Etiket arşivi: DAVASI

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararları • İŞÇİYE YANLIŞLIKLA YAPILAN FAZLA ÖDEMENİN GERİ ALINMASI DAVASI

YARGITAY Hukuk Genel Kurulu
ESAS: 2013/590
KARAR: 2014/117

Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 15. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 06.12.2011 gün ve 2006/362 E., 2011/381 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 25.04.2012 gün ve 2012/3711-11050 sayılı ilamı ile;

(…Dava, davacı kurumda çalışan davalıya hatalı intibak işlemi nedeniyle yapılan fazla ödemenin istirdadı istemine ilişkin olup, mahkemece açık hata, davalının gerçek dışı beyanı ve hilesi bulunmadığı belirtilerek davanın reddine karar verilmiştir.

BK.nun 62. maddesinde, borçlu olmadığı şeyi rızası ile ödeyen kimsenin yanlışlığa düştüğünü ispat ettiği takdirde ödediğini geri isteyebileceği düzenlenmiştir. Yine, Hukuk Genel Kurulunun 25.12.1984 tarih ve 1982/13-387 E.,1984/997 K. sayılı kararında herhangi bir şart tasarrufa dayanmayan salt hatalı ödemelerin idare tarafından BK.nun sebepsiz zenginleşme kurallarına göre geri istenebileceği düzenlenmiştir. Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 22.12.1973 gün ve 1968/8 E. – 1973/14 K. Sayılı kararı ise idarenin "şart tasarrufuna" ilişkindir.

O halde somut olayda mevzuata aykırı yapılan hatalı ödemenin iadesi istendiği gözetilerek, alacağın Borçlar Hukukunun sebepsiz iktisap kuralları çerçevesinde istenip istenmeyeceği tartışılarak sonucu uyarınca bir karar verilmelidir…)

gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, davacı kurumda çalışan davalıya hatalı intibak işlemi nedeniyle yapılan fazla ödemenin istirdadı istemine ilişkindir.

Davacı vekili, davalının 3 yıllık yüksekokul mezunu olmasına rağmen 20/05/2002 tarihinde müdür yardımcısı görevine yükseltilmesi sırasında 4 yıllık yüksekokul ve fakülte mezunu mühendis teknik lisansiyer olarak görev yapan müdür yardımcıları ücret skalasında yer alan ücret seviyesine getirilerek bu seviyeden ücret ödendiğini, bunun açık bir hata olduğunu, bu suretle davalıya 7.617,42 TL. fazla ödeme yapıldığını, fazla ödemenin yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, fazla yapıldığı ileri sürülen ödemenin maaşından kesilmesi ile ilgili olarak idari işlemin iptali istemi ile Ankara 12. İdare Mahkemesi’nde dava açtığını ve davanın halen derdest olduğundan sonucunun beklenilmesi gerektiğini, fazla ödendiği iddia olunan miktarın idarede istikrar esaslarına göre geri iadesine yasal olanak bulunmadığını, kazanılmış hakların muhafaza edilmesi gerektiğini, istemin 22/12/1973 tarihli Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurul Kararına da aykırı olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş, davacı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıya metni aynen alınan gerekçe ile hüküm bozulmuş, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Direnme kararını, davacı vekili temyize getirmiştir.

Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, davalıya yapılan ödemelerin herhangi bir şart tasarrufa dayanmayan salt hatalı ödemeler olup olmadığı, buradan varılacak sonuca göre de davacı idare tarafından yapılan ödemelerin 818 sayılı Borçlar Kanununun sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre geri istenilip istenilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Genel Kurul görüşmeleri sırasında işin esasının incelenmesinden önce, davalıya hatalı yapıldığı iddia edilen ödemelerin tahsiline yönelik idari işlemin iptali için İdare Mahkemesinde açılan davanın sonucunun beklenilmesinin gerekip gerekmediği önsorun olarak incelenmiş ve İdare Mahkemesi’nde açılan davanın niteliğinin eldeki davadan farklı olduğundan bahisle idare mahkemesi kararının beklenilmesinin gerekmediği oyçokluğu ile kabul edilerek işin esasının incelenmesine geçilmiştir.

Öncelikle, şart tasarruf kavramı üzerinde durulmalıdır;

İdari işlemlerin maddi bakımdan ayırımı, konu ve içerik itibariyle yapılan ayırımdır. Bu yönden idari işlemler “kaide tasarruf” (kural işlem), “sübjektif tasarruf” (sübjektif işlem; birel işlem) ve “şart tasarruf” (koşul işlem) olmak üzere üçe ayrılırlar.

Şart tasarruflar, önceden belirlenmiş hukuk kurallarının kişiler hakkında uygulanmasına dair işlemlerdir. Bu tür işlemler, hukuk düzeninde değişiklik yapmazlar; yalnızca kişilerin durumunda değişiklik yaparak onları bir durumdan başka bir duruma geçirirler. Şart tasarruflar, kişisel bir hukuki durum yaratmaları bakımından geniş anlamda sübjektif tasarruflar kapsamında olmalarına karşın, “konu” bakımından hukuk aleminde bir değişiklik yapmayıp, yalnızca hak sahibi süje bakımından bir yenilik ve değişiklik doğurmaları itibariyle, dar anlamda sübjektif tasarruflardan ayrılırlar (Celal Karavelioğlu, İdari Yargılama Usulü Kanunu, 1999, s. 13, 14).

27.01.1973 günlü 6/2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında; hatalı intibak gibi bir şart tasarrufun sonradan idare tarafından geri alınması halinde, daha önce bu şart tasarrufa dayanılarak memura yapılmış olan fazla ödemelerin nedensiz zenginleşme hükümleri uyarınca geri istenmesinin idare hukuku ilkelerine göre mümkün olup olmadığı konusu ile ilgili olup, sonuçta, yokluk ile mutlak butlan durumları ayrık olmak ve kişinin gerçek dışı beyanı veya hilesi ile sebebiyet vermemiş olmak kaydıyla, idarenin yanlış şart tasarrufu (özellikle yanlış intibak işlemini) ancak iptal davası süresi içinde geriye yürür şekilde geri alabileceği, bu süre geçtikten sonra yanlış tasarrufun geri alınması halinde geri alma gününe kadar doğmuş durumların, parasal sonuçları da dahil olmak üzere, hukuken kazanılmış durum olarak tanınması gerektiği, sebepsiz zenginleşme hükümlerine dayanılarak geri istenemeyeceği içtihat edilmiştir.
Bu içtihadı birleştirme kararının, idare tarafından yapılan bütün ödemelere uygulanması halinde, idarenin haksız iktisap kurallarından hiçbir zaman yararlanamaması ve memurların yapmış oldukları bütün hatalı ödemelerin idare tarafından gerek ödeme yapılan kişilerden, gerekse ödemeyi yapan görevlilerden geri alamaması gibi bir sonuç doğar ki, idareyi işlemez ve iş göremez bir duruma sokacak olan böyle bir sonucun hukukça savunulması mümkün değildir.

Bu nedenle, İçtihadı Birleştirme Kararının kapsamı dışında kalan ve herhangi bir şart tasarrufa dayanmayan ödemelerin, idare tarafından Borçlar Hukukunun haksız iktisap kurallarına dayanılarak geri istenebileceğinin kabulü gerekir (HGK’nun 07.03.2012 gün ve 2011/3-809 E., 2012/125 K. sayılı ilamı).

Somut olayın açıklanan ilkeler çerçevesinde değerlendirilmesine gelince; Türkiye Elektrik Kurumu Genel Müdürlüğü A.Ş.’de çalışmakta iken ilgili yönetmelik uyarınca 3 yıllık yüksek okul mezunlarına 4 yıllık fakülte mezunları gibi müdür yardımcılığına atanabilmelerine imkan tanınması üzerine, davalının da müdür yardımcısı olarak atanmasının yapıldığı, ancak maaşı hesaplanırken 3 yıllık yüksekokul mezunu müdür yardımcıları ücret skalasından hesaplanması gerekirken ilgili memurun maddi hatası sonucu 4 yıllık fakülte mezunları için hesaplanan ücret skalasından ödeme yapıldığı anlaşılmaktadır. Görüldüğü üzere somut olayda sözkonusu olan memurun atama işlemine ilişkin şart tasarrufun değerlendirilmesi değil, ücret ödemesine ilişkin yapılan maddi hatanın giderilmesi talep edilmektedir.
Az önce de belirtildiği üzere, şart tasarruf, önceden belirlenmiş hukuk kurallarının kişiler hakkında uygulanmasına dair işlemlerdir. Bu tür işlemler, hukuk düzeninde değişiklik yapmazlar; yalnızca kişilerin durumunda değişiklik yaparak onları bir durumdan başka bir duruma geçirirler. Bu nedenle bir şart tasarrufa dayanılarak yapılan yanlış intibak ve ödemeler yokluk ile mutlak butlan durumları ayrık olmak ve kişinin gerçek dışı bildirimi veya hilesi ile sebebiyet vermemiş olmak kaydıyla yönetim; yanlış şart tasarrufunu, ancak iptal davası ya da yasalarda özel süre varsa bu süre içinde yahut iptal davası açılmışsa dava sonuna kadar geriye yürür biçimde geri alabilir. Bu süreler geçtikten sonra yanlış işlemin geriye alınması halinde geri alma gününe kadar doğmuş durumların, parasal sonuçları da dahil olmak üzere hukuken kazanılmış durum olarak tanınması gerekir.

