Etiket arşivi: HUKUK

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2013/12-19 E. , 2013/817 K. Tebligat Kanunu 21.Maddesine Göre Tebliğ Usulü

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2013/12-19 E. , 2013/817 K.
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ : Ankara 3. İcra Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 10/05/2012
NUMARASI : 2012/278-2012/331
Taraflar arasındaki “şikayet” isteminden dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 3. İcra Hukuk Mahkemesi'nce şikayetin reddine dair verilen 25.11.2010 gün ve 2010/1253 E., 2010/1434 K. sayılı kararın incelenmesi şikayetçi/borçlu vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 12. Hukuk Dairesi'nin 25.10.2011 gün ve 2011/3926 E., 2011/20217 K. sayılı ilamı ile;
(…Borçluya örnek 7 ödeme emrinin 7201 Sayılı Tebligat Kanunu'nun 21. maddesi uygulanmak suretiyle tebliğ edilmek istenildiği anlaşılmaktadır.
7201 sayılı Tebligat Kanunu'nun "Tebliğ imkansızlığı ve tebellüğden imtina" başlıklı 21. maddesinde; "Kendisine tebligat yapılacak kimse veya yukarıdaki maddeler mucibince tebligat yapılabilecek kimselerden hiçbiri gösterilen adreste bulunmaz veya tebellüğden imtina ederse, tebliğ memuru tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti azasından birine veyahut zabıta amir ve memuruna imza mukabilinde teslim eder ve tesellüm edenin adresini ihtiva eden ihbarnameyi gösterilen adresteki binanın kapısına yapıştırmakla beraber, adreste bulunmama halinde tebliğ olunacak şahsa keyfiyetin haber verilmesini de mümkün oldukça en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirir. İhbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarih, tebliğ tarihi sayılır." hükmü yer almaktadır. Madde bu haliyle iki hali birlikte düzenlemiştir. Bunlardan ilki "adreste bulunmama", diğeri ise "tebellüğden imtina"dır. Muhatabın adreste bulunmaması halinde tebliğ memurunun ne şekilde davranması gerektiğini düzenleyen Tebligat Tüzüğünün 28. maddesinin birinci fıkrasında; "Muhatap veya adına tebliğ yapılabilecek olanlardan hiçbiri gösterilen adreste bulunmazsa, tebliğ memurunun adreste bulunmama sebebini bilmesi muhtemel komşu, yönetici, kapıcı, muhtar, ihtiyar kurulu veya meclisi üyeleri, zabıta amir ve memurlarından tahkik ederek beyanlarını tebliğ tutanağına yazıp altını imzalatması, imzadan çekinmeleri halinde de bu durumu yazarak kendisinin imzalaması gerekir." hükmü öngörülmüştür. Burada Tüzüğün 28. maddesi, tebliğ memuruna ilgilinin neden adreste bulunmadığını "tahkik etme" görevini yüklemiştir. Buna göre tebliğ memuru tahkik etmekle kalmayıp, buna tevsike yönelik olarak yaptığı tahkikatın sonucunu tebliğ evrakına yazacak ve maddede açıkça belirtildiği üzere ilgilisine imzalatacaktır. Ancak bu şekilde yapılan işlemin usulüne uygun olup olmadığı, Hakim tarafından denetlenebilir.
Muhatabın tebliğ adresinde ikamet etmekle birlikte, kısa ya da uzun süreli ve geçici olarak adreste bulunmadığının, tevziat saatlerinden sonra geleceğinin beyan ve bunun tevsik edilmesi halinde ancak;maddede sayılanlardan, örneğin muhtara imza karşılığı tebliğ edilip, 2 numaralı fişin kapıya yapıştırılması ve komşunun durumdan haberdar edilmesi işlemlerine geçilebilecektir. Tahkikatta muhatabın adresten kesin olarak ayrıldığının ya da öldüğünün tespiti halinde ise Tüzüğün 28. maddesinin 2.,3.,4. fıkraları gereğince işlem yapılacaktır.
Bu itibarla; Tüzüğün 28. maddesinde öngörülen şekilde ve maddede belirtilen kişilere sorularak imzaları da alınmak suretiyle, şayet imzadan çekinmeleri halinde bu husus da belirtilerek; muhatabın adreste geçici olarak bulunmama sebebi ve tevziat saatlerinden sonra geleceği "tevsik edilmeden", Tebligat Kanunu'nun 21. maddesine göre yapılan tebligat işlemi geçersizdir. Zira bu belgeleme işlemi, devamı işlemleri belirlemesi yanında muamelenin doğru olup olmadığına karar verilmesi yönünden yardımcı olacak ve tebliği isteyen makam ve Hakimin denetimini sağlayacaktır. 21. maddeye göre yapılan tebligatlarda tebliğ tarihi, maddenin son cümlesinde açıkça belirtildiği üzere, iki numaralı fişin yani ihbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarihtir. Tebliğ tarihinin bu şekilde belirlenmesi ve geçerli sayılabilmesi, tebliğ memurunun yukarıda açıklanan araştırmayı mutlaka yapmasına ve belgelemesine bağlıdır. ( HGK. nun 25.01.2006 tarih ve 200512-772/17 sayılı kararı) Somut olayda tebliğ işleminin, muhatabın adresinin kapalı olması nedeni ile tebligatın mahalle muhtarı imzasına teslim edilip 2 no'lu formülün kapısına yapıştırılarak beyanda bulunanın imzadan imtina ettiği belirtilmek suretiyle yapıldığı görülmektedir.
Görüldüğü üzere muhatabın tevziat saatlerinden sonra adresine dönüp dönmeyeceği, dönecekse ne zaman döneceği tevsik edilmediğinden ödeme emrinin Tebligat Kanunu'nun 21.maddesine göre yapılan tebligatı usulsüzdür.
Bu durumda 7201 Sayılı Kanunun 32. maddesi gereğince tebliğ tarihinin öğrenme tarihine göre düzeltilmesine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir…)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
İstek, borca ve yetkiye itiraz ile ödeme emrinin iptali istemine ilişkindir.
Şikayetçi/borçlu vekili; karşı taraf/alacaklı tarafından müvekkili aleyhine Ankara 17. İcra Müdürlüğü'nün 2010/12975 E sayılı dosyası ile takip başlatıldığını, müvekkilinin adresinin “H.. Mah. A..İ. Cad. No:..Daire:.Ş.-İstanbul” olduğunu, bu durumun vekaletname ve muhtarlıktan alınan belge ile sabit olduğunu, alacaklının kasten ve kötü niyetli olarak müvekkili ile ilgisi olmayan bir adrese ödeme emrini tebliğ ettirdiğini, tebligat yapılan adresin D.-D. AŞ.'nin yasal ikametgahı olduğunu, yapılan tebligatın usulüne uygun olmadığını, müvekkilinin icra takibinden 18.10.2010 tarihinde tapuda işlem yaptırmak isterken haberdar olduğunu belirterek, Ankara İcra Müdürlüğü'nün yetkisizliğine, ödeme emrinin iptaline, takibin durdurulmasına, hacizlerin kaldırılmasına karar verilmesini talep etmiştir.
Karşı taraf/alacaklı vekili; şikayetçinin, müvekkili aleyhine başlattığı İstanbul 8. İcra Müdürlüğü'nün 2009/32784 E sayılı dosyasında, ..ada ..parselin satışına ilişkin resmi senette, 28.03.2007 tarihli satış senedinde ve bir çok belgede adresini “T..B.Ş. Sok. No:.A.D. İş Merkezi, Ş.. İstanbul” olarak bildirdiğini, borçluya yapılan ödeme emri tebligatının usulüne uygun olduğunu belirterek şikayetin reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, şikayetin reddine dair verilen karar, şikayetçi vekilinin temyizi üzerine Özel Daire'ce başlık bölümünde yer alan gerekçe ile bozulmuş, Yerel Mahkemece, borçluya yapılan ödeme emri tebliğine ilişkin işlemin Tebligat Kanunu’nun 21. maddesine göre usulüne uygun yapıldığı gerekçesi ile önceki kararda direnilmiştir.
Direnme hükmünü, şikayetçi/borçlu vekili temyize getirmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu'nun önüne gelen uyuşmazlık; borçluya yapılan ödeme emrinin tebliğine dair işlemin Tebligat Kanunu 21. maddesi ve mülga Tebligat Tüzüğü'nün 28. maddesine göre usulüne uygun şekilde yapılıp yapılmadığı noktalarında toplanmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki; tebliğ ile ilgili 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve Yönetmelik (tebligatın yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Tebligat Tüzüğü) hükümleri tamamen şeklidir. Gerek tebliğ işlemi ve gerekse tebliğ tarihi, Kanun ve Yönetmelikte (tebligatın yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Tebligat Tüzüğü’nde) emredilen şekillerle ispat olunabilir. Anılan Kanun ve Yönetmeliğin (tebligatın yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Tebligat Tüzüğü’nün) bu konuda etkili önlemler almış olmasının tek amacı, tebliğin muhatabına ulaşmasını ve onun tarafından kabul edilmesini sağlamaktır.
Buna göre; tebligat, bir davaya ilişkin işlemleri o davayla ilgili kişilere bildirmek için, mahkemelerce Kanuna uygun biçimde yapılan bir belgelendirme işlemidir. Dolayısıyla, Kanun ve Yönetmelik (tebligatın yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Tebligat Tüzüğü) hükümlerinin en küçük ayrıntılarına kadar uygulanması zorunludur.
Muhatabın adreste bulunmaması halinde tebliğ memurunun ne şekilde davranması gerektiği Tebligat Kanunu’nun 21. maddesi ile tebligat tarihinde yürürlükte olan mülga Tebligat Tüzüğü’nün 28.maddesinde düzenlenmiştir. Mülga Tüzüğün 28.maddesi gereğince, tebliğ memurunca muhatabın neden adreste bulunmadığı, kısa ya da uzun süreli veya geçici olarak mı adresten ayrıldığını, tevziat saatlerinden sonra gelip gelmeyeceği hususları araştırılarak, araştırma sonucu tebliğ evrakına yazılıp ilgilisine imzalatılmalıdır. Ancak bu şekilde yapılan tebligat işleminin usulüne uygun olup olmadığı, Hâkim tarafından denetlenebilir.
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; borçluya gönderilen ödeme emri TK 21. maddeye göre yapılmış; ancak tebligat evrakında muhatabın neden adreste bulunmadığı, adresten kısa süreli mi yoksa uzun süreli mi ayrıldığına ilişkin bir kayıt bulunmamaktadır. Dolayısıyla borçluya yapılan ödeme emrinin tebliği işleminin usulüne uygun olduğundan söz edilemez.
Hal böyle olunca; aynı hususa işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
S O N U Ç : Şikayetçi/borçlu vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının bozma ilamında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’na 5311 sayılı Yasanın 29. maddesi ile eklenen “Geçici Madde 7” atfıyla aynı yasanın 366. maddesi uyarınca tebliğden itibaren 10 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.06.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi.

