Etiket arşivi: GERİ

hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı, hukuk hakimini bağlamaz

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 2013/4-8 esas sayılı ve 2013/1458 karar sayılı 09.10.2013 tarihli kararı

Taraflar arasındaki “kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; …Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 17.07.2009 gün ve 2008/416 E., 2009/398 K. Sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4.Hukuk Dairesi’nin 18.01.2011 gün ve 2009/13191 E., 2011/245 K. sayılı ilamı ile;

(…Dava, haksız şikayet nedeniyle kişilik haklarına saldırıdan dolayı uğranılan manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Yerel mahkemece istemin bir bölümü kabul edilmiş; karar, taraflarca temyiz olunmuştur.

Şikayet hakkı, diğer bir deyimle hak arama özgürlüğü; Anayasa’nın 36. maddesinde; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir”şeklinde yer almıştır. Hak arama özgürlüğü bu şekilde güvence altına alınmış olup; kişiler, gerek yargı mercileri önünde gerekse yetkili kurum ve kuruluşlara başvurmak suretiyle kendilerine zarar verenlere karşı haklarının korunmasını, yasal işlem yapılmasını ve cezalandırılmalarını isteme hak ve yetkilerine sahiptir.

Anayasanın güvence altına aldığı hak arama özgürlüğünün yanında, yine Anayasanın “Temel Haklar ve Hürriyetlerin niteliği” başlığını taşıyan 12. maddesinde herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu belirtildikten başka, 17. maddesinde de, herkesin yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip bulunduğu da düzenleme altına alınmış bulunmaktadır. Türk Medeni Kanunu’nun 24. maddesinde, kişilik haklarına yapılan saldırının unsurları belirtilmiş ve hukuka aykırılığı açıklanmıştır. 25.maddesinde ise, kişilik haklarına karşı yapılan saldırının dava yolu ile korunacağı açıklanmış, BK.nun 49. maddesinde ise saldırının yaptırımı düzenlemiştir.

Hak arama özgürlüğü ile kişilik haklarının karşı karşıya geldiği durumlarda; hukuk düzeninin bu iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Daha az üstün olan yararın, daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında o olayda ve o an için korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir. Hak arama özgürlüğü, diğer özgürlüklerde olduğu gibi sınırsız olmayıp kişi salt başkasını zararlandırmak için bu hakkı kullanamaz. Bu hakkın hukuken korunabilmesi ve yerinde kullanıldığının kabul edilebilmesi için şikayet edilenin cezalandırılmasını veya sorumlu tutulmasını gerektirecek yeterli kanıtların mevcut olması da zorunlu değildir.

Şikayeti haklı gösterecek bazı emare ve olguların zayıf ve dolaylı da olsa varlığı yeterlidir. Bunlara dayanarak başkalarının da aynı olay karşısında davalı gibi davranabileceği hallerde şikayet hakkının kullanılmasının uygun olduğu kabul edilmelidir. Aksi halde şikayetin hak arama özgürlüğü sınırları aşılarak kullanıldığı, kişilik değerlerine saldırı oluşturduğu sonucuna varılmalıdır.

Dava konusu olayda, davalı ve 17 arkadaşı … Bakanlığı’na verdikleri şikayet dilekçesinde …Müdürlüğü’nde kontrol mühendisi olan davacının, çeşitli mazeretler ileri sürerek işlemleri geciktirdiğini, işyerinde huzursuz bir ortam oluşturduğunu iddia etmişlerdir. … denetmeni inceleme raporunda iddianın doğru olmadığını belirtilmiş; duruşmada dinlenen davalı tanıkları ise davacının iddialarını destekleyen açıklamalar yapmışlardır.

Dava konusu olayın gelişimi ve yukarıda açıklanan ilkeler birlikte değerlendiğinde şikayet için yeterli belirti bulunduğunun kabulü gerekir. Davalı ceza mahkemesinde davacıya karşı iftira suçunu işlediği gerekçesiyle cezalandırılmış ise de “hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına” karar verildiğinden, bu ceza kararı hukuk hakimi yönünden bağlayıcı değildir.

Yerel mahkemece açıklanan yönler gözetilerek istemin tümden reddedilmesi gerekirken, yerinde olmayan gerekçeyle davalının manevi tazminat ile sorumlu tutulmuş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, haksız şikayet nedeniyle kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir.

Davacı vekili, müvekkilinin davalı ve arkadaşları tarafından verilen imzalı ve tarihsiz dilekçe ile … Genel Müdürlüğü’ne şikayet edildiğini; müvekkilinin kısa sürede bitirilecek dosya ve belgeleri çeşitli mazeretlerle geciktirerek zorluk çıkardığının ileri sürüldüğü ve idare tarafından uyarıldığını; ayrıca müvekkilinin müdürlükte çalışanlara ve iş sahibi vatandaşlara saygısız davranarak, huzursuz bir çalışma ortamı yarattığı belirtilerek, başka bir yere tayinini talep ettiklerini, öncelik sırası verilmeyen davalının hem kendi müşterilerine hem de dışarıda işi olan, olmayan herkese karşı davacının işlerini yapmadığı, bir an önce başka bir yere sürgün edilmesi konusunda hem siyasilerle, hem de, imza toplamak suretiyle idari yönden hakkında tahkikat açılması ve görev yerinin değiştirilmesi talebi ile müvekkilini bakanlık ve genel müdürlüğe şikayet ettiğini; yapılan şikayet üzerine müvekkili hakkında müfettiş incelemesi yapıldığı ve yapılan inceleme sırasında bir kısım imzaların, imza attığı kişilere ait olmadığı, bir kısmının davalının ortağı bulunduğu mühendislik tarafından yönlendirildiğinin ortaya çıktığını; inceleme sonunda da, müvekkili hakkında herhangi bir işlem yapılmasına yer olmadığına karar verildiğini; bunun üzerine müvekkili tarafından davalı hakkında …C.Başsavcılığına dilekçe verildiğini ve davalı hakkında …Asliye Ceza Mahkemesinde iftira suçundan kamu davası açıldığını ve yapılan yargılama sonunda davalının ceza alarak, dosyanın kesinleştirildiğini; müvekkilinin hakkında açılan idari ve disiplin soruşturmaları nedeniyle, zor duruma düştüğünü, …ilçesinde işini yapmayan, savsaklayan, vatandaşa problem yaratan, huysuz bir kamu görevlisi olarak tanıtıldığı ve üzerine atılan iftira nedeniyle onurun ve gururunun incindiğini belirterek, 50,000,00.TL manevi tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, haksız ve yersiz açılan davanın reddini savunmuştur.

Yerel Mahkemece, “davacının işini usulüne uygun olarak yerine getirdiği, davalının iftira suçunu işlediğinin sabit olduğu” gerekçeleriyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Karar taraf vekillerinin temyizleri üzerine, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçelerle bozulmuş; yerel mahkemece, önceki kararda Hükmü temyize, davalı vekili getirmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu’nun önüne gelen uyuşmazlık; şikayet hakkının davalı tarafından yasal sınırlar içinde kullanılıp kullanılmadığı, dolayısıyla davacının kişilik haklarına saldırı olup olmadığı, varılacak sonuca göre de, davalının manevi tazminatla sorumlu tutulması gerekip, gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

Dava, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 24. maddesi ile korunan kişilik haklarına yapılan saldırı nedeniyle mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu(BK)’nun 49. maddesine dayalı manevi tazminat istemine ilişkindir.

Hukuk Genel Kurulu’nun 09.04.1982 gün ve E:1981/4-56, K:1982/348 sayılı kararında da belirtildiği üzere, kişilik hakları, kişinin kendi hür ve bağımsız varlığının bütünlüğünü sağlayan, herkese karşı ileri sürülebilen ve kaynağını Anayasa’dan alan; yani Anayasa’nın teminatı altında bulunan mutlak bir haktır. Ne var ki, bunun yanında yine kaynağını Anayasa’dan alan başka hak ve özgürlükler de vardır. Anayasa’nın 36. maddesinde “Hak arama hürriyeti” olarak tanımlanan ve “yargı mercileri önünde hak arama, ihbar ve şikayet ve dava açma” özgürlüklerini de kapsayan haklar buna örnek olarak gösterilebilir. Hiç kuşku etmemek gerekir ki, sözü edilen bütün bu hak ve özgürlükler asla sınırsız değildir. Diğer bir anlatımla, toplumda sulh ve huzurun gerçekleşmesi, adil bir dengenin kurulabilmesi için, bu Anayasal hakların gösterdikleri özellikler itibariyle başkalarının hak ve çıkarlarıyla olan ilişkilerine göre daraltılması ve genişletilmesi gerekir. Bu da, bütün haklarda olduğu gibi, kişiliğin korunmasının sınırsız olmadığını gösterir. BK’nun 49. maddesinde açıkça ifade edilmemiş olmakla birlikte, hukuka aykırılık burada da sorumluluğun vazgeçilmez bir ögesidir.

