Etiket arşivi: kararın

Anayasa Mahkemesi Kararları • KARARIN DEVAMI.

Bu kapsamda büyükşehir belediyelerinin kendilerine Kanun ile verilen yetkileri kullanmak için karar almaları, işlem ya da eylem yapmaları, yasama yetkisinin devri olarak nitelendirilemez. Aksi düşünce, büyükşehir belediyelerinin kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulama konusunda alacakları her kararın, yapacakları her işlem ya da eylemin kanunla yapılması gerektiği sonucunu doğurur. Diğer taraftan, büyükşehir belediyelerine kentsel dönüşüm ve gelişim projelerini uygulama konusunda Kanun tarafından yetki verilmesi, ilçe belediyelerine kanunla verilen yetkilerin, büyükşehir belediye meclisi kararıyla geri alınabileceği anlamına gelmez. Zira usulde paralellik ilkesi uyarınca kanun ile verilen bir yetkinin ancak kanunla geri alınabileceğinde kuşku bulunmamaktadır.
Büyükşehirlerin giderek artan ve karmaşık bir hâl alan sorunlarının, şehrin her yerinde aynı nitelikte olmaması, diğer bir ifadeyle, şehrin değişik yerlerinde birbirinden tamamen farklı nitelikte sorun ya da ihtiyaçların ortaya çıkması nedeniyle, büyükşehir belediyelerinin sahip oldukları yetkileri, büyükşehir sınırlarının farklı yerlerinde hizmet veren ilçe belediyeleri için aynı şekilde kullanmamaları, kamu hizmetinin gereğinden kaynaklanmaktadır.
Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan “İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir…” hükmü gereğince, idare içinde yer alan tüm kurum ve kuruluşların görev ve yetkileri, kanunla düzenlenir. Bu görev ve yetkilerin genişliği ve çeşitliliği, kamu hizmetinin gereklerine göre farklılık arz edeceğinden, kamu kurum ve kuruluşları arasında kendilerine kanunla verilen görev ve yetkiler bakımından, eşitlik ilkesi bağlamında değerlendirme yapılamaz. Bu nedenle, büyükşehir sınırları içinde yer alan ilçe belediyelerinden birine kentsel dönüşüm ve gelişim projesi uygulama yetkisi verilirken, diğer bir belediyeye bu yetkinin verilmemesinden, bu uygulamanın ilçe belediyeleri ve bu belediyelerin sınırları içinde, kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı ilan edilen ve edilmeyen yerlerde bulunan özel kişiler arasında eşitsizliğe neden olduğu sonucu çıkarılamaz.
Diğer taraftan, 5998 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle değiştirilen 5393 sayılı Kanun’un 73. maddesinin birinci fıkrasının birinci ve ikinci cümleleri ile üçüncü fıkrasına ilişkin gerekçede belirtilen nedenler dava konusu kural yönünden de geçerlidir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 7., 10., 56. ve 127. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
F- Kanun’un 73. Maddesinin Beşinci Fıkrasının İkinci Cümlesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, Anayasa’nın 138. maddesi ile yargı yetkisinin kullanılmasının herhangi bir şekilde engellenmesi veya etki altına alınmasının önlenmek istendiği, yargılamada asıl olanın süratle birlikte, adil yargılama ve adalet getiren sonuç olduğu, bu durumun kimileri için değil, herkes için söz konusu olduğu, yasama organının, kendi belirlediği alanlarda kimi davaların öncelikle görüşülüp karara bağlanması yönündeki düzenlemesinin adil yargılanma hakkına müdahale olduğu gibi hukuk devleti ve Anayasa’nın 138. maddesinde öngörülen ilkelerle uyumlu olmadığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2. ve 138. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
5393 sayılı Kanun’un 73. maddesinin beşinci fıkrasının birinci cümlesinde, kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarında bulunan yapıların boşaltılması, yıkımı ve kamulaştırılmasında anlaşma yolunun esas olduğu; dava konusu kural olan ikinci cümlesinde ise kentsel dönüşüm ve gelişim projesi kapsamında bulunan gayrimenkul sahipleri ve belediye tarafından açılacak davaların, mahkemelerde öncelikle görüşülerek karara bağlanacağı belirtilmiştir.
Anayasa’nın 138. maddesinde, hâkimlerin, görevlerinde bağımsız oldukları, Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verdikleri belirtildikten sonra, hiçbir organ, makam, merci veya kişinin, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremeyeceği, genelge gönderemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı hükme bağlanmıştır.
Anayasa’nın 142. maddesinde, mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usullerinin kanunla düzenleneceği belirtilmiştir.
Kentsel dönüşüm ve gelişim projesi kapsamında bulunan gayrimenkul sahipleri ve belediye tarafından açılacak davaların, mahkemelerde öncelikle görüşülüp karara bağlanacağı kuralı, yargılama usulüne ilişkin bir kuraldır. Hukuk devletinde kanun koyucu, Anayasa’nın ve yargılama hukukunun temel ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla, mahkemelerin yargılama usullerinin belirlenmesi konusunda takdir yetkisine sahiptir.
Dava konusu kuralın, bir yandan büyük maliyetleri olan ve yapım aşaması kent yaşamını olumsuz yönde etkileyebilen kentsel dönüşüm ve gelişim projelerinin, belediyeler ve gayrimenkul sahipleri arasında açılan davalar nedeniyle sürüncemede kalmasını, diğer yandan gayrimenkul sahiplerinin mülkiyet haklarının ihlal edilmesini önlemek amacıyla kabul edildiği anlaşılmaktadır. Dava konusu kuralın, hâkimlerin görevlerini bağımsızlık içinde, Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm vermelerini engelleyen bir yönü bulunmadığı gibi yargı yetkisinin kullanılması bakımından mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat verilmesine yol açan bir yönü de bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve 138. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
G- Kanun’un 73. Maddesinin Altıncı Fıkrasının Birinci Cümlesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralın kamu yararı ve kamu hizmeti gerekleri gözetilmeksizin sadece eğitim ve sağlık alanlarını hariç tutarak kamuya ait tüm gayrimenkulleri kapsadığı, devir işleminin hangi kurum ve kuruluşun yetkisinde olduğunun belirtilmediği, belediyelere devredilecek olan kamu alanlarının, özel ya da kamusal, hangi amaçla kullanılacağına ilişkin bir çerçeve çizilmediği, bu nedenle kuralın soyut ve belirsiz olduğu, mülkiyet hakkını korumadığı; ayrıca, bir satış işlemi olan devrin gayrimenkullerin gerçek karşılıklarını göstermeyen harca esas değer üzerinden yapılmasının malikin mülkiyet hakkından doğan tasarruf yetkisini sınırlandırdığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2. ve 35. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kural ile kentsel dönüşüm ve gelişim alanları içinde yer alan eğitim ve sağlık alanları hariç kamuya ait gayrimenkullerin harca esas değer üzerinden belediyelere devredileceği hükme bağlanmıştır.
Anayasa’nın 123. maddesinde belirtilen idarenin bütünlüğü ilkesi gereğince devlet, mülkiyetinde bulunan kamu mallarını kendi içindeki bir kurumdan, bir başka kuruma bedelli ya da bedelsiz devredebilir. Anayasa’da buna engel teşkil eden herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Dolayısıyla, kanun koyucunun kamu mallarının, kamu tüzel kişiliği olsun ya da olmasın, bir idareden başka bir idareye bedelli ya da bedelsiz devredilmesi konusunda, anayasal sınırlar içinde kalmak, kamu yararı ve hizmetin gereklerini dikkate almak koşuluyla takdir yetkisi vardır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. maddesine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa’nın 35. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
H- Kanun’un 73. Maddesinin Yedinci Fıkrasının İncelenmesi
Dava dilekçesinde, kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı ilanının, tek başına kamu yararı içerecek nitelikte olmadığı, kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarındaki gayrimenkul sahipleri ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun’a istinaden hak sahibi olmuş kimselere, proje alanındaki haklarının verilmesinin anlaşma koşuluna bağlandığı, bu koşulun baskı ve zorlama içerdiği gibi anlaşma olmaması halinde ne olacağının belli olmadığı, 2981 sayılı Kanun kapsamına girmeyen gecekondu sahiplerine enkaz ve ağaç bedellerinin verilmesi, arsa veya konut satışı yapılması ile ilgili düzenlemenin de belirsiz ve keyfi uygulamalara yol açabilecek nitelikte olduğu belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 5., 13., 35. ve 56. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kural ile kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarındaki gayrimenkul sahipleri ile 2981 sayılı Kanun’a istinaden, hak sahibi olmuş kimselerin belediye ile anlaşmaları halinde, kendilerine kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanında haklarının verileceği; 2981 sayılı Kanun kapsamına girmeyen gecekondu sahiplerine ise enkaz ve ağaç bedellerinin verileceği veya belediyenin imkânları ölçüsünde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı dışında arsa veya konut satışı yapılabileceği ya da Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ile işbirliği yapılmak suretiyle konut satışı da yapılabileceği, bu durumda enkaz ve ağaç bedellerinin arsa veya konut bedellerinden mahsup edileceği hükme bağlanmıştır.
Dava konusu kuralın konusunu proje alanlarındaki gayrimenkul sahipleri, 2981 sayılı Kanun’a istinaden hak sahibi olmuş kimseler ve 2981 sayılı Kanun kapsamına girmeyen gecekondu sahipleri olmak üzere üç farklı kişi grubu oluşturmaktadır.
2981 sayılı Kanun’un 1. maddesinde, Kanun’un, imar ve gecekondu mevzuatına aykırı olarak inşa edilmiş ve inşa halindeki bütün yapılar hakkında uygulanacak işlemleri düzenlemek ve bu işlemlere dair müracaat, tespit, değerlendirme, uygulama ve duyuru esaslarını ve ilgili diğer hususları belirlemek amacıyla kabul edildiği; 2. maddesinde, Kanun’un imar ve gecekondu mevzuatına aykırı olarak inşa edilen; belediye ve mücavir alan sınırları içindeki yapıları, 6785 sayılı Kanun’a 1605 sayılı Kanunla eklenen ek 7. ve 8. maddeler gereğince çıkarılan yönetmeliğin 103. maddesi kapsamına giren alanlardaki yapıları ve bunlar dışında kalan sanayi, depolama, turistik ve tarımsal yapıları kapsadığı; 3. maddesinde, İstanbul ve Çanakkale Boğazları (özel kanun çıkarılıncaya kadar) ile 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu uyarınca belirlenmiş ve belirlenecek yerlerde, askerî yasak bölgeleri ve güvenlik bölgelerinde, Türk Silahlı Kuvvetlerine ait harekât, eğitim ve savunma amaçlı yapılarda 2981 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanmayacağı; 14. maddesinde, dokuz bent halinde sayılan yapıların Kanun hükümlerinden yararlanamayacağı belirtilmiş, Kanun kapsamına giren yapılar için duruma göre yapı ruhsatı veya kullanma izni (m. 9), tapu ya da tapu tahsis belgesi (m. 10) verileceği hükme bağlanmıştır.
Dava konusu kural gereğince proje alanı içindeki gayrimenkul sahipleri ve 2981 sayılı Kanun kapsamında hak sahibi olan kişilerin belediye ile anlaşmaları ya da anlaşmamalarının sonuçları, 5393 sayılı Kanun’un 73. maddesinin sekizinci ve dokuzuncu fıkralarında açıklanmıştır. Buna göre, bu kişilerin belediye ile anlaşmaları halinde, 73. maddenin sekizinci fıkrası gereğince, gayrimenkulleri üzerindeki inşaatlar belediyeler tarafından yapılacak veya yaptırılacak; dokuzuncu fıkrası gereğince de, bu inşaatların proje ortak giderleri (bu giderler yapılan anlaşma sırasında dikkate alınmış olacağından) belediyeler tarafından karşılanacaktır. Hak sahiplerinin belediye ile anlaşmamaları halinde ise belediye kendisi ile anlaşmayan kişilerin gayrimenkullerini kamulaştırabilecek ya da kendilerine proje alanında 3194 sayılı Kanun’un 18. maddesine göre ayrı ada ve parselde imar hakkı verilebilecektir. Bu kişilerin gayrimenkullerinin kamulaştırma dışında kalması ya da proje alanında ayrı ada ve parselde imar haklarının verilmemesi durumunda, proje alanındaki hakları mevcudiyetini sürdürecek ancak sahip oldukları inşaatın toplam metrekaresi oranında proje ortak giderlerine katılmak zorunda kalacaklar, bu ortak giderleri ödemeden kendilerine inşaat ruhsatı, bina kullanma izni verilmeyecek, su, doğalgaz ve elektrik bağlanmayacaktır.
5393 sayılı Kanun’un 73. maddesi incelendiğinde, proje alanı içindeki gayrimenkul sahipleri ve 2981 sayılı Kanun’a göre hak sahibi olmuş kişilerin belediye ile anlaşmaları ya da anlaşmamalarının sonuçlarının düzenlendiği görülmektedir. Dolayısıyla bu kişilerin belediye ile anlaşma yapmaya zorlandıkları söylenemez. Bu nedenle dava konusu kuralda bu kişilerin haklarıyla ilgili bir belirsizlik bulunmamaktadır.
2981 sayılı Kanun kapsamına girmeyen gecekondu sahiplerine ise dava konusu kural gereğince, gecekondularının enkaz ve ağaç bedelleri verilecek veya belediye imkânları ölçüsünde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı dışında arsa veya konut satışı yapılabilecek ya da Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ile işbirliği yapılmak suretiyle konut satışı da yapılabilecek, bu durumda enkaz ve ağaç bedelleri arsa veya konut bedellerinden mahsup edilecektir.
2981 sayılı Kanun kapsamına girmeyen gecekondu sahipleri, imar ve yapı işlerini düzenleyen mevzuata ve genel hükümlere bağlı kalmaksızın, kendilerine ait olmayan arazi veya arsalar üzerine, sahiplerinin rızasını almadan izinsiz yapı yapan ve kanuni düzenlemelerden yararlanamayan kişilerdir. Bu kişilerin ekonomik ve sosyal nedenlerle gecekondu yaptıkları ileri sürülebilir ise de bu nedenlerin kişilere başkalarına ait arsa veya arazilere el koyma hakkı verdiği kabul edilemez. Bu nedenle, bu kişilerin gecekondunun ağaç ve enkaz bedeli dışında bir hakları bulunmamaktadır. Bunun da ötesinde, gecekonduların ıslahı, tasfiyesi ve yeniden gecekondu yapımının önlenmesi amacıyla kabul edilen 775 sayılı Gecekondu Kanunu’nda, Kanun’a aykırı durumlarını devam ettiren ve sahipleri tarafından yıktırılmayan yapıların, enkazı sahiplerine ait olmak üzere belediyelerce yıktırılacağı ve yıkım masrafının % 10 fazlasıyla ilgiliden alınacağına dair hükümler yer almaktadır.