Ne var ki, somut olayda hatalı ödemeye ilişkin olarak ortada, salt hatalı ödeme işlemi bulunmakla, idarenin bu işlem nedeniyle sebepsiz zenginleşme hükümlerine dayanarak, genel mahkemede dava açması olanaklıdır. Ortada bir şart tasarruf bulunmadığından, şart tasarrufun varlığı halinde uygulanacak ilkelerin somut olay yönüyle uygulama yeri yoktur.

Öyle ise, söz konusu ödeme davalı yönünden nedensiz zenginleşme olup, burada, idare hukukunun idari kararların geri alınmasıyla ilgili kurallarının uygulanmasına olanak yoktur.

Hal böyle olunca, hiçbir hukuki dayanağı olmayan, şart tasarrufa da konu olmayan hatalı ödemelerin, borçlar hukukunun sebepsiz zenginleşme hükümleri uyarınca geri alınmasına karar verilmesi gerekir.

Mahkemece aynı hususlara işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen bozma ilamına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup, karar bozulmalıdır.

S O N U Ç : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 Sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı kanunun 40/III-1. maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 19.02.2014 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Sal Mar 03, 2015 11:55 am


Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararları • BAZ İSTASYONUNUN KALDIRILMASI DAVASI, BAZ İSTASYONUNUN SÖKÜLEREK KALDIRILMASI

YARGITAY Hukuk Genel Kurulu
ESAS: 2013/1118
KARAR: 2014/103

Taraflar arasındaki “muarazanın men’i” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; …2.Asliye Hukuk Mahkemesi’nce verilen 27.03.2012 gün ve 2012/81 E-2012/111 K. sayılı kararın onanmasını kapsayan ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’ndan çıkan 20.02.2013 gün ve 2012/4-575 E.- 2013/249 K. sayılı ilamın, karar düzeltilmesi yoluyla incelenmesi davalı vekili tarafından verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla; Hukuk Genel Kurulu’nca dilekçe, düzeltilmesi istenen ilam ve dosyadaki ilgili bütün kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Hukuk Genel Kurulu’nca dilekçe, düzeltilmesi istenen ilam ve dosyadaki ilgili bütün kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, baz istasyonunun kaldırılması istemine ilişkindir.

Davacılar vekili, davalı …Telekomünikasyon A.Ş. tarafından …ili, ……Mahallesi, …Sokak üzerine baz istasyonu kurulduğunu, baz istasyonunun evlerine yaklaşık 5 metre mesafede olduğunu, baz istasyonunun yakınında oyun oynayan çocuklarının sağlığını ve psikolojik yapısını olumsuz yönde etkilediğini, kendileri, aileleri ile mahalle sakinlerinin yaşamında tehlike ve kaygı yarattığını, basın ve yayın organlarında baz istasyonlarının insan ve çevre sağlığına zararlı olduğu, kanser ve benzeri hastalık yapıcı etkisi bulunduğu yönünde sürekli yayınlar yapıldığından baz istasyonunun kurulmasıyla birlikte tedirginlik yaşamaya başladıklarını, her sabah uyandıklarında karşılarında gördükleri baz istasyonunun çocukları için endişe duymalarına neden olduğunu ve psikolojik sağlıklarını tehdit ettiğini, çevrelerinde yaşayan insanlarda da fiziksel ve psikolojik rahatsızlıkların meydana geldiği konusunda yoğun şikayetlerin olduğunu, maddi ve manevi açıdan etkilendiklerini ileri sürerek, baz istasyonunun kaldırılmasına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, dava konusu baz istasyonunun bu konudaki yasal mevzuat hükümlerinin gerektirdiği her türlü prosedür takip edilerek kurulduğunu, baz istasyonunun güvenlik sertifikasına sahip olduğunu, baz istasyonu tarafından yayıldığı belirtilen radyoaktif dalgaların insan sağlığını etkileyebilecek düzeyde bulunmadığını, dalgaların Dünya Sağlık Örgütü limitleri altında olduğunu, baz istasyonlarının şehir dışına çıkarılarak aynı hizmetin verilmesinin teknik açıdan olanaklı olmadığını ve davanın haksız olarak açıldığını belirterek davanın reddini talep etmiştir.

Mahkemece, kaldırılması istenilen baz istasyonunun davacıların evlerine 10 ve 6,50 m mesafede bulunduğu, yerden yüksekliğinin az olduğu ve baz istasyonunun konumu itibariyle davacılarda endişelerin oluşmasına neden olduğu ve psikolojilerini olumsuz yönde etkilediği, tedirginlik ve ümitsizlik yarattığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.

Davalı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Daire’ce bozulmuş, yerel Mahkemece, önceki kararda direnilmiş; hükmün davalı vekilince temyizi üzerine, Hukuk Genel Kurulu’nca “davacıların dar anlamda kesin bir zararlandırıcı işlemle karşı karşıya kaldıkları ve baz istasyonunun somut zarar verdiği dosya kapsamıyla kanıtlanmamış ise de, bu yöndeki ihtimale yönelik kamuoyunda süregelen açıklamaların davaya dayanak yapılmasıyla davacılar tarafından bilindiği bir psikolojik ortamda evine sadece 6,50 m mesafede bir baz istasyonu bulunmasının kendilerinde derin bir kaygı ortamı, tedirginlik ve ümitsizlik yaratması tabii olup, Anayasaca teminat altına alınan yaşam hakkı ve üzerinde ikamet ettiği konutundaki mülkiyet hakkı birlikte değerlendirildiğinde davacıların davalarının kabulünün gerektiği" gerekçesi ile direnme kararının onanmasına karar verilmiştir.

Davalı vekili bu kez karar düzeltme talebinde bulunmuştur.

Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava konusu baz istasyonunun Yönetmelikte (Elektronik Haberleşme Cihazlarına Güvenlik Sertifikası Düzenlenmesine İlişkin Yönetmelik) belirtilen limit değerlere ve güvenlik mesafesine uygun olup olmadığı ile davacıların sağlığına zarar verip vermediği konusunda uzman bilirkişiler marifetiyle keşif yapılarak sonucuna göre karar verilmesinin gerekip gerekmediği, burada varılacak sonuca göre yerel mahkemece açıklanan gerekçeyle baz istasyonun kaldırılmasına karar verilip verilemeyeceği noktasındadır.

Ne var ki, mahkemenin direnme kararı vermesinden ve Hukuk Genel Kurulu’nun onama kararından sonra davalı vekili verdiği karar düzeltme dilekçesinde; davaya konu baz istasyonunun şirketlerince sökülerek kaldırıldığını, buna ilişkin Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu yazısının bulunduğunu, bu durumda davanın konusuz kaldığını belirterek, gelişen bu yeni olgu nedeniyle direnme kararının bozulmasını istemiştir.

Hukuk Genel Kurulu’ndaki görüşmeler esnasında bazı üyelerce; karar düzeltme nedenlerinin 6100 sayılı HMK’nın geçici 3.maddesi yollamasıyla uygulanmakta olan 1086 Sayılı HUMK’nın 440.maddesinde sınırlı sayıda belirtilen durumların somut olayda söz konusu olmadığını, her davanın dava açılma tarihindeki şartlar göz önüne alınarak çözümlenmesinin gerektiğini ileri sürmüşler ise de; çoğunluk tarafından bu görüş kabul edilmeyerek davanın konusunu oluşturan baz istasyonu hakkında verilen karar henüz kesinleşmediği için karar düzeltme aşamasında sökülmesi halinde mahkemenin bu durumu değerlendirmesinin gerektiği kabul edilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nun 17.10.2012 gün ve 2012/4-822 E., 2012/727 K. sayılı kararı da aynı yöndedir.

Bu durumda, mahkemece; ortaya çıkan yeni durum değerlendirilerek bir karar verilmesi gerektiğinden davalı vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile Hukuk Genel Kurulu’nun onamaya ilişkin 20.02.2013 gün ve 2012/4-575 Esas., 2013/249 Karar sayılı ilamı kaldırılarak, direnme kararının bu değişik gerekçeyle bozulması gerekmiştir.

S O N U Ç : Davalı vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440.maddesi gereğince Hukuk Genel Kurulu’nun 20.02.2013 gün ve 2012/4-575 E.-2013/249 Karar sayılı onama kararının kaldırılmasına; yerel mahkeme direnme hükmünün yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerle BOZULMASINA, istek halinde temyiz ilam harcının ve karar düzeltme harcının yatırana geri verilmesine, 12.02.2014 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Pzr Mar 01, 2015 11:04 pm


İşçi alacakları için belirsiz alacak davası açılabilir.

Yargıtay 9.Hukuk Dairesi, 2013/10344 esas sayılı ve  2013/28364 karar sayılı , 06.11.2013 tarihli kararı

“..davanın her talep açısından eda (tahsil talebi ile) davası niteliğinde belirsiz alacak davası olduğu ve davacının talep ettiği alacakların dava açıldığı anda belirlenebilir olmadığı açıkça anlaşılmıştır…”

DAVA: Davacı, kıdem tazminatı, izin ücreti, genel tatil ücreti ile fazla çalışma ücreti alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkeme, davanın açılmamış sayılmasına karar vermiştir.

Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi N. Uçakcıoğlu tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

  1. A) Davacı İsteminin Özeti:

Davacı dava dilekçesinde, sigorta primlerinin gerçek ücretinden yatırılmadığını, çalışma döneminin bir kısmının SGK na hiç bildirilmediğini ve haklarının ödenmediğini iş akdini bu nedenlerle haklı olarak feshettiğini ileri sürerek, 1.000 TL kıdem tazminatı ile 1.000 TL izin ücreti, 1.000 TL genel tatil ücreti ve 5.000 TL fazla çalışma ücreti talep etmiştir.

Dava açıldığı sırada davacı tarafından, nispi (peşin) harç ve maktu başvurma harcı yatırılmıştır.

Davacı dava dilekçesinde açtığı davanın belirsiz alacak davası olduğunu belirtmiştir.

  1. B) Davalı Cevabının Özeti:

Davalı, davacının çalışmasının kesintili olduğunu, davacının talep ettiği alacakların zamanaşımına uğradığını savunarak, davanın reddini istemiştir.

  1. C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:

Mahkemece, “Belirsiz alacak davası HMK nun 107.maddesinde düzenlenmiş olup davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını veya değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkansız olduğu hallerde alacaklının hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar yada değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açılabileceğinin düzenlendiği, belirsiz alacak davasının eda davası niteliğinde olup davacının davanın başında belirleyebildiği miktarı belirterek dava açmak zorunda olduğu, eda davası olmakla birlikte yargılama sırasında belirlenecek kalan miktar için tespit niteliğinde olduğu, belirsiz alacak davası açılabilmesi için davacının dava açıldığı tarihte alacağın miktarını tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin objektif olarak mümkün olmaması, veya davacıdan bunun beklenememesi şartlarının mevcut olması gerektiği değerlendirilmiştir. Ancak belirsiz alacak davası açan davacı davayı açarken belirleyebildiği miktarı belirtmelidir. Bunun üzerinden harcını yatırarak davasını açmalıdır. Somut olayda taraflar arasında davacıya ödenen ücretin ihtilaflı olduğu, davalı tarafın cevap dilekçesinde davacıya asgari ücret ödendiğini savunduğu, çalışma süresi ve davalının asgari ücret ödendiğine dair savunması nazara alındığında davacı tarafın bu donelerle belirleyebildiği miktar üzerinden davasını harçlandırıp açması gerektiği, belirsiz alacak davası açılmasına dayanak olan ihtilafların davaya konu tazminat ve alacaklara hak kazanıp kazanılmamaya ilişkin ispat meselesi olup, bunun belirsiz alacak davası açan davacının davanın başında belirleyebildiği miktarı belirterek dava açma zorunluluğunu ortadan kaldırmayacağı değerlendirilerek davacı tarafa bu esaslara göre dava değerini belirlenebilir miktarlara kadar arttırıp harcını tamamlaması için usulüne uygun şekilde kesin süre tanınmış, harcın ikmal edilmemesi sebebiyle davanın açılmamış sayılmasına karar vermek gerekmiştir.” gerekçesiyle davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir.

  1. D) Temyiz:

Kararı davacı temyiz etmiştir.

  1. E) Gerekçe:

Taraflar arasında davanın niteliğine ilişkin uyuşmazlık bulunmaktadır.

6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 107. maddesinde belirsiz alacak ve tespit davası başlığı altında yeni bir dava türüne yer verilmiştir.

Maddeye göre;

(1) Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.

(2) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.

(3) Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir”.

Belirtmek gerekir ki belirsiz alacak ve tespit davası;

  1. Eda (tahsil talebi ile) davası niteliğinde belirsiz alacak davası(Fıkra 1),
  2. Tespit niteliğinde belirsiz alacağı tespit davası(Fıkra 3).
  3. Kısmi eda ve külli tespit davası(maddenin gerekçesinde) olmak üzere üç türlü açılabilir.

Davacı tahsil amaçlı belirsiz alacak davası açtığında, davanın başında belirleyebildiği miktarı belirterek dava açmak zorundadır. Bu dava eda davası olmakla birlikte yargılama sırasında belirlenecek kalan miktar için tespit niteliğindedir. Yargılama sırasında davacı belirlenen bakiye miktarı davanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağına tabi olmadan harcını tamamlayarak hüküm altına alınmasını talep edebilecektir. Bu durumda alacağın tamamı hüküm altına alınacağından ilama dayalı icra takibi yapılabilecektir.

Kısmi eda ve külli tespit davası olarak açıldığında, davacının başlangıçta belirleyebildiği miktarı dava dilekçesinde belirtmesine gerek yoktur. Kısmi davada olduğu gibi istediği miktarda açabilir ve alacağın belirleyemediği kalan kısmının tespitini isteyebilir. Bu durumda mahkeme kısmi olarak talep edileni tahsil, kalan kısmı ise tespit hükmü olarak hüküm altına alacaktır.

Madde içeriğinden, belirsiz alacak veya tespit davası açılması için, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin; davacının kendisinden beklenememeli (gerçekten belirleyememeli) veya bu (objektif olarak) olanaksız olmalıdır.

Açılacak davanın değeri veya miktarı biliniyor yahut belirlenebiliyor ise, belirsiz alacak ve tespit davası açılamaz. Zira madde gereği bu durumda davacının hukuki yararı yoktur.

Maddenin 2. fıkrasında açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabileceği belirtilmiştir.

6100 sayılı HMK.’un 107/2 maddesi ile ilgili olarak gerekçede şunlara yer verilmiştir. “Baştan miktar veya değeri tam olarak tespit edilemeyen bir alacak için, davacının böyle bir ihmal ya da kusurundan söz edilemez. Bu sebeple, belirsiz alacak veya tespit davası açıldıktan sonra, yargılamanın ilerleyen aşamalarında, karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delilerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneğin, bilirkişi ya da keşif incelemesi sonrası), baştan belirsiz olan alacak belirli hale gelmişse, başında belirtmiş olduğu talebini artırabilmesi benimsenmiştir.”

Buradan hareketle dava konusu alacağın değeri veya miktarı karşı tarafın (işverenin) vereceği bilgi veya tahkikat aşamasında belirlenecek (bilirkişiden hesap raporu alınması gibi) ise alacağın dava açıldığında davacı tarafından objektif olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği kabul edilmelidir. Bu nedenle maddenin birinci ve ikinci fıkrasının birlikte değerlendirilmesi gerekir.

Her ne kadar 107. madde de belirtilmemiş ise de belirsiz alacak ve tespit davası açılabilmesi için kısmi dava başlığı altında düzenlenen HMK.’un 109/2 maddesinin göz ardı edilmemesi gerekir. Zira hükme göre “Talep konusunun miktarı, taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli ise kısmi dava açılamaz”. Burada talep konusunun taraflar arasında belirli olması halinde kısmi dava açılamayacağı vurgulanmıştır. Kısaca davacı alacağı belirli değil ise belirsiz alacak ve tespit davası açabileceği gibi fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak kısmi dava da açabilecektir. Alacak miktarı belirli ise kısmi dava veya belirsiz alacak ve tespit davası açılamaz.

Ancak madde de ayrıca talep konusunun miktarının taraflar arasında tartışmasız olması halinde kısmi dava açılamayacağı belirtilmiştir. O halde talep konusunun miktarı taraflar arasında tartışmalı ise davacı kısmi dava açabilir. Davacı, alacak miktarı tartışmalı olduğunda kısmi dava yerine belirsiz alacak davasına da başvurabilmelidir.

Bir alacağın davanın açıldığı anda belirli mi belirsiz mi, tartışmalı mı tartışmasız mı olduğu konusunda yukarda belirtilen hükümlerden hareketle uygulamada bazı ölçütler getirilmiştir.

Bunların başında gelen en önemli kriter alacağın likit olup olmadığı ölçütüdür. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu likit alacak kavramını açıklamıştır. Yargıtay’a göre; “Likit bir alacaktan söz edilebilmesi için ise; ya alacağın gerçek miktarının belli ve sabit olması ya da borçlusu tarafından belirlenebilmesi için bütün unsurların bilinmesi veya bilinmesinin gerekmekte olması; böylece, borçlunun borç tutarını tahkik ve tayin etmesinin mümkün bulunması; başka bir ifadeyle, borçlunun yalnız başına ne kadar borçlu olduğunu tespit edebilir durumda olması gerekir. Bu koşullar yoksa, likit bir alacaktan söz edilemez. Diğer bir anlatımla, icra inkar tazminatı, alacaklının genel mahkemede açtığı itirazın iptali davası sonucunda borçlunun itirazının haksızlığına karar verilmesi durumunda alacaklı yararına hükmolunan icra hukukuna özgü bir tazminattır. Borçlunun ne kadar borçlu olduğunun saptanması ve itirazında haklı olup olmadığının belirlenmesi ön koşuldur. Borçlunun ödeme emrine karşı itirazın yapıldığı andaki durumu itibariyle haksızlığı saptanacak ancak haklı çıkma durumuna uygun alacak miktarı esas alınarak alacaklı yararına icra inkar tazminata hükmedilmesi gerekecektir(HGK. 14.07.2010 gün ve 2010/19-376 E, 2010/397 K, HGK)”.

Görüldüğü gibi likit olma ölçütünde Yargıtay; “Alacağın gerçek miktarının belli ve sabit olmasını ya da belirlenebilmesi için bütün unsurların bilinmesi veya bilinmesinin gerekmekte olmasını aramaktadır. Kısaca davacının yalnız başına ne kadar alacaklı olduğunu tespit edebilir durumda olması gerekir. Bu koşullar yoksa, likit bir alacaktan söz edilemez.

