Etiket arşivi: CEZA

Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararları • HER OLAY İÇİN, TANIK YA DA YARDIMCI DELİL BEKLEMEK, MAĞDURİYET YARATIR

YARGITAY Ceza Genel Kurulu
ESAS: 2013/206
KARAR: 2014/93

Hakaret suçundan, sanıkların 5237 sayılı TCK’nun 125/1, 125/4 ve 52. maddeleri gereğince 2.100 Lira adli para cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin, Aydın 2. Sulh Ceza Mahkemesince verilen 14.01.2008 gün ve 738-6 sayılı hükmün sanıklar tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 2. Ceza Dairesince 23.11.2011 gün ve 2310-39493 sayı ile;

"Sanıkların atılı hakaret suçunu işledikleri konusunda müştekinin soyut iddiası dışında, cezalandırılmalarını gerektirecek kanıt bulunmadığından, beraatları yerine mahkumiyetlerine karar verilmesi" isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.

Yerel mahkeme ise 15.02.2012 gün ve 54-198 sayı ile;

"…Tarafların komşu olduğu ve sanıkların gürültülü şekilde müzik dinleyip müştekiyi rahatsız etmeleri üzerine tartışma çıkması sonucu sanıkların birlikte müştekiye hakaret ettikleri anlaşılmıştır. Her hakaret eylemi için ille de tanık gerekmemektedir. Tarafların hangi sebeple kavga ettiği ve tartıştığı her üç tarafın ifadesinde de bellidir. Hayatın olağan akışıyla birlikte değerlendirildiğinde hakaret eyleminin sanıklar tarafından birlikte yapıldığı vicdani kanaatine varılmıştır. Her olay için tanık ya da yardımcı delil beklemek olayların mağduru yönünden hukuka aykırı bir sonuç teşkil edecektir. Yani olayın müştekilerine bunu ayrıca delillendirmesi mesela video kamerayla kayda alması beklenemez. Kaldı ki dava aşamasında müşteki ölmüştür. Öldü diye müştekinin iddiasını ispatlayamadığını söylemek hakkaniyete uygun düşmeyeceği" gerekçesiyle önceki hükmünde direnmiştir.

Sanıkların temyizi üzerine yerel mahkemece 21.02.2012 gün ve 54-198 sayı ile, verilen ceza miktarı itibarıyla hükmün kesin nitelikte olduğundan bahisle temyiz isteğinin reddine karar verilmiştir.

Temyiz isteminin reddi kararının da sanıklar tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının "onama" istemli 15.02.2013 gün ve 90796 sayılı tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; eylemin sabit olup olmadığının belirlenmesine ilişkin ise de, sanıkların direnme hükmünü temyize ilişkin isteminin yerel mahkemece reddedilmesinin isabetli olup olmadığının öncelikle değerlendirilmesi gerekmektedir.

1412 sayılı CMUK’nun 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi gereğince halen yürürlükte bulunan 305. maddesi uyarınca, ceza mahkemesince verilen hükümler temyiz kanun yoluna tâbidir.

Ancak 1412 sayılı CMUK’nun 305. maddesinin 2. fıkrasının 1. bendinin yerel mahkemece verilen ilk hüküm tarihi itibarıyla yürürlükte bulunan haline göre;

1 – İkimilyar liraya kadar (iki bin lira – ikimilyar dahil) para cezalarına dair olan hükümler,
2 – Yukarı sınırı onmilyar lirayı (on bin lira) geçmeyen para cezasını gerektiren suçlardan dolayı verilen beraat hükümleri,
3 – Bu Kanun ile sair kanunlarda kesin olduğu yazılı bulunan hükümler,

Kesin olup, bu hükümler hakkında temyiz kanun yoluna başvurulamayacaktır.

“İkimilyar liraya kadar (iki bin lira – ikimilyar dahil) para cezalarına dair olan hükümlerin” temyiz edilemeyeceğine ilişkin 1412 sayılı CMUK’nun 305. maddesinin 2. fıkrasının 1. bendinin, Anayasa Mahkemesinin 07.10.2010 tarihinde yürürlüğe giren 23.07.2009 gün ve 65–114 sayılı kararı ile iptal edilmesinden sonra verilen, ister hapis cezasından çevrilen, ister doğrudan hükmolunan adli para cezasına ilişkin mahkûmiyet hükümlerinin 14.04.2011 tarihine kadar hiçbir miktar gözetilmeksizin, 14.04.2011 gün ve 27905 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 6217 sayılı Yargı Hizmetlerinin Hızlandırılması Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 23. maddesi ile 5271 sayılı CMK’nun 272. maddesinin 3. fıkrasının (a) bendinde; “Hapis cezasından çevrilen adlî para cezaları hariç olmak üzere, sonuç olarak belirlenen 3.000 Türk Lirası dâhil adlî para cezasına mahkûmiyet hükümlerine karşı istinaf yasa yoluna başvurulamayacağı” şeklinde yapılan değişiklik ve aynı kanunun 26. maddesi ile 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkındaki Kanuna eklenen; “Bölge adliye mahkemeleri faaliyete geçinceye kadar hapis cezasından çevrilenler hariç olmak üzere, sonuç olarak belirlenen üçbin Türk Lirası dâhil adlî para cezasına mahkûmiyet hükümlerine karşı temyiz yoluna başvurulamaz” şeklindeki geçici 2. madde gözönünde bulundurulduğunda, 14.04.2011 tarihinden sonra ise, ancak doğrudan hükmolunan 3.000 Türk Lirasından fazla adli para cezalarına ilişkin mahkumiyet hükümlerinin temyizinin mümkün hale geldiği konusunda bir tereddüt bulunmamaktadır.

1412 sayılı CMUK’nun 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan “Temyiz talebinin kabule şayan olmamasından dolayı hükmü veren mahkemece reddi” başlıklı 315. maddesinde; “Temyiz isteği kanuni sürenin geçmesinden sonra yapılmış veya temyiz edilemeyecek bir hüküm temyiz edilmişse veya temyiz edenin buna hakkı yoksa, hükmü temyiz olunan mahkeme bir karar ile temyiz dilekçesini reddeder.

Temyiz eden taraf ret kararının kendisine tebliğinden itibaren bir hafta içinde Yargıtaydan bu hususta bir karar verilmesini taleb edebilir. Bu takdirde dosya Yargıtaya gönderilir. Şu kadar ki, bu sebepten dolayı hükmün infazı tehir olunmaz”,

“Yargıtayca Temyiz İsteğinin Reddi” başlıklı 317. maddesinde de; “Yargıtay, süresi içinde temyiz dilekçesinin verilmediğini veya beyanının yapılmadığını, hükmün temyiz edilemez olduğunu, temyiz edenin buna hakkı olmadığını görürse, temyiz isteğini reddeder, görmezse incelemesini yapar” düzenlemelerine yer verilmiştir.

1412 sayılı CMUK’nun 315. maddesinde, temyiz talebinin kabule değer olup olmadığı ön incelemesinin ilk derece mahkemesince yapılması öngörüldüğü halde, 317. madde ile aynı incelemenin Yargıtay’ca da yapılması hüküm altına alınmıştır.

Buna göre temyiz başvurusunda bulunulması halinde hükmü veren mahkemece öncelikle temyiz başvurusunun kabul edilebilir olup olmadığı araştırılacak, bu bağlamda da temyiz talebinin süresinde yapılıp yapılmadığı, kararın temyiz edilebilir nitelikte olup olmadığı ve başvuruda bulunanın hükmü temyiz etmeye hak ve yetkisinin bulunup bulunmadığı incelenecektir.

Mahkemece temyiz isteğinin kabul edilebilir bulunması halinde herhangi bir karar verilmeden aynı kanunun 316. maddesi uyarınca tebligat işlemleri tamamlandıktan sonra dosya temyiz incelemesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilecektir. Buna karşılık, temyiz başvurusu kanuni süre geçtikten sonra yapılmışsa ya da karar temyiz edilebilir nitelikte değilse veya başvuruda bulunanın temyiz etme hakkı bulunmuyor ise temyiz talebi ilk derece mahkemesince CMUK’nun 315. maddesi uyarınca reddedilecektir. Başvuru sahibi de ret kararına karşı tebliğden itibaren bir hafta içinde temyiz kanun yolu başvurusunda bulunabilecek ve bu durumda da dosya Yargıtaya gönderilecektir.

Bu bilgiler ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Sanıkların hakaret suçundan 5237 sayılı TCK’nun 125/1, 125/4 ve 52. maddeleri gereğince doğrudan hükmolunan 2.100 Lira adli para cezasıyla cezalandırılmasına karar verilen olayda, yerel mahkemenin 15.02.2012 olan direnme hükmünün tarihi 6217 sayılı Kanunun yürürlük tarihi olan 14.04.2011’den sonra olup doğrudan hükmolunan 2100 Liradan ibaret olan adli para cezasına ilişkin mahkumiyet hükmünün temyiz kabiliyeti bulunmadığından, temyiz isteminin reddine yönelik olarak verilen yerel mahkeme kararı isabetlidir.
Bu itibarla yerel mahkemenin temyiz isteminin reddine ilişkin kararı isabetli olduğundan onanmasına karar verilmelidir.

SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Aydın 2. Sulh Ceza Mahkemesinin 21.02.2012 gün ve 54-198 sayılı temyiz isteminin reddi kararının ONANMASINA,
2- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 25.02.2014 günü yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: hukukçu — Çrş Mar 25, 2015 5:55 am


Ceza Hukuku • ÖZEL HAYATIN GİZLİLİĞİNİ İHLAL.

ronnezwolf yazdı:
Merhaba. Ben 7-8 aydır bi kızla sevgili idim kızla çıkarken bazen buluşuyorduk bazen buluşamıyorduk o yüzden bana kız çıplak fotoğraflar atıyordu ama yüzü gözükmüyordu hep kafadan aşağıydı. Neyse sonra bir kaç olay oldu sonra biz öğrendik ki benim yakın arkadaşlarımdan birisiyle de 2 aydır çıkıyormuştu onunla da birlikte olmuş filan neyse ben bunu öğrendim direk ayrıldım ve kız bana iftira atmaya başladı işte ben onunla hiç konuşmadım sevgili olmadık falan filan diye hakkımda iftira atıp tutmuş bende sonra fazla sinirlendim o öfke ve sinirle bu kızın resimlerini başkalarına gösterdim işte kızı tanıyın nasıl birisi olduğunu filan öğrenin ben doğruyu söylüyorum dedim. Olay bu kadarla da bitmiyor ben bu kızın arkadaşlarına da anlattım olanları bitenleri her şeyi sonra kızlarda bana hak verdiler ve o kızdan uzak durdular. Sonra beni bir gün kızlar aradı dediler ; işte bizi tehdit ediyor onun yanında durmadığımız için onu savunmadığımız için bizim sırlarımızı ailelerimize anlatacakmış filan dediler yani kızları tehdit etmiş. Neyse sonra bu olaylar sırasında kız evine gitmişti olaylar kapansın diye neyse bir gün benim telefonum çaldı açtım işte kız annesinin hattından beni aramış dedi ki : ben 2 güne kadar oraya geleceğim o resimlerin herkese yalan olduğunu söyle benim açımdan değil senin açından ve ailen açısından hiç iyi olmaz filan dedi. Resmen beni de tehdit etti.Hatta bu konuşmanın ses kaydını almıştım ben şuan elimde duruyor ses kaydı. İşte salı günü beni okul müdürü aradı ve çağırdı gittim görüştüm rehberlik öğretmeni ve müdür yardımcısı da odadaydı konuşmaya başladık filan rehberlik hocası sürekli beni suçluyordu müdür ise olayın kapanmasını istiyordu işte bana dediler ki eğer bu kız mahkemeye giderse daha 17 yaşında sana iftira atarak beni tehdit ederek resim fotoğraf istedi sonrada arkadaşıyla birlikte olmamı istedi falan derse senin başın yanar dediler. Sonra okul müdürü bana mesajları resimleri konuşma kayıtlarını hepsini silmemi söyledi son 6 yıla kadar her mesajın konuşmanın dokümanı çıkıyor dedi ( bende inanmadım silmedim çünkü mesajın içeriğinin görüntülendiğini sanmıyorum ). Olaylar böyle olmuştur şimdi kızın bana attığı mesajlar falan hepsi duruyor ses kayıtları duruyor. Ben resimleri zorla tehdit ile falan almadım mesajlarda hepsinin kanıtı var. Kız 17 yaşında ve resimleri kendi rızası ile bana gönderdi hiçbir zorlama olmadı tarafımca. Şimdi bana detaylı olarak anlatır mısınız ? kız mahkemeye başvurursa sonuçları ne olur veya ben şimdi ne yapmalıyım bir akıl verirseniz yol gösterirseniz çok iyi olur. Şimdiden teşekkürler.

Bir evin içersinde Aile sırlarına vakıf olupda neden dışarıda anlatamayız.? Evin içersinde Ailelerin yatak odalarına neden girmeyiz.?Bir öğretmen neden özel hayatını derste sizlere anlatmaz.? Mahremiyet,Özel olduğu için değilmi.

Peki aile sırlarına vakıf olup bunları dışarıda anlatıldığında evde insanın başına ne geliyor.? Aferin oğlum iyi yapmışsın böyle olmanmı gerekir deniyor, yoksa bir ton sopamı yeniyor.? Yani bunun bir mahremiyet aile içinde gizli kalması gerektiği öğretiliyor ve bu kurala uymayanda aile tarafından cezalandırılıyor.

Şimdi O kızla aranda bir duygusal ilişki gelişmiş ve arkadaş olmuşunuz ve bir birlerinizle bir sırları yani Mahremiyeti paylaşmışsıız bu mahremiyetin ne şartlar altında olursa olsun Aile sırları gibi gizli kalması gerekiyormu tabiki gerekiyor,bu kurala uymayanlar,TCK kanunumuzda özel hayatın gizliliğini ihlal ve kişilik haklarına saldırı suçundan cezalandırılıyor. Yani bu kurallara uymaz isek evde aile büyükleri cezalandırıyor, dışarıda ise bu kurala uymaz isek Kanun cezalandırıyor.

Şimdi kızla arkadaşlık yaptın bu kız senden hariç bir kişi ile konuştuğunu veya duygusal ilişki içersine girdiği konusunda bilgi edindin, bunun doğruluğunu araştıra bilirsin VELAKİNN Doğrudahi olsa önceden aranda gecen hiç bir kelimeyi yani 3. kişilere söyleyemezsin etrafa duyuramazsın.Duyurduğun anda suçu işlemiş olursun. Sen ne yapmışın kıza kızdığın için arkadaşlarına gelin len buraya bak doğru bildiğiniz kızın "RESİMLERİ BANA GÖNDERDİĞİ MESAJLAR" diyerek, etrafa aranızda kalması gereken mahremiyet görüntü ve bilgilerini 3, kişilere aktararak duyurarak özel hayatınızda kalmısı gerekenleri afişe etmişin, EVET BU SUÇTUR. Aranızdaki yapmış olduğunuz telefon görüşmelerini kayda almışın ve bunları bir başka kişilere deşifre etmen ve duyurursan O da suçtur,

Bu nedenle bu işte sesni çıkarmadan sessizce durman, kızlada fazla ileri geri sürtüşmeden,etrafta konuşmadan sessiz kalman senin için çok hayırlı olur,yoksa kendini önce savcının önünde, sonrada ceza mahkemesi hakimi önünde ve daha sonrada tazminat davası hakimi önünde bulursun.

Kısacası şu yapmış olduğun hareket suçtur ve hiç sesini çıkarmadan derslerine bakıp sessizce evin yoluna evden de okul yoluna gidip gelmen senin geleceğin acısından çok iyi olur.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: hukukçu — Sal Mar 24, 2015 9:13 am


Yargıtay Ceza Daireleri Kararları • KREDİ KARTINI KULLANIP GERİ ÖDEMEME, GÜVENİ KÖTÜYE KULLANMA

T.C
YARGITAY
8.CEZA DAİRESİ
ESAS NO: 2012/26143
KARAR NO: 2013/19202

Gereği görüşülüp düşünüldü:

Yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddine ancak:

Mağdur F…’nın kredi kartıyla iki ayrı iş yerinden alış veriş yapıldığının anlaşıldığı olayda iş yeri sahiplerinin yapılan işlemler sonucu mağdurun uğradığı zararı iade ettikleri, sanığın da giyim mağazasından aldığı eşyaları soruşturma aşamasında işyerine iade ettiğinin anlaşılması ve mağdurun sanık hakkında TCK.nun 168. maddesinde düzenlenen indirim hükmünün uygulanmasına rıza gösterdiğini beyan etmesi karşısında sanık hakkında etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanması hususunda olumlu olumsuz bir karar verilmemesi,

Yasaya aykırı, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebepten dolayı 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi uyarınca uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK.nun 321. maddesi gereğince (BOZULMA- SINA), 26.06.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi.

T.C.
YARGITAY
11. CEZA DAİRESİ
ESAS NO. 2012/2546
KARAR NO. 2013/9485
KARAR T. 6.6.2013

> BAŞKASINA AİT KREDİ KARTININ İZİNSİZ KULLANILMASI — YARAR SAĞLAMA — ETKİN PİŞMANLIK — SANIK VE KATILANIN AKRABA OLUP İSİMLERİNİN BENZER OLMASI

ÖZET : Başkasına ait banka veya kredi kartının izinsiz kullanılması suretiyle yarar sağlama suçunda; katılanla akraba olduğu anlaşılan sanığın tüm aşamalarda kendisinin hsbc bankasına kredi kartı için müracaat ettiğini ve teslim edilen kartın kendisine ait olduğunu zannederek alıp kullandığını savunması, katılanın isminin sanığın ismiyle benzer olup kredi kartının teslimi sırasında kurye tarafından düzenlenen formda sanığın adının H. Hüsnü A. olarak yazılmasına rağmen sanığın ise Hüsnü A. gerçek ismiyle imzalayarak kartı teslim aldığı, banka cevabi yazısına göre sanığın kredi kartı talebinde bulunduğu ve bunun aynı gün red edildiğinin belirtilmesi ve sanığın baştan itibaren harcamaları kendisinin yaptığını kabul etmesi karşısında, sanığın suç kastının belirlenmesi bakımından; bankadan kredi kartı talebine dair başvurunun reddedildiği hususunun sanığa tebliğ edilip edilmediği ve varsa belgesinin celbiyle sonucuna göre sanığın hukuki durumunun takdir ve tayini yerine eksik inceleme sonucu karar verilmesi yasaya aykırıdır. Bankanın cevabi yazısına göre kredi kartı borcunun kurye firması tarafından ödendiği, sanığın da temyiz dilekçesinde kartın teslimini yapan kuryeye 6 ay içinde ödemede bulunduğunu beyan etmesi karşısında kartın kullanımından doğan zararın sanık tarafından giderilip giderilmediği ve yapılmışsa ödeme tarihleri araştırılıp sonucuna göre etkin pişmanlık hükmünün uygulanıp uygulanmayacağının tartışılmasında zorunluluk bulunmaktadır.