Hukuka aykırılık bir değer yargısıdır. Eylemin hukuka aykırılığı, davranış kurallarının çiğnenmesi ile ortaya çıkar. Burada değer yargısının belirlenebilmesinin ölçüsü olarak, hukuk kuralı gözönünde tutulur.

Kişilik haklarının ihlali kural olarak, hukuka aykırı sayılır. Ne var ki, tecavüz edenin, zarar görenin kişilik haklarına müdahalede bulunmak hususunda bir hakkı mevcut olduğu takdirde, ihlâlin hukuka aykırılığı ortadan kalkacaktır. İşte bu şekilde hak ve çıkarların karşı karşıya gelmesi, yani hukuki çıkarların (yararların) çatışması halinde çatışan çıkarlar arasındaki sınırın TMK’nun 1. maddesindeki ana kural uyarınca, hâkim tarafından büyük bir özenle çizilmesi gerekir.

Hakim, çatışan çıkarlar arasındaki bu sınırı TMK’nun anılan maddesi uyarınca hukuk yaratarak belirlerken, adalete uygun bir sonuca varması için öğretide ve uygulamada kabul edilmiş ve genelleşmiş olan kıstaslardan da yararlanmalıdır. Kabul olunan bu genel kıstaslara göre; kişilik haklarına vaki saldırının hukuka uygun sayılması için (özellikle hak arama özgürlüğü sözkonusu olan hallerde); herşeyden önce kişinin hukukça korunan bir üstün hak ve çıkarının bulunması gerekir. Bir başka söyleyişle, kişilik haklarının ihlali görünümünü taşıyan açıklamalar, başkalarının ya da kamunun üstün çıkarlarını korumak amacıyla yapılmışsa, doğru amaca yönelik olduklarından hukuka aykırı sayılamaz. Bu açıdan zabıtaya ya da suçları kovuşturmaya yetkili makamlara yapılan ceza şikayetleri, ihbarlar, kişisel ceza davaları, yetkili merciler nezdinde yapılan icra kovuşturmaları, açılan hukuk davaları kural olarak hukuka aykırı değildir.

Zira, hukukça korunan haklı bir çıkarın elde edilmesi için hareket edildiği sırada bir başkasının kişilik hakkı saldırıya uğramış ise, artık kişilik hakkı üzerindeki hukuki himaye, başkalarının hak ve özgürlüğü yararına ortadan kalkmalıdır. Hiç kuşku yok ki, hukuken korunan varlıklar olarak haysiyet, şeref ve hak arama özgürlüğü soyut kavramlar olarak ele alındığında birinin diğerine üstünlüğü yoktur.

Ancak, somut olaydaki nisbi kıymeti nazara alındığında sırf bu tecavüz bakımından kişinin davranış özgürlüğü, saldırıya uğrayan kişilik hakkından üstün olabilir (Haluk Tandoğan, Şahsiyetin Akit Dışı İhlallere Karşı Korunması, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt XX, 1963, Sayı: 4, Sayfa:1-36).

Ancak, bu sonuca ulaşabilmek, böyle bir değer yargısına varabilmek ve dolayısıyla tecavüzün hukuka uygun olduğunu kabul edebilmek için, hukukça korunan üstün hak ve çıkarın varolması asla yeterli değildir; aynı zamanda bu hak ve çıkarın kötüye kullanılmamış olması da gerekir.

Bu genel açıklamalardan sonra belirtilmelidir ki, 2709 sayılı T. C. Anayasası ve yasalarında kişinin hak arama özgürlüğü ile kişilik değerleri güvence altına alınmıştır.

Bunun yanında kaynağını yine Anayasa’dan alan şikayet hakkı, diğer bir ifade ile hak arama özgürlüğü; 2709 sayılı T.C. Anayasası’nın hakların korunması ile ilgili hükümler başlığı altındaki 36. maddesinde; herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahip olduğu şeklinde yer almıştır. Bu düzenleniş biçimi itibariyle kişinin hak arama özgürlüğünün güvence altına alındığı görülmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, kişi gerek yargı mercileri önünde ve gerekse yetkili kurum ve kuruluşlara başvurmak suretiyle kendisine zarar veren kişilere karşı, haklarının korunmasını, zarar veren hakkında yasal işlem yapılmasını ve bu bağlamda cezalandırılmasını isteme hakkına sahiptir.

Anayasa’nın güvence altına aldığı hak arama özgürlüğünün yanında, Temel Haklar ve Hürriyetlerin Niteliği başlığını taşıyan 12. maddesinde de, herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu belirtilmekte olup, 17. maddesinde ise herkesin yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu da düzenleme altına alınmış bulunmaktadır.

Konuya ilişkin olarak;

4721 sayılı TMK’nun 24. maddesinde;

“Hukuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimse, hakimden, saldırıda bulunanlara karşı korunmasını isteyebilir.

Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar yada kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır.”

Mülga 818 sayılı BK’nun 49. maddesinde ise;

“Şahsiyet hakkı hukuka aykırı bir şekilde tecavüze uğrayan kişi, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat namıyla bir miktar para ödenmesini dava edebilir.

Hakim, manevi tazminatın miktarını tayin ederken, tarafların sıfatını, işgal ettikleri makamı ve diğer sosyal ve ekonomik durumlarını da dikkate alır.

Hakim, bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir tazmin sureti ikame veya ilave edebileceği gibi tecavüzü kınayan bir karar vermekle yetinebilir ve bu kararın basın yolu ile ilanına da hükmedebilir.” hükümleri yer almaktadır.

Görüldüğü üzere, 4721 sayılı TMK’nun 24. maddesinde; hukuka aykırı olarak kişilik haklarına saldırı karşısında, saldırılan kimseye hukuki koruma sağlanacağı, kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar ya da kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırının hukuka aykırı olduğu,

818 sayılı BK’nun 49. maddesinde ise, şahsiyet hakkı hukuka aykırı bir şekilde tecavüze uğrayan kişinin, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat namıyla bir miktar para ödenmesini dava edebileceği hükme bağlanmıştır.

TMK’nun 24. maddesi ile BK’nun 49. maddesinin incelenmesinde diğer yasal düzenlemelere nazaran daha kapsamlı oldukları görülmektedir.

TMK 24’de düzenlenmiş olan şahsiyet hakları da genel olarak korunmuş haklar arasındadır. TMK 24/II gereğince şahsiyet haklarının çiğnenmesinden ötürü, maddi ya da manevi tazminat “ancak kanunun tayin ettiği halde ikame olunur”. BK. m. 49, TMK. m.24/II’nin şahsiyet haklarının çiğnenmesinden ötürü tazminat talebine koyduğu sınırı büsbütün kaldırmış, maddi tazminat talebini BK. m.41’deki genel şartlara bağlamıştır. Manevi tazminat talebi için ise, genel bir hüküm koymuş olmakla birlikte, ayrıca ihlalin ve kusurun özel ağırlığını da aramıştır. Bu duruma göre, şahsiyet haklarının çiğnenmesi BK. m.41 anlamında hukuka aykırılıktır ve bu hükümdeki şartların gerçekleşmesi halinde, maddi tazminat talebine yer verir. Hakim hangi şahsiyet haklarının korumadan yararlanacaklarını, bu varlıklarının sınırının ne olduğunu, kişinin şahsiyet hakları ile diğer insanların faaliyet hürriyetinin çatışması halinde, hangi menfaatin ağır basacağını, genel hukuk ilkelerine, hayat gereklerine, adalet düşüncesine ve çatışan menfaatlerin değerine göre tespit edecektir.