YARGITAY HUKUK GENEL KURULU E. 2013/2-2445 K. 2015/1522 * ÖN İNCELEME DURUŞMASI KANUNDA YAZILI OLDUĞU ŞEKİLDE YAPILMALIDIR.

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2013/2-2445
K. 2015/1522
T. 10.6.2015
DAVA : Taraflar arasındaki “boşanma” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 2.Aile Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 06.12.2012 gün ve 2011/1793 E-2012/1612 K sayılı kararın incelenmesinin davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2.Hukuk Dairesinin 03.07.2013 gün ve 2013/6260 E-2013/18820 K sayılı ilamı ile ;
(…Mahkemece, "davalı vekilinin, cevap dilekçesinde hangi olayı hangi delille kanıtlayacağını bildirmediği" gerekçesiyle tanık dinletme talebinin reddine" karar verilerek, gösterdiği deliller toplanmadan sadece davacı tanıklarının beyanları ile sonuca gidilmiştir.
Davalı vekili, davaya süresinde cevap vermiş, hem davacının ileri sürdüğü vakıalar hakkında hem de davacının kusuruna ilişkin savunmasını bildirmiştir. Cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen vakıaların hangi delillerle ispat edileceğine ilişkin bir bilgi yer almamıştır. Ne var ki cevap dilekçesindeki bu husustaki eksiklik, kanuni süre içinde olmak koşuluyla davalının delil gösterme ve delilerini sunma hakkını ortadan kaldırmaz. Diğer bir ifade ile davalı vekili, cevap dilekçesinde " savunmasını dayandırdığı vakıaları hangi delillerle ispat edileceğini" (HMK. md. 129/1-e) belirtmemiş olsa bile kanunda belirtilen süre içinde olmak koşuluyla delil gösterebilir. Çünkü, delil uyumazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli hususların ispatı için gösterilir. Çekişmeli hususlar ise ön inceleme duruşmasında tespit edilir. O halde ön inceleme duruşmasında tarafların anlaştıkları ve ayrıştıkları hususlar belirlenmeden; delil göstermeleri ve sunmaları da beklenemez. Ön inceleme duruşmasına davalı vekili mazeret bildirmiş, mahkemece mazereti kabul edilerek duruşma 18.10.2012 gününe bırakılmış, davalı vekili 18.10.2012 günlü oturuma gelmiş, tanık bildirme isteğini ifade etmiş, mahkemece, aynı oturumda tanık dinletme talebi reddedilmiştir. Davalı vekiline delillerini göstermesi ve sunması için bundan önce herhangi bir mehil verilmemiştir. Bu durumda davalı tarafın delil ( bu arada tanık) bildirme hakkı düşmüş değildir. Öyleyse davalı vekili tarafından gösterilen tanıklar usulünce davet edilip dinlenmeli ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmelidir. Bu husus nazara alınmadan eksik inceleme ile hüküm kurulması davalının hukuki dinlenilme hakkının (HMK. md. 27) ihlali niteliğinde olup, bozma sebebidir. Hükmün açıklanan sebeple bozulması gerekmiştir…)
gerekçesi ile bozularak dosya yerine çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonucu mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, TMK’nun 166/1 uyarınca evlilik birliğinin sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat isteklerine ilişkindir.
Davacı, davalı inin evliliğin ilk günlerinden itibaren kendisine şiddet uyguladığını, hakaretlerde bulunduğunu, tehdit ettiğini, sürekli para talep ettiğini son olarak 19.12.2011 tarihinde telefonla arayarak kendisini ve yakınlarını öldürmekle, kaçırmakla ve tecavüz etmekle tehdit ettiğini belirterek evlilik birliğinin temelinden sarsılması nedeniyle tarafların boşanmalarına, müşterek çocuğun velayetinin kendisine verilmesine, müşterek çocuk için aylık 400 TL tedbir ve iştirak nafakasına, boşanma ile yoksulluğa düşeceğinden lehine aylık 500 TL nafakaya, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 70.000 TL. maddi ve 100.000 TL manevi tazminata hükmedilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı, evlilik birliğinin sona ermesini gerektirecek bir sebep bulunmaması ve ini sevdiği gerekçesi ile öncelikle davanın reddine karar verilmesini, mahkemece boşanmaya karar verilmesi halinde ise; davalının evlilik birliğinin sona ermesinde tam kusurlu olması sebebiyle müşterek çocuğun velayetinin kendisine verilmesini, çocuk için 250 TL iştirak nafakasına, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak koşulu ile lehine 50.000 TL maddi ve 50.000 TL manevi tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.
Mahkemece; davalı vekilinin cevap dilekçesinde hangi olayı hangi kanıtla kanıtlayacağını bildirmediği gerekçesi ile ve yine HMK’nın 129/e-194 ve 145.madde hükümleri uyarınca tanık dinletme isteği reddedilmiş, davalının davacı ine darp uyguladığı ve hakaret ettiği , boşanmaya neden olan olaylarda davalının tam kusurlu olduğu ve davacıya atfı kabil kusur bulunmadığı gerekçesi ile davanın kabulü ile tarafların TMK’nın 166/1 maddesi uyarınca boşanmalarına karar verilmiştir. Davalı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde gösterilen sebeplerle bozulmuştur.
Yerel mahkemece, önceki kararda direnilmiş, hükmü davalı vekili temyiz etmiştir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen vakıaların hangi delillerle ispat edileceğini belirtmeyen davalının delil gösterme ve delillerini sunma hakkının ortadan kalkıp kalkmadığı, ön inceleme duruşmasında tarafların anlaştıkları ve uyuşamadıkları hususlar belirlenmeden taraflardan delil gösterme ve sunmalarının beklenip beklenemeyeceği, HMK’nın 137 maddesinde belirlenen ön inceleme duruşmasında taraflara delillerini sunmak için süre verilmesinin koşulları ;bunların sonucu olarak davalının hukuki dinlenilme hakkının ihlal edilip edilmediği noktasında toplanmaktadır.
Hukuk Genel Kurulunca yapılan görüşmeler sırasında davalı vekilinin ön inceleme duruşmasına mazeret bildirmesi ve mazeretinin de mahkemece kabul edilmesi ve 6100 sayılı HMK’nun 137/2 maddesi hükmü gözetilerek mahkemece yapılan ön inceleme duruşmasının usulüne uygun bir ön inceleme olup olmadığı, usulüne uygun ön inceleme olmadığı kabul edilirse ön inceleme duruşması usule uygun yapılmadan tahkikat duruşmasına geçilip geçilemeyeceği öncelikli olarak tartışılmıştır.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile usul hukukumuzda ilk derece yargılamasının beş temel aşamadan oluşması öngörülmüştür. Bunlar sırası ile; dilekçelerin karşılıklı verilmesi, ön inceleme, tahkikat, sözlü yargılama ve hükümdür. Bu aşamalar içinde yeni olan ise ön inceleme aşamasıdır.