Dava konusu kural, 2981 sayılı Kanun kapsamına girmeyen gecekondu sahipleri, gecekondunun ağaç ve enkaz bedeli dışında hak sahibi olmasalar da, fiilen oluşan sosyal gerçeği gözeterek, bu kişilere enkaz ve ağaç bedellerinin verilmesi yerine, belediyenin imkânları ölçüsünde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı dışında arsa veya konut satışı ya da Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ile işbirliği yapılmak suretiyle konut satışı yapılabileceğini öngörmektedir. Bu kişilerin gerçekte hak sahibi olmadıkları dikkate alındığında, konut ya da arsa satışının, belediyelerin imkânlarına bağlı kılınmaması, belirli bir bütçeyle kamu hizmeti veren belediyelere altından kalkamayacakları bir sorumluluk yüklemek sonucunu doğurur. Nitekim 5393 sayılı Kanun’un belediyelerin görev ve sorumluluklarını belirleyen 14. maddesinin üçüncü fıkrasında, “Hizmetlerin yerine getirilmesinde öncelik sırası, belediyenin malî durumu ve hizmetin ivediliği dikkate alınarak belirlenir.” denilerek, kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde belediyelerin mali durumlarının dikkate alınacağı hükme bağlanmıştır.
Dava konusu kural ile kentsel dönüşüm ve gelişim projelerinin kamu yararına yönelik amaçları ile proje alanındaki gayrimenkul sahipleri ve 2981 sayılı Kanun kapsamında hak sahibi olan kişilerin mülkiyet hakları arasında adil bir denge kurulmuş; 2981 sayılı Kanun kapsamına girmeyen gecekondu sahiplerine de belediyenin mali imkânları ölçüsünde hak tanınmıştır.
Diğer taraftan, 5998 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle değiştirilen 5393 sayılı Kanun’un 73. maddesinin birinci fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerine ilişkin gerekçede belirtilen nedenler dava konusu kural yönünden de geçerlidir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 5., 13., 35. ve 56. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
I- Kanun’un 73. Maddesinin Sekizinci Fıkrasının İncelenmesi
Dava dilekçesinde dava konusu kural ile belediyeye, belediye ile anlaşmaya varmaması hâlinde mülkiyet hakkı sahibini cezalandırma ve mülkiyetin gerçek bedelini ödemeden gayrimenkul sahiplerini başka yerlere gönderme yetkisi verildiği, mülkiyet hakkının gözetilmediği, belediyeye kanunların ve Anayasa’nın üstünde, tek yanlı, belirsiz ve keyfi işlem yapma yetkisi tanındığı, takdire dayalı bu geniş yetkinin, proje alanında kendilerine imar hakkı verilmemiş olanların kamulaştırmasız el atma davası açabilecekleri belirtilerek adeta pekiştirildiği ve sanki imar hakkı verilenlerin dava açma hakkı yokmuş gibi bir izlenim yaratılarak, hukuk devletinin iyi niyet ilkesinin ihlal edildiği, aynı alan içindeki mülk sahiplerine, kamulaştırmaya gerek duyma ve duymama gibi, bütünüyle takdire dayalı bir işlemle, farklı uygulama öngörülerek eşitlik ilkesinin de zedelendiği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 10. ve 35. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kural ile kentsel dönüşüm ve gelişim alanı ilan edilen yerlerde belediyelere ait gayrimenkuller ile belediyelerin anlaşma sağladığı veya kamulaştırdıkları gayrimenkuller üzerindeki inşaatların tamamının belediyeler tarafından yapılacağı veya yaptırılacağı, belediye ile anlaşma yapmayan veya belediyece kamulaştırılmasına gerek duyulmayan gayrimenkul sahiplerinden proje alanında kendilerine 3194 sayılı Kanun’un 18. maddesine göre ayrı ada ve parselde imar hakkı verilmemiş olanların kamulaştırmasız el atma davası açabileceği hükme bağlanmıştır.
Buna göre, belediyeler kendileriyle anlaşmayan kişilerin proje alanındaki gayrimenkullerini kamulaştırabilecekleri gibi kamulaştırmaya gerek duymamaları halinde proje alanında kendilerine 3194 sayılı Kanun’un 18. maddesine göre ayrı ada ve parselde imar hakkı verebilecek; belediye ile anlaşma yapmayan ya da gayrimenkulü belediyece kamulaştırılmayan ve kendisine proje alanında ayrı ada ve parselde imar hakkı verilmeyen kişiler dilerlerse kamulaştırmasız el atma davası açabileceklerdir. Dava konusu kural ile bu kişilerin kamulaştırmasız el atma davası açabileceklerinin belirtilmesi, gayrimenkullerine tecavüzde bulunulduğu iddiasıyla, zaten mülkiyet haklarına dayanarak açabilecekleri bu davanın varlığını tekrarlamaktan öte bir anlam içermemektedir. Dolayısıyla kuraldan, herkesin mülkiyet hakkına dayanarak açabileceği kamulaştırmasız el atma davasını, belediye ile anlaşmayan ancak, proje alanında ayrı ada ve parselde imar hakkı verilen gayrimenkul sahiplerinin açamayacakları sonucu çıkarılamaz. Bu nedenle, kuralın hukuk devleti ilkesine aykırı bir yönü yoktur.
Proje alanında gayrimenkulü olan kişiler, gayrimenkullerinin değeri, niteliği, proje alanı içindeki konumu, önemi ve benzeri özellikleri bakımından eşit konumda değildirler. Bu nedenle, dava konusu kuralda yer alan düzenlemenin proje alanında gayrimenkulü olan herkese aynı şekilde uygulanması beklenemez. Kamu yararı ve kamu hizmetinin gerekleri karşısında, belediye ile anlaşmayan herkesin proje alanındaki gayrimenkullerinin kamulaştırılmasına gerek duyulmamasının ya da bu alanda herkese ayrı ada ve parselde imar hakkı verilmemesinin eşitlik ilkesine aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
Diğer taraftan, 5998 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle değiştirilen 5393 sayılı Kanun’un 73. maddesinin birinci fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerine ilişkin gerekçede belirtilen nedenler dava konusu kural yönünden de geçerlidir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 10. ve 35. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
J- Kanun’un 73. Maddesinin Dokuzuncu Fıkrasının Üçüncü ve Dördüncü Cümlelerinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kurallar ile proje ortak giderlerine katılma zorunluluğu ve buna bağlı olarak getirilen yaptırımın, hak sahibi kişilerin belediye ile anlaşmaya zorlanmaları amacıyla kabul edildiği, düzenlemenin belediyeye verilen tek yanlı, belirsiz ve keyfi işlem yapma yetkisinin bir sonucu olduğu ve kendilerine ayrı ada veya parsel tahsis edilen gayrimenkul sahipleri ile kamulaştırma dışı kalan gayrimenkul sahiplerinin, proje alanındaki diğer gayrimenkul sahiplerinden ayrılarak ölçülü olmayan bir yaptırıma zorlandığı belirtilerek kuralların, Anayasa’nın 2., 10. ve 35. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
5393 sayılı Kanun’un 73. maddesinin dokuzuncu fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerinde, kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarında yapılacak alt yapı ve rekreasyon harcamalarının, proje ortak gideri sayılacağı ve belediyelere ait inşaatların proje ortak giderlerinin belediyeler tarafından karşılanacağı belirtilmiş; aynı fıkranın iptal konusu olan üçüncü ve dördüncü cümleleri ile kendilerine ayrı ada veya parsel tahsis edilen gayrimenkul sahipleri ile kamulaştırma dışı kalan gayrimenkul sahiplerinin, sahip oldukları inşaatın toplam metrekaresi oranında proje ortak giderlerine katılmak zorunda oldukları, proje ortak gideri ödenmeden inşaat ruhsatı, yapılan binalara yapı kullanma izni verilemeyeceği; su, doğalgaz ve elektrik bağlanamayacağı belirtilmiştir.
Kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri, büyük mali kaynakları gerektiren projelerdir. Projeleri uygulayacak belediyeler bu kaynakları, kamu imkânlarını kullanarak, kendi bütçelerinin yanı sıra iç ve/veya dış kredilerle temin etmeye çalışmaktadırlar.
Kentsel dönüşüm ve gelişim projelerinin uygulandığı alanlarda, yol, elektrik, su, kanalizasyon, iletişim, doğalgaz vb. klasik altyapının yanında, halkın dinlenme, eğlenme ve bilgilenme gibi ihtiyaçlarının giderildiği sosyal altyapı da yapılmakta ve sonuçta bu iki alt yapı, gelişmiş altyapıyı oluşturmaktadır. Gelişmiş altyapının, bu altyapının bulunduğu yerlerdeki gayrimenkullerin değerinde önemli bir artış meydana getirdiği açıktır.
Dava konusu üçüncü cümle ile kendilerine ayrı ada veya parsel tahsis edilen gayrimenkul sahipleri ile kamulaştırma dışı kalan gayrimenkul sahiplerinin gayrimenkullerinin değeri üzerinde gelişmiş altyapının meydana getirdiği artış nedeniyle ve proje unsurlarından zorunlu yararlanma karşılığı olarak proje ortak giderlerine katılmalarının sağlandığı, bu şekilde kişilerin çıkarları ile kamunun çıkarları arasında hakkaniyete dayalı bir denge kurulduğu anlaşılmaktadır
Ayrıca, kentsel dönüşüm ve gelişim proje uygulama alanında kalmakla birlikte belediyeler ile anlaşma yapan veya yapmayan gayrimenkul sahipleri arasında gayrimenkul mülkiyetinin oluşturduğu hukuki konumlardaki farklılık gözetildiğinde, aynı konumda olmamaları ve kendilerine uygulanan yaptırımların farklılığı nedenleri ile eşitlik karşılaştırması yapılamaz.
Değişen sosyal, siyasal ve ekonomik koşullar kimi durumlarda devlet idarelerine bir takım yetkilerin tanınması gereğini ortaya çıkarmıştır. Gelişen, büyüyen, çeşitlenen ve çoğalan toplumsal gereksinimleri yerinde, zamanında ve etkin bir biçimde karşılayabilmek için çağdaş yönetimlerde idareye değişik alanlarda yaptırım uygulama yetkileri tanınmaktadır.
Dava konusu dördüncü cümle ile proje ortak gideri ödenmeden inşaat ruhsatı, yapılan binalara yapı kullanma izni verilemeyeceği; su, doğalgaz ve elektrik bağlanamayacağı belirtilerek, söz konusu giderlerin karşılanmasına yönelik önlem niteliğinde bir yaptırım öngörülmüştür. Kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri için kamu imkânları kullanılarak yapılan harcamaların en kısa zamanda kamuya döndürülerek, yeniden kamu hizmetine sunulması büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle, belediyelere, kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarında yapılan proje ortak giderlerine katılmayanlar yönünden öncelikle tahsil etmek amacıyla dava konusu cümlede yer alan yetkilerin verilmesinin hukuk devleti ilkesine aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
Diğer taraftan, 5998 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle değiştirilen 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 73. maddesinin birinci fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerine ilişkin gerekçede belirtilen nedenler dava konusu kurallar yönünden de geçerlidir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar Anayasa’nın 2., 10. ve 35. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serruh KALELİ, Fulya KANTARCIOĞLU ile Osman Alifeyyaz PAKSÜT dava konusu olan dördüncü cümle yönünden bu görüşe katılmamışlardır.
K- Kanun’un 73. Maddesinin Onuncu Fıkrasının İncelenmesi
Dava dilekçesinde, kesinleşen dönüşüm alanı sınırının ve kayıtlarda meydana gelen değişikliklerin bu alan içindeki gayrimenkullerin siciline işlenmesiyle, gayrimenkul sahiplerinin belediye tarafından ne zaman yapılacağı belli olmayan işlemleri beklemeye mahkûm edildiği, mülkleri üzerinde işlem yapmalarına engel olunduğu, böylece hem belirsiz bir süreç başlatıldığı hem de mülkiyet hakkının kamu yararı olmadan ölçüsüzce sınırlandırıldığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 13. ve 35. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
5393 sayılı Kanun’un 73. maddesinin onuncu fıkrasında, dönüşüm alanı sınırının kesinleştiği tarihte, bu sınırlar içindeki gayrimenkullerin tapu kütüğünün beyanlar hanesine kaydedilmek üzere tapu sicil müdürlüğüne, paftasında gösterilmek üzere kadastro müdürlüğüne; söz konusu gayrimenkullerin kaydında meydana gelen değişikliklerin de belediyeye bildirileceği hükme bağlanmıştır.
Dava konusu olan fıkranın ilk cümlesinde, proje alanı içinde yer alan gayrimenkullerin tapu kayıtlarına bu gayrimenkullerin kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı içinde olduğunun bilinmesini sağlayacak bilgilerin kaydedilmesi, ikinci cümlesinde ise belediyelerin söz konusu gayrimenkullerin kaydında meydana gelen değişikliklerden haberdar olmalarının sağlanmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Gayrimenkul sahiplerinin, gayrimenkullerinin proje alanı içinde olduğunu öğrenmeleri ya da belediyelerin bu gayrimenkullerin kaydında meydana gelen değişiklikleri takip edebilmeleri, belirli bir süre içinde bitirilmeleri gereken kentsel dönüşüm ve gelişim projelerinin tebligat, yazışma ya da ilan gibi işlemlerden kaynaklanan nedenlerle aksamaya uğramaması bakımından büyük önem taşımaktadır.
Fıkrada yer alan düzenlemenin, gayrimenkul üzerindeki tasarruf hakkını ortadan kaldıran ya da belirsiz bir süreç başlatan bir yönü bulunmamaktadır. Bu nedenle, düzenleme mülkiyet hakkına getirilen bir sınırlama olarak nitelendirilemez. Nitekim fıkranın ikinci cümlesinde söz konusu gayrimenkullerin kaydında meydana gelen değişikliklerin belediyeye bildirileceği belirtilerek, gayrimenkul üzerinde mülkiyetin devri ya da herhangi bir hak tesis edilmesi gibi tasarruflarda bulunulması sonucunda, tapu kaydında değişiklik meydana gelebileceği ifade edilmiştir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve 35. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa’nın 13. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
L- Kanun’un 73. Maddesinin Onbirinci Fıkrasının İkinci, Üçüncü ve Dördüncü Cümlelerinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, proje alanı içindeki inşaatların, başladıkları tarihte olmayan, sonradan oluşturulan bir projeye uygun olmalarının beklendiği ve bu şekilde inşaat sahiplerinin ve inşaatları yapanların hukuksal güvenliklerinin sarsıldığı, iptal konusu kurallarda yer alan beş ve on yıllık sürelerin makul ve ölçülü olmadığı, mülkiyet ya da ruhsat sahiplerinin taşınmaz ile ilgili haklarını kullanmalarının engellendiği belirtilerek kuralların, Anayasa’nın 2. ve 35. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava konusu kurallar Anayasa’nın 13. maddesi yönünden de incelenmiştir.
5393 sayılı Kanun’un 73. maddesinin onbirinci fıkrasının ikinci cümlesinde, kentsel dönüşüm ve gelişim alanı ilan edilen yerlerde devam eden inşaatlardan projeye uygunluğu belediye tarafından kabul edilenler dışındaki diğer inşaatların beş yıl süreyle durdurulacağı; üçüncü cümlesinde, bu sürenin sonunda durdurma kararının devam edip etmeyeceğine belediye tarafından karar verileceği; dördüncü cümlesinde ise toplam durdurma süresinin on yılı geçemeyeceği hükme bağlanmıştır.
Anayasa’nın 35. maddesinde, herkesin, mülkiyet hakkına sahip olduğu, bu hakkın kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabileceği ve toplum yararına aykırı olarak kullanılamayacağı; 13. maddesinde ise temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği; bu sınırlamaların, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı hükme bağlanmıştır.
