat ruhsatı vermektir. Belgelerde tahrifat yapmadan da yasaya aykırı inşaat ruhsatı verebilirlerdi. Belgelerde tahrifat yapmadaki kasıtları sahtecilik suçunu işlemek değil yasaya aykırılığı gizlemektir.

 

Yasal görevlerini yaparken yasalara ve yazılı hukuka aykırı davrandıkları anlaşılan sanıkların eylemi TCY’nın 240. maddesinde yazılı, görevde yetkiyi kötüye kullanmak suçunu oluşturmaktadır. TCY’nın 339. maddesinde tarif edilen suçun yasal unsurları gerçekleşmemiştir.> görüşüyle itiraz yoluna başvurarak özel daire kararının kaldırılmasına ve hükmün bozulmasına karar verilmesini talep etmiştir.

 

Dosya Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulu’nca okundu, gereği konuşulup düşünüldü.

 

Ceza Genel Kurulu Kararı

 

Karar: A. Belediyesi sınırları içinde bulunan bir otel inşaatının, Kıyı Yasası ve bu yasanın Uygulama Yönetmeliğine aykırılık taşıyıp taşımadığı hususunda kurumlar ve kişiler arasında farklı görüşler ve başvurular bulunması nedeniyle İzmir Valiliğince görüş sorulması üzerine, İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Kontrolörlüğünce inceleme yapılmış ve 11.7.1992 tarihli Resmi Gazete yayımlanarak yürürlüğe giren değişiklik ile 3621 sayılı Kıyı Yasası’nda yer alan kıyılardaki yapılaşma yasağının 30 metreden 100 metreye çıkartılması nedeniyle anılan otel inşaatının bu değişiklikten etkilenmemesi için yapı ruhsatının 10.7.1992 tarihinde verilmiş gibi gösterilmek istendiği, bunun sağlanabilmesi için; yapı ruhsatı üzerinde ve makbuz asıllarında yol kanal harcı ile bina inşaat harcının 10.7.1992 tarihinde tahsil edilmişler gibi gösterildiği halde makbuz dipkoçanlarında 13.7.1992 ve 15.7.1992 tarihlerinin yer aldığı, ayrıca inşaatın bir süredir devam edip belli seviyeye geldiğini göstermek için, inşaatın fenni sorumlusu tarafından 8.5.1992 tarihinde yapılan bir başvuruya dayalı olarak 11.5.1992 tarihinde inşaata başlanabilmesi için ön izin verildiğine dair belge düzenlendiği halde başvuru dilekçesi ile verilen ön izin belgesinin ilgili defterlere kaydının 24.8.1992 tarihinde yapıldığı belirlenerek açılan kamu davasında yapılan yargılama sonucunda sanıkların dolaylı ikrarları, bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamı itibarıyla, tahsilat makbuzlarının asılları ve dipkoçanlarında tahrifat yapan sanık Nilüfer’in, gerçeğe aykırı bu belgelere dayalı olarak yine gerçeğe aykırı şekilde inşaat ruhsatı düzenleyen sanık Feridun ile bu ruhsatı onaylayan sanık Nilgün’ün, ayrıca gerçeğe aykırı ön izin belgesi düzenleyen sanık Remzi’nin eylemleri sabit görülerek cezalandırılmalarına karar verilmiştir. Esasen sanıkların eylemlerinin sübutunda ve belirlenen bu oluşta bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.

 

Özel daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık, özde suça konu belgelerdeki sahtecilikte aldatıcılık unsuru bulunup bulunmadığı, buna bağlı olarak da sanıkların sabit olan eylemlerinin hangi suç niteliğine uyduğunun belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

 

Gerek yerleşmiş yargısal kararlarda, gerekse öğretide genellikle kabul gören görüşe göre evrakta sahtekarlık suçlarının hukuki konusu, kamunun güvenidir. Belgelerin gerçeğe aykırı olarak düzenlenmesi, gerçek bir belgeye eklemeler yapılması, tamamen veya kısmen değiştirilmesi eylemlerinin kamu güvenini sarstığı kabul edilerek suç sayılıp yaptırıma bağlanmıştır. Bu nedenle de fiilen bir zararın ortaya çıkması aranmamakta, zarar olasılığı yeterli görülmektedir.