Yargılamanın gereksiz yere uzamasının engellenmesi; mahkemenin ve tarafların yargılamada gereken hazırlığı davanın başında yapmasının sağlanması bakımından, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile dilekçelerin verilmesinden sonra ve tahkikat aşamasından önce gelmek üzere "ön inceleme" adıyla yeni bir yargılama aşaması kabul edilmiştir (H. Pekcanıtez/O. Atalay/ M.Özekes, Medeni Usul Hukuku, 11 Bası, 2011, s.375-376).
6100 sayılı HMK’nın 137.maddesinde, ön incelemenin kapsamı, HMK 138.maddesinde ön inceleme aşamasında dosya üzerinden dava şartları ve ilk itirazlar hakkında verilecek kararlar, HMK 139.maddesinde öninceleme duruşmasına davet, HMK140. maddesinde ise yapılması zorunlu olan ön inceleme duruşması düzenlenmiştir.
6100 sayılı HMK ön incelemenin kapsamı başlıklı 137.maddesinde “dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılacağı, 138.madde dikkate alınarak öncelikle dava şartları ve ilk itirazlar hakkında dosya üzerinden karar vereceği, dava şartları ve ilk itirazlar hakkında gerektiği takdirde kararını vermeden önce, bu konuda tarafları ön inceleme duruşmasında dinleyebileceği, ön inceleme duruşmasında tarafların iddia ve savunmaları kapsamında uyuşmazlık konularını tam olarak belirleyebileceği, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapacağı, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik edeceği ve bu hususların tutanağa geçirileceği belirtilmiştir. Ön inceleme duruşmasında dava şartları ve ilk itirazlar ile sınırlı olmak üzere tanık dinleme, belge inceleme, bilirkişi görüşü alma, keşif yapma ve yemin teklif etme gibi işlemler yapılabilir, ancak tahkikata yönelik işlemler yapılamaz.
HMK 137.maddenin ikinci fıkrasında ise ön inceleme tamamlanmadan ve gerekli kararlar alınmadan tahkikata geçilemeyeceği ve tahkikat için duruşma günü verilemeyeceği düzenlenmiştir. Gereksiz duruşmalara ilişkin uygulamadaki eski alışkanlıkların devam etmesinin kesin olarak önüne geçilmesi amacıyla Kanun koyucu, ön inceleme aşaması tamamlanmadan ve bu aşamada alınması gereken kararlar alınmadan tahkikat aşamasına geçilmesini ve tahkikat için duruşma günü belirlenmesini kesin bir ifade ile (emredici nitelikteki bir düzenlemeyle) yasaklamıştır (H. Pekcanıtez/O. Atalay/M.Özekes, a.g.e., s.375-376).
Tüm bu hususlar dikkate alındığında, dilekçeler aşaması tamamlandıktan sonra öncelikle dosya üzerinden dava şartları ve ilk itirazların incelenmesi; bu konularda olumlu veya olumsuz bir karar verilmesi, dosya üzerinden karar verilemeyen dava şartları ile ilk itirazlar hakkında karar verilmek ve diğer ön inceleme işlemlerini yapmak üzere tarafların öninceleme duruşmasına davet edilmesi, 6100 sayılı HMK 137 ve 140 maddelerine göre ön inceleme duruşmasında gerekli usul işlemleri yapıldıktan sonra, tahkikat duruşmasına geçilmesi gerekir.
Somut olayda; dava 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonra 26.12.2011 tarihinde açılmıştır. Mahkemece 01.06.2012 tarihli tensip tutanağı ile ön incelemenin duruşmalı yapılmasına ve ön inceleme duruşmasının 12.07.2012 gününe bırakılmasına karar verilmiştir. Mahkemece ön inceleme günü olarak belirlenen 12.07.2012 tarihli oturuma davalı vekili mazeret bildirmiş, mahkemece davalı vekilinin mazereti kabul edilmiştir. Ön inceleme duruşması olarak belirlenen oturumda davacı vekilinin dava dilekçesi içeriğini ve talepleri tekrar eden beyanı ve imzası alınmış ve duruşma, ön inceleme aşamasının tamamlanıp tamamlanmadığı ve tahkikata geçilip geçilmediği belirtilmeksizin 18.10.2012 gününe bırakılmıştır.
Davalı vekilinin ön inceleme duruşmasına mazeret bildirmesi ve mahkemece bu mazeretin haklı görülerek kabul edilmesi göz önüne alındığında bu halde yeni bir ön inceleme duruşma günü tayin edilerek, ön incelemede yapılması gereken usul işlemlerinin (HMK.m.140) yapılması, tarafların anlaştıkları ve anlaşmadıkları hususların tek tek tespit edilmesi, ön inceleme sonuç tutanağı düzenlenip bu tutanağın taraflara imzalatılması ve ön inceleme aşamasında yapılması gereken işlemler yapıldıktan sonra tahkikata geçilmesi gerekirken ön inceleme duruşması usulüne uygun yapılmadan tahkikat aşamasına geçilerek davanın esası hakkında karar verilmesi doğru bulunmamıştır. .
O halde yukarıda açıklandığı üzere direnme kararının ön inceleme duruşmasının usulüne uygun olarak yapılmaması nedeniyle kararın, değişik gerekçe ile bozulması gerekmiştir.
SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan değişik nedenlerden dolayı usulden BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 10.06.2015 gününde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğu ile karar verildi.

YARGITAY HUKUK GENEL KURULU E:2013/18-1755 K:2015/1039 *VELAYET VE BOŞANMA HAKKI ÇOCUĞUN SOYADININ DEĞİŞTİRİLMESİ HAKKI VERMEZ

 

 

YARGITAY

HUKUK GENEL KURULU

Esas Numarası: 2013/18-1755

Karar Numarası: 2015/1039

Karar Tarihi: 13.03.2015

 

 

 

Taraflar arasındaki 'soyadı değişikliği' davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Batı 4. Asliye Hukuk ( Kapatılan Sincan 4. Asliye Hukuk ) Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 23.01.2013 gün ve 2012/216 E. 2013/12 K. sayılı kararın incelenmesi davalı temsilcisi tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 18. Hukuk Dairesinin 09.05.2013 gün ve 2013/5954 E. 2013/7893 K. sayılı ilamı ile;

 

( … Davacı vekili dava dilekçesinde; davacının eski eşi A. G. ile olan evliliklerinden kızı F.M. G.'ın dünyaya geldiğini, daha sonra aralarında çıkan anlaşmazlık nedeniyle boşandıklarını ve küçüğün velayetinin kendisine verildiğini, boşanmadan dolayı annenin soyadı ile kızı F.M.'in soyadlarının farklı hale geldiğini bu durumun çocuğu okulda rahatsız ettiğini ve psikolojik olarak rahatsızlık duyduğunu ileri sürerek F.M. G.'ın soyadının annesinin soyadı olan İ. şeklinde değiştirilmesini istemiş, mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir.

 

Dosya içindeki bilgi ve belgelerden; davacı ile dava dışı A. G.'ın evliliklerinden 09.08.2003 tarihinde soyadının değiştirilmesi istenen F.M. G.'ın dünyaya geldiği, davacı Z.S. ile A.'ün Bağcılar Aile Mahkemesinin 25.07.2007 gün ve 2005/1488-2007/658 sayılı kararı ile boşandıkları, mahkemece dava dışı baba ile çocuk F.M. G. arasında şahsi ilişki tesisine karar verildiği, F.M.'in velayetinin davacı anne Z.S.'e bırakıldığı anlaşılmaktadır.