Diğer bir ifade ile, hukuksal alanda, hak arama özgürlüğü ile kişilik hakları karşı karşıya gelmiş olabilir. Sorun bu değerlerden hangisine üstünlük tanınacağı noktasında toplanmaktadır. Bir taraftan kişinin hak arama özgürlüğü güvence altına alınmışken, diğer taraftan kişilik hakları da Anayasal ve yasal güvence altına alınmıştır. Buna karşın kişi, hakkını ararken, karşı yanın kişilik değerlerine saldırıda bulunabilir.

Hukukun, karşı karşıya gelen bu iki değeri aynı konuda ve zamanda koruma altına aldığı düşünülemez. Aksi halde, hukukun kendisi kendi kuralları ile çatışmış olur.

Hiç kuşkusuz bütün bu hak ve özgürlükler sınırsız değildir. Anayasal hakların gösterdikleri özellikler itibariyle; başkalarının haklarıyla olan ilişkilerine göre daraltılması veya genişletilmesi gerekir. Bu kapsamda konu değerlendirildiğinde çatışma durumunda her iki değerin aynı anda birbirine karşı korunmadığı, somut olaydaki özelliğe göre birinin diğerine üstün tutulduğu Kişilik haklarına yapılan saldırının hukuka uygun sayılması için her şeyden önce kişinin hukukça korunan bir üstün hak ve çıkarının bulunması gerekir. Kişilik haklarının ihlali görünümünü taşıyan eylem ve açıklamalar başkalarının veya kamunun üstün çıkarını korumak için yapılmışsa, doğru amaca yönelik olduklarından hukuka aykırı sayılamaz. Bu nedenle zabıtaya ya da suçları kovuşturmakla yetkili makamlara yapılan ceza şikayetleri, ihbarlar, kişisel ceza davaları, yetkili mercilerde yapılan icra takipleri, açılan hukuk davaları hukuka aykırı değildir.

Ancak tecavüzün hukuka uygun olduğunu kabul edebilmek için, hukukça korunan üstün hak ve çıkarın olması yeterli değildir; aynı zamanda bu hak ve çıkarın kötüye kullanılmamış olması da gerekir.

Hak arama özgürlüğünün kullanım şekillerinden biri olan şikayet, yanlışları tartışmanın ve bunlara olası çözümler bulabilmenin bir yolu olduğuna göre serbestçe dile getirilebilmelidir. Hak arama özgürlüğü bağlamında ele alınacak olan şikayet hakkı, meşru bir amaç için kullanılırken, içeriğine konu bilgi (olgular) ile kanaatler (değer yargıları) açısından bir değerlendirmeye tabi tutulabilir.

Olgular kanıtlanabilir; oysa değer yargılarının doğruluğu kanıta başvurularak ortaya konamaz. Kanaatler, bir olay ya da durum konusunda bir bakış açısını veya kişisel bir değerlendirmeyi dile getirir; bunların doğru ya da yanlış olduklarının kanıtlanması olanaksızdır. Fakat kanaatin temelini oluşturan olguların doğru ya da yanlış olduğunu kanıtlamak mümkündür.

Şikayet, kullanılması bir hak olmasının yanında, kişiye sorumluluk da yüklemektedir. Şikayet hakkının kötüye kullanılmış olup olmadığının tespitinde bakılacak unsur şikayet hakkının amaca uygun olarak kullanılmış olmasıdır. Amaca uygunluk öz çıkarın korunması ile mümkündür. İlgili makamlara yapılan şikayet ve ihbar, açılan ceza davaları, bu hakkın koruduğu çıkarı elde etmek için yapılmışsa amaca uygun bir davranış olarak hukuka da uygundur. Ancak bu hak öz çıkarın korunması yerine başkasını zarara uğratmak için kullanılmışsa artık hukuka uygunluktan söz edilemeyecektir. Başkasını zarara uğratmak için bir hakkın kullanımı iyiniyet kurallarına aykırıdır.

Öte yandan, şikayet hakkı amaca uygun olmak yanında uygun araçlarla da kullanılmalı, hakkın kullanılmasında gerçek olaylara dayanılmalı ve aşırı davranılmamalıdır. Salt kötü düşünce ile yapılan ve temelindeki olaylar gerçek olmayan şikayet veya ihbar hukuka aykırı davranış niteliğindedir.

Şikayet hakkının kötüye kullanıldığından söz edebilmek için ihbar veya şikayetin karşı tarafın suçsuzluğunu bilerek zararlandırmak veya küçük düşürmek amacıyla yapılması yahut şikayet konusu hakkında delil ve emare olmadığı halde şikayetin yapılmış olması Bu nedenle ihbar veya şikayetin temelini oluşturan maddi olguların ciddi ve inandırıcı kanıtlarla desteklenmesi gereklidir. Bu hakkın hukuken korunabilmesi ve yerinde kullanıldığının kabul edilebilmesi için, şikayet edilenin cezalandırılmasını veya sorumlu tutulmasını gerektirecek yeterli kanıtların olması zorunlu değildir.

Şikayeti haklı gösterecek bazı emare ve olguların zayıf ve dolaylı da olsa varlığı yeterlidir. Bu olgu veya emareye dayanılarak, başkalarının da böyle bir olay karşısında, davalı gibi hareket etmesinin uygun görüleceği, diğer bir anlatımla orta düzeydeki kişinin de somut olaydaki gibi davranacağı ve bu çerçevenin içinde kalan şikayet hakkının yerinde kullanıldığı kabul edilmelidir.

Aksi halde şikayetin hak arama özgürlüğü sınırları aşılarak kullanıldığı ve şikayet edilenin kişilik değerlerine saldırı oluşturduğu sonucuna varılmalıdır.

Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, kişi hakkında açılan ceza davası sonucunda beraat kararı verilmesi olgusu ise tamamen yargı görevinin yasalara göre takdir hakkı kullanılmak suretiyle yerine getirilmesine ilişkindir ve çatışan hakların sınırının belirlenmesinde davacı lehine değerlendirilecek nitelikte bir delil teşkil etmez. Beraat kararı hiçbir zaman şikayet hakkının kişilik haklarına zarar verecek şekilde hukuka aykırı kullanıldığının ölçüsü olamaz. Yargıtay’ın istikrar kazanmış uygulamaları da bu doğrultudadır. Kişinin gerçek bir olguya dayanan iddiasını kısmen ya da tamamen doğrulayacak kanıtlara dayanarak (bu kanıtlar dava açılması ve mahkûmiyet için yeterli olmasa dahi) resmi mercilere başvurması ya da ceza davası açması uygulama ve doktrinde hukuka uygun bir davranış olarak kabul edilmektedir. Aksi görüşü kabul etmek, yani her ihbar ve şikayetin yapılabilmesini ve ceza davası açılabilmesini her halükarda mahkumiyet için yeterli delil ikamesine bağlı tutmak; özellikle delillerin takdiri sonucu beraat halinde de şikayetçi ya da davacıyı manevi tazminat tehdidi altında bırakmak, hak arama özgürlüğünü sınırlamak ve kişilik hakları karşısında bu özgürlüğü yok etmek olur. Böyle bir yorum, Anayasa ve Medeni Kanun’un kişilik hak ve özgürlükleriyle güttüğü amaca ters düşer. Kişinin Anayasa ile sağlanması amaçlanan özgürlük ortamında yaşaması, gelişme ve faaliyet göstermesi, ona verilmiş görevleri yerine getirebilmesi için gerekli olan özgürlükler, yasal yollardan kullanıldığı ölçüde kısıtlanamaz ve kimse bu özgürlüğü kullandığı için tazminatla sorumlu tutulamaz.

O halde, bazı delil ve emarelere dayanılarak gerçekleşen bir şikayet ya da açılan ceza davası sonunda verilen beraat kararı, soyut olarak o şikayet veya davanın hukuka aykırı olduğunun delili sayılamaz.

Haksız şikayet ya da haksız ceza davası açıldığı hukuksal sebebine dayanan manevi tazminat davalarında, şikayet ya da dava hakkının kötüye kullanılıp kullanılmadığı, bir başka ifade ile şikayetin veya davanın hukuka aykırı olup olmadığı sorunu ancak, şikayetçinin veya davacının şikayetine dayanak yaptığı kanıtların hukuk hakimi tarafından değerlendirilmesi ile çözümlenmelidir.