Mülkiyet hakkı, kişiye başkasının hakkına zarar vermemek ve kanunların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla, sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, ürünlerinden yararlanma ve tasarruf olanağı veren bir haktır.
Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlükleri büyük ölçüde kısıtlayan ve kullanılamaz hale getiren sınırlamalar hakkın özüne dokunur. Temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları gibi güvenceler demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Bu nedenle, temel hak ve özgürlükler, istisnaî olarak ve özüne dokunmamak koşuluyla demokratik toplum düzeninin gerekleri için zorunlu olduğu ölçüde ve ancak kanunla sınırlandırılabilirler.
Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez. Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun, kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir.
Dava konusu kuralların kentsel dönüşüm ve gelişim alanı ilan edilen yerlerde devam eden inşaatlardan projeye uygun olmadığı tespit edilenlerin, projeye aykırı olarak varlıklarını devam ettirmelerine engel olmak amacıyla kabul edildiği anlaşılmakla birlikte, inşaatların durdurulduktan sonra, toplamda on yıla varabilecek uzunca bir süre içinde ve bu sürenin sonunda ne gibi bir işlem yapılacağına dair bir düzenleme içermedikleri görülmektedir. Devam eden bir inşaatın beş ya da on yıl gibi uzun bir süre durdurulması, hak sahiplerinin bu süre içinde hakları üzerinde tasarruf etmelerine engel olacağı gibi bu sürelerin sonunda inşaatlara durdurulmalarından önceki haliyle devam edilebilmesi de oldukça güçtür.
Kentsel dönüşüm ve gelişim projelerinin planlandığı şekilde hayata geçirilmesindeki kamusal yarar karşısında, mülkiyet hakkının sınırlandırılmasının demokratik toplum düzeninin gerekleriyle çelişen bir yönü bulunmamakta ise de dava konusu kurallarda yer alan beş ve on yıllık süreler, kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak mülkiyet hakkının ölçüsüz biçimde sınırlandırılmasına, hakkın özüne dokunarak kullanılamaz hale gelmesine yol açabilecek niteliktedir.
Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de 23.9.1982 günlü, “Sporrong ve Lönnroth/İsveç” kararında, kamulaştırma izni ile inşaat yasağının uzun bir süre için öngörülmüş olmasının, mülk sahiplerinin mülklerinin ellerinden alınmamakla birlikte, uygulamada mülkiyet hakkını kullanma imkânlarını önemli ölçüde azalttığını, kamulaştırma izinleri nedeniyle başvurucuların mülkiyet haklarını zayıf ve sarsılabilir hale getirdiğini, taşınmaz sahiplerine süreyi kısaltma ya da tazminat hakkı verilmediğini belirterek, bu uygulamanın toplumsal yarar ile bireysel menfaat arasındaki dengeyi bozduğu sonucuna varmıştır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırıdır. İptalleri gerekir.
Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırı görülerek iptal edilen kuralların ayrıca Anayasa’nın 2. maddesi yönünden incelenmesine gerek görülmemiştir.
M- Kanun’un 73. Maddesinin Onikinci Fıkrasının İncelenmesi
Dava dilekçesinde, belediyelere, kentsel dönüşüm ve gelişim projelerini gerçekleştirmek amacıyla, imar mevzuatı ile getirilen bütünlüğü yok eden, keyfi olarak kullanılabilecek bir takdire dayanan, hukuk güvenliğini alt üst eden geniş kapsamlı yetkiler verildiği; imar uygulaması yapılan alanlardaki taşınmazların değerlerinin hiçbir ölçüt olmaksızın belediyeye bırakılmasının, mülkiyet hakkının açıkça ihlali niteliğinde bulunduğu, belediyenin, tek yanlı olarak hem arsa sahibi olma hem bu arsa üzerinde dilediği gibi imar düzenlemesi yapma hem de buradan elde edeceği hakları dilediği gibi dağıtarak gelir elde etme ve gelirin dağılımına müdahale etme hakkına sahip olduğu belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2. ve 35. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
5393 sayılı Kanun’un 73. maddesinin onikinci fıkrasında, belediyenin, kentsel dönüşüm ve gelişim projelerini gerçekleştirmek amacıyla; imar uygulaması yapmaya, imar uygulaması yapılan alanlardaki taşınmazların değerlerini tespit etmeye ve bu değer üzerinden hak sahiplerine dağıtım yapmaya veya hasılat paylaşımını esas alan uygulamalar yapmaya yetkili olduğu hükme bağlanmıştır.
5393 sayılı Kanun’un 14. maddesinde, belediyelerin mahalli müşterek ihtiyaçları karşılamak amacıyla imar, su ve kanalizasyon, ulaşım gibi kentsel alt yapı hizmetlerini yapacağı ya da yaptırabileceği; 15. maddesinde de belde sakinlerinin mahallî müşterek nitelikteki ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla her türlü faaliyet ve girişimde bulunabilecekleri belirtilmiştir. Bu nedenle belediyelerin kentsel dönüşüm ve gelişim projelerini gerçekleştirmek amacıyla imar uygulaması yapmaya, imar uygulaması yapılan alanlardaki taşınmazların değerlerini tespit etmeye ve bu değer üzerinden hak sahiplerine dağıtım yapmaya veya hasılat paylaşımını esas alan uygulamalar yapmaya yetkili olması, belediyelere imarla ilgili görevler verilmesinin doğal bir sonucudur. Öte yandan, imar uygulamasının ne şekilde yapılacağı, 3194 sayılı İmar Kanunu’nda düzenlenmiş olduğundan, bu konuda belediyelere verilen yetkilerin keyfiliğinden söz edilemez.
Diğer taraftan, 5998 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle değiştirilen 5393 sayılı Kanun’un 73. maddesinin birinci fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerine ilişkin gerekçede belirtilen nedenler dava konusu kural yönünden de geçerlidir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve 35. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
N- Kanun’un 73. Maddesinin Onüçüncü Fıkrasının İkinci Cümlesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, kentsel dönüşüm ve gelişim projelerinin uygulama alanında bulunan taşınmazların kamulaştırılması sırasında belediye tarafından doğrudan veraset ilamı çıkarılması veya tapudaki kayıt malikine göre işlem yapılmasının, kişilere ait olan hakların başkası tarafından kullanılması anlamına geleceği, mirasçılara ait hakkın belediye tarafından kullanılmasının miras hakkının özünü zedeleyeceği ve onu kullanılamaz hale getireceği, aynı şekilde, belediyenin tapudaki kayıt malikine göre işlem yapmasının da mülkiyet hakkının özünü zedeleyerek onu kullanılamaz hale getireceği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
5393 sayılı Kanun’un 73. maddesinin onüçüncü fıkrasının dava konusu kural olan ikinci cümlesinde, belediyenin kentsel dönüşüm ve gelişim projelerinin uygulama alanında bulunan taşınmazların kamulaştırılması sırasında veraset ilamı çıkarmaya veya tapudaki kayıt malikine göre işlem yapmaya yetkili olduğu hükme bağlanmıştır.
Kentsel dönüşüm ve gelişim projelerinin planlanan zamanda bitirilebilmesini sağlayan en önemli etkenlerden biri de proje alanındaki gayrimenkuller üzerinde hak sahibi olanların belli olmasıdır. Dava konusu kuralın, kentsel dönüşüm ve gelişim projelerinin uygulama alanında bulunan taşınmazların belediye tarafından kamulaştırılması sırasında, kamulaştırma işleminin sürüncemede kalmadan bir an önce sonuçlandırılabilmesi için hak sahibi olan mirasçıların belirlenmesi ya da işlemin o sırada tapudaki kayıt maliki muhatap alınarak yapılması amacıyla kabul edildiği anlaşılmaktadır.
Ölen kişinin mirasçılarını belirleyen, aksi ispatlanıncaya kadar geçerli olan veraset ilamı, mirasçı sıfatını taşıyan kimseler tarafından alınabilmekte ise de, bu belgenin kamulaştırma işlemine muhatap olacak hak sahiplerini belirleyebilmek amacıyla belediye tarafından çıkarılmasının ya da belediyenin kamulaştırma sırasında tapudaki kayıt malikine göre işlem yapmasının mülkiyet hakkını sınırlandıran bir yönü bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 35. maddesi aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa’nın 13. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
O- 5998 Sayılı Kanun’un Geçici 1. Maddesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, sonradan yürürlüğe giren kanunların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmamasının hukuk devletinin gereği olduğu, kanunların ilke olarak yürürlüğe girdikleri tarihten sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarıldıkları, Devletin tarafı olduğu ve devam etmekte olan bir yargılamada, kendi lehine bazı sonuçlar sağlayacak ve geriye yürüyecek biçimde kanun çıkarmasının hak arama özgürlüğünü, hukuk güvenliği ilkesini, adalet duygusunu ve Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihte davası sonuçlanmış olanlarla sonuçlanmamış olanlar arasındaki eşitlik ilkesini, mahkemede haksız çıkan tarafa kimi giderlerin yükletilmemesinin de yargı bağımsızlığı ilkesini zedelediği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 10., 36. ve 138. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
5998 sayılı Kanun’un geçici 1. maddesinin ilk cümlesinde, Kanun’un yürürlüğe girmesinden önce yargı mercilerinde açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış davalarda bu Kanun hükümlerinin uygulanacağı; ikinci cümlesinde ise bu Kanunla getirilen değişik hükümlerin uygulanması nedeniyle haksız çıkan tarafa harç, yargılama gideri ve avukatlık ücreti yükletilemeyeceği hükme bağlanmıştır.
Hukuk devletinin korumakla yükümlü olduğu evrensel ilkelerden biri hukuk güvenliği ilkesidir. Hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılan ortak değerdir. Kural olarak hukuk güvenliği kanunların geriye yürütülmemesini zorunlu kılar. Kanunların geriye yürümezliği ilkesi uyarınca kamu yararı ve kamu düzeni, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında kanunlar, ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Ancak, kanun koyucunun kişilerin lehine yeni haklar sağlayan kanuni düzenlemeleri geçmişe etkili olarak yapma konusunda takdir yetkisine sahip olduğunda kuşku yoktur.
Dava konusu kural ile kişilerin aleyhine olabilecek durumlar ayırt edilmeksizin, başka bir ifadeyle, subjektif hakları olumsuz yönde etkilenenler ayrık tutulmaksızın, 5998 sayılı Kanun hükümlerinin geçmişe etkili olarak uygulanacağının ve bu hükümlerin uygulanması nedeniyle haksız çıkan tarafa harç, yargılama gideri ve avukatlık ücreti yükletilemeyeceğinin kabul edilmesi, subjektif hakların ihlal edilmesine yol açabilecek nitelikte olduğu anlaşıldığından, bu durumun hukuk güvenliği ilkesiyle bağdaşır bir yönü bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.
Anayasa’nın 2. maddesine aykırı görülerek iptal edilen kuralın ayrıca Anayasa’nın 10. 36. ve 138. maddeleri yönünden incelenmesine gerek görülmemiştir.
VI- YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ
A- 1- 3.7.2005 günlü, 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun, 17.6.2010 günlü, 5998 sayılı Belediye Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun’un 1. maddesiyle değiştirilen 73. maddesinin onbirinci fıkrasının ikinci, üçüncü ve dördüncü cümleleri,
2- 5998 sayılı Kanun’un geçici 1. maddesi,
18.10.2012 günlü, E. 2010/82, K. 2012/159 sayılı kararla iptal edildiğinden, bu madde ve cümlelerin, uygulanmasından doğacak sonradan giderilmesi güç veya olanaksız durum ve zararların önlenmesi ve iptal kararının sonuçsuz kalmaması için kararın Resmî Gazete’de yayımlanacağı güne kadar YÜRÜRLÜĞÜNÜN DURDURULMASINA,
B) 5393 sayılı Kanun’un 5998 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle değiştirilen 73. maddesinin;
1- a- Birinci fıkrasının birinci cümlesinin “…konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak,…” bölümüne,
b- İkinci, üçüncü ve dördüncü fıkralarına,
c- Beşinci fıkrasının ikinci cümlesine,
d- Altıncı fıkrasının birinci cümlesine,
e- Yedinci ve sekizinci fıkralarına,
f- Dokuzuncu fıkrasının üçüncü ve dördüncü cümlelerine,
g- Onuncu ve onikinci fıkralarına,
h- Onüçüncü fıkrasının ikinci cümlesine,
yönelik iptal istemleri, 18.10.2012 günlü, E. 2010/82, K. 2012/159 sayılı kararla reddedildiğinden, bu fıkralara, cümlelere ve bölüme ilişkin yürürlüğün durdurulması isteminin REDDİNE,
2- Birinci fıkrasının son cümlesi hakkında, 18.10.2012 günlü, E. 2010/82, K. 2012/159 sayılı kararla karar verilmesine yer olmadığına karar verildiğinden, bu cümleye ilişkin yürürlüğün durdurulması istemi hakkında KARAR VERİLMESİNE YER OLMADIĞINA,
18.10.2012 gününde OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.
VII- SONUÇ
A- 3.7.2005 günlü, 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun, 17.6.2010 günlü, 5998 sayılı Belediye Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun’un 1. maddesiyle değiştirilen 73. maddesinin:
1- Birinci fıkrasının;
a- Birinci ve ikinci cümlelerinin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
b- Son cümlesinde yer alan “…yapılabilmesi Bakanlar Kurulu kararına bağlıdır.” ibaresi, 16.5.2012 günlü, 6306 sayılı Kanun’un 17. maddesiyle değiştirildiğinden, bu cümleye ilişkin konusu kalmayan istem hakkında KARAR VERİLMESİNE YER OLMADIĞINA, OYBİRLİĞİYLE,
2- İkinci, üçüncü ve dördüncü fıkralarının Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
3- Beşinci fıkrasının ikinci cümlesinin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
4- Altıncı fıkrasının birinci cümlesinin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
5- Yedinci ve sekizinci fıkralarının Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
6- Dokuzuncu fıkrasının;
a- Üçüncü cümlesinin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
b- Dördüncü cümlesinin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, Serruh KALELİ, Fulya KANTARCIOĞLU ile Osman Alifeyyaz PAKSÜT’ün karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
7- Onuncu fıkrasının Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
8- Onbirinci fıkrasının ikinci, üçüncü ve dördüncü cümlelerinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE, OYBİRLİĞİYLE,
9- Onikinci fıkrasının Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
10- Onüçüncü fıkrasının ikinci cümlesinin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
B) 5998 sayılı Kanun’un geçici 1. maddesinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE, OYBİRLİĞİYLE,
18.10.2012 gününde karar verildi.