Gereği düşünüldü:

1- )Katılanla akraba olduğu anlaşılan sanığın tüm aşamalarda kendisinin hsbc bankasına kredi kartı için müracaat ettiğini ve teslim edilen kartın kendisine ait olduğunu zannederek alıp kullandığını savunması, katılanın isminin sanığın ismiyle benzer olup kredi kartının teslimi sırasında kurye tarafından düzenlenen formda sanığın adının H. Hüsnü A. olarak yazılmasına rağmen sanığın ise Hüsnü A. gerçek ismiyle imzalayarak kartı teslim aldığı, banka cevabi yazısına göre 14.11.2006 tarihinde sanığın kredi kartı talebinde bulunduğu ve bunun aynı gün red edildiğinin belirtilmesi ve sanığın baştan itibaren harcamaları kendisinin yaptığını kabul etmesi karşısında, sanığın suç kastının belirlenmesi bakımından;anılan bankadan kredi kartı talebine dair başvurunun reddedildiği hususunun sanığa tebliğ edilip edilmediği ve varsa belgesinin celbiyle sonucuna göre sanığın hukuki durumunun takdir ve tayini yerine eksik inceleme sonucu yazılı şekilde karar verilmesi yasaya aykırı,
Kabule göre de:

2- )Hsbc bankasının cevabi yazısına göre kredi kartı borcunun kurye firması tarafından ödendiği, sanığın da temyiz dilekçesinde kartın teslimini yapan kuryeye 6 ay içinde 500,00 TL ve 850,00 TL olmak üzere 1350,00 TL ödemede bulunduğunu beyan etmesi karşısında: kartın kullanımından doğan zararın sanık tarafından giderilip giderilmediği ve yapılmışsa ödeme tarihleri araştırılıp sonucuna göre T.C.K.nun 168. maddesindeki etkin pişmanlık hükmünün uygulanıp uygulanmayacağının tartışılmasında zorunluluk bulunması,

SONUÇ : Bozmayı gerektirmiş, sanığın temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebeplerden dolayı 5320 Sayılı Kanunun 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı C.M.U.K.nun 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 06.06.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

T.C.
YARGITAY
11.CEZA DAİRESİ
Esas No: 2004/1005
Karar No: 2005/1153
Karar Tarihi: 16.03.2005

ÖZET : Sanıkların, nakit para çekmek amacıyla şikayetçiden teslim aldıkları kredi kartıyla çektikleri parayı ödememelerinin yanında, aldıkları kartı da iade etmeyip inkar etmek suretiyle güveni kötüye kullanmak suçunun işlendiğinin iddia olunup, mahkemece de kabul edilmesine rağmen kartın iade edilmemesinin yüklenen suçu oluşturup oluşturmayacağının karar yerinde tartışılmaması isabetsizdir.

Güveni kötüye kullanmak suçundan sanıklar a ve b’in yapılan yargılamaları sonunda: Beraatlarına dair BURSA 6. Asliye Ceza Mahkemesinden verilen 15.4.2002 gün ve 2000/1447 Esas, 2002/308 Karar sayılı hükmün süresi içinde Yargıtay’ca incelenmesi katılan vekili tarafından istenilmiş olduğundan dava evrakı C.Başsavcılığının onama isteyen 14.1.2004 tarihli tebliğnamesi ile daireye gönderilmekle, incelenerek gereği görüşüldü:

anıkların, nakit para çekmek amacıyla şikayetçiden teslim aldıkları kredi kartıyla çektikleri parayı ödememelerinin yanında, aldıkları kartı da iade etmeyip inkar etmek suretiyle güveni kötüye kullanmak suçunun işlendiğinin iddia olunup, mahkemece de kabul edilmesine rağmen kartın iade edilmemesinin yüklenen suçu oluşturup oluşturmayacağının karar yerinde tartışılmaması,

SONUÇ: Kanuna aykırı, katılan vekilinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebepten dolayı isteme aykırı olarak CMUK.nun 321 nci maddesi uyarınca BOZULMASINA, 16.3.2005 gününde oybirliği ile karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: hukukçu — Pzt Mar 23, 2015 8:36 pm


Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararları • TRAFİK KAZASI SONUCU TAKSİRLE ÖLÜME SEBEBİYET VEREN YAYA, BASİT/BİLİNÇLİ TAKSİR

YARGITAY Ceza Genel Kurulu
ESAS: 2013/10
KARAR: 2014/80

Taksirle bir kişinin ölümüne neden olmak suçundan sanık M.. A..’nin 5237 sayılı TCK’nun 85/1, 62, 50, 52/4 ve 53/6. maddeleri uyarınca 18.200 Lira adli para cezası ile cezalandırılmasına, taksitlendirmeye ve sürücü belgesinin dört ay süre ile geri alınmasına ilişkin, Fatsa 1. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 30.10.2007 gün ve 366-262 sayılı hükmün, sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 28.12.2011 gün ve 15963-10055 sayı ile;

“…Olay tarihinde sanık yayanın aniden yola çıkarak trafik kazasına sebebiyet vererek mobilet sürücüsü A.. Ö..’nün taksirle ölümüne sebebiyet verdiğinden hakkında kamu davası açılmış ve yapılan yargılama sonunda sanığın mahkumiyetine karar verilmiştir.

Yayanın sebebiyet verdiği trafik kazasından dolayı sanık olup olamayacağı sorununun öncelikle çözümlenmesi gerekmektedir.
Taksir, istisnai bir kusurluluk şeklidir. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alma ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir. Fail, tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme olanak ve ödevinin varlığına rağmen sonuca iradi bir hareketle neden olmak olup Türk Ceza Kanunun 22/2. maddesi; taksiri, ‘dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi’ olarak tanımlamaktadır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulunun son olarak verdiği 07.06.2011 gün 54-120 sayılı kararı başta olmak üzere birçok kararında da vurgulandığı gibi, öğretide ve uygulamada taksirin unsurları;

1- Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,
2- Hareketin iradi olması,
3- Neticenin iradi olmaması,
4- Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,
5-Neticenin öngörülebilir olmasına karşın fail tarafından öngörülememesi, şeklinde kabul edilmektedir. Yayanın karşıdan karşıya geçerken kendisine motorlu bir vasıtanın çarpacağı ve bu vasıtada bulunanların yaralanacağını öngörebilmesinin kabulü toplumda yaygın olan ortak düşünceye aykırıdır. Yayaların motorlu taşıt sürücülerine zarar vereceklerini, bu nedenle daha fazla basiretli davranmaları gerektiğini bildikleri ve cezalandırılmaları gerektiği kabul edilemez. İntihar etmek için kendisini hızla gelen otomobilin altına atan ve kazaya neden olan şahsın amacı, kendi yaşamına son vermek olup sürücünün yaralanabileceğini de önceden görebileceği söylenemez. Bu nedenle taksirin ‘neticenin öngörülebilmesi’ unsuru bu gibi olaylarda gerçekleşmemiştir.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun 46-67. maddelerinde sürücülerin uyacakları kurallar, 68-70. maddelerde ise yayalar, hayvanla çekilen veya elle sürülen araçlarla hayvan sürücülerinin ve yarışlar hakkında kurallar düzenlenmiştir. Yayalarla ilgili düzenlemelerde uyacakları kurallar belirtilmiş, ışıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı geçitlerde veya kavşaklarda güvenlikleri açısından araçların uzaklık ve hızını göz önüne almaları, yolu kontrol ederek kendi güvenliklerini sağladıktan sonra en kısa zamanda taşıt yolunu geçebilecekleri hükme bağlanmıştır. Belirtilen kurallara uymayanlar hakkında ise idari para cezasına hükmolunacaktır. Kanun koyucu tarafından da yayanın kendi can güvenliğini sağlaması için bir takım kurallar konulmuş, trafik kazaları ile ilgili 81. madde ve devamı maddelerinde sadece sürücülerden bahsedilmiş, yayaların motorlu taşıt sürücülerine veya başkalarına verebilecekleri zararlardan dolayı cezai sorumlukları yönüne gidilmemiştir. Ayrıca ister kasdi, isterse taksirli olsun, bir fiilin cezalandırılabilmesi için uygunluk, elverişlilik, yeterlilik koşulları gerçekleşmelidir. Bir yayanın motorlu taşıt vasıtasına çarpmasında bu koşulların gerçekleştiği öne sürülemez. Örneğin, bir yayanın otobüse çarpması halinde meydana gelen kazada otobüs içindekilerin ölmesinde veya yaralanmasında, aranılan bu yeterlilik, elverişlilik ve uygunluk koşulları yoktur. Bu nedenle trafik kazasına karışan yayanın TCK’nun 85 veya 89. maddeleri gereğince cezalandırılması ceza hukukunun vurgulanan bu temel kriterlerine aykırıdır.

Bir olayda hukuki sorumluluk ile cezai sorumluluk farklı olup taksirli cezai sorumluluk daha dar olarak düzenlenmiş ve bunun çerçevesi TCK’nun 22. maddesinde çizilmiştir. Trafik kazasında yayanın hukuki sorumluluğunun bulunması cezai yönden de sorumlu olmasını gerektirmez. Yayanın kusurlu olması, yeni Türk Ceza Kanunu uygulamasında sürücünün cezasının belirlenmesinde ve hakkında lehe hükümlerin uygulanmasında nazara alınıp adaletli bir cezalandırma sağlanmaya çalışılmaktadır.

Yayaların kusurlu olmaları tazmini sorumluluğu gerektirir. Meydana gelen kazadan dolayı cezai sorumluluğun var olduğu kabul edilemez.

Bununla beraber Ceza Genel Kurulunun 21.10.1997 gün ve 1997/2-99-202 sayılı kararında sürücüler yanında yayaların da sanık olabileceğini kabul eden tek bir kararı bulunsa da, Ceza Genel Kurulunun gerek bu karardan önce ve gerekse bu karardan sonraki kararları ile ceza dairelerinin istikrarlı uygulamaları yayaların kusurlu davranışları ile birlikte trafik kazasına sebebiyet vermeleri durumunda sadece sürücüler hakkında kamu davası açılmakta ve sanık olarak bunlar gösterilmektedirler.

Her ne kadar Adli Tıp Kurumu Başkanlığı yaya M.. A..’nin olayda asli kusurlu olduğunu belirtse bile tüm açıklanan bu nedenlerden dolayı sanığın beraati yerine mahkumiyetine karar verilmesi,

Kabule göre de, davaya katılan olmadığı halde katılanlar lehine vekalet ücretine hükmedilmesi ve yayalara ait kusuru ihlal eden sanığın sürücü belgesinin geri alınmasına karar verilmesi" isabetsizliklerinden oyçokluğuyla bozulmasına karar verilmiş, Daire Üyeleri G. Y. ve A. Y. “04.06.2006 günü saat 16.00 sıralarında, yaya geçidi olmayan mahalde seyir halinde olan araçların geçişini beklemeden sol taraf orta refuj aralığından sol şerit içerisine geçmek suretiyle sürücü A.Ö.ın kaza yapmasına ve ölmesine neden olan, Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesinin 28.06.2007 gün ve 34296/3539 sayılı raporuna göre de sanık yayanın asli kusurlu olduğu olayda;

Oluş ve kabulde, uyuşmazlık bulunmamaktadır.

Uyuşmazlık, bu olaya neden olan failin herhangi bir aracı kullanmaması nedeniyle taksirle öldürme suçundan cezalandırılıp cezalandırılamayacağıdır.

Daire çoğunluğunu sanığın cezalandırılamayacağı sonucuna götüren nedenler kararda ayrıntılı olarak izah edilmekle birlikte;
a) Yayalar açısından öngörme unsurunun gerçekleşmeyeceği,

b) Yayaların cezalandırılmasının ceza hukukunun temel ilkelerine aykırı olacağı,

c) Bu güne kadarki uygulamaların da bu şekilde olduğu,

Şeklinde özetlenebilir.

765 sayılı TCK’nın 45. maddesinde, cürümlerde kastın aranacağı kuralına yer verildikten sonra, bu kuralın istisnası olarak ‘failin bir şeyi yapmasının veya yapmamasının neticesi olan bir fiilden dolayı kanunun o fiile ceza tertip ettiği ahval müstesnadır’ hükmüyle, kast olmaksızın da bir kimsenin taksirli davranışı nedeniyle cezalandırılabileceği kabul edilmiş, ancak, taksir tanımlanmamış, bazı hükümlerinde ‘tedbirsizlik’, ‘dikkatsizlik’, ‘meslek ve sanatta acemilik’, ‘nizamat ve evamir ve talimatlara riayetsizlik’ şeklinde taksir kalıplarına yer verilmiştir.

5237 sayılı TCK’nun 21. maddesinin 1. fıkrasında da, suçun oluşmasının kasta bağlı olduğu belirtildikten sonra, 22. maddenin 1. fıkrasında taksirle işlenen fiillerin kanunda açıkça belirtildiği hallerde cezalandırılacağı hükmüne yer verilmiş, 2. fıkrasında ise taksir, ‘dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi’ şeklinde tanımlanmıştır.

Görüldüğü gibi, taksir, istisnai bir kusurluluk şeklidir. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemleri alması ve bazı davranış kurallarına uyması zorunlu olup, bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir, fail tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkân ve ödevinin varlığına rağmen sonuca iradi bir hareketle neden olmaktan kaynaklanmaktadır.

Taksir sonuçta bir haksızlık biçimidir, taksirli suçun haksızlık unsurunu, dikkat ve özen yükümlüğünün ihlali oluşturmaktadır, ancak, sadece objektif özen yükümlülüğüne aykırı bir davranışın varlığı taksirden dolayı cezalandırılmayı gerektirmez, buna bağlı olarak bir sonucun ortaya çıkması, ortaya çıkan bu sonucun da, fail tarafından öngörülmemiş olsa bile öngörülebilir nitelikle olması gerekmektedir.

Fail, kendi yetenekleri, algılama gücü, tecrübeleri, bilgi düzeyi ve içinde bulunduğu koşullar altında, objektif olarak varolan dikkat, özen yükümlüğünü öngörebilecek ve yerine getirebilecek durumda olmasına rağmen, objektif özen yükümlülüğüne aykırı davranması nedeniyle öngörmediği bir neticenin meydana gelmesine neden olmalı, hareket ile sonuç arasında nedensellik bağı bulunmalı, failin hareketinden bağımsız bir etken sonuca tek başına neden olmamalı, başka bir anlatımla hareket ile sonuç arasındaki nedensellik bağı kesilmemelidir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 09.10.2001 gün ve 181-204; 21.10.1997 gün ve 99-202; 13.12.1993 gün ve 221-317 sayılı kararları başta olmak üzere birçok kararında ve öğretide vurgulandığı gibi failin taksirden dolayı cezalandırılabilmesi için;
Taksirin cezalandırılacağı konusunda kanunda bir hüküm,
Dikkat ve özen yükümlülüğünün yerine getirilmemesi,
Hareketin bilerek ve istenerek yapılması,
Sonucun (neticenin) öngörülebilir olması,
Failin neticeyi istememiş olması,
Hareket ile sonuç arasında nedensellik bağı bulanması,
Şartlarının bir arada bulunması gerekmektedir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Taksirli öldürme suçları gerek 765 gerekse 5237 sayılı TCK’da açıkça düzenlenip yaptırıma bağlanmıştır. Fail yaya dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranmak suretiyle, geçmemesi gereken bir yerden geçmiştir. Failin bu davranışı hem ortak tecrübe kurallarına hem de pozitif hukuk kurallarına aykırıdır. Zira fail yoldan karşıdan karşıya geçerken, Trafik Kanununun 68 ve Yönetmeliğin 138. maddelerine açıkça aykırı davranmıştır. Fail hareketini bilerek ve isteyerek gerçekleştirmiştir. Yola başkası tarafından itilmiş veya yola çıkmak için zorlanmış değildir. Akan bir trafiğe yayanın kendisini atması halinde, bu hareketin trafikte tehlike veya zararlı bir sonuca yol açacağı, makul orta zekâdaki her insan tarafından kabul edilebilecek bir durumdur. Şüphesiz ki doğan sonuç fail tarafından istenmiş değildir, zaten istenmiş olsaydı, taksirden dolayı değil kasten sorumluluğu söz konusu olacaktı. Yayanın hareketi ile doğan sonuç arasında da illiyet bağı bulunmakta, dolayısıyla failin taksirli suçtan cezalandırılması için yasanın aradığı tüm koşullar gerçekleşmiştir.
Ancak burada, taksirli davranışta bulunanın bu davranışı nedeniyle yalnızca kendisinin zarar görmesi hali ile somut olaydaki durum karıştırılmamalıdır. Yerleşik uygulamada, yayalar hakkında davanın açılmaması, fiilin sonucunda yayaların kendilerinin zarar görmesinden kaynaklanmaktadır, yoksa yasada yayaların bu suçun faili olamayacağında veya yayanın davranışlarının taksiri oluşturmayacağından değildir. Zira mevcut yasamızda, taksirli suçlarda faillik açısından hiçbir sınırlama bulunmamaktadır. Elbette kişi intihar etmek için yola atlar ve sonuç gerçekleşirse, meydana gelen sonuçtan yalnızca kendisi zarar gördüğünden bu eylemden dolayı cezalandırılamayacaktır. Peki, bu eylemden yaya değil de, başkaları zarar görürse yine de yayanın cezalandırılamayacağını söyleyebilecek miyiz? Kaldı ki, taksirli suçlardan cezalandırılabilmek için mutlaka sürücü olmaya da gerek bulunmamaktadır. Aracını yol kenarına usulsüz bırakıp da giden kişi bu eyleminden zararlı bir sonuç doğduğunda cezalandırılmamakta mıdır? Sürüyü yoldan geçiren çoban, bu eylemi nedeniyle bir zarara yol açmışsa cezalandırılmamakta mıdır?