 

2525 sayılı Soyadı Kanununun 4. maddesinin ikinci fıkrasının 'evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği soyadı alır' şeklindeki birinci cümlesinin Anayasa Mahkemesince iptal edilmesinden sonra bilhassa boşanmalar sebebiyle somut olayda olduğu gibi zaruri nedenlerle velayetin anneye bırakılması hallerinde velayet hakkına sahip annelerin çocuklarına kendi soyadlarını vermek için bir çaba içine girip bu tür soyadı değişikliği davalarını açtıkları görülmektedir.

 

2525 sayılı Kanunun 4.maddesindeki düzenlemenin, Yasanın genel gerekçesinden de anlaşılacağı gibi Soyadı Kanununun, ilk defa soyadı alınması ile ilgili olduğu ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 321. maddesindeki hüküm karşısında, bu kuralın günümüzde sadece bazı istisnai durumlarda uygulanabilmesinin söz konusu olduğu Anayasa Mahkemesince de kabul edilmektedir. Yüksek Mahkeme sözü edilen maddeyi Türk Medeni Kanununun 335 ve 366. maddeleriyle Anayasanın 10. ve 41. maddelerine aykırılığı nedeniyle iptal etmiştir. Tüm bu maddeler, velayet hakkının kullanılmasında kadın ve erkeğin birbirlerine eşit oldukları ilkesini ön plana çıkarmaktadır. Eski 743 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun eşitliğe aykırı hükümleri, bu yasanın yürürlükten kaldırılmasıyla son bulmuştur.

 

Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi hükümleri ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında da çok geçerli nedenlerin varlığı dışında yalnızca cinsiyete dayalı bir farklı muamelenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 14. maddesinde düzenlenen ayrımcılık yasağını ihlal ettiği kabul edilmektedir. Eşitlik ilkesi, Anayasa Mahkemesinin kararında da değinildiği gibi aynı konumda bulunan kadın ve erkeğin yasalar önünde eşit haklara sahip olmasını gerektirir. Durumdan vazife çıkartarak ya da geçici elde edilmiş bazı hak ve imkanlardan yararlanarak kadın veya erkeğin kendi lehine bir üstünlük yarışına girmesine yasalar milli ve evrensel hukuk düzeni izin vermez. İptal kararına konu olan yasa maddesini Kanunun kabul edildiği 21.06.1934 tarihinin koşullarına göre misyonunu tamamlamış bulunmaktadır. Aradan geçen zaman içinde yukarıda kısmen değinilen hukuki gelişmeler karşısında iptalinden başka bir çare de kalmamıştır. Bununla birlikte 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 321. maddesi Anayasa Mahkemesinin incelemesinden geçmiş olup 'çocuk, ana ve baba evli ise ailenin' soyadını taşıyacağı hükmünün anayasaya aykırı olmadığına karar vermiştir.Buradaki 'aile' deyiminden babanın anlaşılacağı Anayasa Mahkemesince de kabul edilmiştir ( Anayasa Mahkemesinin 02.07.2009 gün ve 2005/114-2009/105 sayılı kararı ). Buna karşılık Türk Medeni Kanununun sözü edilen bu maddesindeki 'evli değilse ananın' ibaresi Anayasanın 10 ve 41. maddelerine aykırı bulunarak baba lehine iptal edilmiştir. Bu madde iptal edilmezden önce anne ve babanın sonradan evlenmesi ( Türk Medeni Kanununun 292. maddesi ) ile yine, aynı Kanunun 27. maddesine bağlı haklı nedenlerden dolayı soyadının değiştirilmesi halleri dışında çocuk babanın soyadını tanıma vs. sebeplerle alamamakta idi.

 

O halde bir çocuğa soyadı verilmesi için o çocuğun doğum tarihinde annesi ile babasının evli olup olmadığına bakmak gerekir. Doğum gününde anne ve baba evli ise çocuk babanın, diğer bir anlatımla ailenin soyadını alacaktır. Çocuğun soyadı bu surette belirlendikten sonra onun soyadını velayet hakkına vesair nedenlere dayanarak değiştirmek Türk Medeni Kanununun 321. maddesindeki düzenleme karşısında mümkün değildir. Ancak çocuk, ergin olduktan sonra Türk Medeni Kanununun 27. maddesindeki koşulların varlığı halinde soyadını her zaman değiştirmek hakkına sahiptir. Velayet hakkı anne ve baba için normal şartlarda çocuğun ergin olmasına yani on sekiz yaşını tamamlamasına kadar devam eden geçici bir haktır. Evliliğin sonradan boşanma gibi nedenlerle ortadan kalkması hallerinde velayet hakkının sırf anneye verilmiş olması onun soyadının değiştirilmesi için haklı bir neden sayılmadığı gibi hukuki mevzuat da buna cevaz vermemektedir. Bir an için mevzuatın böyle bir duruma izin verdiği kabul edilse dahi sonradan gelişen sebeplerden dolayı çocuğun yararı açısından velayetin babaya yeniden verilmesi hallerinde bu kez baba, velayet hakkına dayanarak tekrar çocuğun soyadını değiştirmek isteyecektir. Madem ki velayet kimde ise çocuk onun soyadını taşıyacaktır o halde baba bu haktan mahrum edilemez. Böyle bir uygulamanın nüfus kütüklerindeki kaydın güvenilirliği ve istikrarı zedeleyeceği gibi asıl bu gibi uygulamalar çocuğun ruh hali üzerinde çok derin ve etkili travma yaratacaktır. Yargı mercileri bu durumu gözeterek anne ile babanın ya da ailelerin çocuk üzerinden inatlaşarak onun yararlarını hiçe sayıp, hukuken oluşmuş statüleri gerçek dışı ve yapay sebeplerle değiştirmeye çalışmalarına izin vermemeleri, söz konusu istemlerine alet olmamaları gerekir.

Somut olaya gelince; soyadının değiştirilmesi istenen F.M. G.'ın doğum günü olan 09.08.2003 tarihinde anne ve babası resmen evlidir. Çocuk evlilik içinde doğmuştur ve Türk Medeni Kanununun 321. maddesine göre ailenin diğer bir deyimle babanın soyadını almıştır. Böylece bu çocuk reşit oluncaya kadar veya baba Türk Medeni Kanununun 27. maddesindeki koşulları kanıtlayarak soyadını değiştirmedikçe soyadı değiştirme konusu yasal olarak kapanmıştır. Bu çocuğun anne ve babasının sonradan 19.01.2009 tarihinde boşanmış olması sadece boşanma ve velayet hakkı nedeniyle anneye böyle bir dava açma hakkı bahşetmez. Boşanma ilamı uyarınca babasının çocukla kişisel ilişki tesis etme hakkı bulunması ve bu nedenle anne ve babanın ister istemez karşılaşması dikkate alındığında davacının dilekçesinde ileri sürdüğü iddiaların hukuki bir dayanağı bulunmadığı gibi soyadı değişikliğinin çocuğun evlilik içinde doğmakla kazandığı meşru statüye ve onun menfaatlerine zarar vereceği gerçeği karşısında mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken, kabulü doğru görülmemiştir… ),

 

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

 

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

 

KARAR : Dava eşinden boşanan kadının, evlilik birliği içerisinde doğan ve velayeti kendisine ait olan küçük çocuğunun boşandığı kocasının değil kendisinin soyadını kullanmasına izin verilmesi, olmadığı taktirde iki soyadını birlikte kullanmasına izin verilmesi ve bu hususta nüfus kayıtlarının düzeltilmesi isteğine ilişkindir.