Diğer taratan yargılama (tahkikat aşamasında) sırasında hesap raporu alınmasını gerektiren her alacak belirsiz kabul edilmelidir. Davacının talep ettiği dava konusu alacağın miktarı veya değeri belirli ise hesap raporu alınmasına da gerek yoktur. Zira bu durumda hak kazanma veya ispat olgusu ayrık olmak üzere tartışmalı bir alacaktan söz edilemez. Zaten kanunun 107/2 maddesinde bu olgu “tahkikat sonucu belirlenme” olarak vurgulanmıştır. İş uyuşmazlıklarında genel olarak alacağın kesin ve net tutarı, ancak bir yargılama sürecinden ve bilirkişi incelemesinden sonra tam olarak tespit edilebilmektedir. Bu anlamda kıdem, ihbar ve kötüniyet tazminatı giydirilmiş ücretten hesaplanır. Giydirilmiş ücrete işçinin çıplak ücreti yanında, ücret eklentileri ve sosyal yardımlar dahil edilir. (17.10.2012 gün ve 2012/9-838 E, 2012/715 K).

Keza, dava konusu alacak miktarının veya değerinin belirlenmesi yargılama sırasında başka bir olgunun (ki bu işçilik alacakların çalışma olgusu, tazminat ve alacaklara esas süre ve ücret yönünden kendini gösterir) tespitini gerektirdiği durumlarda alacak belirsiz ve tartışmalı kabul edilmelidir.

Hakimin takdiri veya yasal nedenlerle indirim yapılarak alacak miktarı veya değerinin belirlenmesi halinde alacak belirsizdir(Dairemizin 27.02.2012 gün ve 2012/1757 Esas 2012/5742 Karar sayılı kararı).

Dava konusu alacak karşı tarafın vereceği bilgi veya belgelerle belirlenecekse, alacak belirsiz kabul edilmelidir. Karşılaştırmalı hukukta geçerli olan bu kriter 107. maddenin 2. fıkrasının başlangıcında “karşı tarafın vereceği bilgi sonucu” yargılama sırasında belirlenme olarak kabul edilmiştir. Yıllık ücretli izin alacağı, izin defterinin; fazla mesai ve tatil çalışmaları kayda dayandığında puantaj (işe devam çizelgeleri) kayıtlarının işveren tarafından sunulması ile belirlenebilecektir. İş Hukukunda maddi hukuk kuralları içinde işverene kayıt tutma yükümlülüğü getirilmiştir. Bu belgelerle ilgili yükümlülükleri yerine getirmeyen işverenin açılacak davada alacağın belirlenebilir olduğu savunması yerinde olmayacaktır. İşçinin alacağının belirlenmesi kayda dayandığında, kayıtlı belgeleri sunmayan veya işçiye vermeyen işveren, belirsiz alacak davası açılmasının sonuçlarına katlanmak zorundadır.

Dairemizin kısmi dava ile ilgili verdiği bu ölçütleri kabul eden Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 17.10.2012 gün ve 2012/9-838 Esas, 2012/715 Karar sayılı kararında “ “İşçilik alacaklarının özelliği de dikkate alınarak, bu alacaklarda, talep konusunun miktarının taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli olduğunu söylemek mutlak olarak doğru olmadığı gibi, aksinin kabulü de doğru olmayacağını, talep konusu işçilik alacakları belirli olup olmadığının somut olayın özelliğine göre değerlendirilmesi ve sonuca gidilmesinin daha doğru olacağını” açıkça belirmiştir.

6100 sayılı HMK.’un 114. Maddesinde davacının dava açmakta hukuki yararının bulunması, dava şartı olarak belirtilmiştir. Belirsiz alacak ve tespit davasında, kanun açıkça alacak miktarının veya değerinin belirlenememesi veya olanaksız olması halinde, davacının belirsiz alacak davası açmasında hukuki yararının varsayılacağını öngörmüştür. Kısaca dava açıldığında alacak belirli değil veya tartışmalı ise, belirsiz alacak ve tespit davası açılması için hukuki yarar vardır.

Davacının, aynı davalıya karşı olan birbirinden bağımsız birden fazla talebini, aralarında bir derecelendirme ilişkisi yani aslîlik–ferîlik ilişkisi kurmadan aynı dava dilekçesinde ileri sürmesine davaların yığılması denir(HMK. Mad.110). Birden fazla istemin yer aldığı ve işçi-işveren uyuşmazlıklarında işçinin işçilik alacakları için açtığı davanın örnek teşkil ettiği bir dava türüdür. Davacı birçok talebini, tek bir dava dilekçesi ile talep etmektedir. Aslında kural olarak talep sayısınca dava mevcuttur. Davacı her bir talebi için dava dilekçesinde olguları (vakıaları) ayrı ayrı belirtilmek ve ispat yükü kendisinde ise ispat etmek zorundadır. Yapılan yargılamada her bir talep hakkında ayrı ayrı inceleme yapılır. Yargılama sonunda da her biri hakkında olumlu veya olumsuz karar verilir. İşte davaların yığılması halinde, davacının isteklerinin bir kısmi belirli bir kısmi belirsiz alacak davası konusu olabilir. Bu durumda talep edilen alacaklardan açıkça belirli olan ve tartışmalı olmayanlar için belirsiz alacak davası veya kısmi dava ile talepte bulunulamaz. Bu nedenle dava şartlarının da her talep açısından ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir. Bir talep için dava şartının yokluğu, dava şartı olan ve gerçekleşen talepler içinde davanın usulden reddini gerektirmez.

Dosya içeriğine göre davacı vekili dava dilekçesinde, müvekkili işçinin davalı işveren nezdinde çalıştığı süreyi ve aldığı net ücreti belirterek kıdem tazminatı ile izin ücreti, genel tatil ücreti ve fazla çalışma ücreti alacaklarını, dava dilekçesinde belirtilen miktarlarda tahsili için belirsiz alacak davası açmıştır.

Mahkemece 31/05/2013 tarihli 1 nolu celsede alınan bir numaralı ara kararda aynen; “Davacı vekilinin davasının belirsiz alacak davası olduğunu beyan etmesi sebebiyle cevap dilekçesi içeriği de nazara alınarak taleplerini belirlenebilir miktarlara arttırıp harcını ikmal etmesi için BİR HAFTALIK KESİN SÜRE verilmesine, aksi halde davanın açılmamış sayılacağına karar verileceğinin ihtarına (ihtarat yapıldı).” denmiştir.

Yine mahkemece 01/08/2013 tarihli 2 nolu celsede “…davacı tarafa bu esaslara göre dava değerini belirlenebilir miktarlara kadar arttırıp harcını tamamlaması için usulüne uygun şekilde kesin süre tanınmış, harcın ikmal edilmemesi sebebiyle davanın açılmamış sayılmasına karar vermek gerekmiştir.” gerekçesiyle davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir.

Objektif dava birleşmesi şeklinde açılan iş bu davada her talebin ayrı bir dava konusu olduğu, davanın her talep açısından eda (tahsil talebi ile) davası niteliğinde belirsiz alacak davası olduğu ve davacının talep ettiği alacakların dava açıldığı anda belirlenebilir olmadığı açıkça anlaşılmıştır.

Yukarıda açıklanan nedenlerle talep olunan alacaklarla ilgili olarak esastan bir karar verilmesi gerekirken mahkemece yanılgılı bir değerlendirme ile “…davacı tarafa bu esaslara göre dava değerini belirlenebilir miktarlara kadar arttırıp harcını tamamlaması için usulüne uygun şekilde kesin süre tanınmış, harcın ikmal edilmemesi sebebiyle davanın açılmamış sayılmasına karar vermek gerekmiştir.” gerekçesiyle davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi bozmayı gerektirmiştir.

  1. F) Sonuç:

Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebepten dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 06/11/2013 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararları • BOŞANMA DAVASI DEVAM EDERKEN KADININ BAŞKA KİŞİDEN HAMİLE KALMASI, KUSUR DURUMU

YARGITAY Hukuk Genel Kurulu
ESAS: 2013/604
KARAR: 2014/38

Taraflar arasındaki “boşanma, velayet, nafaka, maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Konya/Ereğli 2.Asliye Hukuk Mahkemesince (Aile Mahkemesi sıfatıyla) davanın kısmen kabulüne dair verilen 07.02.2012 gün ve 2010/640 Esas-2012/53 Karar sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2.Hukuk Dairesinin 05.12.2012 gün ve 2012/9585 E-2012/29349 K. sayılı ilamı ile;

(…1-Mahkemece davalı koca tam kusurlu kabul edilerek boşanmaya karar verilmiş ise de; yapılan soruşturma ve toplanan delillerden davalı kocanın birlik görevlerini yerine getirmediği, eşine hakaret ettiği, davacı kadının ise Türk Medeni Kanununun 185/son maddesi gereğince boşanma davası devam ederken bir başkası ile ilişkiye girip karardan önce 06.09.2011 tarihinde Poyraz isimli bir çocuğunun olduğu, bu durumda sadakatsiz olan davacının boşanmaya neden olan olaylarda daha ziyade kusurlu olup, boşanma davası yönünden Türk Medeni Kanununun 166/2.maddesi koşullarının oluştuğu anlaşılmıştır. Hal böyle iken davalı koca tam kusurlu kabul edilmesi doğru olmadığı gibi davalının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazlarının da reddine karar vermek gerekmiştir.