Ceza hakiminin beraat kararı verirken delilleri takdir konusundaki kanaati, hukuk davasına etkili değildir. Hukuk hakimi hak arama özgürlüğü ile kişilik haklarının sınırlarını belirlerken dayanılan kanıtların iddiayı kanıtlayacak güçte olmasını aramayacaktır.

Çünkü hukuk hakimi iddiayı değil, hak arama özgürlüğünün hukuka uygun olarak kullanılıp kullanılmadığını araştırma ödevi altındadır. Bu nedenle şikayet hakkını haklı gösterecek kesin kanıtlar olmasa bile bir takım güçsüz kanıtların (emarelerin) bulunması yeterli olacaktır. Kesin kanıtların aranması şeklindeki bir kabul halinde ise hak arama özgürlüğünün kullanılması kısıtlanmış olacaktır.

Açıklanan ilkeler, Hukuk Genel Kurulu’nun 11.04.2001 gün ve E:2001/4-340, K:2001/354; 24.11.2004 gün ve E:2004/4-604, K:2004/608; 10.10.2001 gün ve E:2001/4-602, K:2001/680; 09.02.2005 gün ve E:2005/4-13, K:2005/37; 21.09.2005 gün ve E:2005/4-468, K:2005/514; 22.03.2006 gün ve E:2006/4-66, K:2006/99; 04.06.2008 gün ve E:2008/4-421, K:2008/422; 30.5.2012 gün ve E:2011/4-728, K:2012/328 sayılı kararlarında da vurgulanmıştır.

Öte yandan, Hukuk Genel Kurulu’nun 01.02.2012 gün ve E:2011/19-639, K:2012/30 sayılı ilamında vurgulandığı üzere, maddi olgunun belirlenmesi yönünden hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının (5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu m.231), kesinleşmiş bir ceza hükmü olmadığından, hukuk hakimini bağlamayacağının kabulü gerekir.

Yukarıdaki açıklamaların ışığında somut olayın incelenmesinde; davalı ve onyedi (17) arkadaşı … Bakanlığı’na verdikleri şikayet dilekçesinde, …Müdürlüğü’nde kontrol mühendisi olan davacının, çeşitli mazeretler ileri sürerek işlemleri geciktirdiğini, işyerinde huzursuz bir ortam oluşturduğunu iddia etmişlerdir. Duruşmada dinlenen davalı tanıkları ise, davalının iddialarını destekleyen açıklamalar yapmışlardır.

Buna göre, yukarıda açıklanan ilkeler gözetildiğinde, davalının şikayet hakkını, şikayeti haklı gösteren emarelere dayalı olarak kullandığının kabulü gerekir.

Ayrıca, davalı ceza mahkemesinde davacıya karşı iftira suçunu işlediği gerekçesiyle cezalandırılmış ise de “hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına” karar verildiğinden, yukarıda belirtildiği üzere, bu karar hukuk hakimini bağlamaz.

Yerel mahkemece, yukarıda yapılan hukuki ve maddi saptamalar gözetilerek, davanın tümden reddedilmesi gerekirken, hatalı değerlendirme ile yazılı şekilde davalının manevi tazminat ile sorumlu tutulmuş olması doğru değildir.

Hal böyle olunca; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ: Davalı E… vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 Sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 1086 sayılı HUMK’nun 440.maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 09.10.2013 gününde oybirliği ile karar verildi.

Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması Kararının İstisnası

YARGITAY 3. Ceza Dairesi
Esas No : 2013/7150
Karar No : 2013/11495

Kasten yaralama suçundan sanık … , 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 86/2. maddesi uyarınca 4 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 231/6. maddesi gereğince hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına, sanığın 5 yıl süreyle denetim süresine tâbi tutulmasına dair, …5. Asliye Ceza Mahkemesinin 19/06/2012 tarihli ve 2011/422 esas, 2012/247 sayılı kararına yönelik itirazın reddine ilişkin …2. Ağır Ceza Mahkemesinin 11/09/2012 tarihli ve 2012/529 değişik iş sayılı kararına karşı Adalet Bakanlığı’nın 10.12.2012 tarih ve 2012/17949-69990 sayılı yazısıyla kanun yararına bozma isteminde bulunulduğundan bu işe ait dava dosyası Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 21.12.2012 tarih ve 2012/312290 sayılı tebliğnamesiyle Dairemize gönderilmekle incelendi.

Mezkur ihbarnamede; Dosya kapsamına göre;

1- …5. Asliye Ceza Mahkemesinin 19/06/2012 tarihli ve 2011/422 Esas, 2012/247 sayılı kararına yönelik yapılan incelemede;

A) Sanık hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmiş bulunulması karşısında, kurulan hükmün henüz hukukî bir sonuç doğurmadığı, sanık tarafından denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlenmesi hâlinde 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 231/11. maddesi uyarınca mahkemece geri bırakılan hükmün açıklanmasına karar verileceği ve söz konusu hükmün açıklanmasından sonra kanun yollarına tâbi olduğu kabul edilmekte ise de, 6328 sayılı Kamu Denetçiliği Kurumu Kanunu’nun düzenlenen ” Bir mahkeme tarafından cezai bir suçtan mahkum edilen her kişi, mahkumiyet ya da ceza hükmünü daha yüksek bir mahkemeye yeniden inceletme hakkını haiz olacaktır. Bu hakkın kullanılması, kullanılabilme gerekçeleri de dahil olmak üzere, yasayla düzenlenir.” şeklindeki düzenlemeye aykırı olacağı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesi uyarınca “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarda kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” düzenlemesi birlikte değerlendirildiğinde AIHS iç hukukumuzun uyulması zorunlu bir parçası olduğu ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının kanun yararına bozma konusu olacağı anlaşılmakla 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun, “Kovuşturma yapılabilmesi şikâyete bağlı suçlarda kanunda aksi yazılı olmadıkça suçtan zarar gören kişinin vazgeçmesi davayı düşürür ve hükmün kesinleşmesinden sonraki vazgeçme cezanın infazına engel olmaz” şeklindeki 73/4. maddesi karşısında, adı geçen sanığın üzerine atılı kovuşturması şikâyete bağlı olan basit yaralama suçu ile ilgili müşteki … ın 17/10/2012 havale tarihli dilekçesi ile şikâyetinden vazgeçmiş olduğunun anlaşılması karşısında sanığın müştekiye karşı gerçekleştirdiği, eylem bakımından kamu davasının düşürülmesine karar verilmesi yerine mahkûmiyetine karar verilmesinde,

2) …2. Ağır Ceza Mahkemesinin 11/09/2012 tarihli ve 2012/529 değişik iş sayılı karanna yönelik yapılan incelemede,22/07/2010 tarihli ve 6008 sayılı Terörle Mücadele ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına dair Kanun ‘un 7. maddesi ile değişik, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun, “Sanığın kabul etmemesi hâlinde, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilemez” şeklindeki 231/6-c maddesinin son cümlesindeki hüküm karşısında, bu konuda beyanı alınmayan sanık ile ilgili hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilemeyeceği, başdenetçi ve denetçilerin niteliklerini düzenleyen 10. maddesinin (f) bendinde 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 53. maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile kasten işlenen bir suçtan dolayı hapis cezasına ya da affa uğramış olsa veya hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilmiş olsa bile Türk Ceza Kanununun ikinci kitabının birinci kısmının bir ve ikinci bölümündeki suçlar, Devletin güvenliğine karşı suçlar, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, millî savunmaya karşı suçlar, Devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk suçlan ile yabancı devletlerle olan ilişkilere karşı suçlardan veya zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından mahkûm olmamak.” şeklindeki düzenleme ile son zamanlarda yapılan kanun değişiklikleri ile hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararına hukukî sonuç bağlandığı gibi, sanık hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilerek 5 yıl boyunca denetim süresine tabi tutularak özgürlüğünün kısıtlanması, yaptırımlara tabi tutulması da İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetlerini Koruma Sözleşmesi’nin (AİHS) ö. maddesinde adil yargılanma hakkı başlığında düzenlenen,

“1. Her şahıs gerek medeni hak ve vecibeleriyle ilgili nizalar gerek cezai sahada kendisine karşı serdedilen bir isnadın esası hakkında karar verecek olan, kanuni, müstakil ve tarafsız bir mahkeme tarafından dâvasının mâkul bir süre içinde hakkaniyete uygun ve aleni surette dinlenmesini istemek hakkını haizdir.

