Etiket arşivi: KİŞİSEL

Yargıtay Hukuk Daireleri Kararları • MAL REJİMİ, FERDİ KAZA SİGORTASI, KİŞİSEL MAL

T.C.
YARGITAY
8.HUKUK DAİRESİ
ESAS NO:2014/3702
KARAR NO:2014/13956
KARAR TARİHİ: 01.07.2014

ÖZET: Davacı ile tarafların ortak miras bırakanı 27.04.1999 tarihinde evlenmiş, 16.01.2007 tarihinde miras bırakanın ölümü ile evlilik birliği son bulmuştur. Başka mal rejimi seçilmediğinden, evlilik tarihinden 01.01.2002 tarihine kadar mal ayrılığı, 01.01.2002 tarihinden mal rejiminin sona erdiği 16.01.2007 tarihine kadar edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir. Resmi evlilik birliği içinde edinilen mallar, mal rejiminin sona erdiği anda mevcut olması durumunda tasfiyede dikkate alınmaları gerekir. Evlenme öncesi veya mal rejimi sona erdikten sonra taraflardan birinin edindiği mal tasfiyeye dahil edilmemelidir. Ölüm sebebi ile ödenen ferdi kaza sigortası ödemesinin ölüm tarihi öncesi ödenmesi imkanı olmadığından, edinilmiş mal sayılması ve hesaplama yapılması da mümkün değildir. Mal rejiminin murisin ölümü ile belirlenmesi, ferdi kaza sigortası poliçesi sebebiyle ödeme yapılması durumunun ölüm tarihi itibariyle ortaya çıkması ve taraftara yapılan ödemelerin ölüm tarihinden sonra yapılması dikkate alınarak, bu ödemeye ilişkin miktarın kişise! mal olduğu ve tasfiyeye dahil edilemeyeceği gözetilmelidir.

Gülgün ile Selin aralarındaki katılma alacağı davasının kabulüne dair …5. Aile Mahkemesi’nden verilen 10.12.2013 gün ve 724/1003 sayılı hükmün duruşma yapılması suretiyle Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmiştir. Dosya incelenerek işin duruşmaya tabi olduğu anlaşılmış ve duruşma için 17.06.2014 Salı günü tayin edilerek taraflara çağrı kağıdı gönderilmişti. Duruşma günü temyiz eden davalı vekili ve karşı taraftan davacı vekili geldiler. Duruşmaya başlanarak temyiz isteğinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan ve hazır bulunanların sözlü açıklaması dinlendikten sonra duruşmaya son verilerek; dosya incelendi, gereği düşünüldü:

Davacı Gülgün vekili, davacının eşini 16.01.2007 tarihinde iş kazası sonucu kaybettiğini, mirasçı olarak davacı ile eşinin önceki evliliğinden olan kızı davalı Selin’in kaldığını, murisin adına ölümünden önce çalıştığı şirket tarafından A… Sigorta AŞ’ye ferdi kaza sigortası yaptırıldığını, sigorta teminatı 100.000 TL’nin ölümden sonra miras payları oranında mirasçılara, 75.000 TL davalıya, 25.0TL davacıya olmak üzere ödendiğini, ferdi kaza sigortasından doğan tazminat alacağının edinilmiş mal niteliğinde olduğunu ve bu tazminatın 50.000 TL’sinin edinilmiş mal olması sebebiyle bakiye 50.000 TL’nin mirasçılar arasında paylaşılması gerektiğini açıklayarak 37.500 TL katılma alacağının davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı Selin vekili, evliliğin ölümle sona erdiğini, MK’nın 178. maddesi gereğince bir yıl içerisinde dava hakkının düştüğünü, davacının bu alacağını bildiğini, zamanaşımı süresi içerisinde davanın açılmadığını, ayrıca sigorta şirketi aleyhine dava açılması gerektiğini, bu davaya bakma görevinin sebepsiz zenginleşme hükümlerine dayanıldığından Asliye Hukuk Mahkemesi’ne ait olduğunu, kaza sigorta ödencesinin edinilmiş mal niteliğinde olmadığını açıklayarak davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.

Mahkemenin, katılma alacağı dava süresinin öğrenildiği tarihten itibaren 10 yıllık genel zamanaşımı süresinde ancak 01.09.2009 öğrenme tarihinden itibaren bir yıl içinde açılması gerektiği, dava tarihi 19.09.2011 tarihi itibarıyla bir yıllık sürenin geçtiği gerekçesi ile davalı vekilinin süresi içerisinde yaptığı zamanaşımı definin kabulü ile açılan davanın zamanaşımı nedeni ile reddine ilişkin kararı, davacı vekilinin temyizi üzerine Dairenin 11.06.2013 tarih 2013/556 Esas, 2013/8825 Karar sayılı ilamı ile esasa ilişkin herhangi bir inceleme yapılmaksızın zamanaşımının 10 yıl olduğu açıklanarak bozulmuş, bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda Mahkemece, davanın kabulü ile 37.500 TL katılma alacağının davalıdan tahsiline karar verilmesi üzerine hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı ile tarafların ortak miras bırakanı Mehmet Cemal 27.04.1999 tarihinde evlenmiş, 16.01.2007 tarihinde Mehmet Cemal’in ölümü ile evlilik birliği sona ermiştir. Başka mal rejimi seçilmediğinden; evlilik tarihinden 01.01.2002 tarihine kadar mal ayrılığı (743 sayılı TKM’nın 170. m.), 01.01.2002 tarihinden mal rejiminin sona erdiği 16.01.2007 tarihine kadar edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir. (TMK’nın 202 ve 4722 sayılı Yürürlük Kanunu m. 10/1) Davacı taraf murisin adına ölümünden önce sağlığında çalıştığı şirket (işvereni) tarafından A… Sigorta AŞ’ye yaptırılan 100.000 TL miktarlı ferdi kaza sigortasından dolayı murisin ölümü nedeniyle davalıya yapılan ödemenin de edinilmiş mal olduğunu açıklayarak 37.500 TL katılma alacağının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkeme gerekçesinde, Adana 4 Aile Mahkemesi’nin 2007/1206 Esas ve 2009/1157 Karar sayılı dava dosyası kapsamı, taraf beyanları ve tüm dosya kapsamına göre, davacının eşinin 16.01.2007 tarihinde iş kazası sonucu ölümü üzerine A… Sigorta A.Ş tarafından ferdi kaza sigortası nedeniyle 100.000 TL teminatın veraset ilamındaki pay oranında 75.000 TL’nin davalı müteveffanın çocuğuna, 25.000 TL’nin ise davacı eşine ödendiği, ferdi kaza sigortasından doğan tazminat alacağının da edinilmiş mal niteliğinde olduğu, 100.000 TL sigorta bedelinin 50.000 TL’sinin edinilmiş mal olup bakiye 50.000 TL’nin miras payı oranında dağıtılması gerektiği, miras payı hissesi sebebiyle 62.500 TL alacağı olup şirket tarafından davacıya ödenen 25.000 TL düşüldüğünde davalıya 37,500 TL davacı hakkı olan katılma alacağının ödendiğinin anlaşıldığı yazılmış ve kabule karar verilmiştir.