Başkan
Haşim KILIÇ
Başkanvekili
Serruh KALELİ
Başkanvekili
Alparslan ALTAN

Üye
Fulya KANTARCIOĞLU
Üye
Mehmet ERTEN
Üye
Serdar ÖZGÜLDÜR

Üye
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
Üye
Zehra Ayla PERKTAŞ
Üye
Recep KÖMÜRCÜ

Üye
Burhan ÜSTÜN
Üye
Engin YILDIRIM
Üye
Nuri NECİPOĞLU

Üye
Hicabi DURSUN
Üye
Celal Mümtaz AKINCI
Üye
Erdal TERCAN

Üye
Muammer TOPAL
Üye
Zühtü ARSLAN

KARŞIOY

5998 sayılı Kanun’un 1. maddesi ile 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun değiştirilen 73. maddesinin iptali istenen dokuzuncu fıkrasının dördüncü cümlesi; “Proje ortak gideri ödenmeden inşaat ruhsatı, yapılan binalara yapı kullanma izni verilemez; su, doğalgaz ve elektrik bağlanamaz” hükmünü içermektedir.
Sanayileşme ve kalkınma hamleleri nedenleriyle sürekli bir dinamizme sahip kent dokusu ve yaşamının fiziki-mekansal-sosyal ve ekonomik beklentileri karşılanmak nedenleri ile korunma, canlanma ve iyileştirilmeye ihtiyacı bulunduğu kaçınılmazdır. Bu nedenle sağlıklı ve sürdürülebilir çağdaş planlama ilkelerine uygun, kamu yararı gereği kentsel gelişim ve dönüşüm uygulamaları yapmak sosyal devletin yükümlülüklerinden olduğu da açıktır.
5393 sayılı Belediye Kanunu’nun değiştirilen 73. maddesinin de bu amaca hizmet etmek amacı ile düzenlendiği, içerdiği 15 fıkra ile bu hedefe yönelik hükümler içerdiği görülmektedir.
Madde kapsamı çok kısaca anlatılmak istenirse, kent dokusunda yenilikler için dönüşüm ve gelişim proje alanları ilan etme yetkisinin Büyükşehir Belediyesine verildiği, bu kapsamda her türlü izin, ve imar işlemlerinin de yetkilisi olduğu, ilan edilen alan içinde anlaşması olmayanların kamulaştırabileceği ve inşaatlarının belediye tarafından yapılıp, yaptırılabileceği, ortak proje giderlerinin belediyece karşılanacağı, kendilerine ayrı ada veya parsel tahsis edilen gayrimenkul sahipleri ile kamulaştırma dışı kalan gayrimenkul sahiplerinin proje ortak giderlerine katılmak zorunda oldukları, katılmazlar ise inşaat ruhsatı veya yapı kullanma izni veya su, doğalgaz ve elektrik bağlanmayacağı ve hatta maddenin onbirinci fıkrası ile proje alanı içinde kalmış devam eden inşaat var ise dönüşüm planlarına uygunsuzluğu halinde 5 veya 10 yıla kadar inşasının durdurulabileceğinin hüküm altına alındığı anlaşılmaktadır.
Belediyeler; meclis kararı ile kentsel dönüşüm ve gelişim projesi uygulayacağı alanı ilan ettikten sonra istisnai kurallar ile de bu alanlara özel uygulama yapma yetkisi almaktadırlar.
Bu kapsamda iptali istenen kural ile, mevcut imar durumu ve mevzuata uygun şekilde mülkiyeti üzerinde inşaat izin ve ruhsat da alamaya hak sahibi kişilerin, bir belediye meclis kararı ile dönüşüm ilan edilen alanda; Kamulaştırma dışı bırakılan ya da ayrı ada ve parsel numarasına sahip gayrimenkul sahibi statüsündeki mal sahiplerinin, çok kapsamlı senelere sari bir kentsel dönüşüm projesi kapsamında ve maliyetinin ne olduğunun açık ve net olarak önceden belirlenmesi mümkün olmayan altyapı, rekreasyon ve proje ortak giderlerine mutlak katılması beklenmekte, ödenmemesi halinde yaşamsal nitelikli hizmetlerden yoksun bırakma ile kullanım ve tasarruf haklarının ortadan kaldırıldığı anlaşılmaktadır.
Mülkiyeti kamulaştırılmayan, proje içi alanda kalmakla birlikte kendilerine ayrı ada, parsel tahsis edilen bu kişiler ile veya haklı nedenle ruhsatını almış ve hatta inşaatını bitirmiş kişiye mülkiyetinden yararlanmasının yolunu açacak kullanma izin belgesinin verilmemesi ve hatta verilmiş ise yaşamı için gerekli su, doğalgaz ve elektrik bağlantılarını yapmama yetkisinin ortak gidere katılmayan kişiye karşı kullanılmasının Büyükşehir Belediyesi iradesine bırakıldığı görülmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ek 1 Protokolün mülkiyetin korunması başlıklı 1. maddesinde,
Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir, bu hükümler devletlerin mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerini ya da başka katkıların veya para cezalarını ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları haklara halel getirmez denmektedir.
Sözleşme, mülkiyet hakkı kavramını taraf devletlerin özel hukuklarında ki mülkiyet kavramından bağımsız ve özerk bir kavram olduğunu, bireyin özel yada kamu hukukundan kaynaklansın her türlü mamelek hakkı ve hakka İLİŞKİN MEŞRU BEKLENTİLERİN mülkiyet güvencesinden YARARLANACAĞI kabul etmektedir.
Mutlak olarak öngörülmeyen mülkiyet, kamu otoritesince kamu yararı ile birey menfaatleri arasında MAKUL BİR DENGE kurmak suretiyle ÖLÇÜLÜ MÜDAHALEYE açık bir haktır. Nitekim, kural, kuralın istisnası ve istisnanın meşruluk koşulu Anayasanın 35. maddesinde sözleşme ek protokol madde 1’le aynı ilkeler paralelinde yer almaktadır. Uluslararası hukukta
– Malın değerini azaltan,
– Malın kullanılmasını engelleyen,
-Hukuka aykırı ağır müdahaleler (işgal, tahrip, kararların yerine getirilmemesi,
zorunlu kira, tenzil, tahliye kararını infaz edilmemesi gibi) mülkiyet hakkının açık ihlali niteliğindedir. Mülkiyet hakkının kamu yararı ile ve kanunla sınırlanabilmesinin sınırını ise demokratik toplum düzenine aykırı olmama ilkesi ile birlikte hakkın özüne dokunmama ve ölçülülük ilkeleri belirlemektedir.
Anayasa’nın 35. maddesinde herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu, bu hakkın kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı ve kamu yararı amacıyla kanunla sınırlandırılabileceği belirtilmiştir. Bu maddenin güvence alanının sadece özel hukuk anlamında mülkiyet olmadığı tüm malvarlığı haklarını kapsadığı hem madde gerekçesinde yer almış hem de Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmiştir.
Kamu yararı kavramının çok geniş kapsamlı olduğu ve tanımlanmasındaki zorluklar da gözetildiğinde hakkın sınırlanmasında aranacak meşruiyet ve hakkaniyetin makul bir denge oluşturmada gerekli olduğu söylenebilir, dengenin gözetilmesinde yapılan müdahalede elverişliliğin, gerekliliğin ve orantılılığın aranmasında duraksama olmayacaktır. Bu ölçü birimleri ise demokratik bir toplumda aranan hukuki bir zorunluluktur.
Bu açıklamalara göre, mülkiyet hakkı, kişiye sahibi olduğu mal üzerinde dilediği biçimde kullanma, ürünlerden yararlanma ve tasarruf olanağını, ancak başkasına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla tanımaktadır.
Kişiliğe bağlı, dokunulmaz, kutsal ve doğal hak sayılan MÜLKİYET, günümüzde toplum yararına ödev ve görevler yükleyen sosyal bir hak niteliği de kazanmıştır. Bu hak bireyin, mameleki üzerindeki hakimiyetini güvence altına alan, hayatını yönlendirip geleceğini tasarlama maddi ve manevi varlığını geliştirebilme olanağı veren ve bu temel hakkın kullanımı ise ancak hukuk güvenliğinin sağlandığı hukuk devleti düzeni içinde mümkündür.
Mülkiyet hakkının ölçülü sınırlandırılmasında, hakka erişimin engellenmesinde ölçüsüz bir zorlaştırma bile günümüzde kabul görmemektedir.
Anayasa Mahkemesinin mülkiyet sınırlamasına ilişkin içtihadına değinmek gerekirse mülkiyet hakkına yapılan sınırlamanın Anayasa’ya uygunluğunun denetiminde mahkeme, sınırlamanın kanunla yapılması, sınırlamanın kamu yararı amacıyla yapılması ve Anayasa’nın 13. maddesinde öngörülen koşullara uyması şartlarını aradığı söylenebilir. Anayasa’nın 13. maddesindeki sınırlama ölçütleri kamu yararı ile bireysel yarar arasında makul bir denge kurulması gereği şeklinde özetlenebilir.
Kuralın getirdiği düzenlemede kentsel dönüşüm ilan edilen alan içinde kalmakla proje kapsamında değerlendirilmeyecek kişiye ait mülkiyet hakkı, ağır bir müdahale ile karşılaşmakta, gerekliliği, orantısallığı ve elverişliliği belirsiz bir uygulama getirerek hakkın kullanımının tamamının önüne geçilmektedir.
Belediye ile anlaşmamış, veya kapsam dışında bırakılan hak sahibine elektrik, su, doğalgaz bağlamamak, iskan izni, inşaat ruhsatı vermemek suretiyle mülkiyeti üzerindeki tasarruf haklarından yoksun bırakan KURAL, ANAYASAL BİR BÜTÜNLÜK içinde değerlendirildiğinde, mülkiyet hakkının yanında sosyal hukuk devleti ve adalet ilkesi ile bağdaşmayacak şekilde sınırlayan sosyal engelleri kaldırmasını devlete görev veren Anayasa’nın 5. maddesi, maddi ve manevi varlığını koruma hakkına ilişkin 17. maddesi; Beden ve ruh sağlığını sağlıklı çevrede sürdürmesini temin etmeye yönelik sağlık, çevre ve konut başlıklı 56. maddesi içeriklerine de uygun nitelik taşımamaktadır.
Kamu yararı adına kentsel dönüşüm alanı ilan etmekle anayasal koruma altındaki tüm bu haklara proje ortak giderleri ödememek halinde ağır müdahale getiren düzenleme demokratik toplumda kamu alacağının tahsili için bilinen diğer hukuki yollar, (6183 sayılı Yasa, teminat mektubu, gayrimenkul rehni, sözleşmeli borçlanma, senet, kredi kullandırma gibi sayısız) güvence ve imkanlar var iken amaca ulaşmada en elverişli yol hiç olmayıp hakka erişimi engelleyen ölçüsüz bir zorlaştırmadır.
Mülkiyet hak sahibinin hiçbir zaman önceden bilemediği öngörüsüz ve hazırlıksız bir ortamda karşısına çıkarılan müdahalenin niteliği ile elde edilecek kamu yararı arasında makul ve ölçülü bir dengenin varlığından bahsedilemez. Yukarıdaki gerekçeler gözetildiğinde bireyi geleceğini yönlendirdiği, planladığı mülkiyetinden yararlanmadan yoksun bırakan ve belki de tahliye edilmek zorunda kaldığı evden, mülkü olan kendi evine geçtiğinde elektriksiz, susuz ve ısısız bırakmanın adı demokratik ve sosyal hukuk devletinde kamu yararı demeye olanak yoktur.
Devlet birey arası saygı ve güven, hakların karşılıklı korunması ile gerçeklik bulacağından mülkiyet hakkının önüne ölçüsüz ve demokratik devlet ilkelerine aykırı şekilde müdahale eden kural Anayasa’nın 35. maddesine aykırıdır.
Anılan nedenler ile çoğunluk görüşüne katılınmamıştır.