Karayolları Trafik Kanununun 3. maddesi ile ‘Trafik’ kavramının yayaların, hayvanların ve araçların karayolları üzerindeki hal ve hareketleriyle açıklandığı, sanığın kusurunun tespitinde bu kanunun belirleyici olduğu ve ceza kanunlarının sadece araç-alet kullananları değil ‘kusuru’ cezalandırdığı da dikkate alındığında sanığın eyleminin karşılıksız kalması da yasa koyucunun amacına ve toplumsal adalete aykırı düşecektir.

Sanık meydana gelen ölüm olayında asli kusurludur, meydana gelen sonuç öngörülebilir bir sonuç olup, fiil ile sonuç arasında da illiyet bağı bulunmaktadır” görüşüyle karşı oy kullanmışlardır.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 07.02.2012 gün ve 108714 sayı ile;

“Sanık olay günü yaya geçidi olmayan mahalde seyir halinde olan araçların geçişini beklemeden refuj aralığından sol şerit içerisine geçmek suretiyle yola çıkmış, oluşa uygun Adli Tıp Kurumu Başkanlığının raporuna göre asli kusurla araç sürücüsünün kaza yapmasına ve ölümüne neden olmuştur.

5237 sayılı TCK uyarınca kanunda ancak taksirle işlenebileceği kabul edilen suçlarda eylemin cezalandırılabileceği, TCK’nun İkinci Kısım, Birinci Bölümünde yer alan hayata karşı suçların kasten veya taksirle işlenebileceği, böylelikle suçun tipiklik unsururun varlığı ortadadır.
Eylemin kabahat olarak da yaptırıma bağlanması onun TCK kapsamında suç olmasına engel teşkil etmeyecek, tek eylemin bu şekilde varlığı halinde TCK’nun 44. maddesinin tatbiki ile sorunun çözümüne gidilmesi gerekecektir.

Sanık yaya asli kusurla trafik düzenine aykırı davranmış olup, eylemde ‘işi gereği gibi yapmama, eksik ve kusurlu davranma’ haliyle taksirin unsuru gerçekleşmiştir. Yayanın doğabilecek neticeyi öngörmesi beklenebilir nitelikte olduğundan sorumlu olacağında kuşku bulunmamaktadır. Ayrıca sanığı sorumluluktan kurtaracak üçünçü kişi veya mağdurun, hareket ve netice arasındaki illiyet bağını tamamen kesecek nitelikte kusurlu davranışı yoktur. Bu durumda sanığın neticeye etkili ortak kusuru bulunduğu, cezai yönden sorumluluğu da söz konusu olacağından, bozma ilamının bu kısmı yerinde görülmemiştir.

Bozma ilamının diğer bölümlerinde yer alan ‘Davaya katılan olmadığı halde, katılanlar lehine vekalet ücretine hükmedilmesi ve yayalara ait kusuru ihlal eden sanığın sürücü belgesinin geri alınmasına karar verilmesi’ hususlarının isabetli olduğu, ancak birinci kısımda yer alan bozma nedeninin ortadan kalkması ile diğer kısımların da düzeltilerek onanmasına karar verilebileceği” görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurmuştur.

CMK’nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 12. Ceza Dairesince 26.11.2012 gün ve 27090-25174 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmemesi üzerine dosya Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

Sanığın taksirle bir kişinin ölümüne neden olmak suçundan cezalandırılmasına karar verilen olayda, Özel Daire Çoğunluğu ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; bir kişinin ölümü ile sonuçlanan trafik kazasında, asli kusurlu olduğu tespit edilen sanığın yaya olması ve herhangi bir trafik aracını kullanmaması nedeniyle, taksirle ölüme neden olma suçundan cezai sorumluluğunun bulunup bulunmadığının belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya kapsamından;

Suç tarihinde sahile gitmek için Fatsa-Ordu istikametindeki yolu yaya olarak geçen sanığın, orta refüjde sağ tarafına baktığında iki otomobilin yolun sağ şeridinden seyrettiğini görmesine rağmen, seyir halinde olan bu araçların geçişini beklemeden refüj aralığından yola indiği, yol üzerinde sol şeritte otomobillerin geçmesini beklediği sırada otomobillerin arkasından motosikleti ile çıkan ölenin sanığa çarptığı, ikisinin de yere düştükleri, motosiklet üzerinden fırlayarak asfalta düşen motosiklet sürücüsünün olay yerinde hayatını kaybettiği,

Ölüm sebebinin; genel beden ve kafa travmasına bağlı kafatası, boyun omuru, nazal kemiği sağ zigomatik kırıkları ile müterafık beyin doku hasarı sonucu gelişen solunum ve dolaşım durması şeklinde tespit edildiği,

Olay sırasında yaya olan sanık hakkında taksirle ölüme neden olma suçundan kamu davası açıldığı,

Mahkemece yapılan keşif sonucunda trafik bilirkişisi tarafından düzenlenen raporda; motosiklet sürücüsü olan ölenin Karayolları Trafik Kanunun 84. maddesi uyarınca 66. maddedeki; "bisiklet ve motosikletleri kurallara uymadan sürmek" ve 78. maddedeki; "motosiklet kullanırken koruma başlığı kullanmamak" kurallarını ihlal ettiğinden, kazanın oluşumunda 2/8 oranında kusurlu olduğu, yaya olan sanığın ise yaya kusurlarından araçlara ilk geçiş hakkını vermediği, taşıt trafiği için bir zorluk veya engel yaratmamak şartıyla ve yoldan gelen taşıtların uzaklık ve hızını kontrol ederek kendi güvenliğini sağladıktan sonra en kısa doğrultuda ve en kısa zamanda taşıt yolunu geçmesi gerekirken, yine taşıt yoluna girmeden güvenle duramayacak kadar yaklaştığı anlaşıldığından, taşıta ilk geçiş hakkını verip geçişlerini beklemek suretiyle karşıya geçmesi gerekirken bu kuralların ihlali nedeniyle 6/8 oranında kusurlu olduğu yönünde görüş bildirildiği,

Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesinin 28.06.2007 gün ve 3539 sayılı raporunda ise; sanığın olay mahallinde yolun karşı tarafına geçmeden önce seyir halinde olan vasıtaları dikkate alması, geçiş için emniyetli ortamın oluşmasını kaplama dışında beklemesi gerekirken, bahsedilen bu hususlara riayet etmemesi, seyir halindeki vasıtaları dikkate almadan kaplamaya girdiğinde sağ tarafından gelen motosikletten korunma tedbiri almayarak motosikletin sadmesine maruz kalması nedeniyle, devrilen motosikletteki sürücünün ölümü ile neticelenen olayda asli kusurlu olduğu, ölenin idaresindeki motosikletle gündüz görüşe açık ve meskun mahal olan kesimde seyri sırasında yola gereken dikkati vermesi, aracının hızını mahal şartlarına göre ayarlaması gerekirken bahsedilen bu hususlara riayet etmemesi, sol taraf orta refüj aralığından sol şerit içerisine girmiş olan yayaya rağmen mevcut sürati ile seyredip hiçbir tedbire başvurmadan yayaya çarpması ve akabinde motosikletin hakimiyetini kaybetmesi ile meydana gelen olayda tali kusurlu olduğu görüş ve kanaatinin belirtildiği,

Anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlığın sağlıklı bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi bakımından, öncelikle taksir ve unsurları üzerinde durulması gerekmektedir.

Kural olarak suç, ancak kastla, işlenebilecekken, kanunda açıkça gösterilen hallerde taksirle de işlenebilecektir. Failin cezalandırılabilmesi için kanunda açık bir düzenleme bulunmasının zorunlu olduğu istisnai bir kusurluluk şekli olan taksir, 5237 sayılı TCK’nun 22/2. maddesinde; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” şeklinde tanımlanmıştır.

Ceza Genel Kurulunun 07.06.2001 gün ve 54-120 ile 06.10.2009 gün ve 189-220 sayılı kararlarında da; "Taksir istisnai bir kusurluluk şeklidir. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alması ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir, fail tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkân ve ödevinin varlığına rağmen sonuca iradi bir hareketle neden olmaktan kaynaklanmaktadır" açıklamalarına yer verilmiştir.

Öğretide de benimsendiği üzere, Ceza Genel Kurulunun birçok kararında taksirin unsurları;
1- Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,
2- Hareketin iradi olması,
3- Neticenin iradi olmaması,
4- Hareket ile netice arasında nedensellik bağının bulunması,
5- Neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülememiş olması,
Şeklinde kabul edilmektedir.
Uyuşmazlığa konu olayda, diğer şartların gerçekleştiği konusunda bir tereddüt bulunmaması nedeniyle,
5. bentte yer alan neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülememiş olması şartının gerçekleşip gerçekleşmediği üzerinde durulmalıdır.

Taksirle gerçekleştirilen bazı eylemlerin suç olarak tanımlanıp cezaî yaptırıma bağlanmasıyla, insanların gittikçe yoğunlaşan ve karmaşık hale gelen toplum hayatı içinde daha dikkatli davranmalarının temin edilmesi amaçlanmaktadır. Kanun ve ortak hayat tecrübesinin sonucu olarak kendisine toplum tarafından yüklenen dikkat ve özen görevini ihlal eden ve bu hareketiyle öngörülebilir zararlı neticeye sebep olan kişinin taksirle işlenen suçlara ilişkin cezaî sorumluluğu benimsenmiş, fakat taksirden sözedilemek için de kanunî tarife uygun fiilin işlenebileceğinin öngörülme imkanının mevcut olması aranmıştır.

Bilindiği üzere, failin iradesi kasten işlenen suçlarda neticeye, taksirli suçlarda ise harekete yöneliktir. Gerek kanun tarafından konulan, gerekse ortak deneyimler ürünü olan kurallara iradi olarak riayetsizlik suretiyle dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranıldığı takdirde, bir takım zararlı neticelerin doğabileceği öngörülebiliyorsa taksir söz konusu olacaktır. Yapılan hareketin neticesi ortak tecrübeye göre öngörülemiyorsa ve hukuken de böyle bir yükümlülük getirilmemişse, taksirli hareketten söz edilemeyecek, "kaza" ya da "tesadüf" olarak adlandırılan bu hal nedeniyle cezai sorumluluk gündeme gelmeyecektir.

Diğer bir anlatımla; taksirle işlenen suçlarda icrai ya da ihmali hareketin iradi olması ve meydana gelen neticenin öngörülebilir olması gerekmekte olup, iradi bir davranış bulunmadığı takdirde taksirden bahsedilemeyeceği gibi, öngörülemeyecek bir sonucun gerçekleşmesi halinde de kaza ya da tesadüf söz konusu olacağından, failin taksirli suçtan sorumluluğuna gidilemeyecektir. Öngörülebilme, belirli niteliklere sahip olan failin gerçekleştireceği hareketinin zararlı neticelerini tahmin edebilmesi imkanı olarak açıklanabilecek olup, öngörülebilme imkansız ise, kaza ve tesadüf söz konusu olacaktır.

Aslında öngörülebilirlik taksiri kaza ve tesadüften ayırdığı gibi, ayrıca bilinçli – bilinçsiz taksir ayrımında da önem arzetmektedir. 5237 sayılı TCK’nun 22/3. fıkrasında ise bilinçli taksir; “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” şeklinde tanımlanmış ve bu halde taksirli suça ilişkin cezanın üçte birden yarıya kadar arttırılacağı hüküm altına alınmıştır.

Buna göre, basit taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt; taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörememesi, bilinçli taksir halinde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır. Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç, fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Gerçekten neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin hali ile bir tutulamayacağından ve neticeyi öngören kimse ne olursa olsun bu sonucu meydana getirecek harekette bulunmamakla yükümlü olduğundan, neticeyi öngöremeyen faile oranla yaptırımı ağırlaştırılarak cezasının artırılması öngörülmüştür. Özetle, öngörülebilir neticenin öngörülmemiş olması taksirin basit şekli, öngörülebilir neticenin öngörülmüş ancak istenmemiş olması hali ise bilinçli taksir olarak nitelenecek, neticenin istenmesi halinde ise kasıt gündeme gelecektir.

Taksirle işlenen suçlarda "neticenin öngörülebilirliği" şartı ile ilgili olarak Ceza Genel Kurulunun 12.10.2004 gün ve 163-194 sayılı kararında; "Neticenin istenmemiş olması (iradi olmaması), taksirin önemli bir özelliğini oluşturmakta ve onu kasttan ayırmaktadır. Yine, neticenin öngörülebilir olması, taksirin başlıca şartını hatta sınırını oluşturur. Netice öngörülebilir değilse, bu gibi neticeleri doğurabilecek hareketlerde bulunmaktan çekinmesi kimseden doğal olarak istenemeyeceği için, ortada kusurluluk kalmaz ve artık bir kaza veya tesadüfün bulunduğundan söz edilir"; 11.05.2004 gün ve 97-115 sayılı kararında da; "Neticenin öngörülebilmesi (tahmin edilebilmesi) ise failin hareketlerinin sonuçlarını tahmin edebilme yeteneğini ifade eder. Bu bakımdan failce neticenin öngörülebilir olup olmadığının belirlenmesi bakımından failin yaş, görgü, meslek vs. gibi niteliklerinin nazara alınmasını zorunlu kılar. Zira öngörülebilmenin imkansız olması durumunda taksirden değil, kaza ve tesadüflerden söz edilebilir.

Öngörebilme olanağının belirlenmesinde nasıl bir ölçüt uygulanacağı hususu uygulama ve öğretide de tartışılmış, failin kişisel niteliklerini gözönünde bulunduran subjektif görüş eğilim kazanmıştır. Bu görüşe göre failin görgüsü, sosyal seviyesi, yaşam tecrübesi, bedeni ve akli hali, zeka düzeyi gibi hususlar öngörme olanağının belirlenmesinde nazara alınacaktır" açıklamalarına yer verilmiştir.
Öğretide de; sonucun öngörülebilirliğinin, failin içinde bulunduğu, sosyal çevre, mensup olduğu meslek, eğitim durumu, ortak tecrübe, bilgi düzeyi ve failin kişisel özellikleri dikkate alınarak saptanması gerektiği, öngörülebilir sonucun, fiilen meydana gelen sonuç olmayıp, failin yaptığı iradi hareketin neden olabileceği benzer sonuçlar olduğu, fiilen oluşan sonucun sadece genel olarak öngörülebilir olması taksirin varlığı için yeterli olup, sonucun bütün inceliklerinin öngörülmesine gerek bulunmadığı görüşleri ileri sürülmüştür. (Timur Demirbaş, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınları, 8. Bası, İstanbul, 2012, s. 358 vd.; Hamide Zafer, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayımcılık, 3. Bası, İstanbul, 2013, s. 277; Mahmut Koca – İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınları, 6. Bası, Ankara, 2013, s.219; Hakan Hakeri, Ceza
Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 15. Bası, Ankara, 2013, s.216 vd.)
Bu genel açıklamalardan sonra, Türk Ceza Kanununun taksirle yaralama ve taksirle öldürme suçlarına ilişkin hükümleri ile Karayolları Trafik Kanununun konuyla ilgili düzenlemelerinin gözden geçirilmesi gerekmektedir.