Katılma alacağına konu ve tarafların murisi Mehmet Cemal adına ölümünden önce çalıştığı şirket tarafından A… Sigorta AŞ’ye yaptırılan ferdi kaza sigortası poliçesinin 12.10.2006 başlangıç ve 21.09.2007 bitiş tarihli olduğu, yaşam kaybı için 100.00 TL teminat içerdiği, murisin işyeri V… Telekominikasyon tarafından prim ödendiği görülmektedir. Taraflar arasındaki uyuşmazlık ferdi kaza sigortası neticesi taraflara ödenen miktarın tasfiye edilip edilemeyeceği ve davacı lehine katılma alacağına hükmedilip edilemeyeceği noktasındadır.

Dava konusu ferdi kaza sigorta poliçesi incelendiğinde, poliçe sebebiyle oluşan dava konusu 100.000 TL ödemenin muris ve poliçe sigortalısı Mehmet Cemal’in ölümü ile meydana geldiği, bu ödemenin miras payları oranında mirasçıları davacı ve davalıya ölüm tarihinden sonra yapıldığı açıktır. Kural olarak resmi evlilik birliği içinde edinilen mallar, mal rejiminin sona erdiği anda mevcut olması durumunda tasfiyede dikkate alınmaları gerekir.(TMK m.235/1) Evlenme öncesi veya mal rejimi sona erdikten sonra taraflardan birinin edindiği malın tasfiyeye dahil edilmemesi gerekir. Ölüm sebebi ile ödenen ferdi kaza sigortası ödemesinin ölüm tarihi öncesi (mal rejimi sona ermeden önce) ödenmesi imkanı olmadığına, evlilik içinde bir karşılığı da bulunmadığına göre TMK’nın 219 ve 228. maddelerinden hareketle edinilmiş mal sayılması ve hesaplama yapılması da mümkün değildir. Mevcut olayda mal rejiminin muris Mehmet Cemal’in 16.01.2007 tarihinde ölümü ile sona erdiği belirlendiğine, dava konusu ferdi kaza sigortası poliçesi sebebiyle ödeme yapılması durumu ölüm tarihi itibarıyla ortaya çıktığına ve taraflara yapılan ödemeler de ölüm tarihinden (mal rejimi sona erdikten) sonra 11.03.2007 tarihinde yapıldığına göre bu ödemeye ilişkin miktarın kişisel mal olduğu ve tasfiyeye dahil edilemeyeceği, bu nedenle davacının davasının reddine karar verilmesi gerektiği gözden kaçırılarak edinilmiş mal olarak değerlendirilip mal rejiminin tasfiyesinde gözönünde bulundurulması, artık değer kabul edilerek hesaplama yapılması ve yazılı şekilde davacı lehine katılma alacağına hükmedilmesi doğru olmamıştır.

Davalı vekilinin temyiz itirazları bu bakımdan yerinde olduğundan kabulü ile, hükmün açıklanan nedenlerle 6100 sayılı HMK’nın Geçici 3. maddesi yollamasıyla HUMK’nın 428. maddesi hükmü uyarınca (BOZULMASINA), taraflarca HUMK’nın 388/4. (HMK m. 297/ç) ve HUMK’nın 440/1. maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, Yargıtay duruşmasının yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi hükümleri uyarınca

1.100,0TL vekalet ücretinin davacıdan alınarak Yargıtay duruşmasında Avukat marifetiyle temsil olunan davalı Selin’e verilmesine, 501,25 TL peşin harcın istek

halinde temyiz eden davalıya iadesine, 01.07.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: hukukçu — 15 Şub 2015, 01:15


YARGITAY CGK 2007/4md-259E-2008/47K*AVUKATIN KİŞİSEL SUÇU*SAVCININ GÖZALTI KARARI VERMESİ*SAVCININ EYLEMİNİN SUÇ OLUŞTURMAYACAĞI

YARGITAY

Ceza Genel Kurulu 

 

ESAS NO.2007/4.MD-259

KARAR NO.2008/47

KARAR TARİHİ.11.03.2008. 

 

İçtihat Metni

 

Görevi ihmal suçundan sanık A…… Y……'ın beraatına ilişkin Yargıtay 4. Ceza Dairesince verilen 27.09.2007 gün ve 7-42 sayılı hüküm, Yargıtay Cumhuriyet Savcısı tarafından sanığın görevde yetkiyi kötüye kullanma suçunu işlediğinden bahisle temyiz edilmesi üzerine dosya, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının "bozma" istekli 06.11.2007 gün ve 21102 sayılı tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konuşulup düşünüldü:

 

TÜRK MİLLETİ ADINA

 

CEZA GENEL KURULU KARARI

 

Olay tarihinde nöbetçi Cumhuriyet Savcısı olan sanık A…… Y……'ın, gözaltına alınan arkadaşı S….. Y…. nedeniyle geldiği polis karakolunda sarhoşluğun etkisiyle görevlilere karşı hakarette bulunan Aydın Barosuna kayıtlı avukat olan katılan A.. K…' nın gözaltına alınmasına ve alkol muayenesinin yaptırılmasına dair talimat vererek görevini savsadığı iddiasıyla açılan kamu davası sonucunda Yargıtay 4. Ceza Dairesince beraatına ilişkin verilen hüküm, Yargıtay Cumhuriyet Savcısı tarafından görevde yetkiyi kötüye kullanma suçunun oluştuğu görüşüyle temyiz edilmiştir. 

