Etiket arşivi: K.N.

YARGITAY 1. Hukuk Dairesi 2009/10655 E.N , 2010/1248 K.N.* MURİS MUVAZAASI-HUSUMET-ZAMANAŞIMI

YARGITAY

1. Hukuk Dairesi

2009/10655 E.N ,

2010/1248 K.N.

 

 Taraflar arasında görülen davada;

 

Davacılar, miras bırakan Mehmet'in mirasçıdan mal kaçırmak amacıyla ve muvazaalı olarak 803 parsel sayılı taşınmazını oğlu Ömer'e temlik ettiğini, Ömer'in de muvazaalı şekilde davalı Yüksel'e devrettiğini ileri sürerek, tapu iptal ve tescil isteğinde bulunmuşlardır.

 

Davalılar, davanın reddini savunmuşlardır.

 

Mahkemece, davalı Yüksel yönünden iyiniyetli olduğu gerekçesiyle, diğer davalılar bakımından husumet yokluğundan davanın reddine karar verilmiştir.

 

Karar, davacılar vekili tarafından süresinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:

 

Dava, Borçlar Yasası'nın 18. maddesinden kaynaklanan muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali, tescil isteğine ilişkindir.

 

Davalı Yüksel, on yıllık zamanaşımı süresinin dolduğunu, iyiniyetli olduğunu, diğer davalılar da dedeleri Mehmet'in, sattığı taşınmazla ilgili olarak açtığı davanın retle sonuçlandığını bildirip, davanın reddini savunmuşlardır.

 

Mahkemece, davacıların 3. kişi konumundaki davalı Yüksel'e karşı muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali-tescil davası açamayacakları, davalı Yükselin iyiniyetli olduğu, diğer davalılara da husumet yöneltilemeyeceği gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir.

 

Miras bırakan Mehmet'in 10.01.2008 tarihinde vefat ettiği, mirasçıları olarak davacı kızları ile 12.05.1993 tarihinde ölen oğlu Ömer'in çocukları davalılar Filiz ve Emel'in kaldıkları, davaya konu 803 parsel sayılı 637 m2 miktarlı, kargir ev ve avlusu nitelikli taşınmaz muris Mehmet'e aitken intifamı uhdesinde bırakıp çıplak mülkiyetini 650 bin lira bedelle 13.02.1987 tarihinde oğlu Ömer'e satış suretiyle temlik ettiği, Ömer'in de 26.07.1990 tarihinde davalı Yüksel'e yine satış suretiyle devrettiği kayden sabittir.

 

Muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı davalar, miras bırakanın muvazaalı sözleşme ile taşınmazı devrettiği kişi, onun mirasçısı ya da muvazaalı yahut kötü niyetli olarak taşınmazı devralan ikinci ve sonraki el durumunda bulunan kişiler aleyhine açılabilir.

 

Öte yandan, muris muvazaasına dayalı iptal, tescil davalarında herhangi bir hak düşürücü süre veya zamanaşımı söz konusu değildir. Başka bir anlatımla, muvazaalı işlem hiçbir hüküm doğurmaz ve muvazaa nedeninin ortadan kalkması ya da bir zamanın geçmesi ile görünürdeki batıl işlem geçerli hale gelmez. 01.04.1974 gün 1/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararında da vurgulandığı gibi muris muvazaasına dayalı davalar, miras bırakanın ardılı olarak değil, miras hakkının çignenmesinden ötürü zarara uğrayan kişi olarak ve kendi miras hakkına dayalı olarak açılmaktadır. Bu tür davalarda, dava hakkı murisin ölümü ile doğmaktadır. Muris hayatta iken bu tür bir dava açılmasına yasal olanak yoktur.

 

Ayrıca, tapu sicilindeki kayda iyiniyetle istinat ederek mülkiyet ya da diğer bir ayni hakkı iktisap eden kimsenin bu iktisabı yasal koruma altındadır ve aslolan kayden edinenin iyiniyetli olmasıdır. Türk Medeni Kanunu'nun 1023. maddesinde hüküm altına alınan bu kural, sadece sözleşmenin yanlarını değil, aynı zamanda tapulu taşınmazların intikalinde güveni, toplum yararını ve huzurunu sağlamak amacı ile konulmuştur. Ancak, durumu bilen ya da bilebilecek konumda olan kişilerin bu haktan yararlanamayacakları da tartışmasızdır. (TMK 1024. md.)

 

Somut olaya gelince;

 

Dinlenen tanıklar, murisin taşınmazını bedel almadan oğlu Ömer'e devrettiğini, Ömer'in de "mirasçılar bu yeri elimden alır, size devredeyim, tapu masraflarını da ben yapayım" şeklinde kendilerine getirdiği teklifi kabul etmemeleri üzerine davalı Yüksel'e yine bedelsiz temlik ettiğini, Yüksel'in taşınmazı hiç kullanmadığını bildirmişlerdir. Davalı Yüksel, 03.11.2008 günlü cevap dilekçesinde, muris ve oğlu Mehmet ile sihri hısım olduklarını beyan etmiştir. Bu durumda, davalı Yüksel muvazaalı işlemi bilebilecek konumdadır. Bunun yanında, satın aldığı taşınmaz ev olup satış tarihinde intifa hakkı miras bırakan Mehmet'e aittir. Bir kimsenin ev nitelikli taşınmazı intifa hakkı ile yükümlü olarak alması, onu kullanmayacağı anlamına gelir ki, bu da hayatın olağan akışına ters düşer. Kaldı ki, davalı Yüksel taşınmazı intifa hakkı sahibi murisin ölümünden sonra da hiç kullanmamış, taşınmazı kullanan davacılardan birisi hakkında da bir yasal işlem başlatmamıştır. Bu durumda, davalı Yüksel'in iyiniyetli olduğundan ve Türk Medeni Kanunu'nun 1023. maddesindeki koruyuculuktan yararlanacağını söylemek olanaksızdır.

 

Tüm deliller birlikte değerlendirildiğinde, muris Mehmet'in kız çocuklarından mal kaçırmak amacı ile taşınmazı oğlu Ömer'e bedelsiz, muvazaalı biçimde devrettiği, kayıt maliki Yüksel'in de iyiniyetli olmadığı sonucuna varılmaktadır.

 

Her ne kadar, davalılar Emel ve Filiz, muris tarafından açılan davanın reddedildiğini savunmuşlar ise de, miras bırakanın dava konusu taşınmazı oğlu Ömer'e temlik ettikten sonra, kayıt maliki olmadığı dönemde oğlu Ömer aleyhine elatmanm önlenmesi davası açtığı, daha sonra feragat ettiği ve davanın feragat nedeniyle reddedildiği, 1987/356-1988/5 sayılı o davanın eldeki davayı etkiler bir yönü olmadığı, kaldı ki, muvazaalı işlemi gerçekleştirenin kamufle amacıyla böylesine bir davayı açabileceği de izahtan varestedir.

 

Hal böyle olunca, davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek yazılı biçimde hüküm kurulması doğru değildir.

 

Davacıların, temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMY'nin 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 09.02.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

YARGITAY 10. Ceza Dairesi 2010/43214 E.N , 2010/27365 K.N. *KOŞULLU SALIVERME İÇİN LEHE OLAN İNFAZ KANUNUN UYGULANMASI GEREKTİĞİ

YARGITAY

10. Ceza Dairesi

2010/43214 E.N , 2010/27365 K.N.