 

Resmi evrakta sahtekarlık suçunda, evrakın sahte olarak düzenlenmesi yeterli olup kullanılması suçun oluşması için gerekli değildir. Bu nedenle zarar olasılığının bulunması için evrakta yapılan sahtekarlığın çok sayıda kişiyi aldatacak nitelikte olması, bir başka anlatımla belgenin nesnel olarak aldatma gücü olup olmadığının belirlenmesi gerekir. Belgede aldatma gücü olup olmadığını değerlendirmek, belge ile doğrudan ilişki kuran mahkemeye aittir. Mahkemece resmi belgede bulunması gereken başlık, sayı, tarih, imza, mühür vs. gibi zorunlu ögeler incelenmeli, nesnel olarak aldatma gücü olup olmadığı saptanmalıdır. Ancak aldatma gücü kavramının değişken ve göreceli bir kavram olması nazara alındığında açıklanan yöntemle sonuca ulaşılamazsa mahkemeye yardımcı olma ve aydınlatma bakımından konusunda uzman bilirkişinin görüşüne de başvurulabilir. Nitekim Ceza Genel Kurulu’nun 30.06.1998 gün ve 183-255 sayılı kararında da aynı husus vurgulanmıştır.

 

Bu açıklamalar ışığında somut olay ele alınıp değerlendirildiğinde;

 

Sanıkların sahte olarak düzenledikleri harç tahsiline ilişkin makbuzların dayanak alınarak kullanılması suretiyle yine gerçeğe aykırı olarak sahte inşaat ruhsatı, inşaatın ruhsat tarihinden 2 ay öncesinde başlayıp belli bir seviyeye ulaştığını kanıtlamak için de yine sahte olarak ön izin belgesi düzenlendiği, bu belgelerin kamu kurumlarına bildirilerek işlemler yapılmasının sağlandığı anlaşılmaktadır. Nitekim dosyada bulunan İzmir İl Bayındırlık Müdürlüğü’nün 3.12.1997 günlü inceleme raporu örneğinde bu belgelere dayanılarak, söz konusu inşaatın Kıyı Yasası ve Uygulama Yönetmeliği hükümlerine uygun yapıldığının bildirildiği görülmektedir. Yine, aynı belgelerin turizm teşvik belgesi için kullanıldığı da anlaşılmaktadır. Kaldı ki, İzmir Valiliğinin bu belgelerin varlığı karşısında kesin bir sonuca ulaşamayarak İçişleri Bakanlığından görüş istediği, yapılan kapsamlı araştırmada belgelerin sahteliğinin ortaya çıktığı da bir gerçektir. Her ne kadar mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmış ve bilirkişi raporunda bir kısım belgelerin aldatma gücü olmadığını bildirmişse de bu tespitinin dosyadaki bilgi ve belgelere uymadığı anlaşıldığı gibi inşaatı yaptıran şirket tarafından ancak fotokopilerinin gönderilmiş olması karşısında makbuzların aldatıcılık ögesini taşıyıp taşımadığı hususunda bilirkişinin, görüş bildirilemeyeceğini beyan ettiği görülmektedir. Yerel mahkemece bilirkişi raporunun bu niteliği belirlenerek, genel ve hukuki bilgi ile dosyadaki belgelerin aldatma gücünün saptanması isabetlidir. Nesnel ölçülere göre, birçok kimseyi aldatabilecek nitelikte olduğu belirlenen belgelerin sahte olarak memur sıfatını taşıyan sanıklarca düzenlenmesinde TCY’nın 339/1. maddesindeki suçun unsurları oluşmuştur. Bu itibarla Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.

 

Çoğunluk görüşüne katılmayan bir kurul üyesi, görüşüyle karşı oy kullanmıştır.

 

Sonuç: Açıklanan nedenlerle Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının REDDİNE, dosyanın yerine gönderilmek üzere Yargıtay C. Başsavcılığı’na TEVDİİNE, 03.07.2001 günü oyçokluğu ile karar verildi.