 

İncelenen dosya içeriğine göre; 

 

Katılan A.. K…'nın olay gecesi birlikte alkol aldığı ve kendisinden ayrıldıktan sonra işlediği iddia edilen bir suç nedeniyle polis karakoluna götürülen arkadaşı S….. Y…. hakkında bilgi almak için gece 04.00 sıralarında aynı polis karakoluna gittiği, olayla ilgili olarak kendisine görevliler tarafından bilgi verildiği, katılanın ısrarla S….. Y….'ın serbest bırakılmasını istediği, görevlilerin bu konuda nöbetçi C.Savcısının talimatı olduğunu söylemeleri üzerine bu kez onunla telefonda görüşmek istediği, talebinin kabul edilmemesi nedeniyle karakolda yüksek sesle konuşmaya başlayarak grup amirliği odasında bulunan masayı birkaç kez yumrukladığı, S….. Y….'ın söylediği "A..ciğim köpek köpeği ısırmıyor" sözünü "doğru söylüyorsun" diyerek onayladığı, bu davranışları nedeniyle nöbetçi C.Savcısı olan sanığa telefonla bilgi verildiği, sanığın da katılanın alkol raporunun alınıp düzenlenecek evrakla birlikte adliyeye intikal ettirilmesi talimatını verdiği, katılanın Aydın Devlet Hastanesinde alkolmetre ile yapılmak istenen alkol testini kabul etmediği, serbest bırakıldığı saat 10.30'a kadar nezarethaneye konulmayıp karakolda bulunan bir odada oturmasının ve karakol içinde serbest hareket edebilmesi olanağının sağlandığı gibi üzerinin de aranmadığı, katılanın bu olay nedeniyle Aydın 2. Ağır Ceza Mahkemesince görevlilere hakaret suçundan 765 sayılı TCY'nın 266/1, 59 ve 647 sayılı Yasanın 4. maddeleri uyarınca sonuç olarak 916 YTL adli para cezasıyla cezalandırılmasına karar verildiği ve bu kararın Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 10.10.2007 gün ve 4785-8033 sayılı ilamıyla onanarak kesinleştiği, bu olayın öncesinde katılan A.. K… ile S….. Y…. arasında herhangi vekalet ilişkisinin bulunmadığı anlaşılmakta, bu yöndeki kabulün hüküm mahkemesi Yargıtay 4. Ceza Dairesince de isabetle benimsendiği görülmektedir.

 

Dosya içeriğinde yer alan ve 5271 sayılı CYY'nın 217. maddesi kapsamında hüküm mahkemesince yasaya uygun biçimde tartışılarak hükme dayanak yapılan kanıtlara göre; 

 

Katılan avukat A.. K…'nın, gece vakti polis karakoluna alkollü vaziyette giderek, bir suç soruşturması gereği nezarete alınan arkadaşı S….. Y….'ın nezaret halini sona erdirmeye yönelik davranışlar sergilemesinin, "müdafilik" kapsamında, "görevle ilgili" ve "görevden kaynaklanan" eylemler mahiyetinde bulunmadığı, yazılı vekaletnameye dayalı olarak ya da sözlü vekillendirmeye istinat eder şekilde bir avukatlık görevinin varlığını düşündürecek halin gerçekleşmediği, bu değerlendirmenin doğal sonucu olarak S….. Y….'ın, polisleri ve nöbetçi cumhuriyet savcısını kasteder biçimde, katılan A.. K…'yı muhatap tutarak söylediği; "A..ciğim köpek köpeği ısırmıyor" sözüne, katılan A..'nin "doğru söylüyorsun" diye karşılık verip onaylamak suretiyle yaptığı hakaretin, 1136 sayılı Avukatlık Yasasının 58. ve 59. maddeleri kapsamında değerlendirilemeyerek kişisel suç mahiyetinde kabul edilmek suretiyle, önce yargılama ve bilahare onaylanıp kesinleşen mahkumiyete konu edildiği, bu itibarla; soruşturma görevlilerine karşı 765 sayılı TCY'nın 266/1. maddesi kapsamında hakaret suçu işleyen ve esasen eylem sırasında sarhoş olduğu da gözlemlenen kişinin, velev avukat dahi olsa ancak ve sadece kişisel suçundan söz edilebileceği, bu hal karşısında, durumdan telefonla haberdar edilen nöbetçi cumhuriyet savcısının, avukatın işlediği kanaatine vardığı kişisel suçu itibariyle, polis karakolunda alıkonulması ve alkol denetimine tabi tutulması yönünde talimat vermesinde, hukuka aykırılıktan ve görevde yetkiyi kötüye kullanmaktan söz edilemeyeceği sonucuna varılmış, bu gerekçelerle; Yargıtay 4. Ceza Dairesi'nin 5271 sayılı CYY'nın 223/2-a maddesince verdiği beraat kararının usul ve yasaya uygun bulunduğu görüşüyle, Yargıtay C.Başsavcılığının, sanığın görevde yetkiyi kötüye kullanmak suçunu işlediğine yönelik temyizinin reddine ve hükmün onanmasına karar verilmesi gerekmiştir.

 

SONUÇ: Açıklanan nedenlerle;

 

1- Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 27.09.2007 gün ve 7-42 sayılı kararının ONANMASINA,

 

2- Dosyanın Yargıtay 4. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 11.03.2008 günü tebliğnamedeki isteme aykırı olarak oybirliğiyle karar verildi.

YARGITAY HGK 2012/2-799E. 2013/389 *KİŞİSEL İLİŞKİNİN ADİL ve MAKUL OLMASI*YURTDIŞINA ÇIKIŞ YASAĞI*SEYAHAT ÖZGÜRLÜĞÜNE AYKIRILIK

T.C.

YARGITAY

HUKUK GENEL KURULU

E. 2012/2-799

K. 2013/389

T. 20.3.2013

DAVA : 

 

Taraflar arasındaki “velayet ve iştirak nafakası” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 5. Aile Mahkemesi'nce velayete ilişkin asıl davanın reddine ve iştirak nafakasına ilişkin karşı davanın ise kabulüne dair verilen 27.04.2010 gün ve 2009/427 E., 2010/574 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi'nin 05.07.2011 gün ve 2010/16826 E., 2011/11499 K. sayılı ilamı ile;

( … 1- Dosyadaki yazılara kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre davacı-davalı babanın temyiz itirazları yersizdir.