 

 

 

İçtihat Metni

 

Dosya incelendi:

 

Gereği görüşülüp düşünüldü:

 

Lehe kanun belirlenirken, infaz kanunları dikkate alınmadan, suç tarihinde yürürlükte olan 3167 sayılı Kanunla sonradan yürürlüğe giren 5941 sayılı Kanunun karşılaştırılması ve lehe sonuç doğuran kanun uyarınca hüküm kurulması, infaz aşamasında ise 5237 sayılı TCK'nın 7. maddesinin üçüncü fıkrası gereğince koşullu salıverme yönünden yeniden karşılaştırma yapılarak hükümlünün lehine olan infaz kanununun uygulanması gerektiği gözetilmeden; para cezalarının ödenmemesi durumunda dönüştürülecek hapis cezalarının miktarına göre 3167 sayılı Kanunun lehine olduğu gerekçesiyle, sanığın bu kanun gereğince mahkumiyetine karar verilmesi,

 

Yasaya aykırı, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu nedenle yerinde olduğundan, hükmün (BOZULMASINA), 14.12.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

YARGITAY 13. H.D 2011/5605 E.N , 2011/14474 K.N.- KREDİ KARTI AİDATININ ÖDENMESİ, SONRADA BU BEDELİ ÖDEYECEĞİ ANLAMINA GELMEZ

YARGITAY 13. H.D

2011/5605 E.N ,

2011/14474 K.N.

 

 

 

 

Taraflar arasındaki tespit davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde taraflar avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü. 

 

KARAR 

 

Davacı T….. Birliği Derneği, davalı ve dilekçesinde belirtildiği bankaların onyedi milyon tüketiciye verdiği kredi kartı ile hizmet sunduğunu, verilen kredi kartı nedeniyle kredi kartı ücreti, kredi kartı aidatı ve benzeri isimler altında yılda 30.00-120,00 TL arasında değişen rakamlarda paranın tüketicilerden talep edildiğini, talep edilen bu ücretlerle ilgili binlerce tüketici tarafından Tüketici Sorunları Hakem Heyetlerine başvuru yapıldığını, kredi kartı aidatı, kredi kartı ücreti adı altında alınan paraların tüketiciye iadesine karar verildiğini, verilen kararların Yargıtay'ca onandığını ancak verilen kararların başvuruda bulunmayan tüketiciler bakımından sonuç doğurmadığını, hatta uyuşmazlık konusu edilen yılın kart ücretini iade eden bankanın bir sonraki yıl aynı şekilde talepte bulunduğunu, banka tarafından talep ve tahsil edilen bedellerin 4822 sayılı yasa ile değişik 4077.sayılı yasanın 6.maddesine, 5464 sayılı Banka Kartları ve Kredi Kartları Kanununa aykırı olduğunu belirterek; banka tarafından kredi kart ücreti, kredi kart aidatı, kredi kart bedeli ve benzeri isimler altında tüketicilerden talep ve tahsil olunan miktarların alınmaması gerektiğinin tesbitine ve bankaların buna ilişkin uygulamasının iptaline karar verilmesini istemiştir. 

 

Davalı, davacının aktif dava ehliyetinin bulunmadığını, kart ücretinin verilen hizmet karşılığı olup, 5464 sayılı Banka Kartları ve Kredi Kartları Kanununu 13/2 maddesi gereği alındığını savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir. 

 

Mahkemece, 4822 sayılı yasa ile değişik 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun ile 5464 sayılı Banka Kartları ve Kredi Kartları Kanununda kredi kartı ücreti alınmasını engelleyici bir hüküm olmadığı gibi aynı yasanın 13.maddesinde ücret alınmasını mümkün kılan düzenleme olduğunu, tarafların serbest iradeleri ile karşılıklı müzakere ederek imzalanan ve bir nushasının tüketiciye teslim edildiği sözleşme içeriğine uygun olarak kart çıkaran kuruluşlarca yıllık kart ücreti talep edebileceği, buna karşılık kart çıkaran kuruluşca önceden matbu olarak hazırlanmış ve tüketici ile müzakere edilmeden, tüm sayfaları tüketici tarafından imzalanmamış, bir örneği tüketiciye verilmemiş olan sözleşmeye dayanarak tüketiciden kart ücreti istenmesinin hukukça korunmayacağı, ancak yasalarımızın öngördüğü şartları taşımayan tüketici aleyhine şartlar taşıyan, kart çıkaran kuruluşca geçmiş yıllarda talep edilen kart ücretini herhangi bir ihtirazi kayıt koymadan, itiraz ve dava hakkını kullanmaksızın ödeyegelen tüketicinin zimnen bu uygulamaya onay verdiğini, sonraki yıllarda bu tür ücretlere itirazda bulunmasının TMK 2 maddesindeki iyiniyet kuralı ile bağdaşmayacağını, tüm bu nedenlerle bankalar ile tüketiciler arasında yapılan sözleşmelerin ve içeriklerinin münferiden değerlendirilmesi gerektiğinden bu sözleşmelerin genel olarak değerlendirilmesinin ve karar oluşturmasının taraflar arasındaki sözleşme ilişkisine müdahale olacağından davacı talebinin bu nedenle reddine ilişkin verdiği karar, davacı ve davalı tarafça temyiz edilmiştir. 

 

1-Davalı temyizi yönünden yapılan incelemede; 21.10.2010 günlü ilam temyiz eden davalı tarafa 31.12.2010 tarihinde tebliğ edilmiş ve temyiz dilekçesi 24.1.2011 tarihinde verilmiştir. 

 

3156 sayılı yasanın 20.madesiyle değiştirilen HUMK.nun 432/1 maddesi uyarınca yasanın yürürlüğe girdiği 6.4.1985 tarihinden itibaren verilen kararlarda temyiz süresi 15.gündür. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 1.6.1990 gün ve esas 1989/3. karar 1990/4 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca temyiz süresi geçtikten sonra verilen temyiz dilekçesinin reddine karar verilmesi gerekmiştir. 

 

2-Davacı temyizi yönünden yapılan incelemede; dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre davacının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddi gerekir. 

 

3-Mahkemenin de kabulünde olduğu üzere, kredi kartı sözleşmelerine kredi kartı çıkaran kuruluşun tüketici ile müzakere etmeden tek taraflı olarak sözleşmeye koyduğu, tarafların sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerinde iyi niyet kurallarına aykırı düşecek şekilde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olan sözleşme koşulları haksız şarttır. 

 

4077 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 6/2.maddesi gereğince, taraflardan birini tüketicinin oluşturduğu her türlü sözleşmede yer alan haksız şartlar tüketici için bağlayıcı değildir. Tüketici Sözleşmelerindeki Haksız Şartlar Hakkında Yönetmeliğin 7.maddesindeki düzenlemeye göre: Satıcı; sağlayıcı ve kredi veren tarafından tüketici ile akdedilen sözleşmede kullanılan haksız şartlar batıldır. 

 

Görüldüğü gibi mevzuatımızda, sözleşmede bulunan haksız şartlarla ilgili olarak, tüketiciyi bağlamayacağı ve batıl olma gibi hukuki mueyyide getirilmiştir. Tüketicinin bu hakkını kullanması ile ilgili herhangi bir zaman sınırlaması bulunmamaktadır. Tüketici bu hakkını her zaman kullanabilir. Borçlar Kanunundaki düzenlemeler, tüketici hakkını korumaya yeterli olmadığı için Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun çıkarılmıştır. Yasanın amacı, sağlayıcı ve satıcıya karşı daha zayıf durumda olan tüketiciyi korumaktır. Bu amaçla çıkan yasada yorumun tüketici lehine olması esas olmalıdır. 