5237 sayılı TCK’nun "Taksirle yaralama" başlıklı 89. maddesi; "(1) Taksirle başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan kişi, üç aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.
(2) Taksirle yaralama fiili, mağdurun;
a) Duyularından veya organlarından birinin işlevinin sürekli zayıflamasına,
b) Vücudunda kemik kırılmasına,
c) Konuşmasında sürekli zorluğa,
d) Yüzünde sabit ize,
e) Yaşamını tehlikeye sokan bir duruma,
f) Gebe bir kadının çocuğunun vaktinden önce doğmasına,
Neden olmuşsa, birinci fıkraya göre belirlenen ceza, yarısı oranında artırılır.
(3) Taksirle yaralama fiili, mağdurun;
a) İyileşmesi olanağı bulunmayan bir hastalığa veya bitkisel hayata girmesine,
) Duyularından veya organlarından birinin işlevinin yitirilmesine,
c) Konuşma ya da çocuk yapma yeteneklerinin kaybolmasına,
d) Yüzünün sürekli değişikliğine,
e) Gebe bir kadının çocuğunun düşmesine,
Neden olmuşsa, birinci fıkraya göre belirlenen ceza, bir kat artırılır.
(4) Fiilin birden fazla kişinin yaralanmasına neden olması hâlinde, altı aydan üç yıla kadar hapis ccezasına hükmolunur.
(5) Taksirle yaralama suçunun soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlıdır. Ancak, birinci fıkra kapsamına giren yaralama hariç, suçun bilinçli taksirle işlenmesi halinde şikâyet aranmaz",
"Taksirle öldürme" başlıklı 85. maddesi ise; "(1) Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Fiil, birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmuş ise, kişi iki yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır",
Şeklinde düzenlenmiştir.
2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun "Tanımlar" başlıklı 3. maddesinde trafik; yayaların, hayvanların ve araçların karayolları üzerindeki hal ve hareketleri olarak tanımlanmış, "Karayollarında trafiğin akışı" başlıklı 46. maddesinde sürücülerin, 81. maddesinde trafik kazalarına karışanların uymak zorunda olduğu kurallar hüküm altına alınmış ve anılan kurallara uymayanlar için idari para cezaları öngörülmüş, 68. maddesinde ise; Yayaların uyacakları kurallar aşağıda belirtilmiştir.
a) Yayalar, aşağıda sayılan haller dışında, taşıt yolu bitişiğinde ve yakınında yaya yolu, banket veya alan varsa burada yürümek zorundadır.
1. Yönetmelikte belirtilen tedbirler alınmak şartı ile diğer yayalar için ciddi rahatsızlık verecek boyutta eşyaları iten veya taşıyan kişiler ile, taşıt yolunun en sağ şeridinden fazla kısmını işgal etmemek, gece ve gündüz görüşün az olduğu hallerde de imkan oranında tek sıra halinde yürümek şartı ile bir yetkili veya görevli yönetiminde düzenli şekilde yürüyen yaya kafileleri taşıt yolu üzerinde yürüyebilirler.
2. Yayaların yürümesine ayrılmış kısımların kullanılmasının mümkün olmaması veya bulunmaması hallerinde yayalar, bisiklet trafiğine engel olmamak şartı ile bisiklet yolunda bisiklet yolu yoksa taşıt yolu üzerinde, imkan oranında taşıt yolu kenarına yakın olmak şartı ile yürüyebilirler.
3. Her iki tarafında, yaya yolu ve banket bulunmayan veya kullanılır durumda olmayan iki yönlü trafiğin kullanıldığı karayollarında yaya kafileleri dışındaki yayalar, taşıt yolunun sol kenarını izlemek zorundadır.
b) Taşıt yolunun karşı tarafına geçmek isteyen yayaların taşıt yolunu, yaya ve okul geçidi ile kavşak giriş ve çıkışları dışında herhangi bir yerden geçmeleri yasaktır.
Yayalar, bu yerlerden geçerken;
1. Yaya ve okul geçitlerinin bulunduğu yerlerde, geçitte yayalar için ışıklı işaret varsa bu işaretlere uymak,
2. Geçitte yayalar için ışıklı işaret yoksa ve geçit sadece taşıt trafiği ışıklı işareti veya yetkili kişi tarafından yönetiliyorsa geçecekleri doğrultu açıldıktan sonra taşıt yoluna girmek,
3. Işıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı geçitlerde veya kavşaklarda güvenlikleri açısından yaklaşan araçların uzaklık ve hızını göz önüne almak,
Zorundadırlar.
Ancak, yüz metre kadar mesafede yaya geçidi veya kavşak bulunmayan yerlerde yayalar, taşıt trafiği için bir engel teşkil etmemek şartı ile ve yolu kontrol ederek kendi güvenliklerini sağladıktan sonra en kısa doğrultuda ve en kısa zamanda taşıt yolunu geçebilirler.
c) Yaya yollarında, geçitlerde veya zorunlu hallerde taşıt yolu üzerinde bulunan yayaların, trafiği engelleyecek veya tehlikeye düşürecek şekilde davranışlarda bulunmaları veya buraları saygısızca kullanmaları yasaktır.
Bu madde hükümlerine uymayan yayalar 1.800.000 lira para cezası ile cezalandırılırlar" şeklindeki hükme yer verilerek yayaların uyacakları kurallar belirlenmiştir.
Karayolları Trafik Yönetmeliğinin "Karayollarında trafiğin akışı ve karayolunun kullanılması" başlıklı 94. maddesinde; "Karayollarında trafik sağdan akar.
Aksine bir hüküm veya işaret bulunmadıkça karayollarında;
…C) Yayalar;
Bu Yönetmeliğin 95 inci maddesinde sayılan hal ve şartlar dışında;
a) Taşıt yolu bitişiğindeki ve yakınındaki yaya yolu, banket ve alanlarda yürümek, buralarda ve mecburi hallerde taşıt yolunda yürüme halinde bu Yönetmeliğin 138 ncı maddesindeki şartlara uymak,
b) Taşıt yolunun karşı tarafına; yaya ve okul geçitleri ile kavşak giriş ve çıkışlarından, bunların bulunmadığı yerlerde ise, şartlarına uyulmak suretiyle taşıt yolunun uygun kısımlarından geçmek,
c) Yaya ve okul geçitlerinden geçerken, geçidin sağ bölümünden yürümek,
Zorundadırlar",
"Trafik İşaretlerine Uyma" başlıklı 95. maddesinde; "Araç ve hayvan sürücüleri ile yayalar yolu kullanırken;
a) Trafiği düzenleme ve denetlemeye yetkili üniformalı veya özel işaret taşıyan görevlilerin uyarı ve işaretlerine,
b) Işıklı ve sesli trafik işaretlerine,
c) Trafik işaret levhaları, tertipleri ve yer işaretlemelerine,
d) Trafik güvenliği ve düzeni ile ilgili olarak Karayolları Trafik Kanununda ve Karayolları Trafik Yönetmeliğinde gösterilen diğer kural, yasak, zorunluluk ve yükümlülüklere,
Uymak zorundadırlar.
Bunlara uymadaki öncelik yukarıda yapılan sıralamaya göredir",
"Yayalar" başlıklı 138. maddesinde; "Yayaların uyacakları kurallar aşağıda belirtilmiştir.
a) Yayalar taşıt yolu bitişiğinde veya yakınında yaya yolu, banket veya alan varsa buralardan yürümek, her iki tarafında banket bulunan ve kullanılabilir durumda olan yollarda kendi gidiş yönüne göre sol bankette yürümek zorundadırlar.
Ancak;
1) Diğer yayalar için ciddi rahatsızlık ve tehlike verecek boyut veya biçimde eşya iten veya taşıyan kişiler, taşıt yolunun en sağ şeridinde mümkün olan en az kısmı işgal etmek, araçların ilerlemelerine engel olmamak, çarpmayı önleyici ve uyarıcı tedbirleri almak şartıyla taşıt yolu üzerinde yürüyebilirler.
2) Bir yetkili veya görevli yönetiminde düzenli şekilde yürüyen yaya kafileleri taşıt yolunun en sağ şeridinden fazla kısmını işgal etmemek, gece ve gündüz görüşün az olduğu hallerde imkan oranında tek sıra halinde yürümek, araçların hareketlerini engellememek ve güçleştirmemek, çarpmayı önleyici ve uyarıcı tedbirleri almak şartıyla taşıt yolu üzerinde yürüyebilirler.
3) Yayaların yürümesine ayrılmış kısımların kullanılmasının mümkün olmaması veya mevcut bulunmaması halinde, bisiklet yolu varsa bisiklet trafiğine engel olmamak şartıyla bisiklet yolunda, bisiklet yolu yoksa imkan oranında taşıt yolu kenarına yakın olmak şartıyla taşıt yolu üzerinde yürüyebilirler.
4) Her iki tarafında yaya yolu ve banket bulunmayan veya kullanılır durumda olmayan iki yönlü yollarda yaya kafileleri taşıt yolunun sağ kenarında diğer yayalar gidişlerine göre taşıt yolunun sol kenarında yürümek zorundadırlar.
b) Karşıdan karşıya geçişler;
Taşıt yolunun karşı tarafına geçmek isteyen yayalar, taşıt yolunu yaya ve okul geçidiyle kavşak giriş ve çıkışlarından geçmek zorundadırlar.
1) Yaya ve okul geçitlerinin bulunduğu yerlerde yayalar için ışıklı işaret varsa bu işaretlere uymak,
2) Geçitte yayalar için ışıklı işaret yoksa ve geçit sadece taşıt trafiği ışıklı işareti veya yetkili kişi tarafından yönetiliyorsa, geçecekleri doğrultu açıldıktan sonra taşıt yoluna girmek,
3) Işıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı geçitlerde veya kavşaklarda güvenlikleri açısından yaklaşan araçların uzaklık ve hızını göz önüne alarak uygun zamanda geçmek,
Zorundadırlar.
Ancak, 100 metre kadar mesafede yaya geçidi, okul geçidi veya kavşak bulunmayan yerlerde yayalar, taşıt trafiği için bir zorluk veya engel yaratmamak şartıyla ve yoldan gelen taşıtların uzaklık ve hızını kontrol ederek kendi güvenliklerini sağladıktan sonra en kısa doğrultuda ve en kısa zamanda taşıt yolunu geçebilirler.
Yollarda güvenli geçiş, önce sola sonra sağa bakılarak sakınca yoksa taşıt yoluna girmek, geçiş sırasında sola ve sağa bakılarak yürüyüşe devam etmek, taşıt yoluna girmeden güvenle duramayacak kadar yaklaşmış taşıtlar varsa ilk geçiş hakkını onlara verip geçişlerini beklemek suretiyle yapılır.
Yayalar için özel olarak yapılmış alt veya üst geçit, yaya köprüsü veya yaya tüneli gibi tesisler varsa yayalar buralardan yararlanmak zorundadırlar.
c) Yaya yolu bulunmayan yollarda yürümek zorunda kalan yayalar, araç sürücülerine karşı görünürlüklerini sağlamak, can güvenliklerini daha olumlu yönde artırmaları için alaca karanlık ve gece karanlığında üzerlerinde reflektif aksesuar bulundurmak, uyarıcı açık renk elbise giymek veya ışık taşımak gibi tedbirleri almak zorundadırlar.
d) Yaya yollarında, geçitlerde veya mecburi hallerde taşıt yolu üzerinde bulunan yayaların, trafiği engelleyecek, tehlikeye düşürecek davranışlarda bulunmaları, dikkatsiz hareket etmeleri, oynamaları veya bu yerleri saygısızca kullanmaları yasaktır" ,
Şeklinde düzenlemelere yer verilmiştir.

Görüldüğü gibi, ne Karayolları Trafik Kanunu ne de Karayolları Trafik Yönetmeliğinin münhasıran taşıtlara özgülenen kurallardan ibaret olduğu söylenemeyecektir. Zira kanunda bizzat "yayaların, hayvanların ve araçların karayolları üzerindeki hal ve hareketleri" olarak tanımlanan trafiğin tüm unsurlarının sorumlulukları ile ilgili düzenlemeler ayrıntılı bir şekilde öngörülmüştür. Belirtilen kanun ve yönetmeliğin amacı, karayollarında can ve mal güvenliği yönünden trafik düzenini sağlamak ve trafik güvenliğini ilgilendiren tüm konularda alınacak önlemleri belirlemek olduğundan, bu hükümler sadece yayaların güvenliği için değil, tüm trafik güvenliğini ve düzenini sağlamak için kabul edilmiştir. Yayaların karşıdan karşıya nereden ve nasıl geçecekleri, karayollarında nasıl hareket edecekleri, ilk geçiş hakkının kime ait olduğu gibi hususlar kanuni düzenleme ile açıklanmak suretiyle yayalar da dahil olmak üzere herkesin uymakla yükümlü olduğu hükümler oluşturulmuştur. Bu kapsamda, Trafikte kazaya karışmış olan kişinin ceza hukuku bakımından sorumluluğundan söz edilebilmesi için karayolu trafiği için belirlenmiş olan bu kurallardan en az birini ihlal etmiş olması gerekmektedir.
Diğer taraftan, 5237 sayılı TCK’nun “Taksirle öldürme” başlıklı 85 ve “Taksirle yaralama” başlıklı 89. maddelerindeki hükümler, münhasıran nakil vasıtaları ile işlenen ya da araç sürücüleri tarafından gerçekleştirilen eylemler için kabul edilmediğinden fail herkes olabilecektir. Nitekim 85. maddede; "Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi…", 89. maddede ise; "Taksirle başkasının … neden olan kişi" denmek suretiyle, bu suçun herkes tarafından işlenebileceği kabul edilmiş ve failin herkes olabileceği ortaya konulmuştur. Bu hükümlerde belirli niteliklere sahip faile özgülenmiş suç tipi düzenlenmediğinden, bahse konu suçların münhasıran nakil vasıtaları ile işlenebileceği ya da sadece araç sürücülerinin gerçekleştirdiği eylemlerin taksirle yaralama ya da öldürme suçlarını oluşturacağı ileri sürülemeyecek, kategorik şekilde yayaların bu suçların sanığı olamayacaklarına ilişkin ön kabul de isabetli olmayacaktır.
Kendileri için öngörülen trafik kurallarına uymamak suretiyle kusurlu hareket eden yayalar çoğunlukla bizatihi suçtan zarar görmüş oldukları için, örneğin kusurlu olan yayanın hareketi sonucunda kendi ölümü gerçekleştiği ya da ağır şekilde yaralandığı için yayaların sanık olarak yargılandığı uygulamaların sayıca az olduğu görülmektedir. Ancak bu durum, kusurlu hareket eden ve davranışı sonucunda başkalarının zararına neden olan yayanın taksirle öldürme ya da taksirle yaralama suçlarından sanık olamayacağı anlamına gelmemektedir. Sürücü ya da yayanın, kurallara aykırı hareket ettiğinde bir trafik kazasının meydana gelebileceğini tahmin etme imkanının bulunduğu hallerde öngörülebilirlik şartının gerçekleştiği ve buna bağlı olarak kişinin taksirli hareketinden dolayı sorumlu olması gerektiği kabul edilmelidir.

Nitekim 5237 sayılı TCK’nun 22. maddesinin gerekçesinde de açıkça; “…bir trafik kazasında sürücü ile yaya veya her iki sürücü de taksirle hareket etmiş olabilir. Bu gibi durumlarda neticenin oluşumu açısından her kişinin taksirli fiili dolayısıyla kusurluluğu bir diğerinden bağımsız olarak belirlenmelidir…” denilmek suretiyle meydana gelen trafik kazalarında yayaların da taksirle hareket edebilecekleri belirtilmiştir.

Kaldı ki, taksirli suçlarda öngörülebilir sonucun tüm detaylarının öngörülmesi ya da öngörülebilir olması da şart değildir, yayanın trafik kurallarını ihlal etmek suretiyle aniden yola çıkması halinde bir aracın ona çarpabileceği ya da çarpmamak için direksiyonu kırması nedeniyle trafik düzeninin bozulabileceği, böylelikle de başkalarının hayatı ve vücut bütünlüğüne yönelik olarak yaralanma ya da ölüm olayının gerçekleşebileceği herkes için öngörülebilir bir durumdur. Gerçekleşen neticenin bütün ayrıntı ve inceliklerinin tahmin edilebilir olmasına gerek bulunmayıp, sonucun genel olarak öngörülebilir olması taksirin varlığı için yeterlidir. Bunun yanında yayaların zarara uğrama ihtimalinin daha yüksek olması, araç yoluna kontrolsüz giren yayanın başkalarına zarar vermek suretiyle tehlikeye neden olacağının öngörülebilir olması gerçeğini değiştirmeyecektir.

Benzer uyuşmazlık, 765 sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlükte olduğu dönemde Ceza Genel Kurulu kararlarına konu olmuş, 13.12.1993 gün 221-317 sayılı kararda taksirle ölüme ya da yaralanmaya neden olma suçlarında taksirin önceden öngörülebilir olma şartı gerçekleşmediğinden yayaların ceza sorumluluklarının bulunmadığı kabul edilmişken, 21.10.1997 gün ve 99-202 sayılı kararda ise yayaların ceza sorumluluğunun bulunduğu kabul edilerek önceki karardan dönülmüştür.

Öte yandan, yayaların trafik kurallarına uymamaları nedeniyle idari para cezası ile cezalandırılmalarının hüküm altına alınmış olması, TCK’nun 85 veya 89. maddeleri ile cezalandırılmalarına engel teşkil etmemektedir. Trafik kurallarına uymama nedeniyle idari para cezası ile cezalandırılabilir olma durumu araç sürücüleri için de söz konusu olduğundan bu hususun cezai sorumluluk ile karıştırılmaması gerekir.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Suç tarihinde sanığın seyir halinde olan araçların geçişini beklemeden sol taraf orta refüj aralığından yola inip sol şerite geçmek suretiyle motosiklet sürücüsü A. Ö.’ın kendisine çarpmasına ve meydana gelen kaza sonucu ölümüne neden olduğu olayda, yolun karşı tarafına geçmeden önce seyir halinde olan araçları dikkate alma ve geçiş için emniyetli ortamın oluşmasını taşıt yolunun dışında bekleme yükümlülüğü olduğu halde, bu yükümlülüğe uymayarak ve böylece kendisi için öngörülmüş trafik kurallarını ihlal etmek suretiyle yola çıkan sanık, bu davranışı ile bir kazaya sebep olacağını, bir aracın kendisine çarpabileceği gibi, çarpmamak için direksiyonu kırmak suretiyle seyir düzenini bozup başka bir yaya veya araca da çarpabileceğini, böylece kendisi dışındaki kişilerin yaralanma veya ölüm sonucunun meydana gelme ihtimalini düşünüp bu konuda gerekli dikkat ve özeni göstermesi gerekirken sözkonusu yükümlülüğe uymamış, böylelikle trafiğin tüm unsurlarının sorumlulukları ile ilgili düzenlemeler öngören ve hem yayaların hem sürücülerin can güvenliklerini koruma amacı güden 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun ilgili hükümlerini ihlal etmek suretiyle ortak hayat tecrübesine göre öngörülebilir ölüm neticesini öngörmeden hareket etmiştir.

Sanığın yola inme hareketinin iradi olması ve fakat meydana gelen ölüm neticesinin iradi olmaması, hareket ile netice arasında nedensellik bağının bulunması, olayın oluş şekline göre öngörülebilir olmasına rağmen sanık tarafından ölüm neticesinin öngörülememiş olması ve Türk Ceza Kanununda öldürme suçunun taksirle de işlenebileceğinin hüküm altına alınmış bulunmasına göre, somut olayda, 5237 sayılı TCK’nun 22. maddesi uyarınca taksirin şartları ve 85. maddesi uyarınca taksirle ölüme neden olma suçunun unsurları gerçekleşmiş olduğundan yaya olan asli kusurlu sanığın hukuki sorumluluğunun yanında cezai sorumluluğunun da mevcut olduğu kabul edilmelidir.

Bu nedenle, yerel mahkemece sanığın taksirle ölüme neden olma suçundan cezalandırılmasına karar verilmesi usul ve kanuna uygun olup, bir kişinin ölümü ile sonuçlanan trafik kazasında, asli kusurlu olduğu tespit edilen sanığın yaya olması ve herhangi bir trafik aracını kullanmaması nedeniyle, taksirle ölüme neden olma suçundan ceza sorumluluğu bulunmadığından bahisle hükmün bozulmasına ilişkin Özel Daire kararı isabetsizdir.