2- Davalı-davacı kadının temyiz isteminin incelenmesine gelince;

 

Velayeti davalı-davacı annede bulunan 7.12.2005 doğumlu M. ile davacı-davalı baba arasında her hafta sonu Cumartesi günü saat 09.00'dan Pazar günü saat 18.00'e kadar kişisel ilişki kurulması küçüğün yaşı itibarıyla eğitimini, bedeni ve fikri gelişimini olumsuz yönde etkileyeceği gibi çocuğun yurtdışına çıkarılmasının yasaklanması davalı-davacı annenin velayet görevini yerine getirmesine engel oluşturur. Açıklanan yönler gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurulması doğru olmamıştır… ),

Gerekçesiyle hüküm velayet yönüyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; velayet yönünden mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

 

KARAR : 

 

Asıl dava, velayet; karşı dava ise, iştirak nafakası isteğine ilişkindir.

Davacı-karşı davalı ( baba ) vekili, müvekkili ile davalının evlilik dışı ilişkilerinden dünyaya gelen M.'i, davacı babanın tanıyarak kendi soyadını verdiğini, M.'in anne yanında olması nedeniyle küçüğün ahlaki ve diğer birçok yönden iyi yetişmeyeceğini, müvekkilinin yaşam şartlarının çok iyi olduğunu belirterek, küçük M.'in velayetinin müvekkiline verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı-karşı davacı ( anne ) vekili, davacının iddialarının gerçeği yansıtmadığını belirterek, asıl davanın reddi ile müşterek çocuk için 500,00 TL iştirak nafakasına hükmedilmesini karşı dava ile talep etmiştir.

Dosya kapsamından; tarafların evlilik dışı ilişkilerinden 07.12.2005 doğumlu M. adında bir kız çocuğu sahibi oldukları, davacı babanın çocuğu 09.06.2006 tarihinde tanıyarak nüfusuna kaydettirdiği, davacı babanın daha sonra 2007 yılında bir başka bayanla evlendiği ve bu evliliğinden henüz çocuğunun bulunmadığı, davalı annenin yabancı ülke vatandaşı olduğu anlaşılmaktadır.

Ayrıca, yargılama aşamasında mahkemece ara kararı ile küçük çocuk M. ile davacı babası arasında kişisel ilişki kurulmasına ve küçük çocuğun yurtdışına çıkışının yasaklanmasına karar verilmiştir.

Mahkemenin, anne yanında olmasının çocuğun yararına olacağı yönünde uzman raporu da dikkate alınarak asıl davada müşterek çocuğun velayetinin davacı babaya verilmesine yönelik istemin reddine, kişisel ilişki konusunda istemin kabulü ile; müşterek çocuk 07.12.2005 doğumlu M. T. ile davacı baba arasında, her hafta Cumartesi sabah 09:00 Pazar akşam 18:00, dini bayramların ikinci günü sabah 09:00, üçüncü gün akşam 18:00, küçük M. 6 yaşını doldurana kadar her yıl 1 Temmuz sabah 09:00, 20 Temmuz akşam 18:00, 6 yaşını doldurduktan sonra 1 Temmuz sabah 09:00 – 31 Temmuz akşam 18:00, resmi bayramların öğlen 12:00 akşam 18.00 saatleri arasında kişisel ilişki kurulmasına; davalı-karşı davacı ( annenin ) talepleri yönünden ise; küçük çocuk için belirlenen 500,00 TL iştirak nafakasının, karar kesinleştikten sonra da aynı miktarda davacı babadan alınarak velayeten davalı-karşı davacı anneye ödenmesine, müşterek çocuk M. T.'in yurt dışına çıkış yasağının karar kesinleştikten sonra da devamına dair verdiği kararın, taraf vekillerinin temyizleri üzerine, Özel Daire'ce iştirak nafakasına ilişkin kısmı onanmış; ancak kişisel ilişki yönünden yukarıda belirtilen nedenlerle hüküm bozulmuştur.

Mahkemece; “her hafta çocukla kişisel ilişkinin çocuğun gelişimini olumsuz etkileyeceğinin söylenemeyeceği, uzmanların Türk Hukuku'nda düzenlenmeyen 'birlikte velayet taraftarı olduğu, sık ilişkinin buna hizmet edeceği, annenin yabancı olup çocuğu yurt dışına çıkarıp bir daha getirmeyebileceği” gerekçeleriyle kişisel ilişki yönünden önceki kararda direnilmiştir.

Taraflar arasında karşı davadaki iştirak nafakasına ilişkin hüküm kesinleşmiş olup, uyuşmazlık dışıdır.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu'nun önüne gelen uyuşmazlık;

1- Velayeti annede bulunan 7.12.2005 doğumlu M. ile babası arasında her hafta sonu Cumartesi günü saat 09.00'dan Pazar günü saat 18.00'e kadar kişisel ilişki kurulmasının küçüğün yaşı itibarıyla eğitimini, bedeni ve fikri gelişimini olumsuz yönde etkileyip etkilemeyeceği;

2- Çocuğun yurtdışına çıkarılmasının yasaklanması kararının, annenin velayet görevini yerine getirmesine engel oluşturup oluşturmayacağı;

Burada varılacak sonuca göre, yerel mahkemece, kişisel ilişkinin düzenlenmesine ilişkin hükmün yerinde olup olmadığı, noktalarında toplanmaktadır.

Bu noktada, yerel mahkemenin direnme gerekçelerinin ayrı ayrı değerlendirilmesinde yarar vardır.

a ) Yurt dışına çıkış yasağı yönünden yapılan değerlendirmede;

Müşterek çocuğun anne tarafından yurt dışına kaçırılabileceği endişesiyle yurt dışına küçüğün çıkışının yasaklanması, anneye ait olan velayet görevini aksatması yanında sürekliliği itibariyle de 1982 Anayasası'nda düzenlenen ve temel hak niteliğinde olan seyahat özgürlüğüne aykırıdır ( m.23 ).

Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla belirli bir süre ile sınırlanabilir ( m.13 ).

Anayasa'nın 23. maddesine göre, ilke olarak seyahat özgürlüğünün sürekli olarak sınırlandırılması mümkün değildir. Bu özgürlük ancak, çocuğun korunması amacıyla tedbiren geçici bir süre sınırlandırılabilir.

Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne ( İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme'ye ) Ek 4 No'lu Protokol'ün ( 1968 ) “bir devletin ülkesi içinde seyahat özgürlüğü ve ülkesinden ayrılma özgürlüğü” başlığını taşıyan 2. maddesinin ikinci fıkrasında; “Herkes kendi ülkesi dahil herhangi bir ülkeden ayrılmakta özgürdür.>

Aynı maddenin üçüncü fıkrasında ise; “Bu hakların kullanılmasına ulusal güvenlik veya kamu güvenliği yararına, kamu düzeninin korunması, suçun önlenmesi, sağlığın ya da ahlakın korunması için veya başkalarının haklarının ve özgürlüklerinin korunması amacıyla, demokratik bir toplumda gerekli ve yasaya uygun kısıtlamalardan başka hiçbir kısıtlama getirilemez.” ( Harrıs/O'boyle/Warbrıck: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Hukuku, Çevirenler: Mehveş Bingöllü Kılcı-Ulaş Karan, Yüksek Yargı Kurumlarının Avrupa Standartları Bakımından Rollerinin Güçlendirilmesi Ortak Projesi, Avrupa Konseyi-Ankara 2013, Sahife:762 ) denilmek suretiyle seyahat özgürlüğü, garanti altına alınmıştır.

Somut olayda, annesi yabancı ülke uyruklu ancak kendisi Türk Vatandaşı olan küçük çocuğun yurt dışına çıkışını ve dolayısıyla seyahat özgürlüğünü yasaklamayı gerektirecek yasal koşulların bulunmadığı her türlü duraksamadan uzaktır.

b ) Her hafta sonu kişisel ilişki kurulması yönünden yapılan değerlendirmede ise;

Kişisel ilişki kurma hakkı, anne/baba ile çocuğa belirli gün ya da saatlerde görüşme, birbirlerinden haberdar olma, birbirlerinin yaşamında olma, karşılıklı etkilenme yetkisi veren bir haktır. Bu hak, anne/baba için olduğu kadar çocuk için de bir haktır ( 2003 tarihli Çocuklarla Kişisel İlişki Kurulmasına Dair Avrupa Sözleşmesi m.4/1 ). İlişkide anne/babalık duygularının tatmini yanında çocuğun bedensel, fikri, ruhsal, eğitsel, kültürel gelişimine yönelik yararı da gözetilir. Anne/baba yararı ile çocuk yararı çatışırsa, çocuğun yararına üstünlük tanınır ( 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m.182/II, 325 ve 324 ).

Ziyaret günleri olarak, ebeveyn ve çocuk için güçlük ve sorun çıkarmayacak gün ve dönemler tercih edilir. Bu dönemler genellikle hafta sonları ve tatil günleridir. Çocuğun bütün hafta sonlarını velayet kendisine verilmeyen ebeveynle geçirmesi; gerek velayete sahip taraf, gerekse çocuk için sakıncalı sonuçlar doğurabilir. Zira, tatil günleri ve hafta sonlarında kişi kendini psikolojik bakımdan daha rahat ve serbest hisseder. Çocuğun bu ayrıcalıklı günleri sadece bir tarafta geçirmesi; sıkıntılı günleri ise, velayeti üstlenenle geçirmesi, velayeti üstlenenden uzaklaşmasına, soğumasına, karşı tarafa bağlanmasına yol açabilir.

Böyle bir durumda, velayeti üstlenen, çocuğuna fazla zaman ayıramayabilir, eğitim ve terbiye ile yetiştirme görevini layıkıyla yerine getirmesi de güçleşebilir. Ayrıca, boşanma durumunda çocuk, anne ve babasının boşandığını algılamakta güçlük çekebilir.

Öyleyse, kişilerin zaman bakımından daha uygun olan ve kendilerini daha rahat hissettikleri hafta sonları ve tatil günlerinde çocuklarıyla bir arada olabilmesi, bu güzelliği ve rahatlığı paylaşabilmeleri en doğal haklarıdır.

Diğer yandan, her hafta sonu velayet kendisinde olmayan ebeveynle kalan çocuğu nedeniyle velayet kendisinde olan çocuğu teslim ve geri alma durumu nedeniyle hafta sonlarını planlayamaz duruma düşecektir.

Öyleyse, kişisel ilişkide hafta sonları ve tatil günlerinin, çocuğun yaşı da gözetilerek, ebeveynler tarafından paylaşılması makul ve adildir.

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Yerel mahkemece, velayeti davalı-karşı davacı annede bulunan 7.12.2005 doğumlu M. ile davacı-karşı davalı baba arasında her hafta sonu Cumartesi günü saat 09.00'dan Pazar günü saat 18.00'e kadar kişisel ilişki kurulmasına karar verilmiş olması, küçüğün yaşı, eğitimini, bedeni ve fikri gelişimini olumsuz yönde etkileyeceğinden doğru değildir.

Öte yandan, yukarıda belirtildiği üzere, çocuğun yurtdışına çıkarılmasının yasaklanması; yabancı uyruklu olduğu anlaşılan davalı-karşı davacı annenin velayet görevini yerine getirmesine engel oluşturacağı gibi, çocuğun seyahat özgürlüğünün kısıtlanması sonucunu doğuracağı da aşikârdır.

Tüm bu açıklamalar karşısında, yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulu'nca da yukarıdaki ilave gerekçelerle benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

 

SONUÇ :

 Davalı-karşı davacı ( anne ) vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen ilave gerekçe ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanun'un 440/1. maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 20.03.2013 gününde oybirliği ile karar verildi.