 

Somut uyuşmazlıkta olduğu gibi haksız şart niteliğinde olduğu kabul edilen ve tüketiciden kredi kartı ücreti, kredi kartı aidatı vb. isimler altında alınan bedelleri tüketicinin bir süre ödemesi, sözleşmedeki haksız şarta icazet verdiği ve bundan sonra da ödemeye devam edeceği anlamına gelmez. Kredi kartı hamili belli bir süre ödeme yaptıktan sonra, haksız şart niteliğinde olan sözleşme hükmüne uygulanması gereken "haksız şartın bağlayıcı olmayacağına" ilişkin müeyyide gereği talepte bulunabilir. Hal böyle olunca tüketici haksız şart niteliğinde olan kredi kartı aidatını bir süre ödedikten sonra gelecek dönemler için sözleşmedeki hükmün haksız şart olması nedeniyle ileriye yönelik olarak talepte bulunabileceği gözetilmeksızın aksine düşüncelerle bu talebin iyiniyet kurallarına aykırılık teşkil edeceğine dair mahkeme kararı usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir. 

 

SONUÇ: Yukarıda açıklanan 1.bent gereğince davalının temyiz dilekçesinin reddine, 2.bentte açıklanan nedenlerle davacının sair temyiz itirazlarının reddine, 3. Bentte açıklanan nedenlerle hükmün davacı lehine BOZULMASINA, 13.10.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.

YARGITAY 4. Ceza Dairesi 2008/764 E.N , 2008/3319 K.N. SUÇTA VE CEZADA KANUNİLİK İLKESİNİN SOMUT OLAYA GÖRE DEĞERLENDİRİLMESİ

YARGITAY 4. Ceza Dairesi 2008/764 E.N , 2008/3319 K.N. 

 

(Karar Tarihi : 17.03.2008)

 

Yerel Mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle, başvurunun nitelik, ceza türü, süresi ve suç tarihine göre dosya görüşüldü:

 

Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.

 

Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede başkaca nedenler yerinde görülmemiştir.

 

Ancak; 

 

Oluşa uygun kabule göre, sanığın, hayvanlarını otlatmak için bağına sokan yakınana kızarak av tüfeği ile ayaklarına doğru iki el ateş etmekten ibaret eyleminin;

 

a) Yaralamaya elverişli uzaklıktan ateş edilip edilmediği hususu araştırılıp, elverişli uzaklıktan ateş edilmiş ise yaralama

 

b) Uzaktan ateş edilmiş ise tehdit, suçunu oluşturacağı gözetilmeyerek kavgada korkutmak amacıyla silah boşaltma suçunun karşılığı bulunmadığından söz edilerek yasal ve yerinde olmayan gerekçeyle beraat kararı verilmesi,

 

Yasaya aykırı ve O Yer Cumhuriyet Savcısının temyiz nedenleri ile tebliğnamedeki düşünce yerinde görüldüğünden HÜKMÜN BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine, 17.03.2008 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

YARGITAY Hukuk Genel Kurulu 2009/2-418 E.N , 2009/470 K.N. * KARAR DÜZELTME SÜRESİ GEÇTİKTEN SONRA TENSİP YAPILMASI GEREKİR

YARGITAY

Hukuk Genel Kurulu

2009/2-418 E.N ,

2009/470 K.N.

 

 

Taraflar arasındaki "tespit" davasından dolayı yapılan yargılama so-nunda; (Gaziosmanpaşa Birinci Asliye Hukuk Mahkemesi)'nce davanın reddine dair verilen 25.10.2005 gün ve 2003/1518 E., 2005/459 K. sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay İkinci Hukuk Dairesi'nin 22.01.2007 gün ve 2006/6691 E., 2007/112 K. sayılı ilamı ile; (…1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre davacı Münevver'in temyiz itirazları yersizdir.

 

2- Toplanan delillerden muristen kalan evin 1. katının davacı İsmail'in geliri ile yapıldığı, ticari taksi plakasının bedelinin de davacı Zeynep tarafından ödendiği anlaşılmıştır. Davacılar İsmail ve Zeynep yönünden davanın kabulü gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir." gerekçesiyle 2. bentte gösterilen nedenlerle İsmail ve Zeynep yönünden bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

 

Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

 

Davacılar vekili, muristen kalan ticari taksi ve plakasının bedelinin davacı Zeynep tarafından ödendiğinin ve yine muristen kalan evin 1. katının kaba ve ince inşaatının davacılar tarafından yapıldığının tespitini talep ve dava etmiştir.

 

Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.

 

Mahkemenin davanın reddine dair verdiği karar, Özel Daire'ce yukarıda belirtilen nedenle bozulmuş, mahkemece "iddiaların ispatlanamadığı" gerek-çesiyle önceki kararda direnilmiştir.

 

Ne var ki yargılama sırasında, 25.10.2005 tarihinde verilen ilk karar davacılar vekilinin temyizi üzerine Özel Daire tarafından 22.01.2007 tarihinde kısmen bozulması üzerine, Yargıtay ilamı mahkemece davacı vekiline 06.02.2007, davalı vekiline ise 12.02.2007 tarihinde tebliğ edilmiş, karar düzeltme süresi geçtikten sonra 28.02.2007 tarihinde tensip yapılmış ve taraflara 02.05.2007 günü olarak belirlenen duruşma günü tebliğ edilmiştir. Ancak tensip tarihinden sonra 05.03.2007 tarihinde davalı vekili tarafından verilen karar düzeltme dilekçesi üzerine yerel mahkemece red kararı verilmiş ve bu kararın temyizi üzerine dosya Yargıtay'a gelmiştir. Bu sırada yapılan ilk duruşmaya sadece davalı vekili gelmiş ve dosyanın Yargıtay'dan dönüşünün beklenmesini talep etmiş, ikinci duruşma ise 04.07.2007 tarihinde yapılmış ve yine sadece davalı vekili gelerek davayı takip etmediğini bildirmiş, mahkemece HUMK'nın 409. maddesi gereğince dava yenileninceye kadar dosyanın işlemden kaldırılmasına, akabinde davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiş, davacılar vekilinin temyizi üzerine Özel Daire'ce "karar düzeltme incelemesinin sonuçlanması beklenmeden yeniden duruşma açılması ve davacı vekilinin usulsüz olarak açılan duruşmaya davet edilmesi, gelmemesi üzerine dosyanın işlemden kaldırılması ve bilahare açılmamış sayılmasına karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir." gerekçesiyle karar bozulmuş ve mahkemece bozma ilamına uyularak yargılamaya devam olunmuş ve ilk kararda direnilmiştir.

 

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, karar düzeltme süresi beklendikten sonra usulüne uygun tensip yapılıp duruşma günü verildiğine, karar düzeltme istemi süresinde yapılmadığından reddedildiğine ve taraflar davayı takip etmediğine göre mahkemece verilen açılmamış sayılma kararı doğrudur. Özel Daire'ce bu kararın bozulmuş olması ve mahkemenin bu bozma kararına uymuş olması sonucu değiştirmez. Bu durum kamu düzenine ilişkin olup yargılamanın her aşamasında re'sen dikkate alınabilir.

 

Hal böyle olunca;

 

HUMK'nın 409/5. maddesi gereğince davanın açılmamış sayılmasına karar vermek gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

 

Sonuç: Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen değişik nedenlerden dolayı HUMK'nın 429. mad-desi gereğince (BOZULMASINA), istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine 04.11.2009 gününde oybirliğiyle karar verildi.