Öte yandan, Özel Daire bozma kararında da belirtildiği üzere yerel mahkeme tarafından davaya katılan olmadığı halde katılanlar lehine vekalet ücretine hükmedilmesi ve yayalara ait kusuru ihlal eden sanığın sürücü belgesinin geri alınmasına karar verilmesi ise usul ve kanuna aykırıdır. Ancak, bu aykırılıklar yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden, 1412 sayılı CMUK’nun 5320 sayılı kanunun 8. maddesi gereğince halen yürürlükte bulunan 322. maddesi uyarınca yerel mahkeme hükmünün düzeltilmek suretiyle onanması mümkündür.
Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire bozma kararının kaldırılmasına, yerel mahkeme hükmünün "Davaya katılan olmadığı halde katılanlar lehine vekalet ücretine hükmedilmesi ve yayalara ait kusuru ihlal eden sanığın sürücü belgesinin geri alınmasına karar verilmesi" isabetsizliklerinden bozulmasına, ancak bu hususlar yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden, yerel mahkeme hükmünün düzeltilerek onanmasına karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi M. A."Yayanın sanık olarak yargılanamayacağını ifade ederken, kastettiğimiz karayolu ulaşımında trafik kazasına karışan araç ile yolda yürümekte olan insanın çarpışan veya çarpışma ile karşı karşıya kalan kişi olması halidir. Daire kararındaki azınlık görüşünde belirtildiği gibi ‘aracını yol kenarına bırakıp giden kişi bu eyleminden zararlı bir sonuç doğduğunda’ kusurlu olması halinde tabi ki sanık olarak yargılanabilecektir. Çünkü dikkat ve özen yükümlülüğüne uymamanın meydana getirdiği netice dolayısıyla kişi kusurludur.
12. Ceza Dairesinin yayanın sanık olamayacak olduğuna dair bozma kararında belirtilen gerekçelere ilaveten aşağıdaki nedenlerle sayın çoğunluğun yayanın sanık olabilecek olduğuna dair görüşüne katılmıyoruz.
1- Türk Ceza Kanununda trafikle ilgili iki suç bulunmaktadır. Bunlardan biri 179. maddedeki ‘Trafik güvenliğini (Kasten) tehlikeye sokma’ suçu ile 180. Maddedeki ‘Trafik güvenliğini taksirle tehlikeye sokma’ suçudur.
Bu suçlardan kasten işlenen 179. maddenin fıkralarında insanın (yayanın) bizzat vücut bütünlüğü ile kasten trafik güvenliğini tehlikeye sokmasında (Örneğin, kırmızı ışıkta geçmesi, yola atlama, yola yatma) sanık olması kabul edilmemiştir.
Maddenin birinci fıkrasında sürücü olmayanların, yani insanların (yayanı) hep ortaya koydukları maddi bir engel, koyma, kaldırma ve bozmadan bahsedilmiştir. İkinci ve üçüncü fıkralarında ise sürücülerin kasten sebebiyet verdikleri tehlikeler suç olarak gösterilmiştir.
Aynı şekilde 180. Maddedeki ‘trafik güvenliğini taksirle tehlikeye sokma’ suçunda insanların (yayaların) sanık olabilecekleri kabul edilmiş, ancak madde de tehlikeye sokmanın deniz, hava veya demiryolu ulaşımında olması hali düzenlenmiştir. Karayolu ulaşımıyla ilgili bir düzenleme yapılmamıştır. Denizde yüzen deniz ulaşımını, raylar üzerinde gezen demiryolu ulaşımını, havaalanında gezen havayolu ulaşımını taksirle tehlikeye soktuğunda taksirle işlenen bu suçlar oluşmakta, buna mukabil aynı hareketler karayolunda yapıldığında suç olarak değil kabahat olarak kabul edilmektedir.
Kısaca karayolu ulaşımıyla ilgili hem kasten hem de taksirle işlenen suçlarda yayanın (insanın) sanık olması, fail olması kabul edilmemiştir. Bu bilinçli bir tercih ve düzenlemedir.
2- 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunun yedinci kısmının başlığı ‘Trafik Kazalarıdır’
Bu bölüm dört maddeden oluşmakta ve kazayla ilgili olarak sürücüler için düzenlemeler getirilmiştir. Bu bölümün son maddesi olan 84. madde ise ‘Trafik kazalarında sürücü kusurlarının tespiti ve asli kusur sayılan haller’ başlığı altında sürücüler için 12 asli kusurlu hal gösterilmiş, yayalarla ilgili, yayaların kusurlarının tespiti ve asli kusurlu sayılan hiçbir hal gösterilmemiştir. Maddedeki sıralama dahi trafik kazalarında kişilerin sanık olamayacaklarının en önemli göstergesidir.
3- Yine 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu sürücücüler için birçok düzenleme getirmiştir.
Bunlar sağlık şartı ki, gözün görmesi, kulağın işitmesi yeterli görülmemiş ayrıca bunlar için hekim raporu, sürücü olmak için kullanılacak araca uygun sürücü belgesi ve trafiğe elverişli araçla yola çıkılması aranmıştır.
Bunun yanında yaya olmak için bunlardan hiç birisi aranmamış, demek ki öyle kolay sürücü olunamıyor. İşte bu bile yaya ile sürücü arasındaki farkı ortaya koyuyor.
4- Kararımızda ve Ceza Genel Kurulu’nun yayanın sanık olamayacak olduğuna dair 13.12.1993 tarih ve 1993/221 Esas ve 1993/317 sayılı kararında açıkça belirtildiği gibi, taksirin unsurlarından biri de neticenin öngörülebilir olmasıdır. Bunu hem yaya hem de sürücü olarak ayrı ayrı değerlendirdiğimizde trafikle karşı karşıya kalan yayanın önceliği, önce kendi canının zarar görmemesidir.
Olayımızda olduğu gibi karşıya geçmeye çalışan yaya sanığımızın öngördüğü netice çok dikkatli geçmem lazım kazaya sebebiyet vermemem gerekir, aksi takdirde yaralanır veya ölebilirim. Öngördüğü netice budur.
Başka bir anlatımla araç bana çarpar, ben de yaralanırım ama, bunun yanında sürücü de, yanındakiler de yaralanır veya ölür şeklinde düşünmez. Dolayısıyla öngörülen kendisi hakkındaki neticedir.
Aynı şekilde sürücü olarak olaya baktığımızda da yayayla karşı karşıya geldiğimizde ne düşünürüz. ‘Ben bu yayaya çarpmayayım. O anda öngörülen yayanın yaralanmamasıdır. Hatta belirtilen husus sürücüler bakımından o kadar önemsenir ki yolda bir yaban hayvanına, köpeğe çarpmamak için çeşitli manevralar yapılır ve neticesinde araç sürücüleri ve içindekiler yaralanır veya ölürler. İşte sürücülerin bile öngördüğü ve olmamasını istediği yayaya çarpmamak iken yayalar bakımından aksini düşünmek mümkün değildir.
5- Yüksek Ceza Genel Kurulu’ndan geçen 21.1.2014 tarih, 2013/405 Esas ve 2014/22 sayılı kararda, kendisine yeşil ışık yandığı ve yeşil ışıkta geçtiği halde ölümlü trafik kazasında sanık sürücünün kusurlu olduğu kabul edilmiştir.
Mahalli mahkeme beraat kararında ısrar edince dosya Yüksek Genel Kurula gelmiş, sürücüler ışıklara yaklaştıklarında hızlarını azaltmak zorunda olmaları nedeniyle kendilerine yeşil ışık yansa bile her zaman kusursuz olamayacakları kabul edilmemiştir.
Yayalardan yürüyüş hızlarını azaltmaları gerekir diye pozitif bir hukuk kuralı veya ortak bir hayat tecrübesi yoktur. Öyle olmuş olsaydı yeşil ışıkta hızlıca geçmeyen yaya içinde kusur kabul edip, onu da sanık yapmamız gerekirdi.
Yaşam alanları insanlar için vardır, teknolojik gelişmeler, çağın bir çok sorunları, insanların ruh yapılarını bozmuştur. Onun için yayalar dalgın, düşünceli ve unutkan olmaları nedeniyle her zaman trafik ihlallerini yapma ihtimalleri daha fazladır. Bundan dolayı korunmaları gerekir. İşin bu yönü de düşünülerek yayaların trafik kazalarında sanık olarak yargılanmamaları gerekir.
7- Yayaların katıldıkları trafik kazalarında kusuru olan yayanın sanık olması, işin içinden çıkılmaz bir uygulama olarak karşımıza çıkacaktır. Her gün örneklerini gördüğümüz, okul çıkışında çocukların, köy yolu kenarında yürüyen yayaların kazaya sebebiyet vermeleri halinde binlercesinin sanık olması sonucunu doğurur ki bunun pratikte uygulaması düşünüldüğünde karmaşık bir sorunlar yumağı oluşturacağı anlaşılacaktır.
8- Trafik kazasına sebep olan sürücü ve yaya eşit kusurlu olduğu bir olayda meydana gelen ölümün aracın çarpması sonucu mu ya da yayanın çarpması sonucu mu meydana geldiği düşünüldüğünde aracın çarptığının kabulü gerekeceği ve neticeyi oluşturanın yaya olmadığı açıktır. Görüldüğü gibi elverişlilik olma bakamından da yayanın hareketi, sonucu meydana getirmeye elverişli değildir.
9- Yayanın sanık olarak kabul edilemeyeceğini söylerken, yayanın hiç sorumlu olmadığını düşünmüyoruz. Kusuru oranında maddi ve manevi tazminattan sorumludur.
Tarihsel gelişime baktığımızda karşımıza cezalandırıcı adalet, ıslah edici adalet, ve onarıcı anlayışı çıkmaktadır. Bunlardan en sonuncusu olan onarıcı adaletten ayrı olarak günümüzde bir adım ötesi ‘dönüştürücü adalet’ fikri tartışılmaya başlanmıştır. Bu görüşe göre; bir oluştan başka bir oluşa geçiş, bu geçiş yıkıp yeniden yapma değil, mevcut olana olumlu katkıda bulunarak faili suç dışı bir hayata kanalize etme demektir. Buna kısaca yanlışlık yapanı doğru yola sevketme, kötüyü iyiye dönüştürme süreci de denir. (Ceza Adaleti, Mehmet Arıcan, Ankara, 2009, s.71)
İşte bu amaçla yayanın meydana getirdiği maddi ve manevi zararı tazmin etmesi amacının gerçekleşmesine yardımcı olmanın da onun sanık olarak değil, tazminat davasının davalısı olarak yargılanmasıdır" düşüncesiyle,
Çoğunluk görüşüne katılmayan on üç Genel Kurul Üyesi de, benzer düşüncelerle itirazın reddine karar verilmesi gerektiği yönünde karşı oy kullanmışlardır.

SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 28.12.2011 gün ve 15963-10055 sayılı bozma kararının KALDIRILMASINA,
3- Fatsa 1. Asliye Ceza Mahkemesinin 30.10.2007 gün ve 366-262 sayılı hükmünün, "Davaya katılan olmadığı halde katılanlar lehine vekalet ücretine hükmedilmesi" ve "yayalara ait kusuru ihlal eden sanığın sürücü belgesinin geri alınmasına karar verilmesi" isabetsizliklerinden BOZULMASINA,
Ancak, yeniden yargılama gerektirmeyen bu konuda, 1412 sayılı CMUK’nun 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 322. maddesindeki yetkiye istinaden karar verilmesi mümkün bulunduğundan, hüküm fıkrasından; "Sanığın sürücü belgesinin aynı yasanın 53/6. maddesi uyarınca cezanın tümü ile infazından başlamak üzere taktiren 4 ay süre ile geri alınmasına,
Müdahilleri kendilerini vekil ile temsil ettirdiklerinden avukatlık asgari ücret tarifesine göre 400 YTL vekalet ücretinin sanıktan tahsili ile müdahillere verilmesine" bölümünün çıkarılması suretiyle, diğer yönleri usul ve kanuna uygun bulunan hükmün DÜZELTİLEREK ONANMASINA,
4- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 04.02.2014 günlü birinci müzakerede yeterli çoğunluk sağlanamadığından, 18.02.2014 günü yapılan ikinci müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Pzt Mar 23, 2015 8:38 am


Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararları • EK SAVUNMA, DAVASIZ YARGILAMA OLMAZ İLKESİ, YARGILAMANIN SINIRLILIĞI

YARGITAY Ceza Genel Kurulu
ESAS: 2013/274
KARAR: 2014/78

Sanıklar M.. D.. ve U.. L..’in hırsızlık suçundan 5237 sayılı TCK’nun 142/1-b maddesi uyarınca 2 yıl 9 ay hapis, konut dokunulmazlığının ihlali suçundan aynı kanunun 116/1. maddesi uyarınca 1 yıl 6 ay hapis, mala zarar verme suçundan ise aynı kanunun 151/1 ve 53. maddeleri uyarınca 1 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmalarına ve hak yoksunluğuna ilişkin, Ceyhan 2. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 06.02.2008 gün ve 377-27 sayılı hükmün, sanıklar müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 13. Ceza Dairesince 20.12.2012 gün ve 25057-27715 sayı ile onanmasına karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 21.01.2013 gün ve 158200 sayı ile;

“…İdianamede suçun neden ibaret olduğu daha doğru bir ifade ile yüklenen eylemlerin neler olduğu açıklanmalıdır. Olayın anlatılmaması; eylemin açıklanmaması durumunda mahkeme hangi eylemden dolayı yargılama yapıldığını sanık da hangi suçla yargılandığını bilemez, en azından duraksayabilirler. Esas olan iddianamedeki olayın anlatılışı ve sevk maddeleri, açılan davanın sınırlarını belirler. Bir olayın anlatımında başka olaydan bahsedilmesi o olaydan dava açıldığını da göstermez.

Somut olay incelendiğinde; sanıklar hakkında, müşteki N.. E..’a ait konutundan hırsızlık yaptığı iddiasıyla TCK’nun 142/1-b, 53. maddelerinden kamu davası açılmıştır. Mahkeme duruşma aşamasında 12.12.2007 tarihli celsede mala zarar verme ve konut dokunulmazlığının ihlali fiilinden TCK’nun 116/1 ve 151/1. maddelerinden ek savunma vererek her iki fiilden de mahkumiyet hükmü kurmuştur.

İddianamede sanığın, müştekiye ait konuttan hırsızlık yaptığı belirtilmekte olup, konut ve konuta giriş şekli sanığın hırsızlık fiilini gerçekleştirdiği yer ve biçim olarak anlatılmaktadır. İddianame kapsamı incelendiğinde sanıkların şikayetçiye ait konutuna zarar vererek izinsiz girmek suretiyle konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarına dair herhangi bir vasıflandırma mevcut değildir.
Bu durumda, iddianamede yüklenen suçun unsurlarını oluşturan fiil/fiillerin nelerden ibaret olduğunun hiçbir duraksamaya yer bırakmayacak biçimde açıklanması gerekirken, konut dokunulmazlığının ihlaline yönelik açılmış bir kamu davasının bulunmadığı anlaşılmaktadır.

Bu nedenlerle sanıklar hakkında iddianamenin sınırı dışına çıkılarak mala zarar verme ve konut dokunulmazlığının ihlali suçundan ceza tayini edilmek suretiyle 5271 sayılı CMK’nun 225/1. maddesine aykırı davranılmıştır” görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurarak, Özel Daire onama kararının mala zarar verme ve konut dokunulmazlığının ihlali suçları yönünden kaldırılmasına, yerel mahkeme hükmünün bu suçlar yönünden bozulmasına karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

CMK’nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 13. Ceza Dairesince 14.02.2013 gün ve 1479-3055 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

Sanıkların hırsızlık, konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarından cezalandırılmalarına karar verilen olayda, Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanıklar hakkında konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarından açılmış bir kamu davası olup olmadığının belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından;

Ceyhan Cumhuriyet Başsavcılığınca sanıklar hakkında; "Olay tarihinde şüphelilerin 2007/5501 soruşturma sayılı dosyadan hırsızlığa teşebbüs suçundan yakalandıkları, aynı şüphelilerin 05.11.2007 tarihinde şikayetçi Nural’ın kapısını zorlamak suretiyle evine girdikleri ve evden altın set, 2 bilezik, 2 cumhuriyet altını, bir miktar çeyrek altın, 1 adet bileklik, 100 YTL para çaldıkları, şüphelilerin apartmandan çıkarken görgü tanığı A.G., R.. T.. ve Y.. C.. tarafından görüldükleri ve teşhis tutanağı ile şüphelilerin teşhis edildiği, şikayetçi N. olay nedeniyle şikayetçi olduğu, şüphelilerin alınan beyanlarında suçlamaları kabul etmedikleri iş aramak için apartmanlara girip çıktıklarını beyan ettikleri, şüphelilerin üzerine atılı suçu işledikleri" açıklamasına yer verilen iddianame ile kamu davası açılırken, sevk maddelerinin "5237 sayılı TCK’nun 141/1, 142/2-b, 53 ve 58" olarak gösterildiği ve suçun hırsızlık olarak adlandırıldığı, yerel mahkemece ek savunma hakkı verilerek hırsızlık, konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarından hüküm kurulduğu anlaşılmaktadır.

Ceza muhakemesi hukukumuzda mahkemelerce bir yargılama faaliyetinin yapılabilmesi ve hüküm kurulabilmesi için, yargılamaya konu edilecek eylemle ilgili, usulüne uygun olarak açılmış bir ceza davası bulunması gerekmektedir. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 170/1. maddesi uyarınca ceza davası, dava açan belge niteliğindeki icra ceza mahkemesine verilen şikâyet dilekçesi, son soruşturmanın açılması kararı gibi istisnai hükümler dışında, kural olarak Cumhuriyet savcısı tarafından düzenlenecek bir iddianame ile açılır. Belirtilen kanunun 170. maddesinin 4. fıkrasında da; “iddianamede, yüklenen suçu oluşturan olaylar, mevcut delillerle ilişkilendirilerek açıklanır” düzenlemesine yer verilmiştir.

CMK’nun 225. maddesi uyarınca da; “Hüküm, ancak iddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve faili hakkında verilir. Mahkeme, fiilin nitelendirilmesinde iddia ve savunmalarla bağlı değildir”. Bu düzenleme gereğince hangi fail ve fiili hakkında dava açılmış ise, ancak o fail ve fiili hakkında yargılama yapılarak hüküm verilebilecektir.

Anılan kanuni düzenlemelere göre, iddianamede açıklanan ve suç oluşturduğu iddia olunan eylemin dışına çıkılması, dolayısıyla davaya konu edilmeyen fiil veya olaydan dolayı yargılama yapılması ve açılmayan davadan hüküm kurulması kanuna açıkça aykırılık oluşturacaktır. Öğretide “davasız yargılama olmaz” ve “yargılamanın sınırlılığı” olarak ifade edilen bu ilke uyarınca hâkim, ancak hakkında dava açılmış bir fiil ve kişi ile ilgili yargılama yapabilecek ve önüne getirilen somut uyuşmazlığı hukuki çözüme kavuşturacaktır.

Diğer taraftan CMK’nun 226. maddesinde ise; “Sanık, suçun hukukî niteliğinin değişmesinden önce haber verilip de savunmasını yapabilecek bir hâlde bulundurulmadıkça, iddianamede kanunî unsurları gösterilen suçun değindiği kanun hükmünden başkasıyla mahkûm edilemez.

Cezanın artırılmasını veya cezaya ek olarak güvenlik tedbirlerinin uygulanmasını gerektirecek hâller, ilk defa duruşma sırasında ortaya çıktığında aynı hüküm uygulanır.

Ek savunma verilmesini gerektiren hâllerde istem üzerine sanığa ek savunmasını hazırlaması için süre verilir.