 

Davacı vekili, müvekkili Z.S. İ. ile dava dışı eski eşi A. G.'ın boşandıklarını, müşterek çocukları F.M. G.'ın velayetinin annesi davacı Z.S. İ.'a verildiğini, ortak çocuk F.M.'in anne babasının çok küçükken ayrılmış olması ve babasının İzmir'de, çocuğun da annesi ile birlikte Ankara'da yaşaması ve çok seyrek olarak babası ile görüşebilmesi gibi sebeplerle babası ile yakın bir ilişki kuramadığını, halen ilköğretim öğrencisi olan F.M.'in annesinin soyadının İ., kendisinin soyadının ise babasının soyadı olan G. olmasını okulda büyük sorun haline getirdiğini, anne babasının boşanmış olduğunu arkadaşlarına açıklamak zorunda kalmasının çocuğu psikolojik olarak yıktığını, F.M.'in, okulda ve arkadaş çevresinde soyadının İ. olduğunu söylediğini, G. soyadını kullanmaktan imtina ettiğini, bu sebeplerle müvekkilinin soyadının İ. olarak değiştirilmesine, bu talebin kabul görmemesi halinde soyadının G. İ. olarak değiştirilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

 

Davalı Nüfus Müdürlüğü temsilcisi; 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 321. madde hükmüne göre nesebi düzgün olan çocuğun babanın soyadını taşıyacağını, somut uyuşmazlıkta soyadı değişikliğine kanunen engel bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

 

Mahkemece ' … 2525 sayılı Soyadı Kanunu'nun 4. maddesinin 2. fıkrasında 'evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği soyadını alır' biçimindeki 1. cümlesinin iptaline ilişkin anılan Anayasa Mahkemesi kararında anlatıldığı üzere boşanan çocuğun özellikle velayeti annesine verilmesine rağmen, babasının soyadını taşımak durumunda kalmasının çocuk yönünden ayrımcılığa neden olduğu ve bu kapsamda eşitlik ilkesine aykırı bulunduğunun değerlendirilmiş olmasına, uluslararası hukuk belgelerinde kadın erkek eşitliğini düzenleyen hükümlere yer verilmiş olması ve bu kapsamda ülkemizce de imzalanarak kabul edilen uluslararası sözleşmeler ile Çocuk Hakları Sözleşmesi ve bu belirtilen sözleşmeler kapsamında, uluslararası sözleşmelerin ve özellikle Anayasanın 10 ve 41. maddesi, eşitlik ilkesi ve çocukların korunmasına ilişkin evrensel hükümleri nazara alındığında, mevcut hali itibari ile Anayasaya ve uluslararası sözleşmelere uygun bulunmayan TMK'nın 321, 335 ve 336 maddesi kapsamında çocuğun reşit oluncaya kadar babasının soy ismini taşımaya devam ettirilerek, reşit olduğunda dilediği soy ismi kullanma hakkı tanınarak, söz konusu talep yönünden vaki davaların kabul edilmemesi halinde anlatılan biçimde Anayasaya, eşitlik kurallarına ve cinsiyet ayrımcılığı ve diğer ayrımcılıkları önlemeye ilişkin uluslararası sözleşmelere aykırı davranmış olunacağı ve tüm bu değerlendirmeler ışığında davacının talebinin hukuka, hakkaniyete, Anayasal kurallara ve Anayasa hükmü niteliği taşıyan uluslararası sözleşmelere uygun meşru bir talep olduğu değerlendirilerek, her ne kadar yürürlükte bulunsa da TMK'nın 316. maddesinin hukuka, Anayasaya ve uluslararası Sözleşmelere uygun bulunmaması nedeni ile yasa hükmüne itibar edilmeyerek davalı tarafın savunduğu gerekçeler ve Anayasa hükümlerinin yasadan önce uygulanacak olması nedeni ile bu konuda Türk Medeni Kanunu 321 maddesi kapsamında davanın reddi gerektiği yönündeki Yüksek Yargıtay İçtihatlarına da itibar edilmeyerek, davanın hukuka ve hakkaniyete uygun olduğu' gerekçesiyle davanın kabulüne, küçüğün annesinin soyadı olan İ. soyadını kullanmasına ve nüfus kayıtlarının bu şekilde değiştirilmesine dair verilen karar; davalı temsilcisinin temyizi üzerine; Özel Daire tarafından yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuş, Mahkemece; önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiştir.

 

Direnme kararı davalı temsilcisi tarafından temyiz edilmiştir.

 

Uyuşmazlık eşinden boşanan kadının, evlilik birliği içerisinde doğan ve velayeti kendisine ait olan küçük çocuğunun; boşandığı kocasının değil kendisinin soyadını kullanmasına ya da her iki soyadını birlikte kullanmasına izin verilip verilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.

 

2525 sayılı Soyadı Kanunu'nun 4. maddesinin ikinci fıkrasının 'evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği soyadını alır' şeklindeki düzenlemenin, kanunun genel gerekçesinden de anlaşılacağı gibi Soyadı Kanunu'nun, ilk defa soyadı alınması ile ilgili olduğu ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 321. maddesindeki hüküm karşısında, bu kuralın günümüzde sadece bazı istisnai durumlarda uygulanabilir olduğunu belirten Anayasa Mahkemesi maddeyi Türk Medeni Kanunu'nun 335 ve 366. maddeleriyle Anayasanın 10. ve 41. maddelerine aykırılığı nedeniyle iptal etmiştir.

 

Tüm bu maddeler, velayet hakkının kullanılmasında kadın ve erkeğin birbirlerine eşit oldukları ilkesini ön plana çıkarmaktadır. Mülga 743 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun eşitliğe aykırı hükümleri, bu yasanın yürürlükten kaldırılmasıyla son bulmuştur.

 

Eşitlik ilkesi, Anayasa Mahkemesinin kararında da değinildiği gibi aynı konumda bulunan kadın ve erkeğin yasalar önünde eşit haklara sahip olmasını gerektirir.

 

Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi hükümleri ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında da çok geçerli nedenlerin varlığı dışında yalnızca cinsiyete dayalı farklı muamelenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 14. maddesinde düzenlenen ayrımcılık yasağını ihlal ettiği kabul edilmektedir.

 

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ( TMK )'nın konuya ilişkin ve 'Soyadı' başlıklı 321. maddesinde,

 

'Çocuk, ana ve baba evli ise ailenin: evli değilse ananın soyadını taşır…' düzenlemesi yer almaktadır.

 

Türk Medeni Kanunu'nun 321. maddesinin gerekçesinde ise '… maddeye göre çocuk, ana ve baba birbirleriyle evli ise ailenin, birbirleriyle evli değilse yani çocuk yasal olmayan bir birleşme sonucunda dünyaya gelmişse ananın soyadını taşır. Baba ile çocuk arasında tanıma ve babalık hükmü ile soybağı kurulduğu halde dahi çocuk ananın soyadını alacaktır. …' denilmektedir.

 

Bilindiği üzere, soyadı aileleri ayırmaya yarayan bir simge olup her vatandaş kanunda öngörülen şekilde usulüne uygun bir soyadı taşımak zorundadır.

TMK'nın 321. maddesi son derece açık olup anılan madde uyarınca anne baba evli değilse ve çocuk baba tarafından tanınmışsa veya çocuk hakkında babalığa dair bir hüküm yoksa çocuk ancak annenin soyadını alır ve annenin bekarlık hanesine kaydedilir.

 

Bu nedenle evlilik içinde doğan bir çocuk diğer bir deyişle annesi ile babası evli olan bir çocuk erginliğe erişinceye kadar babanın soyadını taşımakla yükümlüdür; erginliğe eriştikten sonra haklı sebep varsa soyadını değiştirmek üzere dava açma yoluna gidebilir.

 

Uyuşmazlığın çözümünde velayet hakkının niteliğinin de değerlendirilmesi gerekmektedir.

 

Bilindiği üzere, velayet hakkı anne ve baba için normal şartlarda çocuğun ergin olmasına yani on sekiz yaşını tamamlamasına kadar devam eden geçici bir haktır. Evliliğin sonradan boşanma gibi nedenlerle ortadan kalkması hallerinde velayet hakkının sırf anneye verilmiş olması onun soyadının değiştirilmesi için haklı bir neden sayılmadığı gibi hukuki mevzuat da buna cevaz vermemektedir. Bir an için mevzuatın böyle bir duruma izin verdiği kabul edilse dahi sonradan gelişen sebeplerden dolayı çocuğun yararı açısından velayetin babaya yeniden verilmesi hallerinde bu kez baba, velayet hakkına dayanarak tekrar çocuğun soyadını değiştirmek isteyecektir. Velayet hakkı kimde ise çocuk onun soyadını taşıyacak ise baba da bu haktan mahrum edilemez. Böyle bir uygulama ise nüfus kütüklerindeki kaydın güvenilirliği ve istikrarı zedeleyeceği gibi asıl bu gibi uygulamaların çocuğun ruh hali üzerinde çok derin ve etkili travma yaratacağı açıktır.

 

Mevzuatımızda çocuğun velayetinin verildiği kişinin soyadını taşıyacağı yönünde bir düzenleme bulunmadığı gibi 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 321. maddesi Anayasa Mahkemesinin incelemesinden geçmiş olup 'çocuk, ana ve baba evli ise ailenin' soyadını taşıyacağı hükmünün Anayasa'ya aykırı olmadığına karar verilmiştir. Buradaki 'aile' deyiminden babanın anlaşılacağı Anayasa Mahkemesince de kabul edilmiştir ( Anayasa Mahkemesinin 02.07.2009 gün ve 2005/114-2009/105 sayılı kararı ).