YARGITAY HGK. 2001/10-232 E.N 2001/272 K.N. -SİGORTA GİRİŞ TARİHİNİN BELİRLENMESİ/ALMANYA-TÜRKİYE SOSYAL GÜVENLİK SÖZLEŞMESİ

T. C. YARGITAY

 

Hukuk Genel Kurulu 2001/10-232 E.N 2001/272 K.N.

 

 

 

İçtihat Metni

 

Taraflar arasındaki "tesbit" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kocaeli 1.İş Mahkemesi'nce davanın kabulüne dair verilen 19.4.2000 gün ve 1999/450 E- 2000/56 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10.Hukuk Dairesi'nin 16.5.2000 gün ve 2000/3504-3511 sayılı ilamiyle; 

 

(…Dava, sonuç itibariyle, davacı sigortalının 26.2.1975 ile 31.10.1997 tarihleri arasında Almanya'da geçen ve yurda kesin dönüş sonrasında 3201 sayılı yasadaki yönteme uygun biçimde borçlandığı yurt dışı çalışma süresi gözetilerek Almanya'da işe giriş tarihi olan 26.2.1975 tarihinin sigortalılık başlangıç tarihi olarak kabul edilmesi gerektiğinin tesbiti istemine ilişkindir.

 

Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş ve işbu kararda, Türkiye ile Almanya arasındaki Sosyal Güvenlik Sözleşmesinin 29/4. maddesine dayanılmıştır.

 

Davacının 13.07.1999 tarihli borçlanma başvurusu dilekçesi ile 15.12.1998 tarihinde yurda döndüğünü ve Almanya'da 26.2.1975 ile 31.10.1997 tarihleri arasında geçen çalışmalarını borçlanmak istediğini belirttiği; bu tarih öncesinde Türkiye'de herhangi bir sigortalılık kaydının bulunmadığı; davalı Kurumun davacının sigortalılık başlangıç tarihini 3201 sayılı Kanunun 5. maddesi kapsamında işbu borçlanma tutarının ödendiği tarihten borçlanılan süre kadar geriye giderek saptadığı dosya içeriğindeki bilgi ve belgelerden anlaşılmaktadır.

 

Davada uyuşmazlık konusu olan husus; ilk defa Almanya'da sigortalı bir işte çalışmaya başlayan ve 3201 sayılı borçlanma yasasından faydalanan bir T.C. vatandaşının 3201 sayılı Kanun kapsamında 506 sayılı yasaya göre yaşlılık sigortasından yararlanmak istemesi halinde, sigortalılık başlangıcında hangi tarihin esas alınması gerekeceğine ilişkindir.

 

Bu yönde; 3201 sayılı Kanunun 5/son maddesinde; Türk Sosyal Güvenlik Kuruluşlarına tabi hizmeti bulunmayan ve borçlanma yapan sigortalıların, sigortalılık başlangıç tarihlerinin borçlarını tamamen ödedikleri tarihten borçlanılan gün sayısı kadar geriye götürülerek saptanılacağı öngörülmüştür. 2.11.984 tarihinde imzalanan ve 5.12.1984 tarihli 3241 sayılı Kanunla onaylanıp,1.4.1984 tarihinde yürürlüğe giren 30.4.1964 tarihli Türk Alman Sosyal Güvenlik Sözleşmesine ek sözleşmenin 29. maddesinin 4. bendi hükmünde ise; bir kimsenin Türk Sigortasına girişten önce bir Alman rant sigortasına girmiş bulunması halinde, Alman rant sigortalarına girişin Türk sigortalarına giriş olarak kabul edilir.

 

Öncelikle Anayasamızın 90/son maddesi hükmünde öngörüldüğü üzere; yöntemine göre yürürlüğe konulmuş uluslararası sözleşmeler kanun hükmündedir ve normlar hiyerarşisi yönünden uluslararası sözleşme kurallarına uygulamada yasal güç tanındığı ve kuralların uygulanma önceliğini haiz bulunduğu söz götürmez. Ne var ki; Türkiye Cumhuriyeti ile Almanya Federal Cumhuriyeti arasındaki Sosyal Güvenlik Sözleşmesi hükümlerinin iç hukuk kurallarına üstünlüğü ilkesi sadece işbu sözleşmenin düzenleme alanı başka ifade ile kapsamı ile sınırlıdır. Diğer bir anlatımla sözleşme hükümleri ancak T.C. Vatandaşlarına sözleşme kapsamında bağlanacak sigorta yardımları ve bu meyanda yaşlılık sigortası kapsamında Türk Sigorta Mercii olan Sosyal Sigortalar Kurumu'nca bağlanacak kısmi yaşlılık aylığında uygulanacaktır. Giderek Türkiye Cumhuriyeti ile Almanya arasındaki Sosyal Güvenlik Sözleşmesinin Anayasanın 90/son maddesi hükmüne kapsamında Kanun hükmünde sayılması işbu sözleşmenin düzenleme alanı ile sınırlıdır. Diğer taraftan T.C Vatandaşlarının Almanya'da geçen çalışma sürelerini 3201 sayılı Borçlanma Yasası'na göre borçlanarak karşılığını ödemesi ve anılan yasaya göre yaşlılık aylığı bağlanması talebinde bulunması durumunda artık yurt dışında geçen bu çalışma süresinin sözleşme kapsamında mütaala edilmesi mümkün değildir. 3201 sayılı Kanun hükümlerine göre yaşlılık aylığı tahsisinde ve bu meyanda sigortalılık başlangıcının saptanmasında sadece anılan yasa hükümleri uygulanacaktır. Bu durumda yasaların çatışmasından da sözedilemeyeceği açıktır.

 

T.C. Vatandaşlarının Almanya ve Türkiye'deki sigortalılık süreleri birleştirilerek yaşlılık aylığı bağlanması talebinde bulunmaları halinde ise T.C. ile Almanya arasındaki Sosyal Güvenlik Sözleşmesi hükümleri uygulanacağından ancak bu halde sigortalılık başlangıcının belirlenmesinde sözleşmenin 29/4. maddesi uygulanma önceliğini haiz olacaktır. Öte yandan Borçlanma Yasasına göre kazanılan sigortalılık hiçbir şekilde sözleşme kapsamında değildir ve bu halde Almanya'daki sigortalılık aynen geçerliliğini korumaktadır ve Alman Sigorta Merciinin herhangi bir külfet altına girmesi sözkonusu olmaksızın tamamen Türk Yasalarına göre borçlanmaya dayalı yaşlılık aylığı bağlanmaktadır. Bu çerçevede; borçlanma yasasına göre sigortalılıkta yine borçlanma yasasına göre sigortalılık başlangıcı konusunda kural olarak 3201 sayılı Kanunun 5. maddesi uygulanmalıdır.

 

Mahkemece belirtilen maddi ve hukuki esaslar gözönünde tutulmadan yazılı biçimde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

 

TEMYİZ EDEN : Davalı S.S.Kurumu vekili

 

HUKUK GENEL KURULU KARARI

 

Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

 

Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık; ilk defa Almanya'da sigortalı bir işte çalışmaya başlayan ve 3201 sayılı kısa adı "Borçlanma Yasasından" faydalanmak suretiyle yurda dönen bir T.C. vatandaşının 506 sayılı Yasaya göre; yaşlılık sigortasından yararlanmak istemesi halinde, sigortalılık başlangıcına hangi tarihin esas alınacağına ilişkindir.