Başkanvekili
Serruh KALELİ

KARŞIOY GEREKÇESİ

5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 17.6.2010 günlü, 5998 sayılı Kanun’la değiştirilen 73. maddesinin dokuzuncu fıkrasında kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarında yapılacak alt yapı ve rekreasyon harcamalarının proje ortak gideri sayılacağı, belediyelere ait inşaatların proje ortak giderlerinin belediyeler tarafından karşılanacağı, kendilerine ayrı ada veya parsel tahsis edilen gayrimenkul sahipleri ile kamulaştırma dışı kalan gayrimenkul sahiplerinin, sahip oldukları inşaatın toplam metrekaresi oranında proje ortak giderlerine katılmak zorunda oldukları belirtildikten sonra son tümcede, “Proje ortak gideri ödenmeden inşaat ruhsatı, yapılan binalara yapı kullanma izni verilmez; doğalgaz ve elektrik bağlanmaz” denilerek söz konusu giderlerin tahsilinin kolaylaştırılmak, başka bir anlatımla güvenceye alınmak istendiği anlaşılmaktadır.
Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu, belirtilmiş, 5. maddesinde de bu özelliğe içerik kazandırılarak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak, devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Anayasa’nın 17. maddesinin ilk fıkrasında ise “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” denilerek 5. madde ile devletin korumakla görevli kılındığı bu hakka temel hakların ilk sırasında yer verilmiştir.
Kişilerin sahip oldukları arsa üzerinde inşaat yapabilmeleri, tamamlanan binayı kullanabilmeleri ve bunun için gerekli olan su, doğal gaz ve elektriği bağlatabilmeleri Anayasa’nın 35. maddesi ile korunan mülkiyet hakkının doğal bir sonucudur. Mülkiyet hakkı, bireylerin, sahip oldukları ekonomik değerler üzerinde diledikleri biçimde tasarrufta bulunmalarını ve semerelerinden yararlanmalarını sağlayan bir hak olduğundan, kişinin mali gücünün dayanağını oluşturması bakımından maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi ile yakından ilgilidir. Anayasa’nın 35. maddeyle ilgili gerekçesinde de kişinin şahsiyetini geliştirebilmesinde, mülkiyetin güvence altına alınmasının azımsanmayacak rolü bulunduğuna; klâsikleşmiş bir kabule göre, insan şahsiyetinin bir parçasının “ekonomik şahsiyet” olarak adlandırıldığına, işaret edilerek mülkiyet hakkı ile kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı arasında bu açıdan bağlantı olduğuna dikkat çekilmiştir.
İptali istenen kural uyarınca kişileri inşaata başlamadan ya da yapı kullanma izni almadan proje ortak giderini ödemeye zorlamak, mülkiyet hakkına ölçülü olmayan ağır bir müdahale oluşturmaktadır. Özellikle maliki bulunduğu taşınmaz dışında hiçbir ekonomik varlığı olmayan kişiler yönünden getirilen yükümlülüğün, söz konusu taşınmazın elden çıkarılması sonucunu doğuracak boyutlara da ulaşabileceği gözetildiğinde, dava konusu kuralın ne kadar ölçüsüz bir hak ihlâline yol açtığı daha iyi anlaşılabilmektedir.
Öte yandan, getirilen düzenlemeyle devletin, proje giderlerini tahsil ederek sağlayacağı düşünülen kamu yararı karşısında, kuralın iptali sonucunda kişilerin temel haklarının güvenceye alınmasıyla oluşacak kamu yararının daha üstün olduğu kuşkusuzdur. İnsan haklarına dayanan çağdaş demokrasilerde temel hak ve özgürlüklerle kamu yararı arasında bir denge kurulurken, insanın onurlu bir yaşam sürmesi için gerekli olan temel haklarının, kamu yararı amacına feda edilmesi düşünülemez.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kuralın iptali gerektiği düşüncesiyle çoğunluk görüşüne katılmıyorum.

Üye
Fulya KANTARCIOĞLU

KARŞIOY YAZISI

5393 sayılı Belediye Kanunu’nun, 5998 sayılı Belediye Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun’un 1. maddesiyle değiştirilen 73. maddesinin dokuzuncu fıkrasının dördüncü cümlesinde, “Proje ortak gideri ödenmeden inşaat ruhsatı, yapılan binalara yapı kullanma izni verilemez; su, doğalgaz ve elektrik bağlanamaz” denilmiştir.
Kuralla, belediyelere, kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri için kamu imkanları kullanılarak yapılan harcamaların kamuya süratle geri dönüşünün sağlanması için gayrımenkul sahiplerine karşı etkili bir yaptırım uygulamasının amaçlandığı anlaşılmaktadır.
Bu kapsamda yapılan binalara proje ortak giderleri ödenmeden su, doğalgaz ve elektrik bağlanması yasa ile önlenmektedir. Kural Belediyelere bu konuda bir takdir hakkı da bırakmadığından, açık bir yasaklama niteliğindedir.
Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmiş, 5. maddesinde Devletin temel amaç ve görevleri sayılmıştır. Su, doğalgaz ve elektrik kullanılmaksızın kentsel bir ortamda çağdaş ve insanca yaşam sürdürülemeyeceği açıktır. Suyun toplum ve birey sağlığı açısından önemi açıktır. Su aynı zamanda insanın biyolojik varlığını idame ettirmesi için zorunlu bir ihtiyaçtır.
Belediyelerin alacaklarını tahsil amacıyla diğer kamu alacakları için öngörülmeyen aşırı ve ölçüsüz bir yaptırım uygulamaları, bir sosyal hukuk devletinde kamu tarafından başvurulmaması gereken, ölçüsüz bir yaptırımdır. Yapı kullanma izni verilmemesi, gayrımenkul sahibinin bahse konu kamu alacağını tahsil edebilmesi için yeterli bir yaptırım olup, kuralın su, doğalgaz ve elektriğe ilişkin bölümü belediyelere bir takdir alanı da bırakmadığından, Anayasa’nın 2. ve 5. maddelerine aykırıdır. Bu nedenle bu bölümün iptali gerekir.

Üye

Bilgiler: Tarih-Gönderici: hukukçu — Pzr Mar 15, 2015 12:03 pm


Danıştay İdare ve Vergi Daireleri Kararları • İDARE MAHKEME KARARIN KISMEN BOZMA KISMEN ONAMA,VEKALET ÜCRETİ

T.C
DANIŞTAY
10.DAİRE BAŞKANLIĞI
ESAS NO: 2013/8200
KARAR NO: 2014/3594
KARAR TARİHİ..29.5.2014

ÖZET:İdare Mahkemesi kararının kısmen onanıp kısmen bozulması durumunda Mahkemece bozma kararı üzerine bozulan kısım hakkında verilen kararda hükmedilecek vekalet ücretinin ilk karar tarihindeki avukatlık asgari ücret tarifesi uyarınca hesaplanması gerektiği hk.

Temyiz Eden (Davalı) : ……….. Bakanlığı – ANKARA

Karşı Taraf (Davacılar) : …..
Vekili : …..

İstemin_Özeti _ : Elazığ 1. İdare Mahkemesince verilen 28/06/2013 tarih ve E:2010/480, K:2013/510 sayılı kararın temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.

Savunmanın Özeti :Temyiz isteminin reddi gerektiği savunulmaktadır.

Danıştay Tetkik Hakimi :…..
Düşüncesi :Mahkeme kararının davanın kısmen kabulüne ilişkin kısmının onanması; vekalet ücretine ilişkin kısmının bozulması gerektiği düşünülmektedir.

TÜRK MİLLETİ ADINA

Hüküm veren Danıştay Onuncu Dairesince gereği görüşüldü:

Dava, Elazığ Emniyet Müdürlüğü Özel Harekat Şube Müdürlüğü’nde polis memuru olarak görev yapan davacılar murisi ………ın hizbullah terör örgütü mensuplarının silahlı saldırısı sonucu hayatını kaybetmesi nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen zarara karşılık toplam 115.000,00 TL maddi, 14.000,00 TL manevi zararın yasal faiziyle birlikte tazmini istemiyle açılmıştır.

Elazığ İdare Mahkemesince; davacıların, polis memuru olarak görevli olduğu sırada teröristler ile yapılan çatışma sonucu hayatını kaybeden murislerinin ölümü nedeniyle uğradıkları zararın sosyal risk ilkesi uyarınca karşılanmasının zorunlu olduğu, destekten yoksun kalma sonucu uğranılan maddi zarar miktarının tespiti amacıyla yaptırılan bilirkişi incelemesinin hükme esas alınabilecek nitelikte görüldüğü, söz konusu rapora davalı idare ve davacılar vekili tarafından yapılan itirazların raporu kusurlandırıcı nitelikte görülmediği, bu nedenle istemle bağlı kalınarak ölenin eşi ……. için 50.000,00 TL, kızı ………için 9.399,41 TL maddi tazminatın davalı idarece davacılara ödenmesi gerektiği gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile toplam 59.399,41 TL maddi, 14.000,00 TL manevi tazminatın davalı idareye başvuru tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte davacılara ödenmesi, fazlaya ilişkin maddi tazminat isteminin reddi yolunda verilen karar, davacılar tarafından Mahkeme kararının ölenin eşi için hükmedilen 50.00,00 TL maddi tazminat isteminin kabulü dışındaki maddi tazminata ilişkin kısım yönünden, davalı idare tarafından ise maddi ve manevi tazminatın kabulüne ilişkin kısımları yönünden temyiz edilmiş; Dairemizce verilen 21.4.2008 tarih ve E:2005/3931, K:2008/2413 sayılı karar ile, anılan Mahkeme Kararının ölenin eşi için 50.000,00 TL maddi tazminat ile 14.00,00 TL manevi tazminatın davacılara ödenmesine ilişkin kısmının onanmış; davacılardan ……ve ……..’ın maddi tazminat istemlerinin reddine ilişkin bölümü ile ……….’ın maddi tazminat isteminin kısmen kabulüne, kısmen reddine ilişkin bölümünün, anılan davacıların maddi zararları yeniden hesaplanmak üzere bozulmuştur.

Dairemizce verilen karar sonrası, Elazığ 1. İdare Mahkemesince, bozulan kısım hakkında yeniden inceleme yapılarak, davanın kısmen kabulüyle davacılardan ………için 3.073,47 TL, …….için 4.408,00 TL ve ……için ise 16.498,52 TL maddi tazminatın davacılara ödenmesine, fazlaya ilişkin tazminat isteminin reddine karar verilmiş; davacılar lehine bozma kararı üzerine Mahkemece ikinci kararın verildiği tarih itibariyle yürürlükte olan 2013 yılı avukatlık asgari ücret tarifesi uyarınca hesaplanan vekalet ücretine hükmedilmiştir.

Davalı idare tarafından, anılan kararın davanın kabulüne ilişkin kısmı ile vekalet ücretine ilişkin kısmının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir

Mahkeme kararının davanın kısmen kabulüne ilişkin kısmının incelenmesi:

Kamu hizmetinin görülmesi sırasında kişilerin uğradıkları özel ve olağandışı zararların idarece tazmini; Anayasa’nın 125 inci maddesi gereği ve Türkiye Cumhuriyetinin "Sosyal hukuk devleti" niteliğinin doğal bir sonucudur.