Yukarıdaki fıkralarda yazılı bildirimler, varsa müdafie yapılır. Müdafii sanığa tanınan haklardan onun gibi yararlanır” hükmü getirilmiştir.
Soruşturma aşamasında elde ettiği delillerden ulaştığı sonuca göre iddianameyi hazırlamakla görevli iddia makamı, düzenlenen iddianame ile CMK’nun 225/1. maddesi uyarınca kovuşturma aşamasının sınırlarını belirlemektedir. Bu bakımdan iddianamede, yüklenen suçun unsurlarını oluşturan fiil/fiillerin nelerden ibaret olduğunun hiçbir tereddüte yer bırakmayacak biçimde açıklanması zorunludur. Böylelikle sanık; iddianameden üzerine atılı suçun ne olduğunu hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde anlamalı, buna göre savunmasını yapabilmeli ve delillerini sunabilmelidir. CMK’nun 226. maddesindeki düzenlemeyle iddianamede anlatılan eylem değişmemiş olduğunda, kanun koyucu o eylemin hukuki niteliğinde değişiklik olmasını "yargılamanın sınırlılığı" ilkesine aykırı görmemiş, bu gibi hallerde sanığa ek savunma hakkı verilerek değişen suç niteliğine göre bir hüküm kurulmasına imkan sağlamıştır. Bu düzenlemenin bir sonucu olarak mahkeme, eylemin hangi suçu oluşturacağına ilişkin nitelendirmede iddia ve savunmayla bağlı değildir. Örneğin, iddianamede hırsızlık olarak nitelendirilen eylemin suç eşyasının kabul edilmesi suçunu oluşturacağı görüşünde olan mahkemece, sanığa ek savunma hakkı da verilmek suretiyle bahse konu suçtan hüküm kurulabilecektir. İddianamede anlatılan ve kapsamı belirlenen olayın dışında bir fail ve fiilin yargılanması söz konusu olduğunda ise, suç duyurusunda bulunulması ve iddianame ile dava açılması halinde gerekli görülürse her iki iddianame ile açılan davaların birleştirilmesi yoluna gidilebilecektir.
Nitekim, Ceza Genel Kurulunun 16.04.2013 gün ve 1307-151 sayılı kararında da aynı sonuca ulaşılmıştır.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Yerel mahkemece iddianamede tarif edilen ve cezalandırılması istenen eylemin konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçunu da oluşturduğu değerlendirilerek ek savunma hakkı verilmek suretiyle sanıklar hakkında mahkûmiyet hükmü kurulmuş ise de, hırsızlık suçunu oluşturduğu iddia olunan fiile ilişkin açıklamalar ve anlatım içeren iddianamede konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarını oluşturduğu düşünülen eylemlerin açıkça tarif edilmediği görülmektedir. Yargılamaya konu edilen ve hüküm kurulan konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarından usulüne uygun olarak açılmış bir ceza davası bulunmadığından, öncelikle mahkemesince Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulması ve sonucuna göre sanıkların hukuki durumunun yeniden belirlenmesi gerekirken, iddianamede açıklanan ve suç oluşturduğu ileri sürülen fiilin dışına çıkılarak, davaya konu edilmeyen eylemden dolayı yargılama yapılıp, hüküm kurulması kanuna aykırıdır.

Bu nedenle, yerel mahkeme hükmü ve bu hükmün onanmasına ilişkin Özel Daire kararı konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçları yönüyle isabetsizdir.

Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire onama kararının konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçları yönünden kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün bu suçlar yönünden iddianamede açıklanan ve suç oluşturduğu ileri sürülen fiilin dışına çıkılarak, davaya konu edilmeyen eylemlerden dolayı yargılama yapılıp hüküm kurulması isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.

SONUÇ :
Açıklanan nedenlerle,
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 13. Ceza Dairesinin 20.12.2012 gün ve 25057-27715 sayılı onama kararının konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarına ilişkin olarak KALDIRILMASINA,
3- Ceyhan 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 06.02.2008 gün ve 377-27 sayılı hükmünün, konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarına ilişkin olarak BOZULMASINA,
4- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 18.02.2014 günü yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Pzr Mar 22, 2015 8:57 pm


Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararları • KIRMIZI IŞIK İHLALİ SONUCU KAZA YAPAN KİŞİ, TRAFİK GÜVENLİĞİNİ TEHLİKEYE SOKMA

YARGITAY Ceza Genel Kurulu
ESAS: 2012/1566
KARAR: 2014/32

Trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçundan sanığın beraatına ilişkin, Edremit 2. Sulh Ceza Mahkemesince verilen 04.03.2009 gün ve 355-157 sayılı hükmün Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 17.01.2012 gün ve 6142-248 sayı ile;

"Sanığın sevk ve idaresindeki araçla seyir halinde iken, kavşakta ışıklı trafik cihazı kendisine kırmızı yandığı halde ışık ihlali yaparak seyrine devam ettiği, bu esnada kurallara uygun olarak geçiş yapmakta olan müştekinin aracına çarpması ile meydana gelen maddi hasarlı ve yaralamalı trafik kazasında, eyleminin kişilerin hayatı, sağlığı veya malvarlığı açısından tehlikeye neden olduğu, bu itibarla trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun oluştuğu nazara alınmadan, mahkûmiyeti yerine, suçun unsurlarının oluşmadığı gerekçesiyle beraatına karar verilmesi" isabetsizliğinden oyçokluğuyla bozulmasına karar verilmiş,

Daire Üyesi M. A.; "Trafik güvenliğini tehlikeye sokmak suçu kasten işlenen bir suçtur. Olayımızda sanığın kasten kırmızı ışıkta geçtiğine dair hiçbir delil yoktur. Eylemi dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılıkla yaralamalı trafik kazasına sebebiyet vermektir. Bu suç da taksirle işlenmiştir. Ayrıca yaralanan kişiler şikâyetçi olmamıştır. Mahkemenin kasten trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçundan beraat kararı vermesi doğru olduğundan bozma düşüncesine iştirak etmiyorum" görüşüyle karşı oy kullanmıştır.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 20.03.2012 gün ve 255456 sayı ile;

"TCK’nun 179/2. maddesinde düzenlenen ‘trafik güvenliğini tehlikeye sokma’ suçu kasten işlenebilen bir suç olup, sanığın farkına varmadan kırmızı ışıkta geçtiğini savunması, aksine bir kanıt sunulmaması karşısında, kasten hareket ettiğini kabule olanak olmadığından, beraat kararında isabetsizlik bulunmamaktadır" görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurarak, Özel Daire bozma kararının kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün onanmasına karar verilmesi isteminde bulunmuştur.

CMK’nun 308/1. maddesi uyarınca inceleme yapan Özel Dairece 22.11.2012 gün ve 27104-24979 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçe ile karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI

Özel Daire çoğunluğu ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözülmesi gereken uyuşmazlık; sanığın fiilinin trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunu oluşturup oluşturmadığının belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya kapsamından;

Trafik kazası tespit tutanağında; sevk ve idaresindeki aracı ile seyir halinde bulunan sanığın, kavşakta kırmızı ışık yandığı sırada geçmek isterken, mağdurun yönetiminde bulunan otomobil ile çarpışması neticesi yaralamalı ve maddi hasarlı trafik kazası meydana geldiği, sanığın sürücü asli kusurlarından "kırmızı ışıklı trafik işaretinde geçme" kuralını ihlal ettiği, mağdurun ise herhangi bir kural ihlali yapmadığının belirtildiği,

Adli raporlara göre, kazada mağdurla birlikte, sanık ve aynı araçta bulunan eşi ile oğlunun da basit tıbbi müdahale ile giderilebilir nitelikte yaralandıkları,

Mağdurun kollukta; olay tarihinde sevk ve idaresindeki aracıyla kavşağa geldiğinde yeşil ışığın yanmakta olduğunu, hızını azaltarak kavşaktan kontrollü bir şekilde geçtiği sırada sol tarafından gelen aracın, kırmızı ışık yanmasına rağmen durmayarak geçmek istediğini, aracı görünce durmaya çalıştığını, ancak mesafe kısa olduğu için duramadığını ve gelen araca sağ taraftan çarptığını, kovuşturma aşamasında ise; kavşakta kendisine yeşil ışığın yanmakta olduğunu, buna rağmen hızını azaltarak kontrollü biçimde kavşağa girdiğini, kavşakta sanığa ait aracın aniden dönüş yaptığını, frene basmasına rağmen mesafenin kısa olması nedeniyle duramadığını ve sanığa ait araca çarptığını, sanığın büyük bir ihtimalle kırmızıda geçtiğini, zararının karşıladığını, bu nedenle şikâyetçi olmadığını beyan ettiği,
Tanık G.A.’ın; olay tarihinde eşinin sevk ve idaresinde bulunan araçla kavşağa gelip, yeşil yanan ışığı geçtikten sonra sola döndüklerini, döndükten sonra da bir ışık olduğunu fark ettiğini, ancak hangi rengin yandığını görmediğini, yola devam ettikleri esnada mağdura ait aracın duramayarak sağ ön ve orta kısmından kendi araçlarına çarptığını, kazada yaralandıklarını, ancak kimseden şikâyetçi olmadığını belirttiği,

Sanığın kollukta; olay günü sevk ve idaresindeki araçla kavşağa geldiğinde ilk ışığın yeşil yanmakta olduğunu, yeşil ışıkta geçtiğini, kavşakta sola dönüşe geçtiğinde kırmızı mı, yoksa yeşil mi yandığını hatırlayamadığını, dikkat de etmediğini, dönüşe geçtiği sırada gelen aracın kendi aracına çarptığını, kendisi ile birlikte eşinin ve oğlunun yaralandığını, şikâyetçi olmadığını, kovuşturma aşamasında ise; kavşağa geldiğinde ışığın yeşil yanmakta olduğunu, sola dönüşe geçerken ışık levhasını fark etmediğini ve birden geçiverdiğini, kasten ve bilerek kırmızı ışıkta geçmediğini savunduğu,

Anlaşılmaktadır.

Türk Ceza Kanununun "Trafik güvenliğini tehlikeye sokma" başlıklı 179. maddesinin ikinci fıkrası; "Kara, deniz, hava veya demiryolu ulaşım araçlarını kişilerin hayat, sağlık veya malvarlığı açısından tehlikeli olabilecek şekilde sevk ve idare eden kişi, iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır" şeklinde düzenlenmiş olup, anılan fıkranın gerekçesi; "Kara, deniz, hava veya demiryolu ulaşım araçlarının, kişilerin hayat, sağlık veya malvarlığı açısından tehlikeli olabilecek şekilde sevk ve idare edilmesi, ayrı bir suç olarak tanımlanmıştır. Bu suçun oluşabilmesi için, aracın tehlikeli bir şekilde sevk ve idare edilmesi gerekir. Aracın sevk ve idaresinin salt trafik düzenine aykırılığı bu suçun oluşumuna neden olmayacaktır. Bu suçun oluşabilmesi için, aracın trafik düzenine aykırı olarak ve ayrıca kişilerin hayatı, sağlığı veya malvarlığı açısından tehlikeli olabilecek şekilde kullanılması gerekir. Bu bakımdan söz konusu suç, somut tehlike suçu niteliği taşımaktadır" biçiminde açıklanmıştır.

Trafik güvenliğini kasten tehlikeye sokma suçunun oluşabilmesi için; kara, deniz, hava veya demiryolu ulaşım araçlarının, kişilerin hayat, sağlık veya malvarlıkları bakımından tehlike meydana getirebilecek biçimde iradi bir şekilde sevk ve idare edilmesi gerekmektedir. Trafik güvenliğini taksirle tehlikeye sokma suçu ise, aynı kanunun 180. maddesinde; "Deniz, hava veya demiryolu ulaşımında, kişilerin hayatı, sağlığı veya malvarlığı bakımından bir tehlikeye taksirle neden olan kimseye üç aydan üç yıla kadar hapis cezası verilir" şeklinde hüküm altına alınmış olup, madde metninden de anlaşılacağı üzere, karayolu ulaşım araçları bu suçun kapsamı dışında tutulmuştur.
Başta Karayolları Trafik Kanunu olmak üzere bir çok kanunda; kara, hava, deniz ve demiryolu araçlarının trafikte kullanılmalarına ilişkin bir takım kurallar öngörülmüştür. Bu kurallar trafik güvenliğini sağlamanın yanında, kişilerin hayat, sağlık ya da mal varlıklarını korumaya yönelik olup, uyulmaması halinde trafik güvenliği tehlikeye düşürülebilmektedir. Ancak her kural ihlalinin mutlaka kişiler bakımından tehlikeye neden olacağını söylemek de mümkün değildir. Bu durumda tehlikeye neden olma halinin somut olayın özelliklerine göre değerlendirilmesi gerekmektedir. Trafik güvenliğini tehlikeye sokma, somut tehlike suçudur. Bu suçun oluşabilmesi için suç tanımında yer alan eylemin gerçekleştirilmesi yeterli olmayıp, tehlikelilik halinin gerçekleşmesi ya da gerçekleşmesinin mümkün bulunması zorunludur. Bu nedenle her somut olay bakımından tehlikeye neden olma ögesinin varlığı aranmalıdır.

Trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun kanunda kasıtlı bir suç olarak düzenlenmesi ve ancak kasten işlenebilmesi karşısında, söz konusu suçun oluşabilmesi için, failin tehlikeli sevk ve idaresinin kasti ve iradi davranıştan ileri gelmesi gerekmektedir. Failin genel kasıtla hareket etmesi yeterli olup saik (özel kast) aranmamıştır. Ancak sanığın kastının, fiilinin başkalarının hayat, sağlık ya da malvarlığı bakımından tehlikeye neden olabileceğini kapsaması gerekir. Aracın tehlikeli olabilecek şekilde sevk ve idare edilmesi, çoğu zaman bir trafik kuralına da aykırılık oluşturmaktadır. Failin bir trafik kuralını bilinçli olarak ihlal etmesi durumunda kasıt unsuru gerçekleşecektir. Kural ihlalinin kasta ya da en azından olası kasta değil taksire dayanması, başka bir anlatımla dikkatsiz ve tedbirsiz davranışlarının herhangi bir tehlikeye yol açması halinde kasıt unsurunun gerçekleşmemesi nedeniyle bu suç oluşmayacak, kuralın kasta değil taksire dayalı olarak ihlali neticesinde ölüm veya herhangi bir yaralanma meydana gelmiş ise fiil yalnızca taksirle öldürme ya da yaralama suçunu teşkil edecektir.

Nitekim 2797 sayılı Yargıtay Kanununun Ceza Dairelerinin görevlerini düzenleyen 6110 sayılı Kanunla değişik 14. maddesi uyarınca hazırlanan 12.05.2011 tarih ve 2011/1 sayılı işbölümü kararı yürürlüğe girene kadar bu suçu temyizen incelemekle görevli bulunan Yargıtay 2. Ceza Dairesinin istikrar kazanmış kararları da bu yönde olup, 23.12.2009 gün ve 53795-48456 sayılı kararında; "sevk ve idaresindeki araçla tali yoldan ana yola çıkarken ikaz levhası ve kavşakta geçiş önceliğine uymayıp, dikkatsiz ve tedbirsiz şekilde ana yola girerek kazaya neden olması şeklindeki eylemin taksirle gerçekleşmesi karşısında, kasten işlenebilen trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun unsurlarının oluşmadığı," 25.11.2009 gün ve 37049-44411 sayılı kararında da; "idarelerindeki araçlarla olay mahalli kavşakta karşılaşan sanıklardan birinin sola dönüş kuralına uymaması, diğerinin de kavşağa yaklaşırken hızını azaltmaması nedeniyle çarpışmaları sonucunda, araçlardan birinde yolcu olarak bulunan mağdurların basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralanmalarına neden olan sanıkların eyleminde trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun unsurlarının bulunmadığı, bu suçun ancak kasten işlenebilen suçlardan olduğu ve oluşabilmesi için aracın kasıt ya da olası kasıtla kişilerin hayat, sağlık veya malvarlığı açısından tehlike yaratacak bir şekilde sevk ve idare edilmesi gerektiği" vurgulanmıştır.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Sevk ve idaresindeki araçla ışık kontrollü dörtlü dönel kavşağa gelen ve yeşil ışık ile birlikte kavşağa giren, ancak sola dönüşte bulunan ve kendi istikametine kırmızı yanmakta olan ışıklı işaret cihazını fark etmeyerek, mağdurun aracının yoluna girip, maddi hasarlı ve yaralamalı trafik kazasına neden olan, tüm aşamalarda kavşak içerisindeki trafik ışığını fark etmediğini savunan ve bu savunmasının aksini ispatlayacak, her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı bir delil elde edilemeyen sanığın eylemi, somut olayda basit tıbbi müdahale ile giderilecek nitelikte yaralanan mağdurların şikâyetçi olmamaları nedeniyle taksirle yaralama suçunu oluşturmadığı gibi kasten hareket etmemiş olması nedeniyle trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunu da oluşturmayacağından, yerel mahkemenin beraat hükmünde herhangi bir isabetsizlik bulunmamaktadır.

Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Dairenin bozma kararının kaldırılmasına, usul ve kanuna uygun bulunan yerel mahkeme hükmünün onanmasına karar verilmelidir.

SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 17.01.2012 gün ve 6142-248 sayılı bozma kararının KALDIRILMASINA,
3- Usul ve kanuna uygun bulunan Edremit 2. Sulh Ceza Mahkemesinin 04.03.2009 gün ve 355-157 sayılı beraat hükmünün ONANMASINA,
4- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 04.02.2014 tarihinde yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Pzr Mar 22, 2015 8:54 pm


Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararları • DOLANDIRICILIK, BÜYÜ BOZMA, CİN ÇIKARMA HİLESİYLE ZİYNET EŞYALARINI ALMA

YARGITAY Ceza Genel Kurulu
ESAS: 2013/262
KARAR: 2014/37

Nitelikli dolandırıcılık suçundan sanıklar S.. T.. ve L.. T..’ın 5237 sayılı TCK’nun 158/1-a, 62, 52/2, 53 ve 63. maddeleri gereğince 2 yıl 1 ay hapis ve 5.000 Lira adli para cezası ile cezalandırılmalarına, hak yoksunluğuna ve mahsuba ilişkin, Kayseri 1. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 06.08.2008 gün ve 178-223 sayılı hükmün, sanıklar müdafileri tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 15. Ceza Dairesince 03.12.2012 gün ve 17496-44583 sayı ile onanmasına karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 19.01.2013 gün ve 8013 sayı ile;

“…Somut olayda, olay tarihinde nişanlı olup düğün hazırlıkları içinde olan müştekinin evine gelip yemek yedikleri sırada müştekiye ‘evin çeyiz odasına geçelim, senin falına bakalım, senin içinde cin var, seninle nişanlının üzerine büyü yapmışlar, bu büyüyü çözelim’ diyerek çeyiz odasına girdikten sonra müştekiye takılarını çıkarmasını ve arkasını dönmesini istedikleri müştekinin takıları çıkarıp verince bir mendile sardıkları ve müştekiye ‘bize bir bardak su getir, suyu mendilin üzerine döküp sana içireceğiz diyerek’ müştekiyi odadan uzaklaştırdıkları sonrada müştekinin yokluğundan yararlanarak 6 bilezik, 1 gerdanlık, 1 kol saati, 2 yüzük, 2 küpe ve 1 adet künyeden oluşan takılarını alarak evden uzaklaşmaları şeklinde gerçekleştiği anlaşılan eylemlerinin, zilyetliğin devredilmemiş olması nedeniyle hırsızlık suçunu oluşturacağı” görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurarak, Özel Daire onama kararının kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün bozulmasına karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

CMK’nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 15. Ceza Dairesince 18.02.2013 gün ve 1232-2835 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

Suçun sübutuna ilişkin bir uyuşmazlık bulunmayan olayda, Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, suç niteliğinin belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya kapsamından;

Mağdur Nurgül’ün düğün töreninden bir gün önce olan suç tarihinde kına gecesi hazırlıklarının olduğu, komşular ve tanıdıkların kutlama için evde bulundukları sırada sanıklar S.ve L.’nın beyaz renkli Doblo marka bir araçla eve geldikleri, bohçacılık yaptıklarını ve çeyiz eşyası sattıklarını söyledikleri, mağdur Nurgül ve annesinin çeyiz eşyasına ihtiyaçlarının olmadığını söylemeleri üzerine aç olduklarını ifade ettikleri, diğer misafirleriyle de ilgilenmek durumunda olan anne H.in sofra hazırladığı ve sanıklara ikram ettiği, o sırada sanıkların mağdura "senin falına bakalım, sende ve nişanlında büyü var, büyüyü bozalım, içinize cin girmiş, cini çıkartalım" diyerek evin tenha bir odasına geçmeyi teklif etikleri, birlikte çeyiz odasına geçtikten sonra kapıyı kilitledikleri, önce anne H.den su istedikleri, anne çıktıktan sonra mağdura ziynet eşyalarını çıkarmasını ve arkasını dönmesini söyledikleri, mağdurun verdiği 22 ayar 6 adet bilezik, 22 ayar 2 adet yüzük, 2 adet küpe, kol saati, 22 ayar 1 adet künyeden ibaret toplam değeri suç tarihi itibarıyla 900 Lira olan ziynet eşyasını mendile sardıkları, ardından mağdurdan da su istedikleri, suyun yarısını mendile dökeceklerini ve kalan yarısını da mağdura içireceklerini söyledikleri, mağdurun su getirmeye gitmesinden yararlanarak ziynet eşyalarını alarak Doblo marka araçla uzaklaştıkları, mağdur ve ailesinin kolluk görevlilerine haber vererek eşgal bilgilerini bildirmesi üzerine soruşturmaya başlandığı,

Sanıkların yaklaşık dört ay sonra yine bohçacılık yaparken başka bir olay nedeniyle yakalandıkları, suç konusu olayla ilgili olabilecekleri düşünülerek mağdur, annesi ve olay günü evde bulunan komşulardan iki tanığın çağrıldığı, bu kişiler tarafından teşhis edilen sanıklar hakkında kamu davasının açıldığı,

Sanıkların aşamalarda beyaz renkli Doblo marka bir araç ile köyleri gezerek çeyiz eşyası sattıklarını kabul ettikleri, ancak eylemi gerçekleştirmediklerini ve mağdurun köyüne gitmediklerini savundukları,

Anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlığın sağlıklı bir şekilde çözüme kavuşturulabilmesi açısından dolandırıcılık, hırsızlık ve güveni kötüye kullanma suçları üzerinde ayrıntısıyla durulmalıdır.

I- Dolandırıcılık Suçu:
5237 sayılı TCK’nun “Dolandırıcılık” başlıklı 157. maddesinde; “Hileli davranışlarla bir kimseyi aldatıp, onun veya başkasının zararına olarak, kendisine veya başkasına bir yarar sağlayan kişiye bir yıldan beş yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası verilir” şeklinde dolandırıcılık suçunun temel şekli düzenlenmiş olup, 158. maddesinde ise suçun nitelikli halleri on bent halinde sayılmıştır.
Dolandırıcılık suçunun maddi unsurunun hareket kısmı, 765 sayılı TCK’nun 503. maddesinde bir kimseyi kandırabilecek nitelikte hile ve desiseler yapma olmasına karşın, 5237 sayılı TCK’nun 157. maddesinde hileli davranışlarla bir kimseyi aldatma şeklinde ifade edilmiş olup, 765 sayılı Kanunda yer alan desise kavramına 5237 sayılı Kanunda yer verilmemiş ve hileye desiseyi de kapsayacak şekilde geniş bir anlam yüklenmiştir.

Malvarlığının yanında irade özgürlüğünün de korunduğu dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için;
1) Failin bir takım hileli davranışlarda bulunması,
2) Hileli davranışların mağduru aldatabilecek nitelikte olması,
3) Failin hileli davranışlar sonucunda mağdurun veya başkasının aleyhine, kendisi veya başkası lehine haksız bir yarar sağlaması,
Şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.

Fail kendisi veya başkasına yarar sağlamak amacıyla bilerek ve isteyerek hileli davranışlar yapmalı, bu davranışlarla bir başkasına zarar vermeli, verilen zarar ile eylem arasında uygun nedensellik bağı bulunmalı ve zarar da, nesnel ölçüler göz önünde bulundurularak belirlenecek ekonomik bir zarar olmalıdır.

Görüldüğü gibi, dolandırıcılık suçunu diğer malvarlığına karşı işlenen suç tiplerinden farklı kılan husus, aldatma temeline dayanan bir suç olmasıdır. Birden çok hukuki konusu olan bu suç işlenirken, sadece malvarlığı zarar görmemekte, mağdurun veya suçtan zarar görenin iradesi de hileli davranışlarla yanıltılmaktadır. Madde gerekçesinde de, aldatıcı nitelik taşıyan hareketlerle, kişiler arasındaki ilişkilerde var olması gereken iyiniyet ve güvenin bozulduğu, bu suretle kişinin irade serbestisinin etkilendiği ve irade özgürlüğünün ihlâl edildiği vurgulanmıştır.

5237 sayılı TCK’nun 157. maddesinde yalnızca hileli davranıştan söz edilmiş olmasına göre, her türlü hileli davranışın dolandırıcılık suçunu oluşturup oluşturmayacağının belirlenmesi gerekmektedir.

Kanun koyucu anılan maddede hilenin tanımını yapmayarak suçun maddi konusunun hareket kısmını oluşturan hileli davranışların nelerden ibaret olduğunu belirtmemiş, bilinçli olarak bu hususu öğreti ve uygulamaya bırakmıştır.

Hile, Türk Dili Kurumu sözlüğünde; “birini aldatmak, yanıltmak için yapılan düzen, dolap, oyun, desise, entrika” (Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, s.891) şeklinde, uygulamadaki yerleşmiş kabule göre ise; “Hile nitelikli yalandır.

Yalan belli oranda ağır, yoğun ve ustaca olmalı, sergileniş açısından mağdurun denetleme olanağını ortadan kaldırmalıdır. Kullanılan hile ile mağdur yanılgıya düşürülmeli ve yanıltma sonucu kandırıcı davranışlarla yalanlara inanan mağdur tarafından sanık veya başkasına haksız çıkar sağlanmalıdır… hileli davranışın aldatacak nitelikte olması gerekir. Basit bir yalan hileli hareket olarak kabul edilemez” biçiminde tanımlanmıştır.

Öğretide de hile ile ilgili olarak; “olaylara ilişkin yalan açıklamaların ve sarf edilen sözlerin doğruluğunu kuvvetlendirecek ve böylece muhatabın inceleme eğilimini etkileyebilecek yoğunluk ve güçte olması ve bu bakımdan gerektiğinde bir takım dış hareketler ekleyerek veya böylece var olan halden ve koşullardan yararlanarak, almayacağı bir kararı bir kimseye verdirtmek suretiyle onu aldatması, bu suretle başkasının zihin, fikir ve eylemlerinde bir hata meydana getirmesidir” (Sulhi Dönmezer, Kişilere ve Mala Karşı Cürümler, Beta Yayınevi, 2004, s. 453), “hile, oyun, aldatma, düzen demektir. Objektif olarak hataya düşürücü ve başkasının tasavvuru üzerinde etki doğurucu her davranış hiledir” (Nur Centel-Hamide Zafer-Özlem Çakmut, Kişilere Karşı işlenen Suçlar, Beta Yayınevi, 2011, 2 bası, Cilt I. s. 456) biçiminde tanımlara yer verilmiştir.

Yerleşmiş uygulamalar ve öğretideki baskın görüşlere göre ortaya konulan ilkeler gözönünde bulundurulduğunda; hile, karşısındakini aldatan, hataya düşüren, düzen, dolap, oyun, entrika ve bunun gibi her türlü eylem olarak kabul edilebilir. Bu eylemler bir gösteriş biçiminde olabileceği gibi, gizli davranışlar olarak da ortaya çıkabilir. Gösterişte, fail sahip bulunmadığı imkanlara ve sıfata sahip olduğunu bildirmekte, gizli davranışta ise kendi durum veya sıfatını gizlemektedir. Ancak sadece yalan söylemek, dolandırıcılık suçunun hile unsurunun gerçekleşmesi bakımından yeterli değildir. Kanun koyucu yalanı belirli bir takım şekiller altında yapıldığı ve kamu düzenini bozacak nitelikte bulunduğu hallerde cezalandırmaktadır. Böyle olunca hukuki işlemlerde, sözleşmelerde bir kişi mücerret yalan söyleyerek diğerini aldatmış bulunuyorsa bu basit şekildeki aldatma, dolandırıcılık suçunun oluşumuna yetmeyecektir. Yapılan yalan açıklamaların dolandırıcılık suçunun hileli davranış unsurunu oluşturabilmesi için, bu açıklamaların doğruluğunu kabul ettirebilecek, böylece muhatabın inceleme eğilimini etkisiz bırakabilecek yoğunluk ve güçte olması ve gerektiğinde yalana bir takım dış hareketlerin eklenmiş bulunması gerekir.

Failin davranışlarının hileli olup olmadığının belirlenmesi noktasında öğretide şu görüşlere de yer verilmiştir: “Hangi hareketin aldatmaya elverişli olduğu somut olaya göre ve mağdurun içinde bulunduğu duruma göre belirlenmelidir. Bu konuda önceden bir kriter oluşturmak olanaklı değildir”(Veli Özer Özbek-M.Nihat Kanbur-Koray Doğan-Pınar Bacaksız-İlker Tepe, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 2012, 4 bası s.690), “Hileli davranışın anlamı birtakım sahte, suni hareketler ile gerçeğin çarpıtılması, gizlenmesi ve saklanmasıdır” (Doğan Soyaslan, Ceza Hukuku Özel Hükümler, Yetkin Yayınevi, 9 bası, 2012 s.421), “Hilenin, mağduru hataya sürükleyecek nitelikte olması yeterlidir; ortalama bir insanı hataya sürükleyecek nitelikte olması aranmaz. Bu nedenle, davranışın hile teşkil edip etmediği muhataba ve olaya göre değerlendirilmelidir” (Nur Centel, Hamide Zafer, Özlem Çakmut, Kişilere Karşı İşlenen Suçlar, Beta Yayınevi, 2011, 2 bası cilt I. s.462).

Esasen, hangi davranışların hileli olup olmadığı ve bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiği yolunda genel bir kural koymak oldukça zor olmakla birlikte, olaysal olarak değerlendirme yapılmalı, olayın özelliği, mağdurun durumu, fiille olan ilişkisi, kullanılmışsa gizlenen veya değiştirilen belgenin nitelikleri ayrı ayrı nazara alınmak suretiyle sonuca ulaşılmalıdır.

II- Hırsızlık Suçu:
Konumuzla ilgisi bulunan bir diğer suç olan hırsızlık ise, 765 sayılı TCK’nun 491/ilk maddesinde; “diğerinin taşınabilir malını rızası olmaksızın faydalanmak için bulunduğu yerden alma”, 5237 sayılı TCK’nun 141/1. maddesinde; “zilyedinin rızası olmadan başkasına ait taşınır bir malı, kendisine veya başkasına bir yarar sağlamak maksadıyla bulunduğu yerden alma” olarak tanımlanmıştır.
Görüldüğü gibi her iki kanunda da benzer şekilde tanımlanan hırsızlık suçu; başkasına ait taşınabilir bir malı sahibinin (zilyed) rızası olmaksızın faydalanmak kastı ile bulunduğu yerden almaktır.

Hırsızlık suçuyla korunan hukuki yarar zilyetlik ve buna bağlı haklardır. Bu nedenle hırsızlık suçunun mağduru malın sahibi değil, zilyetliği altında bulunan mal çalınan kişidir. Burada zilyetliğin hukuka uygun ya da aykırı tesis edilmiş olmasının bir önemi bulunmamaktadır. Bunun sonucu olarak malı çalarak zilyetliği ele geçiren kişinin elinden de malın çalınması halinde hırsızlık suçu oluşabilecektir.

III- Güveni Kötüye Kullanma Suçu:
“Güveni kötüye kullanma” suçu 5237 sayılı TCK’nun 155. maddesinde; “(1) Başkasına ait olup da, muhafaza etmek veya belirli bir şekilde kullanmak üzere zilyedliği kendisine devredilmiş olan mal üzerinde, kendisinin veya başkasının yararına olarak, zilyedliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunan veya bu devir olgusunu inkâr eden kişi, şikayet üzerine, altı aydan iki yıla kadar hapis ve adlî para cezası ile cezalandırılır.

(2) Suçun, meslek ve sanat, ticaret veya hizmet ilişkisinin ya da hangi nedenden doğmuş olursa olsun, başkasının mallarını idare etmek yetkisinin gereği olarak tevdi ve teslim edilmiş eşya hakkında işlenmesi halinde, bir yıldan yedi yıla kadar hapis ve üçbin güne kadar adlî para cezasına hükmolunur” şeklinde düzenlemiş,

Maddenin gerekçesinde de; “Bu suçla mülkiyetin korunması amaçlanmaktadır. Ancak, söz konusu suçun oluşabilmesi için eşya üzerinde mülkiyet hakkına sahip olan kişi ile lehine zilyetlik tesis edilen kişi (fail) arasında bir sözleşme ilişkisi mevcuttur. Bu ilişkinin gereği olarak taraflar arasında mevcut olan güvenin korunması gerekmektedir. Bu mülahazalarla, eşya üzerinde mevcut sözleşme ilişkisiyle bağdaşmayan kasıtlı tasarruflar, cezai yaptırım altına alınmıştır… Suçun konusunu oluşturan mal üzerinde belirli bir şekilde kullanmak üzere fail lehine zilyetlik tesisi gerekir. Bu nedenle, güveni kötüye kullanma suçunun oluşabilmesi için hukuken geçerli bir sözleşme ilişkisinin varlığı gereklidir” açıklaması yapılmıştır.

Madde gerekçesinde de belirtildiği üzere kanun koyucu tarafından mülkiyetin korunması amacıyla getirilen güveni kötüye kullanma suçu, muhafaza etmek veya belirli bir şekilde kullanmak üzere zilyetliği kendisine devredilmiş olan taşınır veya taşınmaz bir mal üzerinde, kendisinin veya başkasının yararına olarak, zilyetliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunulması veya bu devir olgusunun inkâr edilmesiyle oluşmaktadır.

TCK’nun 155. maddesinde sözü edilen zilyetlik kavramı 4721 sayılı Medeni Kanunumuzun 973. maddesinde; “Bir şey üzerinde fiilî hâkimiyeti bulunan kimse onun zilyedidir” şeklinde açıklanmış, asli ve fer’i zilyetlik ise aynı kanunun 974. maddesinde; “Zilyet, bir sınırlı aynî hak veya bir kişisel hakkın kurulmasını ya da kullanılmasını sağlamak için şeyi başkasına teslim ederse, bunların ikisi de zilyet olur. Bir şeyde malik sıfatıyla zilyet olan aslî zilyet, diğeri fer’î zilyettir” biçiminde tanımlanmıştır.

Güveni kötüye kullanma suçunda malın teslimi, belirli biçimde kullanılmak için hukuka ve yöntemine uygun, aldatılmamış özgür bir iradeye dayanılarak tesis edilmektedir. Söz konusu suçun oluşabilmesi için eşya üzerinde mülkiyet hakkına sahip olan kişi ile lehine zilyetlik tesis edilen fail arasında bir sözleşme ilişkisi mevcut olmalı ve bu hukuki ilişkinin gereği olarak taraflar arasında oluşan güvenin korunması gerekmektedir. Bu amaçla, eşya üzerinde mevcut sözleşme ilişkisiyle bağdaşmayan kasıtlı tasarruflar ve devir olgusunu inkâr kanun koyucu tarafından cezai yaptırım altına alınmıştır. Eğer mülkiyet hakkına sahip olan kişi ile lehine zilyetlik tesis edilen fail arasında hukuken geçerli bir sözleşme ilişkisi yoksa usulüne uygun bir teslim olmayacağı için güveni kötüye kullanma suçu da oluşmayacaktır. Zira, hukuksal anlamda geçerli bir sözleşmeden söz edilebilmesi için tarafların iradelerinin aldatılmamış olması gerekmektedir.

IV- Dolandırıcılık, Hırsızlık ve Güveni Kötüye Kullanma Suçlarının Farkları:
1-) Dolandırıcılık-Hırsızlık:
Gerek öğreti de gerekse yargı kararlarında bu suçlar arasındaki farklar ortaya konulmaya çalışılmıştır. Dolandırıcılık ve hırsızlık suçları arasında şu farkların bulunduğu söylenebilir:

a-) Hırsızlık suçunda eşya, sahibinin (zilyedinin) rızası olmaksızın alınmasına karşın dolandırıcılık suçunda mal, sahibinin (zilyedin) rızasıyla teslim edilmektedir. Ancak bu rıza failin hileli davranışları ile elde edilmiş olup, geçerli bir rıza değildir.
b-) Hırsızlık suçunun konusunu sadece taşınır mallar oluşturmasına karşın dolandırıcılığın konusunu taşınmaz mallar da oluşturabilir.
c-) Hırsızlık suçunda yarar sağlama amacıyla hareket edilmesi, başka bir anlatımla genel kastın yanında bu saikin de gerçekleşmesi gerekirken, dolandırıcılık suçunda böyle bir amaçla hareket edilmesine gerek bulunmamaktadır, zira kanun metninde failin suç işleme amacının ne olması gerektiği yazılmadığına göre failin fiilini bilerek ve isteyerek gerçekleştirmesi yeterlidir.