 

Özel Daire; bu tarihin; 3201 sayılı Yurtdışında Bulunan Türk Vatandaşlarının Yurtdışında Geçen Sürelerinin Sosyal Güvenliklerinin Değerlendirilmesi Hakkındaki Kanunun 5.maddesi son fıkrasına göre belirleneceğini hükme bağlarken, Yerel Mahkeme, Türk-Alman sosyal güvenlik sözleşmesi hükümlerine göre sonuca gitmenin gerektiğini kabul etmiştir.

 

Şu duruma göre sorunun çözümü yönünden; öncelikle dayanılan yasal düzenlemeleri ortaya koymak, daha sonra, hangi kuralın uygulanma önceliğine sahip olduğunu belirlemek yararlı olacaktır.

 

Gerçekten, Özel Daire kararında sözü edilen Borçlanma Yasasının 5/son fıkrası; Türk Sosyal Güvenlik kuruluşlarına tabi hizmeti bulunmayan ve borçlanma yapan Türk vatandaşlarının sigortalılık başlangıç tarihlerinin borçlarını tamamen ödedikleri tarihten borçlanılan gün sayısı kadar geriye götürülerek bulunacak tarih olduğunu kabul etmiştir. Buna karşın 2.11.1984 tarihinde imzalanan ve 5.12.1984 tarihli 3241 sayılı Kanunla onaylanıp 1.4.1987 tarihinde yürürlüğe giren 30 Nisan 1964 tarihli Türk Alman Sosyal Güvenlik sözleşmesine ek sözleşmenin 29.maddesi 4.bendi ise; aynen "bir kimsenin Türk sigortasına girişten önce bir Alman Rant Sigortasına girmiş bulunması halinde; Alman Rant Sigortalarına girişi Türk Sigortalarına giriş olarak kabul edilir" kuralını sigortalılık başlangıç tarihi yönünden öngörmüştür.

 

Şu duruma göre, karşımıza, aynı konu hakkında bir tarafta iç hukuk alanında kabul edilen bir Yasa kuralı diğer tarafta uluslararası sözleşmede yer alan farklı bir düzenleme çıkmaktadır. Bu sorun kurallar kademelenmesindeki (Normlar Hiyerarşisindeki) sıralamaya göre çözümlenmesinde kuşku bulunmamaktadır. Öncelikle belirtilmelidir ki; Anayasamızın 90/son maddesinde öngörüldüğü üzere; yöntemine göre yürürlüğe konulmuş uluslararası sözleşmeler kanun hükmündedir. Öyle ki bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine dahi başvurulamaz. Anayasa; böylece uluslararası sözleşmenin bir kuralını iç hukuk açısından "Yasa" gücünde görmüş "normlar hiyerarşisi" yönünden daha alt sırada kabul etmemiştir. Bu durumda denilebilir ki, uluslararası sözleşmenin bir kuralına, uygulanma açısından yasal güç tanımak Anayasal bir zorunluluktur. Hal böyle olunca; yasa gücündeki iki düzenlemeden uygulamada hangisine öncelik tanınacaktır sorusunu cevaplandırmak gerekir. "Yasaların çatışması" olarak adlandırılan bu gibi durumlarda;

 

a)Sonraki norm, öncekinin yerini alır (Lex Pasterior deraget priori),

 

b)Özel Kanun, genel kanundan önce gelir (Lex specialis per generalem non deregatur).

 

c)Açık anlamlı norm, kapalı anlamlı norm'dan önce gelir biçiminde kabul edilen temel ilkelerden yararlanılarak sonuca ulaşılır.

 

Uyuşmazlık konusu olayda, belirtilen ilkeler uygulandığında şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır.

 

Özel Dairenin öncelik tanımak istediği 3201 sayılı Yasa'nın ilgili kuralının 22.5.1985 tarihinde yürürlüğe girmesine karşın, uluslararası sözleşme 1.4.1987 tarihinde yürürlüğe girmekle, önceki yasal düzenlemenin yerini almıştır. O nedenle sonraki yasal düzenleme olan sözleşmedeki kural uygulanma önceliğine sahiptir.

 

Öte yandan 3201 sayılı "Borçlanma Yasası" yurtdışında çalışan, tüm Türk Vatandaşları yönünden genel bir düzenleme kabul etmesine karşın; sözü edilen sözleşme sadece Almanya'da çalışan Türk Vatandaşları için ayrı ve özel bir kural kabul etmiştir. Sözleşme, sigortalılık başlangıcı yönünden, salt, Almanya'da ilk defa çalışmaya başlayan Türk Vatandaşları yönünden özel ve ayrıcalıklı bir kural öngörmekle, genel nitelikli kuralın yerini aldığının kabulü zorunludur.

 

Nihayet, sözleşme, açıkca ilk defa Almanya'da sigortalı olarak işe başlayan Türk Vatandaşları yönünden işe başlama tarihini Türkiye'de sigortalılık başlangıç tarihi kabul etmekle bu alanda 3201 sayılı Yasa sisteminden daha açık, somut ve sigortalı yararına bir düzenleme öngörmüştür.

 

Bu hukuksal nedenler karşısında; sözleşme kuralına öncelik ve üstünlük tanımak zorunlu biçimde ortaya çıkmaktadır.

 

Ayrıca ilave edilmelidir ki; Almanya'da çalışan işçilerin durumu Ülkemiz açısından önem ve özellik arzetmektedir. Yurtdışında çalışan işçilerimizin en fazla bulunduğu ülke Almanya olduğu gibi, burada çalışan işgücü oranı da çok büyük boyutlardadır. Bu nedenledir ki; T.C; 1964 yılında ilk defa sosyal güvenlik sözleşmesini bu ülke ile imzalamış ve bugüne değin kimi ek sözleşmelerle sözleşme kapsamını genişletmiştir.

 

Bu arada; kısmi aylık sistemi de kabul edilmiş, Türk vatandaşlarının Almanya'da çalışılan süreleri, yaşlılık aylığı yönünden, Türkiye'de geçmiş gibi değerlendirilmiş, ancak, aylık bağlama oranına yansıtılmamıştır. Söz konusu kural bu yönden de özellik göstermekte olup kısmi aylık bağlanmasında; Almanya'da ilk defa işe başlama tarihini Türkiye'de sigortalılık başlangıç tarihi olarak kabul etmiştir. Kısacası, sözleşme hükümlerinin uygulanması ilkesi hem sosyal güvenlik alanında ortaya çıkabilecek kimi adaletsiz ve olumsuz durumları ortadan kaldırmak aynı zamanda sosyal güvenlik çelişkilerini gidermek yönünden de kaçınılmazdır.

 

Açıklanan hukuksal nedenler karşısında Yerel Mahkemenin, davacı sigortalının, Almanya'da ilk defa sosyal sigorta giriş tarihinin 506 sayılı Yasa'nın 108.maddesine koşut olarak Türk sosyal sigortalarına giriş tarihi olarak kabulü doğrudur. Hükmün onanmasına karar verilmelidir.

 

SONUÇ : Davalı SSK. vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, 21.3.2001 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

YARGITAY12. Ceza Dairesi 2012/20227 E.N , 2012/18818 K.N. YOL TUTUKLAMASI, UYAP ÜZERİNDEN GÖRÜNTÜLÜ İFADE ALINMASI

YARGITAY12. Ceza Dairesi 2012/20227 E.N , 2012/18818 K.N.