Kural olarak idare, yürüttüğü hizmetin doğrudan sonucu olan nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlüdür. İdarenin hukuki sorumluluğu sadece kusur esasına, hizmet kusuru teorisine dayanmamakta, idare kusur koşulu aranmadan da sorumlu sayılabilmektedir. Hatta kollektif sorumluluk anlayışına dayalı sosyal risk ilkesi gereğince zararı doğuran olayın tüm toplumla ilgilendirelebildiği, toplumsal bir riskin gerçekleştiği hallerde olayın idarenin hizmet alanıyla ilgili olması yeterli sayılarak doğrudan nedensellik bağı kurulamayan durumlarda da tazminata hükmedilebilmektedir.

Olayda, davacıların murisinin Elazığ Emniyet Müdürlüğü kadrosunda polis memuru olarak görevli olduğu sırada 5.7.2002 tarihinde teröristler tarafından yapılan silahlı saldırı sonucu vefat ettiği anlaşılmaktadır.

Yukarıda belirtildiği üzere, sosyal risk ilkesi uyarınca idarenin sorumlu tutulabilmesi için; zararı doğuran olay ile idare arasında nedensellik bağının kurulmaması gerekmektedir. Davacıların murisinin kamu görevlisi olması ve kamu görevini yürütürken vefat ettiği açık olup; davalı idarenin yürüttüğü kamu hizmetinin doğrudan sonucu olan, nedensellik bağı kurulabilen özel ve olağandışı zararı kusursuz sorumluluk ilkesine göre tazmini gerekmektedir.

Bu durumda tazminat isteminin kısmen kabulü yolunda verilen kararda sonucu itibarıyle isabetsizlik bulunmamaktadır.

Mahkeme kararının vekalet ücretine ilişkin kısmının incelenmesi:

Bakılan davada, Mahkemenin 23.12.2004 tarihli kararı ile davacılar lehine hükmedilen tazminat tutarının 73.399,41 TL’lik kısmı temyiz incelemesi sonucunda kesinleşmiştir. İdare Mahkemesince, Mahkemece verilen ilk kararın kısmen bozulması üzerine, bozulan kısım hakkında yeniden inceleme yapılarak, 28.6.2013 tarihinde verilen karar ile 23.979,99 TL tazminatın davacılara ödenmesine karar verilmiş; her iki kararda hükmedilen toplam tazminat miktarı üzerinden 2013 yılı avukatlık asgari ücret tarifesi uyarınca hesaplanan vekalet ücretinin davacılara ödenmesine hükmedilmiştir.

Davalı İdare, anılan kararın vekalet ücretine ilişkin kısmını, davacılar lehine hükmedilen vekalet ücretinin ilk kararının verildiği 23.12.2004 yılında yürürlükte olan 2004 yılı avukatlık asgari ücret tarifesi uyarınca hesaplanması gerektiği iddiasıyla temyiz etmektedir.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 31.maddesinde, bu Kanunda hüküm bulunmayan hususlarda; hakimin davaya bakmaktan memnuiyeti ve reddi, ehliyet, üçüncü şahısların davaya katılması, davanın ihbarı, tarafların vekilleri, feragat ve kabul, teminat, mukabil dava, bilirkişi, keşif, delillerin tespiti, yargılama giderleri, adli yardım hallerinde ve duruşma sırasında tarafların mahkemenin sukünunu ve inzibatını bozacak hareketlerine karşı yapılacak işlemler ile elektronik işlemlerde Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümlerinin uygulanacağı kurala bağlanmış; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun ‘Yargılama Giderleri’ başlıklı 323.maddesinde; vekille takip edilen davalarda kanun gereğince takdir olunacak vekâlet ücreti yargılama giderleri arasında sayılmıştır.

1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun ‘Avukatlık Ücreti’ madde başlıklı 164. maddesinde de, avukatlık ücretinin, avukatın hukuki yardımının karşılığı olan meblağı veya değeri ifade ettiği, 168. maddesinin son fıkrasında ise, avukatlık ücretinin takdirinde, hukuki yardımın tamamlandığı veya dava sonunda hüküm verildiği tarihte yürürlükte olan tarifenin esas alınacağı kurala bağlanmıştır.

Uyuşmazlıkta, öncelikle hükmün verildiği tarihin ortaya konulması gerekmektedir. İdare Mahkemesince verilen 23.12.2004 tarih ve E:2004/486, K:2008/2413 sayılı karar, dairemizce yapılan temyiz incelemesi sonucu kısmen onanmış, kısmen bozulmuştur. Anılan İdare Mahkemesi kararı temyiz aşamasında tamamen bozulmadığından, Mahkemece bozma kararı üzerine bozulan kısım hakkında verilen karar yeni bir karar olmayıp, Mahkemece verilen ilk kararın tamamlayıcısı niteliğinde olduğundan, uyuşmazlıkta hükmün verildiği tarih ilk kararın verildiği 23.12.2004 tarihidir.

Bu durumda, davacı lehine hükmedilecek vekalet ücretinin 2004 yılı avukatlık asgari ücret tarifesi uyarınca hesaplanması gerekirken 2013 yılı avukatlık asgari ücret tarifesi uyarınca hesaplanmasında hukuki isabet bulunmamaktadır.

Açıklanan nedenlerle, temyiz isteminin kısmen reddi ile Elazığ 1. İdare Mahkemesi’nin 28.6.2013 tarih ve E:2010/480, K:2013/510 sayılı kararının davanın kısmen kabulüne ilişkin kısmının yukarıda belirtilen gerekçeyle ONANMASINA oybirliğiyle; temyiz isteminin kısmen kabulü ile anılan kararın vekalet ücretine ilişkin kısmının BOZULMASINA oyçokluğuyla, dosyanın bozulan kısım hakkında yeniden bir karar verilmek üzere anılan Mahkemeye gönderilmesine, 29.5.2014 tarihinde karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: hukukçu — Çrş Mar 11, 2015 8:54 pm


Yargıtay Hukuk Daireleri Kararları • KISA KARAR TEFHİMİ,GEREKÇELİ KARARIN TEBLİĞİ,TEMYİZ BAŞLAN..

H. M. K- MADDE 321 :
(1) Tahkikatın tamamlanmasından sonra, mahkeme tarafların son beyanlarını alır ve yargılamanın sona erdiğini bildirerek kararını tefhim eder. Taraflara beyanda bulunabilmeleri için ayrıca süre verilmez.
(2) Kararın tefhimi, mahkemece hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklanması ile gerçekleşir. Ancak zorunlu hâllerde, hâkim bu durumun sebebini de tutanağa geçirmek suretiyle, sadece hüküm özetini tutanağa yazdırarak kararı tefhim edebilir. Bu durumda gerekçeli kararın en geç bir ay içinde yazılarak tebliğe çıkartılması gerekir.

T.C
YARGITAY
9.HUKUK DAİRESİ
ESAS NO.2014/8860
KARAR NO.2014/13817
KARAR TARİHİ: 31.10.2013

Yerel mahkemece duruşmada tefhim edilen hüküm gerekçe taşımayıp sadece hüküm sonucunu (kısa kararı) içeriyorsa gerekçeli kararın her halükarda davanın taraflarına (taraflar kendilerini vekille temsil ettiriyorlar ise vekillerine) tebliğ edilmesi gerekmektedir. Bir başka anlatımla, sadece hüküm sonucunun (kısa kararın) tefhim edildiği durumlarda, taraflar (ya da vekilleri) duruşmada hazır olsalar dahi gerekçeli kararın taraflara veya vekillerine tebliğ edilmesi gerekir.

Y A R G I T A Y K A R A R I

5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 8 inci maddesine göre iş mahkemesinden verilen kararlar tefhim ve tebliğ tarihinden itibaren 8 gün içinde temyiz olunabilir. 6100 Sayılı HMK nun geçici 3 üncü maddesinin 1 inci fıkrasında; "Bölge adliye mahkemelerinin, 26/9/2004 tarihli ve 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun geçici 2 nci maddesi uyarınca Resmî Gazete’de ilan edilecek göreve başlama tarihine kadar, 1086 sayılı Kanunun temyize ilişkin yürürlükteki hükümlerinin uygulanmasına devam olunur." 2 nci fıkrasında ise; "Bölge adliye mahkemelerinin göreve başlama tarihinden önce aleyhine temyiz yoluna başvurulmuş olan kararlar hakkında, Kesinleşinceye kadar 1086 sayılı Kanunun 26/09/2004 tarihli ve 5236 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önceki 427 ilâ 454 üncü madde hükümlerinin uygulanmasına devam olunur." denmiştir.

6100 sayılı HMK’nun hükmü düzenleyen 294 üncü maddesinde aynen;

(1) Mahkeme, usule veya esasa ilişkin bir nihai kararla davayı sona erdirir. Yargılama
sonunda uyuşmazlığın esası hakkında verilen nihai karar, hükümdür.

(2) Hüküm, yargılamanın sona erdiği duruşmada verilir ve tefhim olunur.

(3) Hükmün tefhimi, her hâlde hüküm sonucunun duruşma tutanağına geçirilerek okunması suretiyle olur.

(4) Zorunlu nedenlerle sadece hüküm sonucunun tefhim edildiği hâllerde, gerekçeli kararın tefhim tarihinden başlayarak bir ay içinde yazılması gerekir.

(5) Hükmün tefhimini, duruşmada bulunanlar ayakta dinler.

(6)Hükme ilişkin hususlar, niteliğine aykırı düşmedikçe, usule ilişkin nihai kararlar hakkında da uygulanır." denmiştir.

Aynı kanunun 321 inci maddesinde de; "(1) Tahkikatın tamamlanmasından sonra, mahkeme tarafların son beyanlarını alır ve yargılamanın sona erdiğini bildirerek kararını tefhim eder. Taraflara beyanda bulunabilmeleri
için ayrıca süre verilmez.
(2) Kararın tefhimi, mahkemece hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklanması ile gerçekleşir. Ancak zorunlu hâllerde, hâkim bu durumun sebebini de tutanağa geçirmek suretiyle, sadece hüküm özetini tutanağa yazdırarak kararı tefhim edebilir. Bu durumda gerekçeli kararın en geç bir ay içinde yazılarak tebliğe çıkartılması gerekir." şeklinde düzenleme yer almıştır.

Yukarıda yazılı kanun hükümleri kapsamında, yerel mahkemece duruşmada tefhim edilen hüküm gerekçe taşımayıp sadece hüküm sonucunu (kısa kararı) içeriyorsa gerekçeli kararın her halükarda davanın taraflarına (taraflar kendilerini vekille temsil ettiriyorlar ise vekillerine) tebliğ edilmesi gerekmektedir. Bir başka anlatımla, sadece hüküm sonucunun (kısa kararın) tefhim edildiği durumlarda, taraflar (ya da vekilleri) duruşmada hazır olsalar dahi gerekçeli kararın taraflara veya vekillerine tebliğ edilmesi gerekir.

Bu durumda yani yerel mahkemece duruşmada tefhim edilen hüküm gerekçe taşımayıp sadece hüküm sonucunu (kısa kararı) içeriyorsa,taraflar için temyiz süresi gerekçeli kararın tebliğinden itibaren işlemeye başlayacaktır.

Somut olay açısından yapılan tespit ve değerlendirmede; Gerekçe içermeyen mahkeme kararının hüküm sonucu kısmının(yani kısa kararın), 31/10/2013 tarihli duruşmada, taraf vekillerinin yüzüne karşı tefhim edildiği görülmüştür.
Davacı vekili 14/12/2013 havale tarihli dilekçe ile mahkeme kararını temyiz etmiştir.

Bu temyize dair temyiz harç ve giderlerinin yatırılma tarihinin 14/12/2013 olduğu, dosyada mevcut "sayman mutemedi alındısı" ve "tahsilat makbuzu" başlıklı belgelerden anlaşılmıştır.

Davacı vekilinin temyiz talebi, 10/01/2014 tarih ve 2013/682 E – 2013/487 K.sayılı ek karar ile mahkemece süreden reddedilmiştir. Bu ek kararda, gerekçeli kararın davacı vekiline 25/11/2013 tarihinde tebliğ edildiği belirtilmiştir.

İş bu ek karar davacı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiştir. Temyiz dilekçesinde, mahkemece gerekçeli kararın kendilerine tebliğ edilmediği, gerekçeli kararın
yazıldığının UYAP sistemi aracılığıyla 13/12/2013 tarihinde öğrenildiği belirtilmiştir.

Her ne kadar, davacı vekilinin temyiz talebinin süreden reddine mahkemece verilen10/01/2014 tarih ve 2013/682 E – 2013/487 K sayılı ek kararda, gerekçeli kararın
davacı vekiline 25/11/2013 tarihinde tebliğ edildiği belirtilmiş ise de dosyanın incelenmesinde, gerekçeli kararın anılan tarihte davacı vekiline tebliğ edildiğine dair bir belgeye dosyada rastlanmamış olup davacı vekilinin temyiz talebinin süresinde olup olmadığı denetlenememiştir.