Hüküm aleni olarak verilir, şu kadar ki demokratik bir toplulukta âmme intizamının veya millî güvenliğin veya ahlâkın yararına veya küçüğün menfaati veya dâvaya taraf olanların korunması veya adaletin selâmetine zarar verebileceği bazı hususi hallerde, mahkemece zararı görülecek ölçüde, aleniyet dâvanın devamınca tamamen veya kısmen Basın mensupları ve halk hakkında tahdid edilebilir.

2. Bir suç ile itham edilen her şahıs suçluluğu kanunen sabit oluncaya kadar masum sayılır.

3. Her sanık ezcümle:

a) Şahsına tevcih edilen isnadın mahiyet ve sebebinden en kısa bir zamanda, anladığı bir dille ve etraflı surette haberdar edilmek,

b)Müdafaasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara malik olmak,

c) Kendi kendini müdafaa etmek veya kendi seçeceği bir müdafii veya eğer bir müdafi tâyin için mali imkânlardan mahram bulunuyor ve adaletin selâmeti gerektiriyorsa, mahkeme tarafından tayin edilecek bir avukatın meccani yardımından istifade etmek,

d) İddia şahitlerini sorguya çekmek, veya çektirmek, müdafaa şahitlerinin de iddia şahitleriyle aynı şartlar altında davet edilmesini ve dinlenmesinin sağlanmasını istemek,

e) Duruşmada kullanılan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde bir tercümanın yardımından meccanen faydalanmak,” şeklindeki düzenlemeye aykırı olduğu,

B) Sanık hakkında verilen hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararına itiraz üzerine merci tarafından 5271 sayılı Kanun’un 231/5-14. fıkralarındaki koşullar kapsamında denetlenerek, somut olayda hükmün açıklanmasının geri bırakılması koşullarının bulunup bulunmadığı, ceza miktarı, daha önceden kasıtlı bir suçtan mahkûmiyet, zararın giderilip giderilmediği, suçun inkılap yasasında belirtilen suçlardan bulunup bulunmadığı ve denetim süresinin doğru tayin edilip edilmediği gibi hususlara ilişkin hukuka aykırılıklar nedeniyle denetim yapılabilmesinin, açıklanması geri bırakılan hükmün içeriğine ilişkin olan hukuka aykırılıkların denetlenememesinin anılan sözleşmeye ek 7 numaralı protokol’ün 2. maddesinde “Cezai konularda iki dereceli yargılanma hakkı” başlığı altında

gözetilmeksizin itirazın kabulü yerine yazı şekilde reddine karar verilmesinde isabet görülmediğinden bahisle, 5271 sayılı CMK’nun 309. maddesi gereğince anılan kararın bozulması lüzumunun ihbar olunduğu anlaşıldı.

Gereği görüşülüp düşünüldü:

Adalet Bakanlığının kanun yararına bozma yazısına dayanan tebliğnamede ileri sürülen düşünceler yerinde görüldüğünden …5. Asliye Ceza Mahkemesinin 19.06.2012 gün ve 2011/422 Esas, 2012/247 sayılı kararı ile Kahramanmaraş 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 11.09.2012 gün ve 2012/529 değişik iş sayılı kararının 5271 sayılı CMK’nin 309/4. maddesinin (a) bendi gereğince kanun yararına BOZULMASINA, müteakip işlemlerin mahallinde mahkemesince yerine getirilmesine, dosyanın mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 13.03.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Yargıtay, Boşanma Yargıtay kararı: Çeyiz Eşyasının Geri Verilmesinde, Zamanaşımı 10 Yıl

YargitayYargıtay, boşanma sonrası çeyiz eşyalarının aynen geri verilmesi istemli davaların her zaman açılabileceğine, bu davalarda zaman aşımı uygulanmayacağına karar verdi.

Eşinden boşanan bir kadın, “evlenirken yanında götürdüğü çeyiz eşyalarının eski eşinin konutunda kaldığını, boşanmalarından bugüne kadar davalı tarafından eşyalarının geri verilmediğini” belirterek, çeyiz eşyalarının ve evlendikten sonra alınan eşyaların yarısının kendisine aynen iadesine, bu mümkün olmadığı takdirde dava tarihi itibarıyla eşyaların tutarının yasal faiziyle birlikte eski eşinden tahsiline karar verilmesi istemiyle dava açtı.
Pınarhisar Asliye Hukuk Mahkemesi, çift arasındaki boşanma davasının 2006′da kesinleştiğini, eşya davasının ise 2008′de açıldığını belirterek, Türk Medeni Kanunu’nun, “Evliliğin boşanma sebebiyle sona ermesinden doğan dava hakları, boşanma hükmünün kesinleşmesinin üzerinden bir yıl geçmekle zaman aşımına uğrar” hükmünü içeren 178. maddesi gereğince bir yıllık zaman aşımı süresinin dolduğunu gerekçe gösterdi ve davayı zaman aşımından reddetti.
Pınarhisar Asliye Hukuk Mahkemesi’nin kararının temyiz edilmesi üzerine dosyayı görüşen Yargıtay 8. Hukuk Dairesi, yerel mahkemenin kararını bozdu.
Dairenin kararında, mahkemenin zaman aşımından davanın reddi yönündeki kararının, somut olguya uygun düşmediği belirtilerek, bir davada maddi olayları ileri sürmenin taraflara, hukuki nitelendirmeyi yapmanın ve dayanılan kanun maddesini belirlemenin ise hakime ait olduğu vurgulandı.
Davacının öncelikle eşyaların aynen iadesini, bu olmadığı takdirde eşyaların bedellerinin tazminini istediği anımsatılan kararda, eşyaların geri istenmesi davasının “istihkak davası” olarak kabul edilmesi gerektiğine işaret edildi.

“İstihkak davası her zaman açılabilir”

Kararda, davanın, Türk Medeni Kanunu’nun, “kişisel malların nelerden ibaret olduğunu” öngören 220, “her eşin yasal sınırlar içinde kişisel malları ile edinilmiş mallarını yönetme, bunlardan yararlanma ve bu mallar üzerinde tasarrufta bulunma hakkına sahip olduğunu” içeren 223/1, “her eş diğer eşte bulunan mallarını geri alır” düzenlemesine yer veren 226/1 ve “belirli bir malın eşlerden birine ait olduğunu iddia eden kimse iddiasını ispat etmekle yükümlüdür” hükmünü içeren 222/1 maddelerine dayalı olarak açıldığının kabul edilmesi gerektiği ifade edildi.
Dairenin kararında, şu tespitler yapıldı:
“Mahkemece yapılacak araştırma ve inceleme sonucu istenen eşyaların aynen mevcut olduğunun saptanması halinde uyuşmazlık bu açıdan mülkiyet hakkına dayandığından olayda zaman aşımı söz konusu olamaz. Eşlerden her biri kişisel eşyalarını her zaman mal rejiminin sona ermesinden önce ya da sonra isteyebilir. Bu istek mal rejiminin tasfiyesi halinde istenilecek katkı payı, değer artış payı veya artık değere katılma alacağı olarak nitelendirilemez ve değerlendirilemez. Bu tür eşyalarla ilgili dava boşanmanın eki niteliğinde davalar olarak da düşünülemez. O halde eşyaların aynen geri verilmesine ilişkin istihkak davaları her zaman açılabildiğinden zaman aşımına tabi değildirler.”