İlgili Kavramlar

 

YOL TUTUKLAMASIUYAP ÜZERİNDEN GÖRÜNTÜLÜ İFADE ALINMASITAZMİNAT

 

İçtihat Metni

 

Davacının tazminat talebinin reddine ilişkin hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmekle dosya incelenerek gereği düşünüldü:Davacı hakkında yasadışı terör örgütüne üye olmak suçundan Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2008/422 esas sayılı dava dosyası üzerinden yürütülen kamu davasında çıkarılan yakalama emri üzerine kolluk görevlileri tarafından yakalanarak 02/08/2008 tarihinde Seferihisar Cumhuriyet Savcılığınca gözaltına alınmış ve aynı gün Seferihisar Sulh Ceza mahkemesinin 2008/402 D.iş sayılı kararı ile Yol Tutuklaması yapılarak İzmir 1 nolu F tipi cezaevine konulmuş ve buradan da 01.09.2008 tarihinde Diyarbakır D tipi cezaevine nakledilerek 03.09.2008 tarihinde Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığında hazır bulundurularak aynı gün sorgusu yapıldıktan sonra Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesince tutuklanmış ve Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yürütülen kamu davasında 16.12.2008 tarihinde tahliyesine karar verildikten sonra 05/11/2009 tarihinde de davanın zamanaşımı nedeniyle düşürülmesine karar verilmiştir. Davacı yol tutuklaması ile tutuklandıktan sonra makul süreyi aşacak şekilde 30 gün sonra mahal mahkemesine nakledilerek uzun süre tutuklu bırakıldığından ve CMK'nın 94. maddesi kapsamında zamanında hakim önüne çıkarılmaması sebebiyle 5271 sayılı CMK'nın 142/1-b ve d bentleri gereğince 6.250 lira maddi ve 10.000 lira manevi tazminat talebinde bulunmuştur.Mahkeme; "davacı hakkında açılan kamu davasının 5271 sayılı CMK'nın 223/8. maddesi gereğince zamanaşımı nedeniyle düşürülmesine karar verildiği ve CMK'nın 144/1-c maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği gerekçesiyle davanın reddine karar vermiş ve red kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.Davacı, hakkında uygulamada yol tutuklaması olarak adlandırılan Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 94. maddesine göre yakalanıp ceza evine konulmuş ve 30 gün sonra mahalli mahkeme huzuruna getirilmiş ve bir süre daha tutuklu kalan davacının 16.12.2008 tarihinde tahliyesine karar verildikten sonra 05/11/2009 tarihinde de davanın zamanaşımı nedeniyle düşürülmesine karar verilmiştir. Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 94/1. maddesinde yakalanan veya tutuklanan kişinin "yetkili hakim veya mahkemeye en kısa zamanda gönderilmek üzere tutuklanır" hükmü bulunmaktadır. Madde de "en kısa zaman" diliminin ne kadar olması gerektiği düzenlenmemiştir. Düzenlemede "en kısa zaman" denildiğine göre bu süre yakalanan yere göre birkaç saatten birkaç güne kadar olabilir.Davacı; Seferihisar kolluk görevlilerince yakalanmış ve aynı gün Sulh Ceza Mahkemesince kimlik tespiti yapılıp İzmir 1 nolu F Tipi Cezaevine konmuştur. Davacı makul sürede esas mahkemesine getirilebilirdi. Bunun yanında yargının yaygın olarak kullandığı Ulusal Yargı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden de görüntülü olarak ifadesinin alınabilme olanağı karşısında davacının 30 gün gibi uzunca bir süre Cezaevinde tutulduktan sonra yargılamayı yapan yetkili mahalli ceza mahkemesine naklinin yapılmış olması bırakınız en kısa süre olarak, makul süre olarak dahi kabule imkan bulunmamaktadır. Davacının hukuki durumu bu kapsamda değerlendirildiğinde;5271 sayılı CMK'nın tazminat istemenin koşulları başlığını taşıyan 142. maddesinde; "Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde" bulunulabileceği hükme bağlanmış, 466 sayılı Kanun'un 2. maddesinde ise; "zarar veren işlemlerin yapılmasına esas olan iddialar sebebiyle haklarında açılan dâvalar sonunda verilen kararların kesinleştiği veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay içinde," uğranılan zararın tazmininin istenebileceği belirtilmiştir. 466 sayılı Kanundaki bu düzenleme nedeniyle, tazminat istemine konu davaların esasıyla ilgili verilen kararların kesinleşmesi veya verilen kovuşturmaya yer olmadığına ilişkin kararların kesinleşmesinden itibaren dava açma süresinin başlayacağı kabul edilmiş, yerleşik uygulama bugüne kadar da bu şekilde sürdürülmüştür.Ancak; 5271 sayılı CMK'nın; "Tazminat istemi" başlıklı 141. maddesi incelendiğinde, bir kısım tazminat nedenleri konusunda karar verilmesi için, davanın esasıyla ilgili bir kararın verilmesi zorunluluğunun bulunmadığı dolayısıyla bu nedenlere dayalı istemlerde, davanın sonuçlanmasına gerek bulunmadığı yasal düzenlemeden açıkça anlaşılmaktadır.Örneğin, gözaltı süresi yasada açıkça belirtilmiş olup, yasadaki bu süre içinde hakim önüne çıkarılıp, çıkarılmadığının saptanmasının davanın esasıyla herhangi bir ilgisi bulunmadığı gibi bu konudaki talep konusunda karar verilmesi için davanın esası hakkında karar verilmesine de gerek bulunmamaktadır. Yine aynı şekilde, kanunî hakları hatırlatılmadan veya hatırlatılan haklarından yararlandırılma isteği yerine getirilmeden tutuklanan, Kanuna uygun olarak tutuklandığı hâlde makul sürede yargılama mercii huzuruna çıkarılmayan, yakalama veya tutuklama nedenleri ve haklarındaki suçlamalar kendilerine, yazıyla veya bunun hemen olanaklı bulunmadığı hâllerde sözle açıklanmayan, yakalanmaları veya tutuklanmaları yakınlarına bildirilmeyen, yada hakkındaki arama kararı ölçüsüz bir şekilde gerçekleştirilen, kişilerin tazminat istemleri konusunda, asıl davada hüküm verilmesini veya verilen hükmün kesinleşmesini beklemeye gerek bulunmamaktadır. Zira bu talepler, asıl davanın sonucunu etkileyici veya asıl davanın sonucuna bağlı talepler değildir. Ancak asıl davanın sonucuna bağlı veya asıl davada verilecek kararları etkileyici talepler yönünden mutlaka davanın esasıyla ilgili verilen karar veya hükmün kesinleşmesi zorunludur. Örneğin, Kanuna uygun olarak yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturmaya yer olmadığına veya beraatlerine karar verilen, yine mahkûm olup da gözaltı ve tutuklulukta geçirdiği süreleri, hükümlülük sürelerinden fazla olan veya işlediği suç için kanunda öngörülen cezanın sadece para cezası olması nedeniyle zorunlu olarak bu cezayla cezalandırılanlar hakkında, mutlaka davanın esasıyla ilgili olarak verilen kararın kesinleşmesini beklemek zorunluluğu bulunmaktadır. Zira, davacının tazminat isteme hakkı bu hallerde verilen karar veya hükmün kesişleşmesiyle doğmaktadır.Bu kapsamda somut olay incelendiğinde, davacı yol tutuklaması ile tutuklandıktan sonra makul süre aşılarak şekilde mahal mahkemesine nakledilerek uzun süre tutuklu bırakıldığını ve CMK'nın 94. maddesi kapsamında zamanında davaya bakan hakim önüne çıkarılmaması sebebiyle 5271 sayılı CMK'nın 142/1-b ve d bentleri gereğince tazminat talebinde bulunmuştur. Bu talep konusunda bir karar verilebilmesi için, yapılacak araştırma yakalanan sanığın hangi sürede hakim ve nakil yoluyla mahalli mahkeme huzuruna çıkarıldığını saptamaktan ibaret olup, talebin dava sonucuyla veya verilecek hükümle bir ilgisi bulunmamaktadır. Gözaltında veya tutuklulukta geçen sürelerin, sanığın mahkumiyeti halinde bu cezasından mahsubu imkanının bulunması da ulaşılan bu sonucu değiştirmeyecektir. Hal böyle iken, davanın esasıyla ilgili koruma tedbirlerine dayalı olarak dava açılamayacağına ilişkin gerekçenin yasal bir dayanağı bulunmadığı gibi mahkemenin bu yöndeki değerlendirmesi de isabetsizdir.5271 sayılı CMK'nın 5353 sayılı Kanun ile değişik 94. maddesinde, "Hâkim veya mahkeme tarafından verilen yakalama emri üzerine soruşturma veya kovuşturma evresinde yakalanan kişi, en geç yirmidört saat içinde yetkili hâkim veya mahkeme önüne çıkarılamıyorsa, aynı süre içinde en yakın sulh ceza hâkimi önüne çıkarılır; serbest bırakılmadığı takdirde, yetkili hâkim veya mahkemeye en kısa zamanda gönderilmek üzere tutuklanır." hükmüne yer verilmiş, maddenin uygulanma koşulları ise gerekçesinde; "Gıyabi tutuklamaya CMK'da yer verilmemiştir. Bunun sonucu olarak, soruşturma veya kovuşturmanın yapıldığı yer dışında bulunan ve hakkında yakalama emri düzenlenmiş bulunan şüpheli veya sanığın yakalanması halinde, aslolan, en geç yirmidört saat içinde yakalama emrini düzenlemiş bulunan hâkim veya mahkeme önüne çıkarılmasıdır. Ancak bu süre içinde yetkili hâkim veya mahkeme önüne çıkarılamayan kişi bakımından bir hâkim güvencesi getirilmiş bulunmaktadır. Böylece kişi, en yakın sulh ceza hâkimi huzuruna çıkarılacaktır. Sulh ceza hâkimi, öncelikle, yakalama emrinin geri alınıp alınmadığını, ayrıca huzuruna getirilen kişinin yakalama emrinde belirtilen kişi olup olmadığını araştıracaktır. Yine, örneğin, yakalama emrini düzenleyen hâkim veya mahkeme, bu emrin ekinde, şüpheli veya sanığa yöneltilmek üzere bazı sorular sorulup cevabı alındıktan sonra serbest bırakılmasını isteyebilir. Bütün bu durumlarda, soruşturulduğu veya kovuşturulduğu yer dışında yakalanan kişinin gereksiz yere mağdur edilmesi önlenmiş olacaktır. Yakalama emri geri alınmışsa, yakalanan kişi yakalama emrinde belirtilen kişi değilse ya da somut durumda bu kişinin yetkili hâkim veya mahkemeye gönderilmesine gerek bulunmamakta ise, sulh ceza hâkimi kişiyi serbest bırakacaktır. Buna karşılık yakalanan kişinin yetkili hâkim veya mahkemeye gönderilmesi gerekmekte ise, gönderme işlemi de hâkim güvencesinde ve onun kararıyla olacaktır. Bu durumda hâkim, sevk tutuklaması kararı verecektir. Kararda, kişinin gönderileceği hâkim veya mahkeme ile ne zamana kadar götürülmesi gerektiği hususu belirtilecektir." şeklinde açıklanmıştır. Maddenin Adalet Komisyonunda görüşülmesi sırasında, "…mahkemeye gönderilmek üzere tutuklanır." cümlesine açıklık getirilmesi için "mahkemeye" ibaresinden sonra gelmek üzere "en kısa zamanda" ibaresi eklenmiş bu şekilde maddenin uygulanmasına açıklık getirilmiş ve olası hak ihlallerinin de asgariye indirilmesi amaçlanmıştır.İç hukuktaki diğer pozitif hukuk normları incelendiğinde; Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 19/son maddesi "Hürriyeti kısıtlanan kişilerin en kısa zamanda bırakılmasının" sağlanmasını öngördüğü gibi yine Anayasa'nın 90/son maddesine göre, usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalardan olan ve uygulama önceliği olan, İnsan Hakları Sözleşmesinin 5/3. maddesindeki "Yakalanan veya tutuk durumda bulunan herkes hemen bir hakim veya adli görev yapmaya yasayla yetkili kılınmış diğer bir görevli önüne çıkarılır" düzenlemeleri bulunmaktadır. Ayrıca Ceza Muhakemesi Kanununun 141/1-d maddesi "Kanuna uygun olarak tutuklandığı halde makul sürede yargılama mercii huzuruna çıkarılmayan ve bu süre içinde hakkında hüküm verilmeyen" kişilere de tazminat verilmesini öngördüğünden bir kısım işlemler ve koruma tedbirleri nedeniyle davanın ne şekilde sonuçlandığına bakılmaksızın makul bir tazminata hükmedilmesi yerine, yazılı gerekçelerle davanın reddine karar verilmesi,Kanuna aykırı olup, davacı vekilinin temyiz itirazları bu nedenle yerinde görüldüğünden, hükmün 5320 sayılı Kanunun 8/1. maddesi gereğince halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK'un 321. maddesi uyarınca isteme aykırı olarak BOZULMASINA, 17/09/2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