2-Toplanan delillerden davacı kadının ağır kusurlu olduğu anlaşılmaktadır. Türk Medeni Kanununun 175.maddesi koşulları oluşmamıştır. Davacı kadının yoksulluk nafakası isteminin reddi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir.

3-Davacı kadının ağır kusurlu olduğu anlaşılmıştır. Ağır kusurlu eş yararına maddi ve manevi tazminata hükmedilemez. Davacı kadının maddi ve manevi tazminat isteminin reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

4-Türk Medeni Kanununun 174/1.maddesi mevcut veya beklenen bir menfaati boşanma yüzünden haleldar olan kusursuz ya da daha az kusurlu tarafın, kusurlu taraftan uygun bir maddi tazminat isteyebileceğini, 186. maddesi, eşlerin evi birlikte seçeceklerini, birliğin giderlerine güçleri oranında emek ve mal varlıkları ile katılacaklarını öngörmüştür. Toplanan delillerden boşanmaya sebep olan olaylarda maddi tazminat isteyen eşin diğerinden daha ziyade ve eşit kusurlu olmadığı anlaşılmaktadır. Boşanma sonucu bu eş, en azından diğerinin maddi desteğini yitirmiştir. O halde mahkemece, tarafların sosyal ve ekonomik durumları ile kusurları ve hakkaniyet ilkesi (TMK. md. 4 TBK. md. 50 ve 52 ) dikkate alınarak davalı yararına uygun miktarda maddi tazminat verilmelidir. Bu yönün dikkate alınmaması doğru görülmemiştir.

Türk Medeni Kanununun 174/2.maddesi, boşanmaya sebebiyet vermiş olan olaylar yüzünden kişilik hakları saldırıya uğrayan tarafın, kusurlu olandan manevi tazminat isteyebileceğini öngörmüştür. Toplanan delillerden evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına sebep olan olaylarda tazminat isteyen davalının ağır ya da eşit kusurlu olmadığı, bu olayların kişilik haklarına saldırı teşkil ettiği anlaşılmaktadır. O halde mahkemece, tarafların sosyal ve ekonomik durumları, tazminata esas olan fiilin ağırlığı ile hakkaniyet kuralları (TMK. md. 4 TBK. md. 50, 51, 52, 58) dikkate alınarak davalı yararına uygun miktarda manevi tazminata hükmedilmesi gerekir. Bu yönün dikkate alınmaması doğru görülmemiştir…)

gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, evlilik birliğinin temelinden sarsılması nedenine dayalı boşanma, velayet, nafaka, maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir.
Mahkemece, davalı kocadan kaynaklanan nedenlerle evlilik birliğinin temelinden sarsılmış olduğu kabul edilerek davacı tarafından açılan davanın kabulü ile tarafların boşanmalarına, davacının yoksulluk ve iştirak nafakası taleplerinin kabulüne, maddi ve manevi tazminat taleplerinin ise kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Davalı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde gösterilen nedenlerle bozulmuş; mahkemece, önceki kararda direnilmiştir. Direnme kararını, davalı vekili temyize getirmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; boşanma davasında dava açıldıktan sonra gerçekleşen sadakatsiz davranışların mevcut davada eşlerin kusur durumlarının belirlenmesinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 185/3.maddesi uyarınca “Eşler birlikte yaşamak, birbirine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar.” Kanunda belirtilen bu sadakat yükümlülüğü, evliliğin yasal olarak son bulmasına kadar devam edecektir. Başka bir deyişle, mahkemelerce boşanma kararı verilmiş olmasına rağmen bu karar henüz kesinleşmediği sürece evlilik birliği devam ettiğinden bu aşamada eşlerin sadakat yükümlülüğüne aykırı davranışlarının dikkate alınmasının gerektiği kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir (Aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulu’nun 26.11.2008 gün ve 2008/2-698 E., 2008/711 K.; 22.12.2010 gün ve 2010/2-636- 680 E., K., 13.07.2011 gün ve 2011/2-403- 509 E., K.; 12.12.2012gün ve 2012/2-526-1102 E., K. sayılı ilamlarında da benimsenmiştir).

Somut olayda; davalı kocanın temyiz aşamasında 29.11.2012 havale tarihli dilekçesine eklediği Konya/Ereğlisi Cumhuriyet Savcılığının 2012/761 soruşturma nolu evrakı içeriğine göre, davacı kadının Cumhuriyet Savcısı tarafından alınan beyanında evlilik birliği sırasında üçüncü kişi ile birlikteliklerinden 06.09.2011 tarihinde bir çocuk dünyaya getirdiğini beyan etmiş, yine doğum raporuna göre de, davacı kadının 06.09.2011 tarihinde çocuk dünyaya getirdiği anlaşılmaktadır.

O halde, sadakat yükümlüğünün ihlali nedeniyle taraflar arasındaki ortak hayatı temelinden sarsacak ve evlilik birliğinin devamına imkân vermeyecek derecede bir geçimsizlik bulunduğu sabit olduğundan davacı kadının daha fazla kusurlu olduğunun kabulü gereklidir.

Görüşmeler sırasında bir kısım üyeler davadan sonra gerçekleşen olayların kusur değerlendirmesine esas alınamayacağını, ayrıca davalının savunmasını ancak karşı tarafın açık muvafakati ya da ıslahı ile genişletmesinin mümkün olduğunu, böyle bir usul işleminin de gerçekleşmediğini belirterek davalının dava açıldıktan sonra gerçekleşen bir vakıayı daha sonra ileri sürmesinin mümkün olmadığı yönünde görüş beyan etmiş iseler de, bu görüş yukarıda belirtilen nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.

Bu itibarla; Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

S O N U Ç : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “ Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanun’un 440/1.maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 22.01.2014 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Pzt Şub 23, 2015 10:01 pm


Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararları • BAĞKUR SİGORTALILIK SÜRESİNİN TESPİTİ DAVASI, RESEN TESCİL İŞLEMİ…

YARGITAY Hukuk Genel Kurulu
ESAS: 2013/502
KARAR: 2014/12

Taraflar arasındaki “iptal ve tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Muğla 1.Asliye Hukuk Mahkemesi’nce (İş Mahkemesi Sıfatıyla) davanın kabulüne dair verilen 18.08.2010 gün ve 2009/598 E.-2010/438 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 21.Hukuk Dairesi’nin 28.11.2011 gün ve 2010/11242 E.-2011/11549 K. sayılı ilamı ile;

(…1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerektirici nedenlere göre davalı Kurumun aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki diğer temyiz itirazlarının reddine,

2-Dava, 01.10.2008-15.07.2009 tarihleri arasında Tarım Bağ-Kur sigortalısı olmadığının, 15.7.2009 tarihli talebine istinaden 01.08.2009 tarihi itibariyle 506 ve 5510 sayılı Yasa’lar gereği yaşlılık aylığına hak kazandığının tespiti istemine ilişkindir.

Mahkemece, davanın kabulü ile davacının 01.10.2008-15.07.2009 tarihleri arasındaki Tarım Bağ-Kur sigortalılığının iptaline, davacının 15.07.2009 tarihli talebi uyarınca 01.08.2009 tarihinden itibaren 506 ve 5510 sayılı yasalar gereği yaşlılık aylığı hak kazandığının tespitine her maaş için hak ettiği aydan itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan alınıp davacıya verilmesine karar verilmiştir.
Dosyadaki kayıt ve belgelerden, davacının Ziraat Odasındaki kaydına dayanılarak Kurum tarafından 01.05.1995 tarihi itibariyle Tarım Bağ-Kur sigortalısı olarak tescil edildiği, 21.05.2004- 21.10.2009 tarihleri arasında Ziraat Odasına kayıtlı olduğu, 20.10.2004,08.11.2007 ve 18.12.2007 tarihlerinde Tarım Bağ-Kur sigortalılığı için prim ödediği,01.05.2006-28.12.2007 tarihlerinde SSK isteğe bağlı sigortalı iken çakışan Bağ-Kur hizmetleri nedeniyle iptal edilen bu döneme ait primlerin 2006/5, 2007/11 aylarına mahsup edilmek üzere Bağ-Kur dosyasına aktarıldığı, talep tarihinde kabul edilen sigortalılık için 14.09.2009 tarihinde 1.300 TL prim tahsil edildiği, R. Süt merkezine ait müstahsil raporunda 31.08.2008-31.08.2009 tarihleri arasında davacıya ödenen miktarların aylık 24,23 TL-178,75 TL arasında olduğu, Yatağan Ziraat odasının 14.09.2009 tarihli muafiyet belgesinde davacının 2008 yılı üretim beyanına göre aylık net gelirinin 59,07 TL olduğu anlaşılmaktadır.

5510 Sayılı Yasa’nın 6/1-ı maddesinde; Kamu idareleri hariç olmak üzere, tarım işlerinde veya orman işlerinde hizmet akdiyle süreksiz işlerde çalışanlar ile tarımda kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanlardan; tarımsal faaliyette bulunan ve yıllık tarımsal faaliyet gelirlerinden, bu faaliyete ilişkin masraflar düşüldükten sonra kalan tutarın aylık ortalamasının, bu Kanunda tanımlanan prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz katından az olduğunu belgeleyenlerin 4’üncü maddeye göre sigortalı sayılmayacağı ve 5510 Sayılı Yasanın 6/2.maddesinde; Birinci fıkranın (ı) bendinin uygulanmasında, Türkiye Ziraat Odaları Birliğinin görüşünün alınacağı bildirilmiştir.
Yapılacak iş, davacının üzerine kayıtlı ya da zilyetlikle sahip olduğu tüm zirai gayrimenkullerin miktarını belirleyip, Muğla İlinde yılda kaç ürün alındığını ve hangi ürünlerin ekildiğini belirledikten sonra, ayrıca süt satışına ilişkin belgelerin toplanarak ve gelirleri belirlendikten sonra Türkiye Ziraat Odaları Birliğinden görüş alınması, yaşlılık aylığı döneminde prim borcunun esas hizmet süresi ile ilgili olup olmadığının sorularak tüm bu hususlar çerçevesinde sonuca göre karar vermektir.