Eşyalar yoksa toplam bedel tazminat niteliğinde

Kararda, dava konusu eşyaların aynen mevcut olmadığının belirlenmesi halinde ise eşyaların toplam bedeline karar verilmesi gerekeceğinden, bu halde somut olayda zaman aşımının söz konusu olacağına dikkat çekildi.
Tarafların 2002′de evlenip, 2004′te açılan ve 2006′da kesinleşen kararla boşandıkları belirtilen kararda, başka bir mal rejimini seçtiklerini ileri sürmediklerine göre evlendikleri tarihten boşanma davasının açıldığı tarihe kadar eşler arasında yasal edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu ve taraflar arasındaki geçerli mal rejiminin boşanma davasının açıldığı tarihte sona erdiği kaydedildi.
Daire, eşyaların aynen mevcut olmaması halinde ise istenen eşya bedelinin tazminat niteliğinde olduğuna karar vererek, olayda Türk Medeni Kanunun 178. maddesi değil, aynı kanunun 5. maddesi yoluyla Borçlar Kanununun 125. maddesinde öngörülen 10 yıllık zaman aşımı süresinin uygulanması gerekeceğini vurguladı.
Kararda, “Boşanma kararının kesinleştiği 2006 yılından eldeki eşya davasının açıldığı 2008 yılına kadar Borçlar Kanununun 125. maddesinde belirtilen 10 yıllık zaman aşımı süresi henüz geçmediğinden, işin esasına girilerek iddia ve savunma doğrultusunda toplanacak deliller çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken olayda uygulama yeri olmayan Türk Medeni Kanununun 178. maddesinde öngörülen 1 yıllık zaman aşımı süresinin geçtiği görüşüyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir” denildi

GERİ ALMA / FERAGAT

T.C.

YARGITAY
Birinci Hukuk Dairesi
E: 2006/3245
K: 2006/4318
T:17.04.2006
GERİ ALMA
FERAGAT
ÖZET: Davayı geri almada, davacı talep sonucundan vaz­geçmemekte, sadece davasını geri almakta ve onu ileride tekrar açabilme hakkını saklı tutmaktadır. Oysa feragatte, davacı dava konusu yapmış olduğu haktan feragat etmek­tedir.
Davacı feragat etmiş olduğu davayı tekrar aça­maz, açarsa davalının kesin hüküm itirazı ile karşılaşır ve dava reddedilir. Ayrıca davadan feragat davalının rızasına bağlı olmadığı halde, davacının davayı geri alabilmesi için davalının rızası şarttır.
Somut olayda tarafların kullandıkları “geri çekili­yorum” ve “feragat”sözcükleri teknik nitelikte değildir. Mahkemece bu çerçevede işin esası incelenip, varılacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekir.
1086 s. HUKUK USULÜ MUHAKEMELERİ KANUNU [Madde 95]
1086 s. HUKUK USULÜ MUHAKEMELERİ KANUNU [Madde 185]
1086 s. HUKUK USULÜ MUHAKEMELERİ KANUNU [Madde 237]
Taraflar arasında görülen davada;
Dava, 2322 ada 1 parsel.sayılı taşınmazdan 123 m2 lik yer satın aldığını, davalının taşınmazına 33 m2 tecavüzde bulunduğunu ileri sürüp elatmanın önlenmesini istemiştir.
Davalı, davacının daha önce aynı konuda açtığı davanın feragat nedeniy­le retle sonuçlandığını, kesin hüküm oluştuğunu bildirip davanın reddini sa­vunmuştur.
Mahkemece, kesin hüküm nedeniyle davanın reddine karar verilmiştir.
Karar, davacı tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; tetkik hâkimi­nin raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, dü­şünüldü.
Dava, çaplı taşınmaza elatmanın önlenmesi isteğine ilişkindir.
Mahkemece, Kadıköy Üçüncü Asliye Hukuk Mahkemesinin 1999/866-935 sayılı kararının kesin hüküm oluşturduğu, anılan davada da­vacının aynı taşınmaz için elatmanın önlenmesini istediği ancak davasından dilekçe ile vazgeçtiği, vazgeçmenin davalı tarafından da kabul edildiği, bu­nun üzerine vazgeçme nedeniyle davanın reddedildiği, kesin hüküm oluştu­ğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Gerçekten, taşınmazın taraflar adına paylı mülkiyet üzere kayıtlı olduğu, kesin hükme esas alınan davanın aynı taşınmaz için açıldığı, davacının “da­va açmıştır akrabam olduğu için pişmanlık duydum, verdiğim dilekçeyi geri çekiyorum” içerikli 15.10.1999 günlü dilekçesi üzerine davanın feragat ne­deniyle reddedildiği tartışma konusu değildir.
Bilindiği üzere; davayı geri almada (davacının takibinden vazgeçilmesin­de) davacı talep sonucundan (yani dava konusu yaptığı hakkından) vazgeçmemekte (feragat etmemekte) sadece davasını geri almakta ve onu ilerde tekrar açabilme hakkını saklı tutmaktadır. Oysa feragatta davacı dava konu­su yapmış olduğu haktan feragat etmektedir.(vazgeçmektedir.)
Davacı feragat etmiş olduğu davayı tekrar açamaz; açarsa davalının ke­sin hüküm itirazı ile karşılaşır ve dava reddedilir.(HUMY.95/1-237) Bundan başka davadan feragat davalının muvafakatına (rızasına) bağlı olmadığı hal­de, davacının davayı alabilmesi için davalının rızası şarttır.(HUMY.185/1)
Somut olaya bu ilkeler ışığında bakıldığında davacının önceki davadaki beyanı davadan feragat anlamında olmayıp, davanın yeniden açılacağı an­lamını taşımaktadır. Nitekim duruşmada hazır olan davalı vekili davanın fe­ragat nedeniyle reddine karar verilsin taraflar arasında uyuşma sağlanmıştır” şeklinde bu geri almaya karşı çıkmadığını dile getirmiştir. Tarafların kullandı­ğı “geri çekiyorum” “feragat”sözcükleri teknik nitelikte değildir, gerçek ira­deleri yansıtmamaktadır. Kaldı ki, önceki karar taraflara tebliğ edilip, şeklen kesinleştirilmemiş olduğuna göre, bu aşamada kesin hükümden söz etme olanağı da yoktur.
Öte yandan, elatma fiili (eylemi) bir olgu bir vakıadır. TMY 683. maddesi bir şeye malik olan kimseye o şeyi elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabilme ve her türlü haksız elatmanın önlenmesi davası açabilmek hakkını vermektedir. Özet olarak öğretide, “zilyet bulunmayan malikin, ma­lik olmayan zilyet aleyhine açtığı davadır…” (actio Reivindicatio) biçiminde tanımlanan istihkak davasında da kuşkusuz kesin hüküm oluşmaktadır. An­cak, kesin hüküm var denilebilmesi için istihkak davası sonunda verilen hü­küm ile yalnızca bir malın davacıya teslimi gerektiğinin veya hukuki bir ne­denden dolayı o malın davacıya teslim edilmesi gerekmediğinin o davanın tarafları arasında kesin hüküm halini alması gerekir.
Ayrıca, elatma haksız eylem olduğundan yenilendikçe ya da sürüp gittik­çe mülkiyet hakkı sahibi her zaman dava açabilir, (actio Negatoria) Kesin hü­küm ancak hüküm anındaki durumu tespit eder. Hükümden sonraki döne­me etkili değildir.
Hal böyle olunca işin esası incelenip varılacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı biçimde hüküm kurulması doğru değildir.
Davacının temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan ne­denlerden ötürü HUMK.nun 428. maddesi uyarınca (BOZULMASINA), pe­şin harcın temyiz edene geri verilmesine, 17.04.2006 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

HEDİYELERİN GERİ VERİLMESİ

T.C.