YARGITAY 4. Ceza Dairesi 2011/10831 E.N , 2011/16620 K.N. GÖREVİ KÖTÜYE KULLANMAK-ZAMANAŞIMININ DURMASI-YASAMA DOKUNULMAZLIĞI

YARGITAY4. Ceza Dairesi 2011/10831 E.N , 2011/16620 K.N.

 

 

İlgili Kavramlar

 

GÖREVİ KÖTÜYE KULLANMAK

YASAMA DOKUNULMAZLIĞI

ZAMANAŞIMININ DURMASI

 

ÖzetSORUŞTURMA EVRESİNDE MİLLETVEKİLİ SEÇİLEN ŞÜPHELİ HAKKINDA DAVA AÇILMASI İÇİN YETERLİ ŞÜPHE BULUNDUĞUNDA C.SAVCISI'NCA DOKUNULMAZLIĞIN KALDIRILMASI İÇİN YAZILAN YAZI TARİHİNDEN İTİBAREN; KAMU DAVASININ AÇILMASINDAN SONRA SANIĞIN MİLLETVEKİLİ SEÇİLMESİ DURUMUNDA İSE ÜST NORM OLAN ANAYASA'NIN 83/2. MADDESİNDEKİ "YARGILANAMAZ" HÜKMÜ GEREĞİ, SEÇİLME TARİHİNDEN İTİBAREN DOKUNULMAZLIĞIN KALDIRILMASINA VEYA MİLLETVEKİLLİĞİ GÖREVİNİN SONA ERMESİNE KADAR ZAMANAŞIMININ DURDUĞU KABUL EDİLMELİDİR.