 

Buna karşılık Türk Medeni Kanununun sözü edilen bu maddesindeki 'evli değilse ananın' ibaresi Anayasanın 10 ve 41. maddelerine aykırı bulunarak baba lehine iptal edilmiştir. Bu madde iptal edilmezden önce ise anne ve babanın sonradan evlenmesi ( Türk Medeni Kanunu'nun 292. maddesi ) ile yine, aynı Kanun'un 27. maddesine bağlı haklı nedenlerden dolayı soyadının değiştirilmesi halleri dışında çocuk babanın soyadını tanıma vs. sebeplerle alamamakta idi.

 

Kaldı ki, ana babanın evlilik birliği içinde birlikte verecekleri bir karar ile bile çocuğun soyadını değiştirmeleri mümkün olmadığından, eşitlik ilkesinin ihlal edildiğinden bahsedilemez.

 

O halde Hukuk Genel Kurulunun 25.12.2013 gün ve 2013/18-464 E. 2013/1698 K. sayılı kararında da benimsendiği üzere, bir çocuğa soyadı verilmesi için o çocuğun doğum tarihinde annesi ile babasının evli olup olmadığına bakmak gerekir. Doğum gününde anne ve baba evli ise çocuk babanın, diğer bir anlatımla ailenin soyadını alacaktır. Çocuğun soyadı bu surette belirlendikten sonra onun soyadını velayet hakkına vesair nedenlere dayanarak değiştirmek Türk Medeni Kanunu'nun 321. maddesindeki düzenleme karşısında mümkün değildir. Ancak çocuk, ergin olduktan sonra Türk Medeni Kanunu'nun 27. maddesindeki koşulların varlığı halinde soyadını her zaman değiştirmek hakkına sahiptir.

 

Somut olayda soyadının değiştirilmesi istenen F.M. G.'ın doğum günü olan 09.08.2003 tarihinde anne ve babası resmen evlidir. Çocuk evlilik içinde doğmuştur ve Türk Medeni Kanunu'nun 321. maddesine göre babanın soyadını almıştır.

 

Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında çocuk reşit oluncaya kadar veya baba Türk Medeni Kanunu'nun 27. maddesindeki koşulları kanıtlayarak soyadını değiştirmedikçe soyadı değiştirme mümkün değildir. Sadece boşanma ve velayet hakkı anneye çocuğun soyadı değişikliği için dava açma hakkı vermez.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile, çocuğun talebi doğrultusunda uluslararası sözleşmelere uygun olan direnme kararının onanması gerektiği görüşü dile getirilmiş ise de, bu görüş yukarıda açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.

 

O halde, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

 

SONUÇ : Davalı İdare temsilcisinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 13.03.2015 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

YARGITAY 1. Hukuk Dairesi 2009/10655 E.N , 2010/1248 K.N.* MURİS MUVAZAASI-HUSUMET-ZAMANAŞIMI

YARGITAY

1. Hukuk Dairesi

2009/10655 E.N ,

2010/1248 K.N.

 

 Taraflar arasında görülen davada;

 

Davacılar, miras bırakan Mehmet'in mirasçıdan mal kaçırmak amacıyla ve muvazaalı olarak 803 parsel sayılı taşınmazını oğlu Ömer'e temlik ettiğini, Ömer'in de muvazaalı şekilde davalı Yüksel'e devrettiğini ileri sürerek, tapu iptal ve tescil isteğinde bulunmuşlardır.

 

Davalılar, davanın reddini savunmuşlardır.

 

Mahkemece, davalı Yüksel yönünden iyiniyetli olduğu gerekçesiyle, diğer davalılar bakımından husumet yokluğundan davanın reddine karar verilmiştir.

 

Karar, davacılar vekili tarafından süresinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:

 

Dava, Borçlar Yasası'nın 18. maddesinden kaynaklanan muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali, tescil isteğine ilişkindir.

 

Davalı Yüksel, on yıllık zamanaşımı süresinin dolduğunu, iyiniyetli olduğunu, diğer davalılar da dedeleri Mehmet'in, sattığı taşınmazla ilgili olarak açtığı davanın retle sonuçlandığını bildirip, davanın reddini savunmuşlardır.

 

Mahkemece, davacıların 3. kişi konumundaki davalı Yüksel'e karşı muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali-tescil davası açamayacakları, davalı Yükselin iyiniyetli olduğu, diğer davalılara da husumet yöneltilemeyeceği gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir.

 

Miras bırakan Mehmet'in 10.01.2008 tarihinde vefat ettiği, mirasçıları olarak davacı kızları ile 12.05.1993 tarihinde ölen oğlu Ömer'in çocukları davalılar Filiz ve Emel'in kaldıkları, davaya konu 803 parsel sayılı 637 m2 miktarlı, kargir ev ve avlusu nitelikli taşınmaz muris Mehmet'e aitken intifamı uhdesinde bırakıp çıplak mülkiyetini 650 bin lira bedelle 13.02.1987 tarihinde oğlu Ömer'e satış suretiyle temlik ettiği, Ömer'in de 26.07.1990 tarihinde davalı Yüksel'e yine satış suretiyle devrettiği kayden sabittir.

 

Muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı davalar, miras bırakanın muvazaalı sözleşme ile taşınmazı devrettiği kişi, onun mirasçısı ya da muvazaalı yahut kötü niyetli olarak taşınmazı devralan ikinci ve sonraki el durumunda bulunan kişiler aleyhine açılabilir.

 

Öte yandan, muris muvazaasına dayalı iptal, tescil davalarında herhangi bir hak düşürücü süre veya zamanaşımı söz konusu değildir. Başka bir anlatımla, muvazaalı işlem hiçbir hüküm doğurmaz ve muvazaa nedeninin ortadan kalkması ya da bir zamanın geçmesi ile görünürdeki batıl işlem geçerli hale gelmez. 01.04.1974 gün 1/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararında da vurgulandığı gibi muris muvazaasına dayalı davalar, miras bırakanın ardılı olarak değil, miras hakkının çignenmesinden ötürü zarara uğrayan kişi olarak ve kendi miras hakkına dayalı olarak açılmaktadır. Bu tür davalarda, dava hakkı murisin ölümü ile doğmaktadır. Muris hayatta iken bu tür bir dava açılmasına yasal olanak yoktur.

 

Ayrıca, tapu sicilindeki kayda iyiniyetle istinat ederek mülkiyet ya da diğer bir ayni hakkı iktisap eden kimsenin bu iktisabı yasal koruma altındadır ve aslolan kayden edinenin iyiniyetli olmasıdır. Türk Medeni Kanunu'nun 1023. maddesinde hüküm altına alınan bu kural, sadece sözleşmenin yanlarını değil, aynı zamanda tapulu taşınmazların intikalinde güveni, toplum yararını ve huzurunu sağlamak amacı ile konulmuştur. Ancak, durumu bilen ya da bilebilecek konumda olan kişilerin bu haktan yararlanamayacakları da tartışmasızdır. (TMK 1024. md.)

 

Somut olaya gelince;

 

Dinlenen tanıklar, murisin taşınmazını bedel almadan oğlu Ömer'e devrettiğini, Ömer'in de "mirasçılar bu yeri elimden alır, size devredeyim, tapu masraflarını da ben yapayım" şeklinde kendilerine getirdiği teklifi kabul etmemeleri üzerine davalı Yüksel'e yine bedelsiz temlik ettiğini, Yüksel'in taşınmazı hiç kullanmadığını bildirmişlerdir. Davalı Yüksel, 03.11.2008 günlü cevap dilekçesinde, muris ve oğlu Mehmet ile sihri hısım olduklarını beyan etmiştir. Bu durumda, davalı Yüksel muvazaalı işlemi bilebilecek konumdadır. Bunun yanında, satın aldığı taşınmaz ev olup satış tarihinde intifa hakkı miras bırakan Mehmet'e aittir. Bir kimsenin ev nitelikli taşınmazı intifa hakkı ile yükümlü olarak alması, onu kullanmayacağı anlamına gelir ki, bu da hayatın olağan akışına ters düşer. Kaldı ki, davalı Yüksel taşınmazı intifa hakkı sahibi murisin ölümünden sonra da hiç kullanmamış, taşınmazı kullanan davacılardan birisi hakkında da bir yasal işlem başlatmamıştır. Bu durumda, davalı Yüksel'in iyiniyetli olduğundan ve Türk Medeni Kanunu'nun 1023. maddesindeki koruyuculuktan yararlanacağını söylemek olanaksızdır.