O halde, davalı Kurumun bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır…)

gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, tarım Bağ-Kur sigortalılık süresinin iptali ile 506 sayılı Kanun uyarınca yaşlılık aylığına hak kazanıldığının tespiti ve yaşlılık aylığının faizi ile ödenmesi istemlerine ilişkindir.

Davacı vekili dava dilekçesinde özetle, davacının 28.12.2007 tarihinde 506 sayılı Kanun kapsamında çalışmaya başladığı ve tarımsal faaliyetine son verdiğini, 506 sayılı Kanun uyarınca yaşlılık aylığı bağlanması talebi üzerine Kurumca yapılan inceleme sırasında, 01.10.2008-15.07.2009 tarihleri arasında 5510 sayılı Kanun’un 4/1-b-4.maddesi kapsamında re’sen tescil edilerek, bu sigortalılık nedeniyle son yedi yıl fiili hizmet süresinin daha fazlasının 506 sayılı Kanun kapsamında olmadığı gerekçesiyle, yaşlılık aylığı talebinin reddedildiğini ancak, re’sen tescil edildiği bu süre içinde tarımsal faaliyeti bulunmadığı gibi, meslek kuruluşunca bildirim de yapılmadığından, Kurumun re’sen tescil işleminin 5510 sayılı Kanun’un Geçici 7.maddesine uygun olmadığını ayrıca, ziraat odası tarafından düzenlenen muafiyet belgesi uyarınca anılan Kanun’un 6/ı maddesi kapsamında olduğu açık olduğundan, kapsama girdiği tarih itibariyle sigortalılığın sona erdirilmesi ve kaydının terkini gereğinin de yerine getirilmediğini belirterek, 01.10.2008-15.07.2009 döneminde tarım Bağ-Kur sigortalısı olmadığının tespiti ile, 15.07.2009 tarihli talebine istinaden 01.08.2009 tarihi itibariyle 506 ve 5510 sayılı Kanun’lar gereği SSK’dan yaşlılık aylığı almaya hak kazandığının tespiti ile aylığın 01.08.2009 tarihinden itibaren faizi ile birlikte ödenmesini talep edilmiştir.

Davalı Sosyal Güvenlik Kurumu (S.. S..) vekili cevap dilekçesinde özetle; davacı 1260 gün sigortalılık şartını yerine getirmeden tahsis talebinde bulunduğundan yaşlılık aylığı bağlanmadığını belirtilerek, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, davanın kabulü ile davacının 01.10.2008-15.07.2009 tarihleri arasındaki tarım Bağ-Kur sigortalılığının iptaline, 01.08.2009 tarihinden itibaren 506 ve 5510 sayılı Kanun’lar gereği yaşlılık aylığı hak kazandığının tespitine dair verilen karar, davalı S.. S..B vekilinin temyizi üzerine Özel Daire tarafından yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuş, mahkemece, önceki gerekçe tekrarlanmak suretiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararı, davalı S.. S.. vekili tarafından temyiz edilmektedir.

Uyuşmazlık, Kurumun davacıyı 5510 sayılı Kanun’un 4/1-b-4 maddesi kapsamında re’sen tescil işleminin usulüne uygun olup olmadığı ile tarımsal faaliyete ve prim borcuna ilişkin araştırmanın yeterli olup olmadığı noktalarında toplanmaktadır.

Bilindiği üzere, 2926 sayılı Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu’nun “Sigortalılığın sona ermesi” başlıklı 6.maddesi;

“Bu Kanuna göre sigortalı sayılanlardan;
a)Tarımsal faaliyette bulunanlar, tarımsal faaliyetlerine son verdikleri tarihte,
b)Diğer sosyal güvenlik kuruluşları kapsamına tâbi bir işte çalışanların, çalışmaya başladıkları tarihten bir gün önce,
Sigortalılıkları sona erer.”
01.10.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile 2926 sayılı Kanun yürürlükten kaldırılarak, tarımsal faaliyette bulunanların sigortalılıkları 5510 sayılı Kanun ile düzenleme altına alınmıştır.

5510 sayılı Kanun’un 17.04.2008 tarih ve 5754 sayılı Kanun’un 2.maddesi ile değişik “Sigortalı sayılanlar” başlıklı 4.maddesi uyarınca;
“Bu Kanunun kısa ve uzun vadeli sigorta kolları uygulaması bakımından;
a)Hizmet akdi ile bir veya birden fazla işveren tarafından çalıştırılanlar,
b)Köy ve mahalle muhtarları ile hizmet akdine bağlı olmaksızın kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanlardan ise;
1)Ticarî kazanç veya serbest meslek kazancı nedeniyle gerçek veya basit usûlde gelir vergisi mükellefi olanlar,
2)Gelir vergisinden muaf olup, esnaf ve sanatkâr siciline kayıtlı olanlar,
3)Anonim şirketlerin yönetim kurulu üyesi olan ortakları, sermayesi paylara bölünmüş komandit şirketlerin komandite ortakları, diğer şirket ve donatma iştiraklerinin ise tüm ortakları,
4)Tarımsal faaliyette bulunanlar, …
sigortalı sayılırlar.”

Kanun’un “1479 sayılı Kanuna ilişkin geçiş hükümleri” başlıklı Geçici 8.maddesi ise, “Kanunun 4’üncü maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin (4) numaralı alt bendine göre sigortalı sayılanların hak ve yükümlülüğü ise 7’nci maddenin birinci fıkrasının (b) bendine göre başlar.” düzenlemesi ile tarımsal faaliyette bulunanların sigortalılık başlangıçlarının anılan Kanun’un 7.maddesinin birinci fıkrasının (b) bendine göre başlayacağını hükme bağlamıştır.
Anılan maddenin atıfta bulunduğu ve “Sigortalılığın başlangıcı” başlıklı 7.madde;
“Sigorta hak ve yükümlülükleri 4’üncü maddenin birinci fıkrasının;

a) (a) bendi kapsamında sigortalı sayılanlar için çalışmaya, meslekî eğitime veya (…) (1) staja başladıkları tarihten,
b) (Değişik: 17/4/2008-5754/5 md.) (b) bendi kapsamında sigortalı sayılanlardan, gelir vergisi mükellefi olanlar ile şahıs şirketlerinden kolektif, adi komandit şirketlerin komandite ve komanditer ortakları ve donatma iştiraki ortaklarının vergi mükellefiyetlerinin başladıkları tarihten; sermaye şirketlerinden limited şirket ortakları ile sermayesi paylara bölünmüş komandit şirketlerin komandite ortaklarının, şirketin ticaret sicil memurluklarınca tescil edildikleri tarihten; anonim şirketlerin yönetim kurulu üyesi olan ortaklarının yönetim kuruluna seçildikleri tarihten; gelir vergisinden muaf olanların ise esnaf ve sanatkâr siciline kayıtlı oldukları tarihten; tarımda kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanlar için tarımsal faaliyetlerinin kanunla kurulu ilgili meslek kuruluşlarınca veya kendilerince, bir yıl içinde bildirilmesi halinde kaydedildiği tarihten, bu süre içinde bildirilmemesi halinde ise bildirimin Kuruma yapıldığı tarihten; köy ve mahalle muhtarları için seçildikleri tarihten; 4’üncü maddenin üçüncü fıkrasında belirtilenler için ise lisans belgesine istinaden fiilen çalışmaya başladıkları tarihten,

c) (Değişik: 17/4/2008-5754/5 md.) (c) bendi kapsamında sigortalı sayılanlar için, göreve başladıkları veya bu Kanunun 4 üncü maddesinin dördüncü fıkrasının (d) ve (e) bentleri kapsamındaki okullarda öğrenime başladıkları tarihten,itibaren başlar.
Birinci fıkranın (b) bendinin uygulanmasında, gelir vergisinden muaf olanlar ile tarımda kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanların kayıt ve tescil işlemleri ile ilgili olarak kanunla kurulmuş ilgili meslek kuruluşlarının görüşleri alınır.” şeklinde düzenlenmiştir.
Öte yandan, 5510 sayılı Kanun’un “Sigortalı sayılmayanlar” başlıklı 6.maddesi ile;
“Bu Kanunun kısa ve uzun vadeli sigorta kolları hükümlerinin uygulanmasında;

ı) Kamu idarelerinde ve Kanunun ek 5’inci maddesi kapsamında sayılanlar hariç olmak üzere, tarım işlerinde veya orman işlerinde hizmet akdiyle süreksiz işlerde çalışanlar ile tarımda kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanlardan; tarımsal faaliyette bulunan ve yıllık tarımsal faaliyet gelirlerinden, bu faaliyete ilişkin masraflar düşüldükten sonra kalan tutarın aylık ortalamasının, bu Kanunda tanımlanan prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz katından az olduğunu belgeleyenler ile 65 yaşını dolduranlardan talepte bulunanlar,

4’üncü ve 5’inci maddelere göre sigortalı sayılmaz.