 

KAMU GÖREVLİSİNİN KUSURUNDAN DOLAYI TAZMİNAT / KİŞİSEL KUSUR / HİZMET KUSURU

T.C.
YARGITAY
Dördüncü Hukuk Dairesi
E: 2005/1946
K: 2006/3385
T: 28.03.2006
KAMU GÖREVLİSİNİN KUSURUNDAN DOLAYI TAZMİNAT
KİŞİSEL KUSUR
HİZMET KUSURU
ÖZET: Kamu görevlilerine karşı açılan tazminat davala­rında kamu görevlisinin hizmet kusurundan ayrılabilen ki­şisel kast veya kusurunun olup olmadığı araştırılmalı, kişi­sel kast ve kusuru varsa davanın kabulü, yoksa reddi yolu­na gidilmesi gerekir.
818 s. BORÇLAR KANUNU [Madde 41]
Davacılar Mahmut vd. vekili tarafından, davalılar Murat vd. aleyhine 25.08.1995 ve 24.02.2000 gününde verilen dilekçeler ile haksız eylem nede­niyle tazminat istenmesi üzerine yapılan yargılama sonunda; Mahkemece davanın kısmen kabulüne dair verilen 30.12.2004 günlü kararın Yargıtay’da duruşmalı olarak incelenmesi davalı M. Halit ve A. Mansur vekilleri, duruş-masız olarak incelenmesi de diğer taraf vekillerince süresi içinde istenilmek­le temyiz dilekçelerinin kabulüne karar verildikten ve tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.
Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülme­mesine göre tarafların yerinde bulunmayan bütün temyiz itirazlarının reddiy­le usul ve yasaya uygun olan hükmün (ONANMASINA), 28.03.2006 günün­de oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY
Dava, kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken (görevlerini yaparken) kusurları sonucu şahıslara zarar vermelerinden kaynaklanan ve zarar gören şahısların kamu görevlileri aleyhine adli yargıda açtıkları tazminat davasıdır.
Kamu görevlileri aleyhine adli yargıda açılan tazminat davalarında sayın çoğunlu­ğun görüşü; “kamu görevlisinin hizmet kusurundan ayrılabilen kişisel kast ve kusu­runun olup olmadığının araştırılması, kişisel kast ve kusuru varsa davanın kabulü, yoksa davanın reddi gerektiği”yönündedir.
Bu tür davalarda; kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken veya görevlerini ya­parken şahısların zarar görmesi halinde, zarar görenlerin kamu görevlisinin şahsına karşı adli yargıda dava açıp açamayacağı, dava açılmış ise kamu görevlisinin hizmet kusurundan ayrılabilen kişisel kast ve kusurunun araştırılmasına gerek olup olmadı­ğı ve netice itibariyle davanın esastan mı yoksa husumetten mi reddine veya kabu­lüne karar verileceği ve bu konuda yorum yolu ile sonuca ulaşmanın ve uygulama yapmanın mümkün olup olmadığı sorunun esasını teşkil etmektedir.
Bu konuda sağlıklı bir sonuca ulaşabilmek için öncelikle konuya ilişkin yasal dü­zenlemelerin incelenmesi gereklidir. Anayasa’nın 129/5. maddesi gereğince; Memur­lar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken (görevlerini yaparken) işledikle­ri kusurlardan doğan tazminat davaları kendilerine rücu edilmek kaydı ile kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak ancak idare aleyhine açılabilir.
657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nın “Kişilerin uğradıkları zararlar başlıklı” 13. maddesi gereğince de; Kişiler kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı bu görevleri yerine getiren personel aleyhine değil ilgili kurum aleyhine dava açabilirler.
Borçlar Yasası’nın “Haksız muamelelerden doğan borçlar başlıklı” 41/1. madde­si hükmüne göre;Gerek kasten gerek ihmal ve teseyyüp yahut tedbirsizlik ile haksız bir surette diğer kimseye bir zarar ika eden şahıs o zararın tazminine mecburdur.
Sayın çoğunluğun, Anayasa’nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nın 13. maddesini, Borçlar Yasası’nın 41/1. maddesi ışığında yorumlayarak, kamu görevlileri aleyhine kişisel kast ve kusurlarının varlığı halinde adli yargıda dava açılabileceği ve esastan karar verilmesi gerektiği görüşünü benimsediği anlaşılmaktadır. Genel bir hüküm olan Borçlar Yasası’nın 41/1. maddesinde yine genel olarak “zarar ika eden şahıs” esas alınmış olup, kamu görevlisi veya memurdan bahsedilmemektedir. Bir konuda, hem genel hüküm hem de özel hüküm varsa, o takdirde özel hükümlere üstünlük tanınarak uygulama yapılması hukukun temel prensiplerin­dendir.
Yukarıda açıklanan Anayasa’nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nın 13. maddesi, Borçlar Yasası’nın 41/1. maddesine göre özel hüküm mahi­yetinde olup açıkça, “Kamu görevlilerinin vermiş olduğu zararlardan dolayı kamu gö­revlilerinin şahsına karşı değil ilgili kamu idaresi aleyhine dava açılacağı” hükmünü amirdir.
Borçlar Yasası’nın 41/1. maddesi de dahil olmak üzere tüm yasalar Anayasa hü­kümlerine aykırı olamaz. Dolayısıyla Anayasa’nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Dev­let Memurları Yasası’nın 13. maddesinin açık hükmü karşısında Borçlar Yasası’nın 41/1. maddesi esas alınarak kast ve kusurlarından dolayı kamu görevlileri aleyhine dava açılabileceğinin yorum yolu ile kabul edilmesi mümkün değildir.
TMK’nun 1. maddesi hükmü gereğince “Kanun, sözüyle ve özüyle değindiği bü­tün konularda uygulanır. Kanunda uygulanabilir bir hüküm yoksa hâkim örf ve adet hukukuna göre, bu da yoksa kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse ona göre karar verir. Hâkim, karar verirken bilimsel görüşlerden ve yargı karar­larından yararlanır”. Bu itibarla, yargının görevi yasaları uygulamaktadır.