 

 

İçtihat Metni

 

Görevi kötüye kullanmak suçundan sanık Fahrettin hakkında açılan kamu davasının 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 102/4 ve 104/2. maddeleri gereğince zamanaşımı nedeniyle ortadan kaldırılmasına dair (Milas Birinci Asliye Ceza Mahkemesi)'nin 19.03.2009 tarihli ve 2007/462 esas, 2009/171 sayılı kararının Adalet Bakanlığı'nca 27.03.2011 gün ve 15982 sayılı yazı ile yasa yararına bozulmasının istenmesi üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 10.05.2011 gün ve 160345 sayılı tebliğnamesiyle dava dosyası Daireye gönderilmekle incelendi:

 

Tebliğnamede "Dosya kapsamına göre; sanık Fahrettin hakkında 09.04.2002 tarihli iddianame ile kamu davası açıldığı, davada zamanaşımını kesen son işlemin 30.06.2002 tarihli sanık savunması olduğu, sanığın 03.11.2002 tarihli genel seçimlerde milletvekili olması nedeniyle anılan mahkemenin 31.12.2002 tarihli ve 2002/200-917 sayılı kararı ile yargılamanın durmasına karar verildiği, 22.07.2007 tarihinde sanığın milletvekili sıfatını kaybettiği, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 83/3. madde gereğince zamanaşımının bu süre zarfında durduğu, milletvekilliğinin sona ermesi ile zamanaşımı süresinin kaldığı yerden işlemeye başlayacağı dikkate alındığında sanık hakkında açılan kamu davasının zamanaşımı süresinin henüz dolmadığı gözetilmeksizin yazılı şekilde hüküm kurulmasında isabet görülmemiştir" denilmektedir.

 

Gereği görüşüldü;

 

T.C. Anayasası'nın 83. maddesinin 2. fıkrasında "Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz. Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla Anayasa'nın 14. maddesindeki durumlar bu hükmün dışındadır…" anılan maddenin 3. fıkrasında ise "…üyelik süresince zamanaşımı işlemez." 765 sayılı TCY'nin 107. maddesinde "Hukuku amme davasının ikamesi mezuniyet veya karar alınmasına yahut diğer bir mercide halli lazım gelen bir meselenin neticesine bağlı bulunduğu takdirde mezuniyet ve kararın alınmasına yahut meselenin halline kadar müruruzaman durur." 5237 sayılı Türk Ceza Yasası'nın 67/1. maddesinde, "Soruşturma ve kovuşturma yapılmasının, izin veya karar alınması veya diğer bir mercide çözülmesi gereken bir meselenin sonucuna bağlı bulunduğu hallerde; izin veya kararın alınmasına veya meselenin çözümüne veya kanun gereğince hakkında kaçak olduğu hususunda karar verilmiş olan suç faili hakkında bu karar kaldırılıncaya kadar dava zamanaşımı durur." hükümleri yer almaktadır.

 

YCGK'nın 28.03.2006 tarih ve 38/94 sayılı kararında "…765 sayılı TCY'nin zamanaşımını durduran nedenlerle ilgili 107. maddesi ve 5237 sayılı TCY'de benzer bir düzenleme olan 67/1 maddesinde durdurma nedenleri olarak izin veya karar alınması ya da bekletici sorun sayılmıştır. Bu yasal düzenlemelere göre, suçun işlenmesiyle başlayan dava zamanaşımı süresi, izin veya karar alınması için yetkili mercie başvurulduğu ya da bir bekletici sorunun ortaya çıktığı günde duracak, izin veya kararın alındığı tarihte ya da bekletici sorun çözümlendiğinde, kaldığı yerden işlemeye devam edecektir. Bu nedenle, durma süresinden önce geçmiş olan süre, durma süresinden sonra işleyen zamanaşımı süresine eklenecektir…" YCGK'nın 26.09.2006 tarih ve 2006/157-200 sayılı kararında ise "…dokunulmazlıktan yararlanan siyasi sorumlular hakkında da suç tarihi ve uygulanacak yasa nazara alınmak suretiyle gerek 765 sayılı TCY'nin 107. maddesi gerekse 5237 sayılı TCY'nin 67. maddesi uyarınca, merciinden karar talep edilerek, işlemeye başlayan dava zamanaşımı durdurulmalıdır. Böylece, kendilerine dokunulmazlık sağlayan siyasi kimlikleri yöntemince sona erdirildiğinde haklarında kamu davası açılmasının yolu açılıp, hukuka aykırı bu ayrıcalıktan yararlanma cesareti ortadan kalkacaktır…" biçiminde açıklamalara yer verilerek dava zamanaşımını durduran nedenler ve yasama dokunulmazlığına sahip kişilerle ilgili yapılması gereken işlemler irdelenmiştir.

 

Açıklanan yasal hükümler ve yargısal kararlar karşısında; soruşturma evresinde milletvekili seçilen şüpheli hakkında dava açılması için yeterli şüphe bulunduğunda C.Savcısınca dokunulmazlığın kaldırılması için yazılan yazı tarihinden itibaren zamanaşımı duracak, ancak kamu davasının açılmasından sonra sanığın milletvekili seçilmesi durumunda, üst norm olan Anayasa'nın 83/2. maddesindeki "yargılanamaz" hükmü gereği, seçilme tarihinden itibaren dokunulmazlığın kaldırılmasına veya milletvekilliği görevinin sona ermesine kadar zamanaşımının durduğu kabul edilecektir.

 

İncelenen dosyada yer alan 09.04.2002 tarihli iddianamede ilçe tarım müdürlüğünde görevli veteriner hekim sanığın düzenlediği menşei belgelerine damga pulu eklenmesini ve dezenfeksiyon ücretinin döner sermaye hesabına yatırılmasını sağlamayarak görevini kötüye kullandığının ileri sürüldüğü görülmektedir. Sanığın 20.06.2002 tarihli oturumda savunmasının saptandığı, yargılama sürerken 03.11.2002 tarihinde yapılan genel seçimde milletvekili seçilmesi nedeniyle mahkemece 31.12.2002 tarihli oturumda durma kararı verilerek dosyanın yasal gereği için Adalet Bakanlığı'na gönderildiği anla-şılmaktadır. Sanığın dosyası yasal prosedüre uyularak Başbakanlık tarafından Anayasa'nın 83. maddesi uyarınca gerekli kararın verilmesi için TBMM Başkanlığı'na iletilmiş ise de bu konuda henüz bir karar verilmeden 22.07.2007 tarihinde yapılan genel seçimde milletvekili seçilemeyen sanığın yasama dokunulmazlığının ortadan kalkması üzerine mahkemece yargılamaya kaldığı yerden devam edilip suç tarihi itibariyle yedibuçuk yıllık mutlak dava zamanaşımı süresinin dolması nedeniyle sanık hakkında açılan kamu davasının ortadan kaldırılmasına karar verilmiştir. Mahkemece sanığın yasama dokunulmazlığının kaldırılmadığı, milletvekilliğinin devamı süresince dava zamanaşımının işlemeyeceği, 03.11.2002-22.07.2007 tarihleri arasında dava zamanaşımı süresinin durduğu ve bu nedenle sanığa yükletilen görevi kötüye kullanma suçu açısından 765 sayılı TCY'nin 102/4, 104/2. maddelerinde öngörülen beş ve yedibuçuk yıllık asli ve mutlak dava zamanaşımı sürelerinin dolmadığı gözetilmeden kurulan hükmün hukuka aykırı olduğu açıktır.

 

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın düzenlediği tebliğnamedeki düşünce yerinde görüldüğünden, görevi kötüye kullanma suçundan sanık Fahrettin hakkında, Milas Birinci Asliye Ceza Mahkemesi'nce verilip kesinleşen 19.03.2009 tarih ve 2007/462-2009/171 sayılı kararın, CYY'nin 309/4-c maddesi uyarınca sanık aleyhine sonuç doğurmaması ve yeniden yargılama yapılmaması kaydıyla (BOZULMASINA), 28.09.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.