Bu nedenlerle;
1- Davacı vekiline gerekçeli karar (31/10/2013 tarih ve 2013/682 E – 2013/487 K. sayılı mahkeme kararı) tebliğ edilmişse tebliğe ilişkin belgelerin dosyaya eklenmesi,

2- Tebliğ edilmemişse gerekçeli kararın davacı vekiline tebliği ile buna ilişkin belgelerin dosya içine alınması ve temyiz süresinin beklenmesi,

3- Davacı vekilinin hükmü temyiz etmesi halinde, temyiz dilekçesinin hukuki dinlenilme hakkının sağlanması açısından karşı tarafa tebliğ edilmesi ve bu şekilde temyiz ve tebliğe ilişkin usuli işlemler tamamlanarak gönderilmesi için dosyanın mahkemesine GERİ ÇEVRİLMESİNE, 29/04/2014 günü oybirliğiyle karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: hukukçu — 14 Şub 2015, 11:18


Yargıtay Hukuk Daireleri Kararları • AVUKAT STAJYERİNE GERKÇELİ KARARIN TEBLİĞ EDİLMESİNİN SONUCU

YARGITAY 12. Hukuk Dairesi
ESAS: 2008/18169
KARAR: 2008/21817

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının bozulmasını mutazammın 08.04.2008 tarih, 4315/7194 sayılı daire ilamının müddeti içinde tashihen tetkiki taraf vekilleri tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü :

1-Borçlu vekilinin karar düzeltme istemi yerinde görülmediğinden REDDİNE,

2-Alacaklı vekilinin karar düzeltme isteminin incelenmesinde;

Şikayetçi vekili olarak Avukat M…’ın bu davaya açtığı bu vekilin yetki belgesi verdiği stajyer Avukat K…’ın dosya içerisine yetki belgesini ibraz ettiği görülmüştür.

Mahkemece dosya üzerinde yapılan inceleme sonunda verilen karar dosyaya yetki belgesini ibraz eden stajyer Avukat K…’a 17.7.2007 tarihinde tebliğ edilmiş ve tebliğ şerhi de gerekçeli kararın üzerine imzalanmak üzere şerh düşülmüştür. Avukatlık Kanunu’nun 26. ve 46.maddeleri uyarınca stajyerler avukatın yazılı muvafakatı ile ve onun gözetim ve sorumluluğu altında avukatın takip ettiği dava ve işlerle ilgili olarak işlemleri yürütülebileceği öngörüldüğünden stajyere yapılan tebligat, yetki veren avukat adına yapılmış sayılır.

Bu durumda karara ilişkin tebliğ tarihi 17.7.2007 olup, İİK.nun 363.maddesi uyarınca temyiz süresi olan yasal 10 günlük süre geçirilerek 28.12.2007 tarihinde kararın temyiz edilmiş olduğu dikkate alındığında istemin sürede olmadığı gözönüne alınarak temyiz talebinin süre yönünden reddine karar vermek gerekirken temyizin sürede yapıldığından bahisle Dairemizce işin esasına girilerek kararın bozulduğu anlaşılmakla alacaklı vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü gerekmiştir.

SONUÇ :Alacaklı vekilinin karar düzeltme isteminin yukarıda belirtilen nedenlerle kabulü ile Dairemizin 8.4.2008 tarih, 2008/4315-7194 sayılı bozma kararının kaldırılmasına, borçlu vekilinin İstanbul 11.İcra Mahkemesinin 6.7.2007 tarih, 2007/464-738 sayılı kararına ilişkin temyiz isteminin süresinde olmadığından (REDDİNE), 05/12/2008 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — 09 Şub 2015, 18:00


Yargıtay Hukuk Daireleri Kararları • GEREKÇELİ KARARIN STAJYER AVUKATA TEBLİĞ EDİLMESİNİN SONUCU

YARGITAY 12. Hukuk Dairesi
ESAS: 2008/18169
KARAR: 2008/21817

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının bozulmasını mutazammın 08.04.2008 tarih, 4315/7194 sayılı daire ilamının müddeti içinde tashihen tetkiki taraf vekilleri tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü :

1-Borçlu vekilinin karar düzeltme istemi yerinde görülmediğinden REDDİNE,

2-Alacaklı vekilinin karar düzeltme isteminin incelenmesinde;

Şikayetçi vekili olarak Avukat M…’ın bu davaya açtığı bu vekilin yetki belgesi verdiği stajyer Avukat K…’ın dosya içerisine yetki belgesini ibraz ettiği görülmüştür.

Mahkemece dosya üzerinde yapılan inceleme sonunda verilen karar dosyaya yetki belgesini ibraz eden stajyer Avukat K…’a 17.7.2007 tarihinde tebliğ edilmiş ve tebliğ şerhi de gerekçeli kararın üzerine imzalanmak üzere şerh düşülmüştür. Avukatlık Kanunu’nun 26. ve 46.maddeleri uyarınca stajyerler avukatın yazılı muvafakatı ile ve onun gözetim ve sorumluluğu altında avukatın takip ettiği dava ve işlerle ilgili olarak işlemleri yürütülebileceği öngörüldüğünden stajyere yapılan tebligat, yetki veren avukat adına yapılmış sayılır.

Bu durumda karara ilişkin tebliğ tarihi 17.7.2007 olup, İİK.nun 363.maddesi uyarınca temyiz süresi olan yasal 10 günlük süre geçirilerek 28.12.2007 tarihinde kararın temyiz edilmiş olduğu dikkate alındığında istemin sürede olmadığı gözönüne alınarak temyiz talebinin süre yönünden reddine karar vermek gerekirken temyizin sürede yapıldığından bahisle Dairemizce işin esasına girilerek kararın bozulduğu anlaşılmakla alacaklı vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü gerekmiştir.

SONUÇ :Alacaklı vekilinin karar düzeltme isteminin yukarıda belirtilen nedenlerle kabulü ile Dairemizin 8.4.2008 tarih, 2008/4315-7194 sayılı bozma kararının kaldırılmasına, borçlu vekilinin İstanbul 11.İcra Mahkemesinin 6.7.2007 tarih, 2007/464-738 sayılı kararına ilişkin temyiz isteminin süresinde olmadığından (REDDİNE), 05/12/2008 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — 09 Şub 2015, 18:00


Yargıtay 9. H.D. 2008/25343E. 2010/16169K. *Kısmî Davada Kesinleşen Kararın Tespit Bölümü Ek Davada Kesin Delil Oluşturur

Yargıtay 9. Hukuk Dairesi:

2008/25343 esas

 2010/16169 karar 

YARGITAY İLAMI

Mahkemesi : Ankara 10. İş Mahkemesi

Tarihi : 30/7/2007

Numarası : 2007/415-2007/477

 

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 6.5.2008 tarih ve 2008/70073 sayılı yazısı ile davacı ile davalı Şirket arasındaki alacak davasına ilişkin olup, temyiz edilmeksizin kesinleşen Ankara 10. İş Mahkemesinin 30.7.2007 gün ve 2007/415 E. 2007/477 K. sayılı ilamının kanun yararına bozulması talep edilmekle;

Dava dosyası ve talep yazısı incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

 

YARGITAY KARARI

Davacı  vekili tarafından davalı şirkete karşı açılan ek davada, Ankara 15. İş Mahkemesinin 2003/520 Esas sayılı dosyası üzerinden yürütülen dava sonunda kıdem tazminatı yönünden taleple bağlı kalınarak kabul ve fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmasına karar verildiği belirtilerek bilirkişi raporunda 252.38 YTL olarak hesaplanan kıdem tazminatından bakiye 52,38 YTL lik alacağın faiziyle birlikte tahsiline karar verilmesi istenilmiştir.

 

Davalı vekili tarafından davanın reddi istenmiş ve karşı dava açılmıştır. Karşı davada, Ankara 15. İş Mahkemesinin 2003/520 Esas, 2007/210 Karar sayılı hükmü gereğince icra takibi yapıldığı belirtilerek, davacının 21/11/2002 tarihinde işten ayrılmasından sonra 25/11/2002 tarihinde imzaladığı ibranamenin göz önünde bulundurulması suretiyle 147.473.200 YTL alacağın yasal faiziyle birlikte davacı karşı davalıdan tahsiline karar verilmesi istenilmiştir.

 

Mahkemece yapılan yargılama sonunda, söz konusu ibranamenin Ankara 15. İş Mahkemesinin 2003/520 Esas sayılı dosyasına da delil olarak sunulduğu, ancak Mahkeme tarafından tartışılıp değerlendirmeye alınmadığı gerekçesiyle asıl davanın reddine, karşı davanın kabulü ile mahsup işlemi yapıldıktan sonra bakiye 84,00 YTL’nin davacı karşı davalıdan alınıp davalı-karşı davacıya verilmesine karar verildiği ve hükmün miktar itibariyle kesin olduğu anlaşılmıştır.

 

Kesin hükmün amacı kişiler arasındaki uyuşmazlıkların kesin bir biçimde çözümlenmesidir. Bu amacın gerçekleşmesinde, hem kişilerin hem de Devletin yararı vardır. Çünkü kişiler, aralarındaki uyuşmazlığın kesin bir biçimde sonuçlanması için dava sırasında bütün olanaklarını kullanırlar ve dava sonucunda verilecek kararla artık, bu uyuşmazlığın sona ermesini isterler. Bu açıdan, Devletin de menfaati söz konusudur. Çünkü Devlet, mahkemelerin sınırsız bir biçimde aynı uyuşmazlık (dava) ile, sürekli ve yinelenerek meşgul edilmesini istemez.

 

Kesin hüküm, hem kişiler, hem de devlet için hukuksal durumda istikrar sağlar. Hukuksal güvenlik ve yargı erkine güven, kesin hüküm kurumu ile sağlanır.

 

Kesin hüküm ikiye ayrılır. Bunlar şekli anlamda kesin hüküm ve maddi anlamda kesin hükümdür.

 

Şekli anlamda kesin hüküm, sözü edilen karara karşı artık bütün olağan yasa yollarının kapandığı anlamına gelir. Şekli anlamda kesin hükmün amacı, davanın sona erdirilmesine hizmet etmektir. Bir son karar, şekli anlamda kesinleşince, yanların o davada izledikleri amaç gerçekleşmiş olur. Bazı son kararlar verildikleri anda kesindirler. (Örneğin 20.6.1996 tarihinde kabul edilen 4145 sayılı yasa gereğince HUMK. m. 427′de yapılan değişiklikle 1.1.2000 tarihinden itibaren miktar ve değeri 40.000.000.- TL. yi geçmeyen taşınır mal ve alacak davalarına ilişkin verilen son kararlar kesindir. Bu kararlara karşı herhangi bir olağan yasa yoluna başvurulamaz)

 

Yasa yolu açık olan bir karar, yasa yoluna başvurma süresi geçmekle de kesinleşir. Öte yandan, temyiz yolu açık olan bir karar temyiz edilip sonuçta onanmış ve karar düzeltme süresi geçirilmişse, ya da karar düzeltme istemi de reddedilmişse, veyahut yasa yoluna başvurmaktan feragat edilmişse verilen hüküm şekli anlamda kesinleşir.

 

Bir hüküm bir kere şekli anlamda kesinleşirse, artık bu hükme karşı, olağan yasa yollarına başvurulamaz. Bununla birlikte bir kararın maddi anlamda kesinleşmesi için öncelikle şekli anlamda kesinleşmesi gerekir.

 

Diğer yandan, maddi anlamda kesin hüküm, yargısal kararlara tanınan hukuksal gerçeklik niteliğidir. Maddi anlamda kesin hüküm sayesinde, mahkeme kararlarına güven duyulması ve bu kararların uygulanması, yanlar arasındaki uyuşmazlığın bütün bir gelecek için son bulması, çelişik kararlar verilmesine engel olunması, toplumsal yaşam için zorunlu olan hukuksal istikrarın sağlanması amaçlanır.

 

Maddi anlamda kesin hükmün koşulları HUMK. m.237 de açıklanmıştır. Bunlar; dava konularının (müddeabihlerinin), dava nedenlerinin ve yanlarının aynı olmasıdır.

 

Buna karşılık, birden fazla kişi aynı davayı açma yetkisine sahip iseler, bunların birinin açtığı davada verilen kararın, diğerinin açtığı davada kesin hüküm oluşturmazsa da, güçlü delil oluşturacağı belirgindir.

 

Kesin hüküm, yanların cüzi ve külli haleflerini (özel ya da genel ardı) bağlar. Bunun gibi kesin hüküm tüm yargısal organları da bağlar. Artık, hiçbir mahkeme aynı konuyu yeniden inceleyip, farklı yönde yeni bir karar veremez.

 

Yasama ve yürütme organları ile yönetim, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve yönetim, mahkeme kararları hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez. (Anayasa m. 138, IV) Dolayısıyla kesin hüküm, sonradan çıkarılan bir yasa ile değiştirilemez, ortadan kaldırılamaz. (Anayasa Mahkemesinin 2.6.1989 gün ve 1989/36-24 sayılı ilamı (R.G. 28.9.1989 gün ve 20.296 sayılı, sayfa 17 vd) 19.10.1990 gün ve 1990/3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ( R.G. 22.2.1991 gün ve 20.794 sayılı sayfa: 35 vd), HGK.nun 5.6.1991 gün ve 1991/5-215 E. ve 342 K. sayılı ilamı) (Prof. Dr. Baki Kuru Hukuk Muhakemeleri Usulü Altıncı Baskı, 2001 cilt V sayfa 4980 vd.)

 

Kesin hüküm itirazı, davanın her aşamasında ileri sürülebilir ve mahkemece yargılamanın her aşamasında kendiliğinden dikkate alınır.

Bu bağlamda kesin delil ise, yanları ve hakimi bağlayan, bu tip delillerle kanıtlanan olayın hukuksal doğru olarak kabul edilmesi gereken delillerdir. Hakimin kesin delilleri takdir yetkisi yoktur. Bu biçimde ispatlanan hususu doğru kabul etmek zorundadır.