Anayasa’nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nın 13. mad­desi, yorum gerektirmeyecek kadar açık ve nettir. Dolayısıyla BK’nun 41/1. madde­sine göre söz konusu yasa maddelerinin yoruma müsait olmaması nedeniyle lafzı ile (aynen) uygulanması ve netice itibariyle kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken, gö­revlerini yaparken vermiş oldukları zarardan doğan tazminat davalarının kamu görev­lileri aleyhine değil ancak idare aleyhine açılabileceğinin kabulü gerekir.
Sayın çoğunluk, kamu görevlileri dava edilerek verilen zararın doğrudan ve daha teminatlı bir biçimde tazmininin sağlanabileceği görüşündedir. Bu düşünce isabetli değildir, çünkü Anayasa’nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Yasa’nın 13. maddesinde­ki düzenlemeler sosyal, hukuk devleti olma ilkesinin bir sonucu olarak getirilmiştir. Ekonomik olarak güçlü olan Devletin, kamu görevlisinin vatandaşa verdiği zararı doğrudan üstlenmek suretiyle zarar gören kişilerin bir an evvel zararlarının karşılanması amaçlanmıştır. Bu nedenle söz konusu düzenlemeler zarar gören kişilerin aley­hine olmadığı gibi, zararlarının giderilmesi yönünde büyük bir teminat teşkil etmekte­dir.
Diğer yandan, yasalar iptal edilmedikçe veya değiştirilmedikçe yürürlüktedir ve mevcut hükümleri ile uygulanmaları gerekir. Uygulanabilirliği veya bir kısım ihtiyaçla­ra cevap verebilmeleri açısından yasaların yetersizliği veya değiştirilmesi gerektiği sonucuna varılsa dahi yorum yolu ile yasaların Anayasa’ya aykırı şekilde uygulanma­sı veya hiç uygulanmaması yoluna gidilemez. Çünkü yasal düzenleme yapma yetki ve görevi TBMM’ne aittir ve ihtiyaç doğduğunda yeni yasal düzenlemeler yapılabilir.
Bu konudaki mevcut yasal düzenlemeler (Anayasa 129/5. ve 657 sayılı Yasa’nın 13. mad.) hem kamu düzenine uygun hem de zarar gören kişilerin yararlarını koruya­cak niteliktedir. Zarar gören şahıs doğrudan İdare Mahkemesinde davasını açarak zararının tazmini imkânına kavuşacaktır. Sayın çoğunluğun görüşleri kabul edildiği takdirde, zarar gören kişiler idare aleyhine idari yargıda, kamu görevlileri aleyhine ise adli yargıda dava açmak zorunda kalacaklarından bu durumda zarar gören kişiler yö­nünden, hem zaman açısından hem de ekonomik yönden külfetli olacağı gibi, kamu görevlisi aleyhine adli yargıda açılan tazminat davası sonucunda kamu görevlisinin hükmedilen tazminatı karşılayacak mali gücünün olmaması halinde alacağını tahsil edememe riski ile de karşılaşacaklardır. Bu uygulama, Anayasa’nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Yasa’nın 13. maddesindeki düzenlemelerin amacına aykırı düşeceği gi­bi, idari yargının görevine giren bir konuda adliye mahkemelerinin yargılama yapma­sı gibi, görev yönünden kamu düzenine aykırı sonuçlar doğuracaktır.
Sayın çoğunluk görüşünde, açılan dava görülürken kamu görevlisinin kastı veya kusuru olup olmadığı üzerinde durulmaktadır. Oysa yukarıda açıklanan yasal düzen­lemeler karşısında adli yargının, yoruma dayalı olarak kamu görevlisinin hizmet ku­surundan ayrılabilen kişisel kastının veya kusurunun araştırılması görevi ve yetkisi bulunmamaktadır. Çünkü 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nın “kişisel sorumluluk ve zarar” başlıklı 12/2. maddesinde de; “Devlet memurunun kasıt, kusur, ihmal ve tedbirsizliği sonucu idare zarara uğratılmış ise, bu zararın ilgili memur tarafından ra­yiç bedel üzerinden ödenmesi esastır” hükmü yer almaktadır. Bu hüküm de bize, ka­mu görevlisinin kasıt, kusur, ihmal ve tedbirsizliğinin, idarenin kendi görevlisine kar­şı açacağı rücu davasında nazara alınıp araştırılacağını açıkça göstermektedir.
Dolayısıyla kişilerin kamu görevlilerine karşı adli yargıda dava açmaları, bu dava­larda adli yargının kamu görevlisinin kastı veya kişisel kusurunu araştırarak sonucu­na göre esasa ilişkin karar vermesi mümkün değildir.
Sonuç olarak; Anayasa’nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nın 13. maddesinin düzenlediği, “Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin görevleri­ni yaparken, yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan dolayı zarar gören kişilerin açacakları tazminat davaları kamu görevlisi aleyhine değil ancak idare aleyhine açı­lır” hükmünün açık, net ve amir olması, bu düzenlemeler gereğince kamu görevinden dolayı zarar gören kişilerin ancak idare aleyhine idari yargıda dava açabileceği, ka­mu görevlisi aleyhine adli yargıda dava açılmasının ve açılacak bu davalarda kamu görevlisinin kişisel kast veya kusurunun araştırılmasının mümkün olmaması, yargının görevi yasa hükümlerini uygulamak olup yürürlükteki yasa hükümlerine aykırı yorum ve uygulama yapılamayacağı, idari yargının görevine giren davaların kamu düzenine aykırı sonuç doğuracak şekilde adli yargıda görülemeyeceği, kamu görevlileri hak­kında adli yargıda kişiler tarafından açılan tazminat davalarının kast ve kusur araştır­ması yapılmaksızın husumet yönünden reddine karar verilmesi gerektiği kanaat ve düşüncesinde olduğumdan sayın çoğunluk görüşlerine katılmıyorum. 28.03.2006
Üye
Kamil Kancabaş