-) Dolandırıcılık-Güveni Kötüye Kullanma:

Dolandırıcılık ile güveni kötüye kullanmak suçlarının “teslim” gibi ortak noktaları varsa da bu iki suçun farkları vardır.

a-) Güveni kötüye kullanma suçunda malın teslimi belirli biçimde kullanılmak için hukuka, yöntemlere uygun, aldatılmamış özgür bir iradeye dayanılarak tesis edildiği halde, dolandırıcılık suçunda hileli davranışlar kullanılarak sakatlanmış, özgür olmayan bir iradeye dayanmaktadır.

b-) Dolandırıcılık suçunda, haksız çıkarın sağlanması dolayısıyla suç tamamlanmaktadır. Suçun oluştuğu an, çıkarın sağlandığı, zararın verildiği andır. Güveni kötüye kullanma suçunda ise, suçun oluştuğu an, kanunda öngörülen “zilyedliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunma veya bu devir olgusunu inkâr” gibi seçimlik hareketlerin gerçekleştiği an olup, bu âna kadar gerçekleşen eylemler suç oluşturmaz.

c-) Dolandırıcılık suçunda başlangıçta oluşan bir kast bulunmaktadır. Zilyetliğin hileli davranışlar kullanılarak elde edilmesi, bu suçta malın teslimi öncesi kast bulunduğunu ortaya koymaktadır. Güveni kötüye kullanma suçunda ise, sonradan oluşan bir kast söz konusudur. Mal fer’i zilyede belli amaçlar için tevdi edildikten sonra, iade edilmesi aşamasında malın tesliminden sonra kast oluşmaktadır. Kast öğesi olaysal olarak değerlendirilmeli, fail veya faillerin durumu, mağdurla olan ilişki ve olayın özellikleri ayrı ayrı nazara alınıp sonuca varılmalıdır.

3-) Hırsızlık-Güveni Kötüye Kullanma:

Hırsızlık ile güveni kötüye kullanma suçlarının bazı ortak noktaları bulunmakla birlikte, bu iki suçun birbirinden ayrıldığı noktaları aşağıdaki şekilde belirlemek mümkündür:

a-) Hırsızlık suçunun konusu sadece taşınır bir mal iken, güveni kötüye kullanma suçunun konusunu hem taşınır hem de taşınmaz mallar oluşturabilir.

b-) Güveni kötüye kullanma suçunda malın teslimi, muhafaza edilmek veya belirli biçimde kullanılmak üzere hukuka ve yöntemine uygun, aldatılmamış özgür bir iradeye dayanılarak yapılmaktadır. Hırsızlık suçunda ise taşınır mal zilyedinin rızası olmadan alınmaktadır.

c-) Hırsızlık suçunda, zilyedinin rızası olmadan başkasına ait taşınır malın bulunduğu yerden alınmasıyla suç oluşmaktadır. Güveni kötüye kullanma suçunda ise, suçun oluştuğu an, zilyetliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunulduğu veya bu devir olgusunun inkâr edildiği andır. Bunun sonucu olarak bu aşamaya kadar gerçekleşen eylemler suç oluşturmayacaktır.

d-) Hırsızlık suçunda failde başlangıçtan itibaren suç işleme kastı bulunmakta iken, güveni kötüye kullanma suçunda sonradan oluşan bir kast söz konusudur. Malın fer’i zilyede belli amaçlar için tevdi edilmesinden sonra kast oluşmakta ve güveni kötüye kullanma suçu işlenmektedir.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Bohçacı olarak mağdurun evine gelen sanıkların, nişanlısında ve kendisinde büyü olduğunu ve içlerine cin girdiğini söyleyip çeyiz odasına geçerek büyüyü bozacaklarına ve cini çıkaracaklarına mağduru inandırıp, takılarını çıkarmasını ve arkasını dönmesini istedikleri, mağdur takıları çıkarıp verince bir mendile sardıkları ve “bize bir bardak su getir, suyu mendilin üzerine döküp sana içireceğiz diyerek” mağduru odadan uzaklaştırdıkları, sonra da yokluğundan yararlanarak takılarını alıp evden ayrılmaları şeklinde gerçekleşen olayda, sanıkların basit bir yalanı aşan, mağduru yanıltacak ve kandıracak yoğunluk ve güçteki sözleri ile planlayıp ustaca sergiledikleri hareketlerinin hileli davranış olarak kabulü gerektiğinden, hileli davranışlarla aldatma sonucunda mağdur zararına gerçekleşen eylem hırsızlık değil dolandırıcılık suçunu oluşturacaktır. Zilyetliğin geçici olarak teslimini sağlamaya yönelik bile olsa hileli davranışlar kullanılmış ve bu hileli davranışlara bağlı olarak zilyetlik devredilmişse dolandırıcılık suçu oluşabileceğinden, sanıkların eyleminin dolandırıcılık suçunu oluşturacağının kabulü gerekmektedir. Başka bir anlatımla, dolandırıcılık suçunda önemli olan husus zilyetliğin hileli davranışlar sonucu devredilmesi olup, zilyetliğin belirli bir süre için sanığa devredilmiş olması ve diğer şartların varlığı halinde dolandırıcılık suçu oluşabilecektir.

Aldatma aracı olarak kullanılan "büyüyü bozma ya da cini çıkarma" vb. hususların mağdurun algıladığı dini inanç ve duygulara yönelik olduğu, sanıkların etkisinde kalan mağdurun bu duygularının istismar edilerek irade özgürlüğünün baskı altına alınması sonucunda sanıklara altınlarını verdiği anlaşıldığından, sanıkların sabit kabul edilen eylemi dinî inanç ve duyguların istismar edilmesi suretiyle dolandırıcılık suçunu oluşturmaktadır.

Bu itibarla, sanıkların nitelikli dolandırıcılık suçundan mahkûmiyetlerine ilişkin yerel mahkeme hükmünün onanmasına dair Özel Daire kararında bir isabetsizlik bulunmadığından, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi K.T.; "Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ile Ceza Genel Kurulu arasındaki oluş ve subut konusunda herhangi bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Uyuşmazlık, bohçacılık yapan ve yakınanın evine gelen sanıkların, ‘falına bakalım, senin içinde cin var, seninle nişanlına büyü yapmışlar, bu büyüyü çözelim’ dedikleri, ondan takılarını çıkarıp arkasını dönmesini istedikleri, yakınanın takıları çıkarıp vermesi üzerine takıları bir mendile sardıkları, yakınana ‘bir bardak su getir suyu mendilin üzerine döküp sana içireceğiz’ diyerek onu odadan uzaklaştırdıktan sonra takıları alıp evden uzaklaşma şeklinde gerçekleşen eylemlerinin dolandırıcılık mı yoksa hırsızlık suçunu mu oluşturacağına ilişkindir.

Sanıklara yüklenen bu eylemin hangi suç tipini oluşturacağının belirlenmesi için bu suçlara ayrı ayrı değinmekte yarar bulunmaktadır.
Roma hukukunda ‘furtum’ diye adlandırılan hırsızlık suçundan türeyen bu iki suçun ayrıldıkları temel hususları belirlemek her zaman kolayca mümkün olmamakta, uygulamada ciddi duraksamalara yol açmaktadır. Bu nedenlerle iki suçun yapısını inceleyerek ortak ve ayrılan yönlerini saptamak gerekir.

Öncelikle her iki suçta da fail, haksız yöntemlerle üçüncü kişi zararına zenginleşmeyi amaçlamakta, ancak bu amaca ulaşmak için farklı yöntemlere başvurmaktadır. Hırsızlıkta çalarak, dolandırıcılıkta ise hileli hareketler kullanılarak suç işlenmektedir.

Hırsızlık suçunun maddi konusu ekonomik değer taşıyan taşınabilir bir maldır ve bu nedenle de tek maddi konulu bir suçtur. Buna karşılık dolandırıcılık suçu iki hukuki konulu suçtur. Bunlardan birisi insan iradesinin özgürlüğü, diğeri malvarlığına ilişkin varlık ve yararlardır. Yine dolandırıcılık suçu taşınır ve taşınmaz mallar dışında alacak hakkı gibi malvarlığı değerlerine karşı da işlenen bir suçtur.
Hırsızlık suçunun, failin tek yanlı etkinliğiyle gerçekleşmesine karşılık, dolandırıcılık suçu fail ve mağdurun işbirliğini gerektiren bir suçtur. Burada mağdur, hileli hareketlerle kandırılmış ve aldatılmış iradesi doğrultusunda kendi zararına, fail veya onun adına hareket ettiği kimse yararına bir işlemde bulunacaktır.

Dolandırıcılık suçunun maddi unsurunun hareket kısmı, 765 sayılı TCK’nın 503. maddesinde bir kimseye dolandırabilecek nitelikte hile ve desiseler yapmak olduğu halde, 5237 sayılı TCK’nın 157. maddesinde hileli davranışlarla bir kimseyi aldatmak olup, 765 sayılı yasada yer alan desise kavramına 5237 sayılı TCK. da yer verilmemiş, hileye desiseyi de kapsayan geniş bir anlam yüklenmiştir, ayrıca 765 sayılı TCK’nın 503. maddesinde hile ve desisenin bir kişiyi kandırabilecek nitelikte olması gerektiği madde metninde açıkça belirtildiği halde, 5237 sayılı TCK’nın 157. maddesinde yalnızca hileli davranıştan söz edilmiş, hileli davranışın kişiyi kandırabilecek nitelikte olması gerektiği belirtilmemiş, bu hususu öğreti ve uygulamaya bırakmıştır.

Bu aşamada ‘Hileli davranışlar’ kavramının incelemesinde yarar bulundurmaktadır.

Ayrıntıları Ceza Genel Kurulunun 26.06.2012 gün ve 15/420-249 sayılı kararında da açıklandığı gibi hile, maddi olmayan yollarla karşısındakini aldatan, yanılgıya düşüren, düzen, dolap, oyun, entrika vb. her türlü eylemdir. Bu eylemler bir gösteriş biçiminde olabileceği gibi gizli davranışlar olarak da ortaya çıkabilir. Gösterişte, fail sahip bulunmadığı olanaklara ve sıfata sahip olduğunu bildirmekte, gizli davranışta ise kendi durum ve sıfatını gizlemektedir. Ancak sadece yalan söylemek dolandırıcılık suçunun hile unsurunun gerçekleşmesi bakımından yeterli değildir.

Yapılan yalan açıklamaların dolandırıcılık suçunun hileli davranış unsurunu oluşturabilmesi için bu açıklamaların doğruluğunu kabul ettirebilecek, böylece muhatabın inceleme eylemini etkisiz bırakabilecek yoğunluk ve güçte olması ve gerektiğinde yalana bir takım dış hareketlerin eklenmiş bulunması gerekir.

Hırsızlıkta malvarlığını doğrudan ihlal ve mağdurun iradesine karşın "alma" gibi tek ve yalın bir davranış olmasına karşılık, dolandırıcılık suçunda, hileli hareketlerle dolaylı biçimde ihlal ve çıkar sağlama söz konusudur. Mağdurun bir rızası vardır, ancak bu rıza, hileli hareketlerle sakatlanmış (bozulmuş, fesada uğratılmış) bir rızadır. İnsan iradesini fesada uğratmanın gerçekleşmediği durumlarda dolandırıcılık suçu oluşmaz.

Hileli davranışların kandırıcılık niteliği, yöneldiği kişi veya kişilerin aldanma yeteneği diğer bir ifadeyle subjektif durumları itibariyle somut olaya göre ve mağdurun içinde bulunduğu durum da gözetilerek belirlenmelidir. Hileli hareketlerle rızai bir teslim değil, ustalıkla ve gizlice alma söz konusu eylem hırsızlıktır. Yargıtay’ın çok eski yıllardan beri bu konudaki kararları yerleşmiştir. Zilyedin malı geçici olarak teslim etmesine rağmen faili gözetim altında tutmayı sürdürmesi halinde eylem yine hırsızlık suçunu oluşturacaktır.

Bu bilgilerin ışığında somut olay değerlendirildiğinde, sanıkların olay tarihinde nişanlı olup düğün hazırlıkları içinde bulunan yakınanın evine gelip, yemek yedikleri sırada yakınana ‘evin çeyiz odasına geçelim, senin falına bakalım, senin içinde cin var, seninle nişanlının üzerine büyü yapmışlar, bu büyüyü çözelim’ diyerek çeyiz odasına girdikten sonra yakınanın takılarını çıkarmasını ve arkasını dönmesini istedikleri, yakınan takıları çıkarıp verince bir mendile sardıkları ve ona ‘bize bir bardak su getir, suyu mendilin üzerine döküp sana içireceğiz diyerek" yakınanı oradan uzaklaştırdıktan sonra onun yokluğundan yararlanarak takıları alarak evden uzaklaşmaları şeklinde gerçekleşen eylemlerinde, yakınanda mendil içine konulan takıları sanıklara verme iradesinin bulunmadığı, okunduktan sonra geri verilmek üzere geçici olarak sanıklara teslim ettiği, takıların zilyetliğinin devredilmemiş olması nedeniyle eylemin sayın çoğunluğun kabul ettiği şekilde dolandırıcılık suçunu değil, hırsızlık suçunu oluşturacağı" düşüncesiyle karşı oy kullanmıştır.

SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının REDDİNE,
2- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 04.02.2014 günü yapılan müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Cum Mar 20, 2015 1:53 pm


Yargıtay Hukuk Daireleri Kararları • KAÇAK ELEKTRİK KULLANIM BEDELİ İÇİN İCRA TAKİBİ, CEZA MAHKEMESİNDE BERAAT

YARGITAY 3. Hukuk Dairesi
ESAS: 2013/16901
KARAR: 2014/1488

Taraflar arasında görülen alacak davasının yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.

Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

Davacı vekili dilekçesinde, davalı idarenin müvekkili hakkında kaçak elektrik bedeli tahakkuk ettirdiğini, davacının kaçak bedelini icra tehdidi altında ödediğini, ancak ceza mahkemesindeki yargılama sırasında beraat ettiğini beyan ederek, ödenen 2348 TL.’nin yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.

Dava konusu uyuşmazlık, davacının kaçak elektrik bedelinden sorumlu olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

Dosyanın incelenmesinden, 17.5.2010 tarihli Ayar Ölçü İstasyonu’nun raporuna istinaden tutulan kaçak elektrik tutanağında "Sayacın camı aralık, sayacın camı aralanarak cisim sokmak suretiyle sayaca müdahale edildiği, sayacın içerisinde 1 adet film şeridinin olduğu," tespit edilmiştir.

Elektrik Piyasası Müşteri Hizmetleri Yönetmeliğinin kaçak elektrik tüketimine ilişkin 13/a maddesi "Dağıtım sistemine veya sayaçlara veya ölçü sistemine ya da tesisata müdahale ederek, tüketimin doğru tespit edilmesini engellemek suretiyle, eksik veya hatalı ölçüm yapılması veya hiç ölçülmeden veya yasal şekilde tesis edilmiş sayaçtan geçirilmeden mevzuata aykırı bir şekilde elektrik enerjisi tüketilmesi, kaçak elektrik tüketimi olarak kabul edilir." hükmünü içermektedir. Bu anlamda, somut olaydaki fiil kaçak elektrik kullanımı kapsamındadır.

Bu hususu tespit eden, kaçak elektrik tutanağı da resmi belgelerden olup, aksi ispat edilinceye kadar geçerlidir.

Suç tarihi itibariyle yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun “Ceza Hukuku ile Medeni Hukuk Arasında Münasebet” başlıklı 53. maddesi; “Hâkim, kusur olup olmadığına yahut haksız fiilin faili temyiz kudretini haiz bulunup bulunmadığına karar vermek için ceza hukukunun mesuliyete dair ahkamıyla bağlı olmadığı gibi, ceza mahkemesinde verilen beraat kararıyla de mukayyet değildir. Bundan başka ceza mahkemesi kararı, kusurun takdiri ve zararın tutarı, temyiz gücü yükletilme yeterliliği, illiyet gibi esasların hukuk hakimini bağlamayacağı konusunda duraksama bulunmamaktadır.

Görülmektedir ki, beraat kararının tespit ettiği vakıa bakımından kesin delil teşkil edebilmesi için, beraat kararında o vakıanın mevcut olup olmadığının delillerle kesin biçimde tespit edilmiş olması gerekir. Buna karşılık, delil yetersizliğinden verilmiş beraat kararı, konusu olan vakıanın mevcut olup olmadığını delillerle kesin biçimde tespit etmediği için hukuk mahkemesinde kesin delil teşkil etmez. Ceza mahkemesinin yeterli görmediği delilleri, hukuk mahkemesi tazminat için yeterli görebilir.(Prof. Dr. Baki Kuru, Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, s. 705).

Somut olayda; davalı hakkında, sayaca film sokmak suretiyle kaçak elektrik kullandığı iddiasıyla kaçak elektrik tutanağı düzenlendiği, bu tutanak nedeniyle davalı hakkında görülen …2. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 2011/103 E.- 2011/262 K.sayılı davasında; elektrik hırsızlığı suçundan yapılan yargılama sonucunda sanık (davacı) hakkında “Sanığın suçu işlemediğinin sübuta erdiği” gerekçesi ile beraatine karar verildiği görülmektedir.

Her ne kadar, yukarıdaki açıklamalar gereğince ve ceza mahkemesi beraat kararına göre, davacının bu eylemden sorumlu tutulmaması gerekiyor ise de, ceza mahkemesinin incelemesi, eylemin suç oluşturup oluşturmayacağına ilişkindir.

Öyle ise mahkemece, bu esaslar gözetilerek, eylemin, Elektrik Piyasası Müşteri Hizmetleri Yönetmeliğinin 13/a maddesi gereğince, kaçak elektrik kullanımı teşkil ettiği, ceza mankemesi beraat kararının hukuk hakimini bağlamayacağı, davacı hakkında tutulan kaçak elektrik tutanağının da aksi sabit oluncaya kadar geçerli belgelerden bulunduğu gözetilerek, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanlış gerekçeler ile yazılı şekilde hüküm tesisi bozmayı gerektirmiştir.

Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 04.02.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Sal Mar 17, 2015 9:28 pm