YARGITAY
Onüçüncü Hukuk Dairesi
E: 2006/355
K: 2006/6349
T: 24.04.2006
HEDİYELERİN GERİ VERİLMESİ
ÖZET: Borçlar Kanunu’nun 65. maddesine göre gayri ah­laki bir amacı sağlamak için verilen şeylerin geri verilme­si mümkün değildir. Nişanın bozulmasında hediyelerin ia­desi ile ilgili hükümlerin böyle bir durumda uygulanması mümkün değildir.
818 s. BORÇLAR KANUNU [Madde 65]
Taraflar arasındaki tapu iptali tescil-alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatınca temyiz edilmesi üze­rine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.
Davacı diş hekimi olduğunu, davalının 1997-2000 yılları arasında yanın­da yardımcı eleman olarak çalıştığını, her iki tarafın da boşanmış olup reşit çocuklarının bulunduğunu ve aralarında duygusal yakınlık meydana geldiği­ni, 2001 yılında nişanlandıklarını, 13.000.000.000 TL ödeyerek davalı adına mesken satın aldığını davalının daha sonra nişan yüzüğünü atarak ayrıldığı­nı, sebepsiz zenginleştiğini ileri sürerek İzmir, Balçova 116 ada 23 parsel 1 nolu mesken tapusunun iptali ile adına tescilini olmadığı takdirde 17.000.000.000 TL ev bedelinin davalıdan tahsilini istemiştir.
Davalı, 2 yıl nikâhsız birliktelik yaşadıklarını, nişanlanmadıklarını, daireyi kendisinin aldığını savunarak davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece, nişanın bozulması evlenmenin gerçekleşmemesi nedeniyle 9.750.000.000 TL ev bedeli, 2.500.000.000 TL tadilat bedeli toplamı 12.250.000.000 TL.nin davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, dava­lı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, gayri meşru birleşme sırasında davacı tarafından davalıya yapılan para yardımı ile alınan mesken tapusunun iptali ile davacı adına tescili olmadığı takdirde davalının sebepsiz zenginleştiği 17.000.000.000 TL bedelin tahsili isteminden ibarettir.
Davacı ile davalının bir araya gelerek iki sene karı koca gibi yaşadıkları, daha sonra geçinemeyerek ayrıldıkları anlaşılmaktadır. Tarafların iki sene ni­kâhsız yaşamaları bu birleşmenin kanuni ve medeni evlenmeye tekaddüm eden bir nişanlanma mahiyetinde olmadığını göstermektedir. Bu nedenle davacının davalıya verdiği 9.750.000.000 TL.nin ve yaptığı harcamaların meşru olmayan bir maksadın istihsali için verilmiş bir paradan ibaret ol­duğunu kabul zarureti vardır. BK.nun 65. maddesine göre gayri ahlaki bir amacı sağlamak için verilen şeylerin geri alınması mümkün değildir. Nişanın bozulmasında hediyelerin iadesi ile ilgili hükümlerin burada kıyasen uygulan­ması yoluna gidilerek davanın kısmen kabulünde isabet yoktur. Mahkemece değinilen bu yön gözetilerek davanın reddine karar verilmesi gerekirken ya­zılı şeklide davanın kabulüne karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırıdır. Bozmayı gerektirir.
Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz olunan hükmün davalı yararına (BOZULMASINA), peşin harcın istek halinde iadesine, 24.04.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.

GERİ VERME TALEBİ / SUÇLUNUN İADESİ

T.C.
YARGITAY
Onuncu Ceza Dairesi
E: 2006/6918
K: 2006/8106
T: 14.6.2006
GERİ VERME TALEBİ
SUÇLUNUN İADESİ

5237 s. TÜRK CEZA KANUNU (1) [Madde 18]
Amerika Birleşik Devletleri’nde “500 gramdan fazla kokaini dağıtmak amacıya bulundurmak ve ruhsatsız silah taşımak”suçlarından hükümlü olarak cezası infaz edilmekte iken firar eden, bakiye 5 yıl 4 ay hapis cezasının infazı amacıyla hakkında Georgia Güney Bölgesi Mahkemesi’nce 05.08.1994 tarihli ve CR294-45 sayılı tutuklama müzekkeresi çıkarılan ve İnterpol Genel Sekreterliği tarafından düzenlenen A-491/4-2005 kontrol numaralı kırmızı bültenle uluslararası düzeyde aranmakta iken 22.10.2005 tarihinde Gürcistan’dan Türkiye’ye giriş yapmak isterken yakalanmasından sonra Hopa Sulh Ceza Mahkemesi’nin 22.10.2005 tarihli ve 2005/169. D:İş Es. sayılı kararı ile 60 gün süre için iade amacıyla geçici olarak tutuklanan, ABD ve Suriye uyruklu B. A. M.’ın belirtilen suçları ile ilgili mahkûmiyetinden dolayı Amerika Birleşik Devletlerine iadesinin talep edildiği; ARTVİN Ağır Ceza Mahkemesi’nce duruşma açılarak yapılan yargılama sonucu, 18.01.2006 tarihinde 2005/ 318 D.İş sayı ile “iade talebinin kabulüne” karar verildiği; bu kararın iadesi istenen müdafii tarafından temyiz edildiği; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca dava dosyasının, kararın “düzeltilerek onanması” isteğini içeren 05.05.2006 tarihli tebliğname ekinde 09.05.2006 tarihinde Dairemize gönderildiği anlaşıldı. Dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Kararın niteliğine göre temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılması mümkün olmadığından, iadesi istenen müdafiinin bu yöndeki isteminin 5320 sayılı Kanunun 8/1, 1412 sayılı Kanunun 318 ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 299. maddeleri uyarınca reddine karar verilerek, temyiz incelemesi duruşmasız olarak yapılmıştır.
Yargılama sürecinin kanuna uygun olarak yapıldığı; iddia ve savunmanın toplanan delillerle birlikte gerekçeli kararda gösterilip tartışıldığı anlaşıldığından, iadesi istenen müdafiinin “iade talebine esas teşkil eden suçun Türk Ceza Kanunu’na göre suç olarak nitelendirilmemesi;zamanaşımı, af, kötü muamele, işkence, sağlık ve yaş durumu ile adil yargılama konuları” açısından iade kararının yanlış olduğuna ilişkin itirazları yerinde görülmemiştir. Ancak,
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 18/5. maddesine göre, geri verme talebi yerinde olduğu takdirde “geri verme talebinin kabul edilebilir” olduğuna karar verilmesi gerekirken, Bakanlar Kurulu’nun takdir yetkisini kısıtlayacak biçimde “iade talebinin kabulüne” karar verilmesi,
SONUÇ : Yasaya aykırı, iadesi istenen müdafiinin temyiz itirazları bu açıdan yerinde olduğundan, kararın 1412 sayılı CMUK’nın 321 . maddesi uyarınca BOZULMASINA; ancak, bu aykırılığın yeniden yargılama yapılmaksızın aynı Kanunun 322. maddesi gereğince düzeltilmesi mümkün olduğundan; “HÜKÜM” bölümünde yer alan “İADE TALEBİNİN KABULÜNE” ibaresi çıkarılarak yerine “GERİ VERME TALEBİNİN KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA” ibaresi yazılmak suretiyle, belirtilen kararın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın isteğine uygun olarak DÜZELTİLEREK ONANMASINA, 14.06.2006 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