 

Tüm deliller birlikte değerlendirildiğinde, muris Mehmet'in kız çocuklarından mal kaçırmak amacı ile taşınmazı oğlu Ömer'e bedelsiz, muvazaalı biçimde devrettiği, kayıt maliki Yüksel'in de iyiniyetli olmadığı sonucuna varılmaktadır.

 

Her ne kadar, davalılar Emel ve Filiz, muris tarafından açılan davanın reddedildiğini savunmuşlar ise de, miras bırakanın dava konusu taşınmazı oğlu Ömer'e temlik ettikten sonra, kayıt maliki olmadığı dönemde oğlu Ömer aleyhine elatmanm önlenmesi davası açtığı, daha sonra feragat ettiği ve davanın feragat nedeniyle reddedildiği, 1987/356-1988/5 sayılı o davanın eldeki davayı etkiler bir yönü olmadığı, kaldı ki, muvazaalı işlemi gerçekleştirenin kamufle amacıyla böylesine bir davayı açabileceği de izahtan varestedir.

 

Hal böyle olunca, davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek yazılı biçimde hüküm kurulması doğru değildir.

 

Davacıların, temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMY'nin 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 09.02.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararları – İHALE İLE ALINAN YERDEN KİRACININ TAHLİYESİ,DÜKKANIN YIKILMASI, TAZMİNATIN REDDİ

T.C
YARGITAY HUKUK GENEL KURUL KARARI
ESAS NO.2010/4-220
KARAR NO.2010/269
KARAR TARİHİ:12.05.2010

GAYRIMENKULÜN İHALE İLE SATIN ALINMASI – KİRACIYA TAHLİYE EMRİ DÜZENLENMESİ – KİRACININ İCRANIN ERTELENMESİ İSTEMLİ TEMYİZ ETMESİ – KARAR BEKLENMEDEN DÜKKANIN YIKILARAK İÇİNDEKİ MALLARA ZARAR VERİLMESİ – MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT DAVASININ REDDİ.

ÖZET: Davacı, kiracı olarak bulunduğu taşınmazın ihale sonucunda davalıya satıldığını, hakkında tahliye emri düzenlendiğini, tahliye emrinin durdurulması istemiyle açtığı davanın reddine ilişkin kararı icranın ertelenmesi istemli olarak temyiz ettiğini, icranın geri bırakılması kararını sunmak üzere kendisine verilen 30 günlük süre içinde davalının yıkım işlemlerini başlatması sonucu eşyasının zarara uğradığı iddiasıyla maddi ve manevi tazminat isteminde bulunmuşsa da talep reddedilmiştir.

Davalının 28.4.2004 günü gerçekleştiği tahliye eylemi hukuka aykırıdır. Ancak, davacının da bu süreç içindeki tutum ve davranışları bölüşük kusur niteliğindedir. Bu durumda, davalının maddi tazminat istemi yönünden sorumluluğu bulunduğu benimsenerek zararın kapsamı belirlenmeli, davacının da bölüşük kusuru bulunduğu gözetilerek belirlenen maddi tazminat tutarından uygun bir indirim yapılmalıdır.

Taraflar arasındaki ‘‘Maddi ve manevi tazminat’’ davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 14.02.2008 gün ve 2005/180 E-2008/57 K. Sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 27.04.2009 gün ve 2008/10868-2009/5914 sayılı ilamı ile ;

(‘‘…..1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre davacının manevi tazminat istemine ilişkin temyiz itirazları reddedilmelidir.

2-Davacının maddi tazminat istemine yönelik temyiz itirazlarına gelince; dava, haksız eylem nedeniyle uğranılan zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Yerel mahkemece istem reddedilmiş; karar davacı tarafından temyiz olunmuştur.

Davacının kiracı olarak oturduğu taşınmaz ihale sonucunda davalı tarafından satın alınmış ve davacı hakkında tahliye emri düzenlenmiştir. Tahliye emrinin durdurulması istemi ile açtığı davanın reddine ilişkin karar, davacı tarafından icranın ertelenmesi istemli olarak temyiz edilmiş ve davacıya 26.04.2004 gününde icranın ertelenmesine ilişkin kararı sunması için 30 günlük süre verilmiştir. Davalı tarafından 28.04.2004 günü davacının da taşınmazda bulunduğu sırada yıkım işlemleri başlatılmış ve dava konusu eşyaya zarar verilmiştir.

Davacı, icranın ertelenmesi kararının sunulması için tanınan süre içerisinde yapılan tahliye işlemlerinin hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek uğradığı zararın ödetilmesini istemiştir.

Yerel mahkemece, davacının taşınmazı tahliye edilmediği ve zararın doğumuna neden olduğu gerekçesiyle istemin tümden reddine karar verilmiştir.

Davacı, tahliye emrinin durdurulması isteminin reddine ilişkin karara karşı temyiz yoluna başvurmuş ve davacıya icranın ertelenmesi kararı sunulması için 26.04.2004 günü 30 günlük süre tanınmıştır. Davacının bu yasal hakkını kullanmasını bekleyerek, 30 günlük içerinde tahliyeye yönelik eylem ve işlemlerde bulunmaması gereken davalının 28.04.2004 günü gerçekleştirdiği tahliye eylemi hukuka aykırıdır. Ancak, davacının da taşınmazın tahliyesine ilişkin süreç içerisindeki tutum ve davranışları bölüşük kusur niteliğindedir. Şu durumda, davalının maddi tazminat istemi yönünden sorumluluğu bulunduğu benimsenerek zararın kapsamı belirlenmeli, davacının da bölüşük kusuru bulunduğu gözetilerek belirlenen maddi tazminat tutarından uygun bir indirim yapılmalıdır.

Yerel mahkemece açıklanan yönler gözetilmeyerek, yerinde olmayan yazılı gerekçeyle istemin tümden reddedilmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir….’’)

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Davacı, çekişmeli taşınmazı gözlükçü olarak kiraladığını, taşınmazın bulunduğu binanın ortaklığın giderilmesi davası sonucu davalıya satıldığını, davalının tahliye emri gönderdiğini, buna karşın tahliye emrinin iptali için dava açtığını, dosya Yargıtay aşamasında iken İcra Müdürlüğü’nden tehiri icra kararı getirmek üzere 26.04.2004 tarihinde 30 gün süre almasına rağmen, bu süreye uyulmayarak, davalının dükkanının içinde bulunduğu binayı yıktığını ve gözlüklerinin zarar gördüğünü, kendisinin de küçük düştüğünü ileri sürerek, maddi ve manevi tazminat isteminde bulunmuştur.

Mahkemece, davacının kendi kusuru ile zarara sebebiyet verdiği gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

Özel Dairece, davacının manevi tazminat istemesine ilişkin temyiz itirazları reddedilmekle bu konuda verilen red kararı kesinleşmiştir.

Uyuşmazlık, davacı lehine maddi tazminata hükmedilip hükmedilmeyeceği noktasındadır.

Somut olayda, davacının kiracı olarak oturduğu taşınmazın ihale sonucunda davalı tarafından satın alınıp davacı hakkında tahliye emri düzenlendiği, davacının tahliye emrinin durdurulması istemi ile açtığı davanın reddedildiği, bu kararın davacı tarafından icranın ertelenmesi istemli olarak temyiz edilerek davacıya 26.04.2004 gününde icranın ertelenmesine ilişkin kararı sunması için 30 günlük süre verildiği, bu aşama da davalı tarafından 28.04.2004 günü davacının da taşınmazda bulunduğu sırada yıkım işlemlerinin gerçekleştirildiği ve bu sırada da dava konusu eşyaya zarar verildiği belirgindir.

Açıklanan maddi olgu ve dosya içeriğine göre, çekişmeli taşınmazı ihale sonucunda satın alan davalının tahliye istemi haklı olmakla beraber, davacının tahliyeye ilişkin icranın ertelenmesi yönünde karar alma konusundaki yasal hakkını kullanmasını ve erteleme için verilen süreyi beklemeden 28.04.2004 tarihinde yıkım olayını üstelik davacının dükkanında eşyalar mevcutken, bu eşyaları binadan tahliye etmeden gerçekleştirilmesi, böylece üzerine düşen özeni göstermemek suretiyle davacının zararına neden olması hukuka aykırıdır.

Ancak, bozma ilamında da değinildiği üzere, davacının da taşınmazın tahliyesine ilişkin süreç içerisindeki tutum ve davranışları da bölüşük kusur niteliğindedir.