Birinci fıkranın (ı) bendinin uygulanmasında, Türkiye Ziraat Odaları Birliğinin görüşü alınır.
Bu maddenin uygulamasına ilişkin usûl ve esaslar, Kurum tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.” hükmü ile sigortalı sayılmayacakları açıklamıştır.

Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, 5510 sayılı Kanun’a 17.04.2008 tarih ve 5754 sayılı Kanun’un 73.maddesi ile eklenen Geçici 13.madde ile; “Bu Kanunun 4’üncü maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi…(4) numaralı alt bendinde belirtilenler için 80’inci maddenin ikinci fıkrasının (a) bendinde belirtilen “otuz” ibaresi ile (4) numaralı alt bendinde belirtilenler için, bu Kanunun 6’ncı maddesinin birinci fıkrasının (ı) bendinde belirtilen “otuz” ibaresi, bu maddenin yürürlüğe girdiği yıl için “onbeş” olarak uygulanır ve prime esas günlük kazancın otuz katını geçmemek üzere takip eden her yıl için bir puan artırılır.”

Sigortalılık süresinin sona erme hali ise 5510 sayılı Kanun’un 9.maddesinde düzenlenmiştir.

Buna göre,

“Kısa ve uzun vadeli sigorta kolları bakımından sigortalılık;
a) 4’üncü maddenin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalıların, hizmet akdinin sona erdiği tarihten,
b) 4’üncü maddenin birinci fıkrasının (b) bendi kapsamındaki sigortalıların;
1) Gelir vergisi mükellefi olanlar için, mükellefiyetlerini gerektiren faaliyetlerine son verdikleri tarihten,
2) (Değişik: 17/4/2008-5754/7 md.) Gelir vergisinden muaf olanlar için, esnaf ve sanatkâr sicili kaydının silindiği veya 6’ncı maddenin birinci fıkrasının (k) bendi kapsamına girdiği tarihten,

3) (Değişik: 17/4/2008-5754/7 md.) 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (3) numaralı alt bendi kapsamına girenlerden, şahıs şirketlerinden kolektif, adi komandit şirketlerin komandite ve komanditer ortakları ve donatma iştiraki ortaklarının vergi mükellefiyetlerinin sona erdiği tarihten, sermayesi paylara bölünmüş komandit şirketlerin komandite ortaklarının, şirketin ticaret sicil memurluğundan kaydının silindiği tarihten, limited şirket ortaklarından hisselerinin tamamını devreden sigortalıların, hisse devrinin yapılmasına ortaklar kurulunca karar verildiği tarihten, anonim şirketlerin yönetim kurulu üyesi olan ortaklarının yönetim kurulu üyeliklerinin sona erdiği tarihten, iflas veya tasfiye durumu ile münfesih duruma düşen şirketler için ortağın talep etmesi halinde, mahkeme kararı ile iflasın, tasfiyenin açılmasına, ortaklar kurulu kararı ile tasfiyenin başlamasına veya şirketin münfesih duruma düşmesine karar verildiği, ortakların talepte bulunmaması halinde, mahkemece iflasın kapatılmasına karar verildiği, tasfiyesi sonuçlanan şirketlerin ortaklıklarının ise tasfiye kurulu kararının ticaret sicili memurluğunca tescil edildiği tarihten,
4) (Mülga: 17/4/2008-5754/7 md.)

5) (Değişik: 13/2/2011-6111/28 md.) Tarımda kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanlar için, tarımsal faaliyetinin sona erdiği veya 6 ncı maddenin birinci fıkrasının (ı) bendi uyarınca muafiyet kapsamına girdiği yahut 65 yaşını doldurması nedeniyle talepte bulunduğu tarihten,

itibaren sona erer.

Birinci fıkranın (a), (c) ve (d) bentlerine göre sigortalılığı sona erenlerin durumları işverenleri tarafından, (b) bendinde belirtilen şekillerde sona erenlerin durumları ise kendileri ve sözü edilen bentte belirtilen faaliyetin sona erme halinin bildirildiği kuruluşlar veya vergi daireleri tarafından, en geç on gün içinde Kuruma bildirilir. Bu kişilerin meslek kuruluşlarına ya da vergi dairelerine olan yükümlülüklerini yerine getirmemiş olmaları, sigortalılığın sona ermesine ilişkin belge ya da bilginin verilmesine engel teşkil etmez. (Ek cümle: 13/2/2011-6111/28 md.) Vergi dairelerince vergi mükellefiyetinin sona erdiğine ilişkin yapılacak bildirimlerde bu süre vergi mükellefiyeti terk işleminin tesis tarihinden itibaren iki ayı geçmemek üzere vergi mükellefinin işi bırakma işlemlerinin vergi dairelerince tekemmül ettirildiği tarihten başlar.

Birinci fıkranın (e) bendine göre sigortalılığı sona erenler ile 8’inci maddenin birinci fıkrasının (c) bendine göre bildirimi yapılan sigortalıların, sigortalılığının sona ermesine ilişkin bildirimleri, üç ay içinde Kuruma yapılır.”

Açıklanan mevzuat hükümleri gözetildiğinde, 01.10.2008 tarihinden itibaren tarımsal faaliyette bulunanların, 5510 sayılı Kanun’un 4/b-4.maddesi kapsamında zorunlu sigortalı oldukları, bu sigortalılıklarının, tarımsal faaliyetlerinin kanunla kurulu ilgili meslek kuruluşlarınca veya kendilerince, bir yıl içinde bildirilmesi halinde kaydedildikleri tarihten, bu süre içinde bildirilmemesi halinde ise bildirimin Kuruma yapıldığı tarihten itibaren başlayacağı, ancak, tarımsal faaliyette bulunanların yıllık tarımsal faaliyet gelirlerinden, bu faaliyete ilişkin masraflar düşüldükten sonra kalan tutarın aylık ortalamasının, bu Kanunda tanımlanan prime esas günlük kazanç alt sınırının; Kanun’un 6/1-ı maddesinde belirtilen miktardan az olduğunu belgeleyenlerin; muafiyet kapsamında olmaları nedeniyle, anılan Kanun kapsamında sigortalı kabul edilmelerinin mümkün olmadığı ve tarımsal sigortalılığın; tarımsal faaliyetinin sona erdiği veya 6’ncı maddenin birinci fıkrasının (ı) bendi uyarınca muafiyet kapsamına girilen tarihte sona ereceği anlaşılmaktadır.

Somut uyuşmazlık incelendiğinde, davacının 2626 sayılı Kanun’a tabi sigortalılığı, terk beyanı ve 506 sayılı Kanun’a tabi çalışmaya başlaması nedeniyle 28.12.2007 tarihinde sona ermiştir.

Kurumca 5510 sayılı Kanun’un yürürlük tarihinden sonra, davacının 01.10.2008 tarihinden itibaren 5510 sayılı Kanun’un 4/b-4.maddesi kapsamında re’sen sigortalı olarak tescili yapılmış olup, davacı Kurumun re’sen tescilinin yasal olmadığı yönünde itirazda bulunmakta ise de, davacının 01.10.2008 tarihinde re’sen tescilinin; 5510 sayılı Kanun’un 7.maddesi uyarınca, Kanun’un yürürlüğe girdiği 01.10.2008 tarihten itibaren bir yıl içinde; 10.09.2009 tarihinde 2004 yılında başlayan ve devam eden ziraat odası kaydının kendisi tarafından Kuruma bildirilmiş olması nedeniyle geçerli ve usulüne uygun olduğu kabul edilmelidir.

Ne var ki, davacının 5510 sayılı Kanun’un 6.maddesinin (ı) bendi kapsamında muafiyet kapsamında olup olmadığı yönünde yapılan araştırma hüküm vermeye yeterli değildir.

Davacı tarafından ziraat odası tarafından düzenlenen muafiyet belgesi ibraz edilmiş ise de, anılan muafiyet belgesinin; sadece davacının beyanı esas alınarak düzenlenmiş olması, davacıya ait arazi, ürün, gelir ve gider miktarları gibi konularda hiçbir kayda yer vermemesi, düzenleyen kişinin sıfat ve yetkisinin araştırılmamış olması nedenleriyle yeterli olduğundan sözetmek mümkün değildir.

Bu nedenle mahkemece, 5510 sayılı Kanun’un 6.maddesinde (ı) bendi ve Geçici 16.maddesi ile anılan maddelerin uygulanmasında, Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin görüşünün alınacağı düzenlemesi de gözetilmek suretiyle, davacının üzerine kayıtlı ya da zilyetlikle sahip olduğu tüm zirai gayrimenkullerin miktarı ile Muğla İlinde yılda kaç ürün alındığını ve hangi ürünlerin ekildiği, davacının elde ettiği ürünler ve nerelere sattığı, bu satışlardan elde ettiği gelirler ile gider miktarı, kooperatif kaydı olup olmadığı ayrıca, süt satışına ilişkin tüm belgeler toplanmalı, masraflar düşülerek geliri belirlendikten sonra, gerekirse Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nden görüş alınması ile kazancının muafiyet kapsamında olup olmadığı hususunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.