SÜRÜCÜ BELGESİNİN GERİ ALINMASI

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
E: 2006/11-299
K: 2006/328
T: 31.05.2006
SÜRÜCÜ BELGESİNİN GERİ ALINMASI
Özet: 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 51/3. maddesindeki, sürücü belgesinin geçici bir süreyle geri alın­masına ilişkin hüküm, hız sınırını aşmayı itiyat haline getiren ve böylece karayolundaki seyir güvenliğini hem kendisi ve hem de başkaları açısından tehlikeye sokan sürücülerin yol açabile­cekleri kazaları önlemek ve onları aynı hatayı tekrarlamaktan kaçınmaya zorlamak amacıyla konulmuştur.
Sürücü belgesi almış olmakla birlikte, yasal hız sınırım aşmayı itiyat haline getiren bir kişi bu özelliği itibariyle, sürücü belgesine sahip olmayan, ancak, hız sınırlarına riayet eden başka sürücülere oranla, trafik güvenliği açısından daha büyük bir tehlike taşıyacağı dikkate alınarak, değerlendirme yapılması gerekir.
2918 s. KARAYOLLARI TRAFİK KANUNU (1)(2) [Madde 51]
Taraflar arasındaki “istirdat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Adana İkinci Asliye Ticaret Mahkemesi)’nce davanın reddine dair verilen 25.05.2004 gün ve 2003/321-2004/210 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Onbirinci Hukuk Daire­sinin 27.06.2005 gün ve 2004/10172-2005/6817 sayılı ilamı ile, (…Davacı vekili, müvekkili şirkete kasko sigortalı ve davalıların sigorta ettireni ve sürücüsü bulunduğu aracın uğradığı (27.525.000.000) TL hasar bedelinin sigorta ettirene ödendiğini, ancak daha sonra davalı sürücüsünün ehliyetinin kaza sırasında geçici olarak geri alındığının, dolayısıyla hasar bedelinin Kasko Sigortası Genel Şartları’nın A-5-4 maddesi uyarınca teminat kapsamı dışında kaldığının anlaşıldığını ileri sürerek, anılan meblağın temerrüt faiziyle birlikte davalılardan müteselsilen tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalılar vekili, müvekkiline yapılan 15.02.2002 tarihi itibariyle BK’nın 66. maddesi uyarınca davanın zamanaşımına uğradığını, müvekkillerden Cengiz’e husumet yöneltilemeyeceğini, genel şartların anılan hükmü uyarınca sürücü belgesi geçici olarak geri alınan müvekkilinin hiç ehliyeti olmayan kişilerle bir tutulamayacağını ve bu durumun tazminat ödenmesine engel olmayacağını, BK’nın 62. maddesi uyarınca bu durumu bilerek ödeme yapan davacının istirdat talebinde bulunamayacağını savunarak davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, toplanan kanıtlara dayanılarak, davalı sürücünün kaza sırasında sürücü belgesinin geçici süre ile geri alındığının sabit olduğu, ancak sürücü belgesi bulunan davalının, hiç sürücü belgesi olmayan kişiyle bir tutulmasının sözleşmenin amacına ve hakkaniyet ilkesine uygun bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.
1 Dava, kasko sigorta sözleşmesinden kaynaklanan alacağın, sözleşme akidinden istirdadı istemine ilişkindir. Davacı sigorta şirketi vekili, gerçekte teminat kapsamı dışında kalan hasar bedelinin sehven sigorta ettirene ödendiğini ileri sürerek istirdat talebinde bulunduğuna göre, bu talebin sigorta sözleşmesinin tarafı olmayan sürücüye yöneltilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla mahkemece, davalı Cengiz hakkındaki davanın bu gerekçeyle reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değilse de
2 sonucu itibarıyla doğru olan davalı Cengiz hakkındaki davanın reddi kararının onanması gerekmiştir.
3 Ancak, Kasko Sigortası Genel Şartlarının A-5-4 maddesi uyarınca, taşıtın Karayolları Trafik Kanunu hükümlerine göre gerekli sürücü belgesine sahip olmayan kimseler tarafından kullanılması sırasında meydana gelen hasarlar teminat kapsamı dışındadır. Sürücü belgesinin aynı yasa hükümlerine göre geçici olarak geri alındığı sırada meydana gelen hasarların da bu madde kapsamı içinde kalacağı, dolayısıyla teminat kapsamı dışında olduğu tabiidir. Dosyadaki bilgi ve belgelerin incelenmesinden davalı sürücünün dava konusu trafik kazası sırasında ehliyetinin geçici olarak geri alındığı anlaşılmaktadır. Esasen bu konuda taraflar arasında uyuşmazlık da bulunmamaktadır. Bu durum karşısında mahkemece, dava konusu hasar bedelinin kasko sigortası teminatı kapsamı dışında olduğu kabul edilerek sonucuna göre hüküm kurmak gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamış, davacı vekilinin davalı C… Ltd. Şti.’ye yönelik temyiz itirazlarının kabulü ile kararın bozulması gerekmiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz Eden: Davacı vekili
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görü­şüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle; somut olayda davalılardan Cengiz’in sürücü belgesinin, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 51/3. maddesi uyarınca ve hız sınırlarını yüzde otuzdan fazla aşmak suretiyle ihlal suçunu bir yıl içerisinde beş defa işlemiş olması nedeniyle 04.05.2001 tarihinden itibaren bir yıl süreyle geri alınmış bulunmasına, uyuşmazlık konusu trafik kazasının, bu bir yıllık süre içerisinde 10.11.2001 tarihinde meydana gelmesine, dolayısıyla, kaza tarihi itibariyle davalı Cengiz’in, araç kullanmasına hukuken olanak veren bir sürücü belgesine sahip bulunmamasına;2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 51/3. madde­sindeki, sürücü belgesinin geçici bir süreyle geri alınmasına ilişkin hükmün, hız sınırını aşmayı itiyat haline getiren ve böylece karayolundaki seyir güvenliğini hem kendisi ve hem de başkaları açısından tehlikeye sokan sürücülerin yol açabilecekleri kazaları önlemek ve onları aynı hatayı tekrarlamaktan kaçın­maya zorlamak amacıyla konulduğunun açık olmasına; anılan Kanun hük­münde, “… Süresi sonunda psiko-teknik değerlendirmeden ve psikiyatri uzmanının muayenesinden geçirilerek sürücü belgesi almasına mani hali olmadığı anlaşılanların belgeleri iade edilir.” denilmek suretiyle, salt geçici alma süresinin bitmesinin, sürücü belgesinin ilgiliye mutlak surette iade edilmesini gerektirmeyeceğinin açıklanmış ve iade için, sürücünün maddede belirtilen koşulları taşıdığına ilişkin bir saptamanın şart koşulmuş bulunmasına, Kanunun bu hükmünün, belirli bir süre içerisinde hız sınırını belli bir sayının üzerinde ihlal eden sürücüleri kaza yapma açısından potansiyel bir tehlike olarak kabul ettiğinin açıkça anlaşılmasına;gerçekten de, sürücü belgesi almış olmakla birlikte, yasal hız sınırını aşmayı itiyat haline getiren bir kişinin, bu özelliği itibariyle, sürücü belgesine sahip olmayan, ancak, hız sınırlarına riayet eden başka sürücülere oranla, trafik güvenliği açısından daha büyük bir tehlike taşıyacaklarının da açık bulunmasına;nihayet, Yerel Mahkemenin direnme kararında dayandığı, Onbirinci Hukuk Dairesinin 20.10.1999 gün ve 1999/7632-10556 sayılı kararının, somut olay özelliklerinden kaynaklanan bir gerekçeyi ve sonucu içermesine, anılan Özel Dairenin daha sonraki istikrarlı uygulamasının, yukarıda açıklanan ilkelere paralel yönde bulunmasına göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nın 429. maddesi gereğince (BOZULMASINA), istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 31.05.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.

ŞARTLA TAHLİYENİN GERİ ALINMASI / YASA YOLU

T.C.
YARGITAY
Sekizinci Ceza Dairesi
E: 2006/819
K: 2006/4688
T:29.05.2006
ŞARTLA TAHLİYENİN GERİ ALINMASI
YASA YOLU
Özet: Şartla tahliyeden sonra bihakkın tahliye tarihi dolmadan işlenen suç nedeniyle şartla tahliyenin geri alın­masına ilişkin verilen karar 5275 sayılı Yasa’nın 98. maddesi uyarınca itiraza tabidir.
5275 s. CEZA VE GÜVENLİK TEDBİRLERİNİN İNFAZI HAKKINDA KAN… [Madde 98]
6136 sayılı Kanun’ a aykırılık ve kavgada korkutmak amacıyla silah boşaltmak suçundan hükümlü Cafer’in şartla tahliye edildikten sonra bihakkın tahliye tarihi dolmadan işlediği yeni suç nedeniyle şartla tahliyesinin geri alınmasına ilişkin verilen karara karşı C.Başsavcısının talebi üzerine 765 sayılı Yasa’nın 5237 sayılı Yasa’ya göre hükümlünün durumunun yeniden değerlen­dirilmesi istenmekle yapılan inceleme sonunda; talebin reddine dair (Tarsus İkinci Asliye Ceza Mahkemesi)’nden verilen 22.06.2005 gün ve 317 esas, 419 karar sayılı hükmün süresi içinde Yargıtay’ca incelenmesi sanık tarafından istenilmiş olduğundan dava evrakı C.Başsavcılığından tebliğname ile 10.02.2006 günü Daireye gönderilmekle incelendi.
Gereği görüşülüp düşünüldü:
Hükümlünün şartla tahliye edildikten sonra bihakkın tahliye tarihi dol­madan işlediği yeni suç nedeniyle şartla tahliyesinin geri alınmasıyla ilgili verilen kararın temyizi olanaklı olmayıp 5275 sayılı Yasa’nın 98. maddesi uyarınca itiraza tabi olduğundan, temyiz dilekçesi itiraz başvurusu olarak kabul edilerek mahallince itiraz merciine gönderilmesi için dosyanın incelenmeksizin Yargıtay C.Başsavcılığına (TEVDİİNE), 29.05.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.