Şu durumda mahkemece yapılacak iş, davalının maddi tazminat istemi yönünden sorumluluğu bulunduğu benimsenerek zararın kapsamının belirlenmesi, davacının bölüşük kusurunun varlığı da gözetilerek belirlenen bu maddi tazminat tutarından uygun bir miktarda indirim yapılması olmalıdır.

Açıklanan nedenlerle, Hukuk Genel Kurulu’nca benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ ;Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’un 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 12.05.2010 gününde oy birliği ile karar verildi.


Yargıtay Hukuk Daireleri Kararları – İKALE SÖZLEŞMESİNDE, HAKLARIN SAKLI TUTULMASI KAYDI, SÖZLEŞMEYİ ETKİLEMEZ

T.C
YARGITAY
22.HUKUK DAİRESİ
ESAS NO.2011/1351
KARAR NO.2011/3574
KARAR TARİHİ.28.10.2011

İKALE SÖZLEŞMESİNİN ŞARTLARI – İHTİRAZİ KAYIT – SÖZLEŞMENİN GEÇERLİLİĞİNİ ETKİLEMEZ.

ÖZET: İkale sözleşmesinin şartları gerçekleşmiş ise, sözleşme altına yasal hakların saklı tutulduğu şeklinde yazılan ihtirazi kayıt ikale sözleşmesinin geçerliliğini etkilemez.*

Davacı, elektrik elektronik mühendisi olup davalı işverene verdiği 22.12.2009 tarihli dilekçesinde özel nedenlerinden dolayı sözleşmesinin anlaşma yolu ile sona erdirilmesini talep etmiş, talebi işverence kabul ederek iş sözleşmesi tarafların anlaşmasına dayalı olarak ihbar ve kıdem tazminatına ilaveten ek ödemede yapılmak sureti ile sona erdirilmiş ve 23.12.2009 tarihli ibraname ile de işvereni ibra etmiştir. Davacının işe iade isteği mahkemece davacının talep dilekçesi ve ibraname altına düştüğü yasal haklarının saklı tutulduğuna yönelik ihtirazi kayıt beyanı sözleşmenin sonlandırılmasına yönelik anlaşmadan kaynaklanan akçalı hakların korunmasına yönelik olup anlaşmayı hükümden düşürecek nitelikte değildir. İhtirazi kayıt beyanı dışında ikale sözleşmesinin geçerli olmadığı hakkında başlıca delil sunulmadığına göre davanın reddine karar verilmesi gerekir iken ilamda yazılı gerekçelerle kabulü yerinde bulunmamış ve hükmün bozulması gerekmiştir.

4857 sayılı İş Yasası’nın 20/3. maddesi uyarınca Dairemizce aşağıdaki şekilde karar verilmiştir.

HÜKÜM: Yukarıda anılan nedenlerle;
1- Yerel mahkemenin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararın BOZULARAK ORTADAN KALDIRILMASINA,
2- Davanın REDDİNE,
3- Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,
4- Davacının yapmış olduğu yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına, davalının yaptığı 30.00 TL. yargılama giderinin davacıdan tahsili ile davalıya ödenmesine,
5- Karar tarihinde yürürlükte bulunan tarifeye göre 1.100.00 TL. ücreti vekaletin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,
6- Peşin alınan temyiz harcının isteği halinde davalıya iadesine,
Kesin olarak 28.10.2011 gününde oybirliği ile karar verildi.


Basından Hukuk Haberleri – İZMİR EMNİYET MÜDÜRÜ’NDEN YARGISIZ İNFAZ

İzmir Emniyet Müdürü’nden Yargısız İnfaz

İzmir Emniyet Müdürü Celal Uzunkaya, eşine veya kız arkadaşına şiddet uygulayan 45 polisi açığa aldı. Uzunkaya, “Şiddete karşı yürütülen her çalışmanın yanındayım. Kadına şiddet uygulayanı affetmem” dedi.

Yeni Şafak Gazetesi’nden Vahap Dabakan’ın haberine göre, İzmir Emniyet Müdürü Celal Uzunkaya, eşine veya kız arkadaşına şiddet uygulayan polislere göz açtırmıyor. İzmir’de son 15 ayda, eşlerine ya da kız arkadaşlarına şiddet uygulayan polis memurları hakkında soruşturma başlatan Uzunkaya, karakollara gelen şikâyetler üzerine haklarında işlem yapılan 45 polisi açığa aldı. “Türkiye bilsin ki, kadına şiddetle ilgili yürütülen her çalışmanın yanında ve destekçisiyim” diyen Uzunkaya, “Kadına şiddet uygulayan polisi asla affetmem” diye konuştu.

MESLEKTAŞLARI DA DAYAKÇIYI DIŞLADI

Kadına şiddetin çok tartışıldığı şu günlerde İzmir Emniyet Müdürlüğü’nden örnek bir davranış haberi geldi. Son 15 ayda, eşlerine ya da kız arkadaşlarına şiddet uygulayan, çeşitli birimlerde görevli 45 polis açığa alınarak haklarında soruşturma başlatıldı. Eşlerinin ya da kız arkadaşlarının karakollara şikâyeti üzerine haklarında işlem yapılan dayakçı polisler, meslektaşları tarafından da dışlandı. Şiddeti önlemekle görevliyken, kadınlara şiddet uygulayan polisler hakkında, soruşturmaların sonuçları bekleniyor.

”ASLA AFFETMEM”

Kadına yönelik şiddeti asla affetmeyeceğini söyleyen İzmir Emniyet Müdürü Celal Uzunkaya, “Kadına yönelik şiddetle mücadelede en büyük görev bize düşerken, bizim kadına şiddet uygulamamız affedilemez. Karısına şiddet uygulayan polis memurunu, görevden almadan il dışına tayinine kadar ne gerekiyorsa yaparım. En ağır cezayı alması için adli boyutunun da bizzat takipçisi olurum. Bu konuda konuşulması bile çok üzücü. Kadına şiddet uygulayan polisi asla affetmem” dedi.

TACİZCİ POLİSE SÜRGÜN

İzmir’de görev yapan bir kadın doktorun, bir polis memurunun kendisini tehdit edip tacizde bulunduğu yönünde şikâyetçi olduğunu da anlatan Celal Uzunkaya, “Bunun üzerine o polis hakkında hemen idari ve adli soruşturma açıldı. Ardından Emniyet Genel Müdürlüğü ile görüşüp tayinini de il dışına yaptırdım. Böyle olaylara asla müsamaha göstermem” dedi.


Basından Hukuk Haberleri • YARGITAY, ‘EŞLER ARASI TEPKİ BOYUTUNU AŞAN’ MESAJLAR BOŞANMA SEBEBİDİR

Yargıtay, eşlerin birbirine ‘tepki boyutunu aşan ve hakarete varan’ mesaj atmasını boşanma nedeni saydı.

Karısının “Şerefsiz, onursuz, haysiyetsiz ananla o arabayla parça parça olasın” mesajı attığı kocanın boşanma davasını reddeden yerel mahkemenin kararı, Yargıtay tarafından bozuldu.

Yargıtay’ın kararına konu olay 2010 yılında Ankara’da yaşandı. R.Ü. (erkek) ve F.Ü. (kadın), 1984 yılında evlendi. Çiftin bu evlilikten 2 çocuğu dünyaya geldi. Çiftin mutlu giden evliliği 2000 yılından itibaren bozulmaya başladı.

ELEKTRİK VE SUYU KESTİ

F.Ü., evden ayrıldıktan sonra evin elektrik, su, telefon, internet gibi aboneliklerini iptal ettiren kocası R.Ü.’nün telefonuna şu mesajı gönderdi: “Oğullarını 350 TL’ye satan, arabayı oğlundan esirgeyen, kaçıran şerefsiz, onursuz, haysiyetsiz, ananla o arabayla parça parça olasın, faturaları, aidatı öde ya da tek celsede boşan, ben öderim, hırsız.” Bu mesaj üzerine R.Ü., boşanma davası açtı. Mahkeme, boşanma talebinin reddine karar verdi. Karar R.Ü. tarafından temyiz edildi. Temyiz istemini görüşen Yargıtay, yerel mahkemenin kararını bozdu. Kararda, “Mesajın tepki boyutunu aştığı anlaşılmaktadır. Bu halde taraflar arasında ortak hayatı temelinden sarsacak derecede geçimsizlik mevcuttur. Davacı dava açmakta haklıdır, boşanmaya karar verilmeliydi” denildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: hukukçu — Cum Mar 27, 2015 3:00 pm