Öte yandan bilirkişi raporu, davacının yaşlılık aylığına hak kazanıp kazanmadığı yönünde denetime imkan verir açıklığa sahip olmadığından, hükme esas alınmaya elverişli bulunmamaktadır. Özellikle, davacının 506 sayılı Kanun’a tabi isteğe bağlı sigortalı iken 2926 sayılı Kanun’a tabi sigortalılık süreleri ile çakışması nedeniyle iptal edilen isteğe bağlı sigortalılık sürelerine ait primlerin 2926 sayılı Kanun’a tabi sigortalılığına aktarılmış olduğu hususu da gözetilmek suretiyle, davacının yaşlılık aylığına esas prim gün ve sayısı ayrı ayrı belirtilmek suretiyle hesaplama yapılarak, prim borcu bulunup bulunmadığı, prim borcu mevcut ise; davacı tarafından 14.09.2009 tarihinde yapılan ödemenin bu borcu karşılar nitelikte olup olmadığı hususları araştırılarak, varılacak sonuca göre karar verilmelidir.
O halde, Özel Daire bozma ilamında ve yukarıda belirtilen gerekçelerle, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen bozma ilamına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

S O N U Ç : Davalı S.. S.. vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 8/3.fıkrası uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 15.01.2014 gününde oybirliği ile karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Pzt Şub 23, 2015 10:06 pm


Yargıtay Hukuk Daireleri Kararları • KİRA SÜRESİNİN 1 YIL SÜREYLE UZADIĞININ TESPİTİ DAVASI

YARGITAY 6. Hukuk Dairesi
ESAS: 2013/5475
KARAR: 2014/1028

Mahalli mahkemesinden verilmiş bulunan yukarıda tarih ve numarası yazılı tespit davasına dair karar, davalı tarafından süresi içinde duruşmalı olarak temyiz edilmiş ancak, davanın niteliği itibari ile duruşmaya tabi olmadığından duruşma isteminin reddine karar verildikten sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü.

Dava, kira süresinin 6570 sayılı Yasanın 11.maddesi uyarınca bir yıl süre ile uzadığının tespiti istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı vekili; davalıya ait sergi salonlarını yıllın belli dönemlerinde yapılacak fuar organizasyonlarında kullanmak üzere 10.06.2007 başlangıç tarihli ve üç yıl süreli sözleşme ile kiraladıklarını, sözleşme süresinin dolduğunu 6570 sayılı yasanın 11.maddesi uyarınca kiracı tarafından feshi ihbar edilmedikçe sözleşmenin bir yıl süre ile uzamış sayılacağını, 2011 yılının aynı döneminde yapılacak fuar organizasyonu için davalıdan salonların tahsisini talep ettiğini ancak davalının sözleşmeyi yenilemeyeceğini bildirdiğini, davalının bu tutumunun 6570 sayılı yasanın 11.maddesine aykırı olduğunu belirterek, sözleşmenin 10.06.2010 tarihinden itibaren bir yıl süre ile uzadığının tespiti ve çekişmenin önlenmesine karar verilmesini istemiştir. Davalı ise uyuşmazlığa 6570 sayılı yasanın uygulanamayacağını belirterek davanın reddini istemiştir. Mahkemece, taraflar arasındaki ilişkinin kira ilişkisi olup sözleşmeye konu salonların musakkaf yapı niteliğinde olduğu, 6570 sayılı yasa uyarınca kiracı tarafından feshi ihbar edilmedikçe sözleşmenin bir yıl uzayacağı gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir.

Davada dayanılan ve hükme esas alınan 10.06.2007 başlangıç tarihli fuar salonlarının tahsisine ilişkin sözleşme konusunda taraflar arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Sözleşme ile, … Kültür Park Fuar alanında bulunan 1/A-1/B-2-3 ve 4 Nolu salonlar 29 Mayıs-1 Haziran 2008, 28-31 Mayıs 2009 ve 27-30 Mayıs 2010 tarihleri arasında düzenlenecek fuarın sonuna kadar davacı Y… Limited Şirketine tahsis edilmiştir. Sözleşmenin süre başlıklı 5/a maddesinde; "tahsis edilecek alanların kullanımı ile ilgili olarak sadece aşağıda bildirilmiş teslim tarihleri arasında (5-c) geçerli olup yukarıda tarihi yazılı son fuar ile birlikte tahsise ilişkin hükümleri açısından ihtar ve ihbara gerek kalmaksızın kendiliğinden hükümsüz kalacağı düzenlemesine yer verilmiştir. Fuar alanı olarak belirli süreler için tahsis edilen taşınmazlar hakkında, sözleşmenin amacı ve Yurt İçinde Fuar Düzenlenmesine Dair Yönetmelik Hükümleri de dikkate alındığında 6570 sayılı Gayrimenkul Kiraları Hakkındaki Yasa (şimdi TBK.nun çatılı işyeri kiralarına ilişkin) hükümleri uygulanmaz. Tahsisin niteliğine göre sözleşmede belirtilen süreler sonunda sözleşmeye konu fuar alanlarının boşaltılıp teslim edilmesi gerekir. Bu durumda davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir. Hüküm bu nedenle bozulmalıdır.

SONUÇ:Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile 6100 sayılı HMK.ya 6217 Sayılı Kanunla eklenen geçici 3.madde hükmü gözetilerek HUMK.nın 428.maddesi uyarınca hükmün BOZULMASINA, istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine, 28.01.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — 15 Şub 2015, 00:00


Basından Hukuk Haberleri • ÖLEN KOCASINA BOŞANMA DAVASI AÇTI VE MAHKEME BOŞADI

Ölen Kocasına Boşanma Davası Açtı!

Ölen Kocasına Boşanma Davası Açtı!Yargıtay, kocası öldükten 2 yıl sonra boşanma davası açan kadının davasını kabul eden yerel mahkeme kararını bozdu.
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, kocası öldükten 2 yıl sonra boşanma davası açan kadının davasını kabul eden yerel mahkeme kararını bozdu.

İstanbul’da bir kadın, iki yıl önce ölen kocasından boşanmak için dava açtı.

Bakırköy 6. Asliye Hukuk Mahkemesi, davayı kabul ederek, tarafların boşanmalarına karar verdi. Hüküm, temyiz edilmediği için kesinleşti.

Ancak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, yerel mahkeme hükmünün kanun yararına bozulması istemiyle Adalet Bakanlığına başvurdu. Adalet Bakanlığının da kanun yararına bozma istemi üzerine dosya Yargıtay 2. Hukuk Dairesine geldi. Daire, yerel mahkemenin kararını bozdu.

Resmi Gazete’de yer alan kararda, boşanma davasının 1993’te açıldığı, ancak davalı kocanın 1991’de vefat ettiğinin anlaşıldığı belirtildi.

Bu durumda tarafların evliliğinin, davalı kocanın ölümüyle sona erdiği ve davalının hak ehliyetinin de ölümle sona erdiği ifade edilen kararda, bu durumda dava tarihinde yürürlükte bulunan Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 38. maddesi uyarınca dava tarihinden önce ölmüş davalıya karşı dava açılamayacağı vurgulandı.

Buna rağmen, mahkemece, davalının dava tarihinden önce ölmüş olması sebebiyle davanın reddedilmesi gerekirken, bu konu gözetilmeden tarafların boşanmalarına karar verilmesi usul ve yasaya aykırı bulundu.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: hukukçu — 06 Şub 2015, 01:29


Dilekçe ve Sözleşme Örnekleri • BOŞANMA DAVASI İÇİN ÖZEL VEKALETNAME ÖRNEĞİ

ÖZEL VEKALETNAME

Gerek eşim ………………. aleyhine boşanma davası ve buna bağlı her türlü davalar açmaya, gerekse eşim tarafından aleyhime açılmış veya açılacak boşanma davasını ve boşanma talebini kabul etmeye, yabancı devlet mahkemeleri tarafından, bizim için verilmiş ve kesinleşmiş boşanma ilamını tenfiz ettirmeye ve ilgili mahkemeden tenfiz kararı almaya, icabında müşterek çocuklarımızın velayeti, maddi manevi tazminat, gerek şahsım, gerekse müşterek çocuğumuz/çocuklarımız için nafaka talebinde bulunmaya, bu konularla ilgili olarak T.C. Mahkemelerinde ve ilgili bütün adli ve idari daire ve kurumlarında beni temsile, davalar açmaya, açılmış, açılacak ve gıyapta olacak davalara girmeye, kendi imzasıyla dilekçe ve layihalar yazıp ilgili yerlere vermeye, tebliğ ve tebellüğe, delil ve şahitler göstermeye, bunlardan vazgeçmeye, reddi hakim ve katibe, ihtar, ihbar ve protestolar çekmeye, bunlara cevaplar vermeye, ihtiyati ve icrai haciz ve tedbirler koymaya, bunları kaldırmaya, mürafaaya, müdafaaya, yemin teklif, kabul ve reddetmeye, temyiz, tashihi karar, iadei muhakeme, ıslah ve tavzih isteğinde bulunmaya, icabında temyiz hakkından feragata ve bu yoldaki feragatı kabule, nüfus kayıt örneği almaya, hükümleri kesinleştirmeye ve nüfus kayıtlarına tescil ettirmeye, başkalarını tevkil, teşrik ve azle, birlikte veya ayrı ayrı ifayı vekalete yetkili olarak,……Barosu Avukatlarından …………T.CKimlik Nolu, ………………………. adresinde muhkim Av. ……………..’i vekil tayin ettim. ../../2015

Vekalet veren :
Adı ve Soyadı
İmza

NOT: Vekaletnamede fotoğraf bulunması zorunludur.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: hukukçu — 17 Oca 2015, 11:13