 

Hukukumuzda kesin deliller sınırlı olup bunlar, ikrar (HUMK.m.236), senet (HUMK.m.287), yemin (HUMK.m.337) ve kesin hükümdür. (HUMK.m.237) Yukarıda kesin hükmün de kesin delil oluşturabileceği açıklanmıştır. (Prof. Dr. Baki Kuru Hukuk Muhakemeleri Usulü Altıncı Baskı 2001 ciltli S: 2034 vd)

Somut uyuşmazlıkta; Ankara 15. İş Mahkemesinin 2003/520 Esas, 2007/210 Karar sayılı dosyasında kıdem tazminatına ilişkin talep kısmî bir dava olup fazlaya ilişkin haklar saklı tutulmuştur.

 

Kısmî dava hakkında verilen kararın kısmî dava konusu yapılan alacak kesimi için kesin hüküm teşkil ettiği şüphesizdir. Kısmî dava sonunda davalının borcunu ödemeye mahkum edilmesi veya kısmî davanın tamamen veya kısmen reddine karar verilmiş olması halinde taraflar arasındaki borç ilişkisinin varlığı veya yokluğu da tespit edilmiş olur ki, bu tespit borç ilişkisinin tümünü kapsar. Bu nedenle kısmî dava sonunda verilen ve kesinleşen kararın tespite ilişkin bölümü, sonradan açılan ek davada kesin delil oluşturur.

 

Kıdem tazminatına ilişkin kısmî davanın tamamının kabulüne ilişkin olan Ankara 15. İş Mahkemesinin 2003/520 Esas, 2007/210 Karar sayılı hükmü, sonrada açılan ek davada kesin delil teşkil etmektedir. Anılan hüküm ile, işçinin kıdem tazminatı isteme hakkının varlığı saptanmış ve davalı işverenin davacıya kıdem tazminatı ödemekle yükümlü olduğu tespit edilmiştir.

 

Kesin delil bulunan bir konuda, Mahkemece bu yönün doğruluğunun yeniden araştırılması ve inceleme konusu yapılması hukuken mümkün değildir. Ek davaya bakan mahkeme kısmı dava sonunda verilen hükmün tespite ilişkin bölümü ile bağlıdır. Kamu düzeni ile ilgili olan bu hususun resen göz önünde tutulması gerekmektedir.

 

Mahkemece söz konusu kesin delilin varlığına rağmen anılan ibranameye geçerlilik tanınması suretiyle yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı bulunmuştur.

 

SONUÇ: Bu nedenle Yargıtay C. Başsavcılığının kanun yararına bozma istemine atfen düzenlediği tebliğname yerinde görülmekle Ankara 10. İş Mahkemesinin 30.07.2007 tarih ve 2007/415-Esas, 2007/4777 Karar sayılı kararının sonuca etkili olmamak üzere BOZULMASINA, Dosyanın gereği için Yargıtay C. Başsavcılığına TEVDİİNE, 03.06.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Kısmî davada kesinleşen kararın tespit bölümü ek davada kesin delil oluşturur

Kısmî dava sonunda verilen ve kesinleşen kararın tespite ilişkin bölümü, sonradan açılan ek davada kesin delil oluşturur

Yargıtay 9. Hukuk Dairesinden: 2008/25343 esas sayılı ve 2010/16169 karar sayılı kararı
YARGITAY İLAMI
Mahkemesi : Ankara 10. İş Mahkemesi
Tarihi : 30/7/2007
Numarası : 2007/415-2007/477
Davacı : Orhan KARATAŞ adına Avukat Kemal ACAR
Davalı : Klavye Giyim San. ve Tic. Ltd. Şti. adına Avukat Battal Gazi BATAR
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 6.5.2008 tarih ve 2008/70073 sayılı yazısı ile davacı Orhan Karataş ile davalı Klavye Giyim San. ve Tic. Ltd. Şirketi arasındaki alacak davasına ilişkin olup, temyiz edilmeksizin kesinleşen Ankara 10. İş Mahkemesinin 30.7.2007 gün ve 2007/415 E. 2007/477 K. sayılı ilamının kanun yararına bozulması talep edilmekle;

Dava dosyası ve talep yazısı incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

YARGITAY KARARI

Davacı Orhan Karataş vekili tarafından Klavye Giyim Sanayi ve Ticaret Limited Şirketine karşı açılan ek davada, Ankara 15. İş Mahkemesinin 2003/520 Esas sayılı dosyası üzerinden yürütülen dava sonunda kıdem tazminatı yönünden taleple bağlı kalınarak kabul ve fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmasına karar verildiği belirtilerek bilirkişi raporunda 252.38 YTL olarak hesaplanan kıdem tazminatından bakiye 52,38 YTL lik alacağın faiziyle birlikte tahsiline karar verilmesi istenilmiştir.

Davalı vekili tarafından davanın reddi istenmiş ve karşı dava açılmıştır. Karşı davada, Ankara 15. İş Mahkemesinin 2003/520 Esas, 2007/210 Karar sayılı hükmü gereğince icra takibi yapıldığı belirtilerek, davacı Orhan Karataş’ın 21/11/2002 tarihinde işten ayrılmasından sonra 25/11/2002 tarihinde imzaladığı ibranamenin göz önünde bulundurulması suretiyle 147.473.200 YTL alacağın yasal faiziyle birlikte davacı karşı davalıdan tahsiline karar verilmesi istenilmiştir.

Mahkemece yapılan yargılama sonunda, söz konusu ibranamenin Ankara 15. İş Mahkemesinin 2003/520 Esas sayılı dosyasına da delil olarak sunulduğu, ancak Mahkeme tarafından tartışılıp değerlendirmeye alınmadığı gerekçesiyle asıl davanın reddine, karşı davanın kabulü ile mahsup işlemi yapıldıktan sonra bakiye 84,00 YTL’nin davacı karşı davalıdan alınıp davalı-karşı davacıya verilmesine karar verildiği ve hükmün miktar itibariyle kesin olduğu anlaşılmıştır.

Kesin hükmün amacı kişiler arasındaki uyuşmazlıkların kesin bir biçimde çözümlenmesidir. Bu amacın gerçekleşmesinde, hem kişilerin hem de Devletin yararı vardır. Çünkü kişiler, aralarındaki uyuşmazlığın kesin bir biçimde sonuçlanması için dava sırasında bütün olanaklarını kullanırlar ve dava sonucunda verilecek kararla artık, bu uyuşmazlığın sona ermesini isterler. Bu açıdan, Devletin de menfaati söz konusudur. Çünkü Devlet, mahkemelerin sınırsız bir biçimde aynı uyuşmazlık (dava) ile, sürekli ve yinelenerek meşgul edilmesini istemez.

Kesin hüküm, hem kişiler, hem de devlet için hukuksal durumda istikrar sağlar. Hukuksal güvenlik ve yargı erkine güven, kesin hüküm kurumu ile sağlanır.

Kesin hüküm ikiye ayrılır. Bunlar şekli anlamda kesin hüküm ve maddi anlamda kesin hükümdür.

Şekli anlamda kesin hüküm, sözü edilen karara karşı artık bütün olağan yasa yollarının kapandığı anlamına gelir. Şekli anlamda kesin hükmün amacı, davanın sona erdirilmesine hizmet etmektir. Bir son karar, şekli anlamda kesinleşince, yanların o davada izledikleri amaç gerçekleşmiş olur. Bazı son kararlar verildikleri anda kesindirler. (Örneğin 20.6.1996 tarihinde kabul edilen 4145 sayılı yasa gereğince HUMK. m. 427′de yapılan değişiklikle 1.1.2000 tarihinden itibaren miktar ve değeri 40.000.000.- TL. yi geçmeyen taşınır mal ve alacak davalarına ilişkin verilen son kararlar kesindir. Bu kararlara karşı herhangi bir olağan yasa yoluna başvurulamaz)

Yasa yolu açık olan bir karar, yasa yoluna başvurma süresi geçmekle de kesinleşir. Öte yandan, temyiz yolu açık olan bir karar temyiz edilip sonuçta onanmış ve karar düzeltme süresi geçirilmişse, ya da karar düzeltme istemi de reddedilmişse, veyahut yasa yoluna başvurmaktan feragat edilmişse verilen hüküm şekli anlamda kesinleşir.

Bir hüküm bir kere şekli anlamda kesinleşirse, artık bu hükme karşı, olağan yasa yollarına başvurulamaz. Bununla birlikte bir kararın maddi anlamda kesinleşmesi için öncelikle şekli anlamda kesinleşmesi gerekir.

Diğer yandan, maddi anlamda kesin hüküm, yargısal kararlara tanınan hukuksal gerçeklik niteliğidir. Maddi anlamda kesin hüküm sayesinde, mahkeme kararlarına güven duyulması ve bu kararların uygulanması, yanlar arasındaki uyuşmazlığın bütün bir gelecek için son bulması, çelişik kararlar verilmesine engel olunması, toplumsal yaşam için zorunlu olan hukuksal istikrarın sağlanması amaçlanır.

Maddi anlamda kesin hükmün koşulları HUMK. m.237 de açıklanmıştır. Bunlar; dava konularının (müddeabihlerinin), dava nedenlerinin ve yanlarının aynı olmasıdır.

Buna karşılık, birden fazla kişi aynı davayı açma yetkisine sahip iseler, bunların birinin açtığı davada verilen kararın, diğerinin açtığı davada kesin hüküm oluşturmazsa da, güçlü delil oluşturacağı belirgindir.

Kesin hüküm, yanların cüzi ve külli haleflerini (özel ya da genel ardı) bağlar. Bunun gibi kesin hüküm tüm yargısal organları da bağlar. Artık, hiçbir mahkeme aynı konuyu yeniden inceleyip, farklı yönde yeni bir karar veremez.

Yasama ve yürütme organları ile yönetim, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve yönetim, mahkeme kararları hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez. (Anayasa m. 138, IV) Dolayısıyla kesin hüküm, sonradan çıkarılan bir yasa ile değiştirilemez, ortadan kaldırılamaz. (Anayasa Mahkemesinin 2.6.1989 gün ve 1989/36-24 sayılı ilamı (R.G. 28.9.1989 gün ve 20.296 sayılı, sayfa 17 vd) 19.10.1990 gün ve 1990/3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ( R.G. 22.2.1991 gün ve 20.794 sayılı sayfa: 35 vd), HGK.nun 5.6.1991 gün ve 1991/5-215 E. ve 342 K. sayılı ilamı) (Prof. Dr. Baki Kuru Hukuk Muhakemeleri Usulü Altıncı Baskı, 2001 cilt V sayfa 4980 vd.)

Kesin hüküm itirazı, davanın her aşamasında ileri sürülebilir ve mahkemece yargılamanın her aşamasında kendiliğinden dikkate alınır.

Bu bağlamda kesin delil ise, yanları ve hakimi bağlayan, bu tip delillerle kanıtlanan olayın hukuksal doğru olarak kabul edilmesi gereken delillerdir. Hakimin kesin delilleri takdir yetkisi yoktur. Bu biçimde ispatlanan hususu doğru kabul etmek zorundadır.

Hukukumuzda kesin deliller sınırlı olup bunlar, ikrar (HUMK.m.236), senet (HUMK.m.287), yemin (HUMK.m.337) ve kesin hükümdür. (HUMK.m.237) Yukarıda kesin hükmün de kesin delil oluşturabileceği açıklanmıştır. (Prof. Dr. Baki Kuru Hukuk Muhakemeleri Usulü Altıncı Baskı 2001 ciltli S: 2034 vd)

Somut uyuşmazlıkta; Ankara 15. İş Mahkemesinin 2003/520 Esas, 2007/210 Karar sayılı dosyasında kıdem tazminatına ilişkin talep kısmî bir dava olup fazlaya ilişkin haklar saklı tutulmuştur.

Kısmî dava hakkında verilen kararın kısmî dava konusu yapılan alacak kesimi için kesin hüküm teşkil ettiği şüphesizdir. Kısmî dava sonunda davalının borcunu ödemeye mahkum edilmesi veya kısmî davanın tamamen veya kısmen reddine karar verilmiş olması halinde taraflar arasındaki borç ilişkisinin varlığı veya yokluğu da tespit edilmiş olur ki, bu tespit borç ilişkisinin tümünü kapsar. Bu nedenle kısmî dava sonunda verilen ve kesinleşen kararın tespite ilişkin bölümü, sonradan açılan ek davada kesin delil oluşturur.

Kıdem tazminatına ilişkin kısmî davanın tamamının kabulüne ilişkin olan Ankara 15. İş Mahkemesinin 2003/520 Esas, 2007/210 Karar sayılı hükmü, sonrada açılan ek davada kesin delil teşkil etmektedir. Anılan hüküm ile, işçinin kıdem tazminatı isteme hakkının varlığı saptanmış ve davalı işverenin davacıya kıdem tazminatı ödemekle yükümlü olduğu tespit edilmiştir.

Kesin delil bulunan bir konuda, Mahkemece bu yönün doğruluğunun yeniden araştırılması ve inceleme konusu yapılması hukuken mümkün değildir. Ek davaya bakan mahkeme kısmı dava sonunda verilen hükmün tespite ilişkin bölümü ile bağlıdır. Kamu düzeni ile ilgili olan bu hususun resen göz önünde tutulması gerekmektedir.

Mahkemece söz konusu kesin delilin varlığına rağmen anılan ibranameye geçerlilik tanınması suretiyle yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı bulunmuştur.

SONUÇ: Bu nedenle Yargıtay C. Başsavcılığının kanun yararına bozma istemine atfen düzenlediği tebliğname yerinde görülmekle Ankara 10. İş Mahkemesinin 30.07.2007 tarih ve 2007/415-Esas, 2007/4777 Karar sayılı kararının sonuca etkili olmamak üzere BOZULMASINA, Dosyanın gereği için Yargıtay C. Başsavcılığına TEVDİİNE, 03.06.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.