DOKTOR HATASI SONUCU ÖLÜM / GÖREV / HİZMET KUSURU / KİŞİSEL KUSUR

T.C.

YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
E: 2006/4-86
K: 2006/111
T: 29.3.2006
DOKTOR HATASI SONUCU ÖLÜM
GÖREV
HİZMET KUSURU
KİŞİSEL KUSUR
2709 s. TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI (1) [Madde 129]
818 s. BORÇLAR KANUNU [Madde 45]
818 s. BORÇLAR KANUNU [Madde 47]
657 s. HARİTA GENEL KOMUTANLIĞI KANUNU (1) (2) [Madde 13]
2577 s. İDARİ YARGILAMA USULÜ KANUNU (1) [Madde 2]
1086 s. HUKUK USULÜ MUHAKEMELERİ KANUNU [Madde 7]
Taraflar arasındaki “tazminat”davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Asliye 23. Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 30.09.2004 gün ve 266-523 sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 28.02.2005 gün ve 785-1896 sayılı ilamı ile; ( … 1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere göre davalılardan Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na yönelik temyiz itirazları reddedilmelidir.
2- Diğer davalılara yönelik temyiz itirazlarına gelince; davacılar dava dilekçesinde; kulak rahatsızlığı nedeniyle … Büyükşehir Belediyesi Hastanesine götürülen desteği muayene eden doktorun ameliyat olması gerektiğine karar verdiğini, Belediye Hastanesinde böyle bir ameliyatın yapılamayacağını belirterek Hastanesi’ne sevk ettiğini, … Hastanesi’nde ameliyat olamadığını, ileri bir tarihte tekrar Belediye Hastanesi’ne başvurarak, muayenesinden sonra desteğin tam teşekküllü bir hastaneye sevk edilmesini istediğini, davalılardan doktor Ö.Ö’nün sevk yapamam ameliyatı ben yapacağını diyerek hiçbir tetkik yapılmadan hastaya narkoz verip ameliyata başladığını, doktor ve hastane görevlilerinin ameliyata başladıktan ve hasta bitkisel hayata girdikten sonra yoğun bakım ünitesinin gerekli olduğunu fark ederek hastayı … Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne sevk ettiklerini, durumu ağırlaşan desteğin öldüğünü, ameliyata başlandıktan sonraki gelişmelerin hastanın yoğun bakım ünitesi bulunan bir hastaneye sevk edilmemesinin büyük hata olduğunu gösterdiğini, ameliyatın özensiz ve sağlıksız koşullarda yapıldığını ileri sürerek, desteğin ölümünden dolayı maddi ve manevi tazminat isteminde bulunmuşlardır.
Davalılar ise; Anayasa 129/5,657 Sayılı Yasanın 13. maddesi gereği davanın idari yargı yerinde idare aleyhine açılması gerektiğini, hastanın ilk müracaat ettiği tarihte ameliyatta kullanılan mikroskop camı arızalı olduğundan … Hastanesi’ne sevk edildiğini, 3 gün süren her türlü tetkik ve tahliller yapıldıktan sonra ameliyata karar verildiğini, idari soruşturmada doktor ihmali olmadığını, hastane ve ameliyathane şartlarının bu vakalara uygun olduğu sonucuna varıldığını, kusurları olmayan gerçek kişilerin kusuru olmadığını belirleyen savcılığın takipsizlik kararı verdiğini, bu tür ameliyatlar için yoğun bakım ünitesi bulunmasının zorunlu olmadığını ileri sürerek istemin reddedilmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Yerel mahkemece; Anayasa’nın 129/5. maddesi gereğince kamu görevlilerinin yetki ve görevlerini yerine getirirken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının kendilerine rücu edilmek kaydıyla ancak idare aleyhine açılabileceği, davalı kuruma izafe edilen eylemin tamamen idari nitelikte olduğu, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Yasası’nın 2. maddesi hükmünce
Tam yargı davası olan bu davaya bakma görevinin idari yargı alanına girdiği, …
Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik davanın nitelik itibariyle idari yargının görev alanına girdiği için açılan davaya ait dava dilekçesinin bu davalı yönünden yargı yolu itibariyle, diğer davalılar yönünden ise husumet yokluğuna binaen reddine karar verilmiştir.
Karar davacılar tarafından temyiz edilmiştir.
Anayasa’nın 129/5. maddesi gereğince memurların ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken meydana gelen zararlara ilişkin davaların idare aleyhine açılması gerekir. Ancak idare aleyhine dava açılabilmesi eylemin hizmet kusurundan kaynaklanmış olması koşuluna bağlıdır. Dava dilekçesindeki açıklamalara göre davacılar, davalı gerçek kişilerin kişisel kusurlarına dayanmışlardır. Şu durumda mahkemece, öncelikle bu iddia doğrultusunda inceleme yapılmalı, bu bağlamda tarafların tüm delilleri toplanıp değerlendirilmeli, idarenin hizmet kusuru dışında, davalı gerçek kişilerin hizmetten ayrılabilen kişisel kusur oluşturabilecek davranışları bulunup bulunmadığı araştırılarak varılacak sonuca göre karar verilmelidir.
Yerel mahkemece açıklanan yönler gözetilmeden yazılı biçimde karar verilmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir… )
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının özel daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine 29.03.2006 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

MANEVİ TAZMİNAT DAVASI / KAMU GÖREVLİSİNCE YARGI KARARININ UYGULANMAMASI / KİŞİSEL KUSUR

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
E: 2006/4-309
K: 2006/359
T: 7.6.2006
MANEVİ TAZMİNAT DAVASI
KAMU GÖREVLİSİNCE YARGI KARARININ UYGULANMAMASI
KİŞİSEL KUSUR

2709 s. TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI (1) [Madde 125]
2709 s. TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI (1) [Madde 138]
2577 s. İDARİ YARGILAMA USULÜ KANUNU (1) [Madde 2]
Taraflar arasındaki “manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Asliye 12. Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 08.06.2004 gün ve 125-248 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 13.10.2005 gün ve 14562-10882 sayılı ilamı ile, ( … Dava, haksız eylem nedeniyle uğranılan zararın tazmini istemine ilişkindir. Yerel mahkemece dava reddedilmiş, kararı davacı temyiz etmiştir.
… Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısı olan davacı 26/12/2002’de görevinden alınarak “müşavirlik”görevine atanmış, bu atamaya yönelik kararın idari yargı kararı ile iptali ile yasal sürede, 03/1212oo3’de görevine iade edilmiştir. Daha sonra 26/01/2004 tarihinde davacının bu kez “APK uzmanlığı” kadrosu ile ataması yapılmıştır. Davacı bu yeni atama ile yargı kararının görünürde uygulandığı halde gerçekte uygulanmadığını belirterek eldeki bu davayı açmıştır. Yukarıdaki anlatım itibariyle idari yargı kararının gerçek anlamda uygulanmadığı, başka birisinin idari yargı kararı ile göreve dönmesi üzerine kadronun boşaltılmasında hukuki zorunluluk bulunmadığı, mevcut yasal düzenlemeye göre yargı kararının kadro aranmaksızın uygulanması gerektiği de gözetildiğinde davaci hakkındaki işlemle gerçek ve kalıcı nitelikte yargı kararının uygulandığından söz edilemez. Şu durumda davacı yararına takdir edilecek miktarda manevi tazminata hükmetmek gerekirken yazılı gerekçe ile davanın reddi doğru görülmediğinden kararın bozulması gerekmiştir… )
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, idari yargı kararının uygulanmaması nedenine dayalı manevi tazminat istemine ilişkindir.
Davacı vekili; … Bakanlığı müsteşar yardımcılığı görevinde iken, 26.12.2002 tarihli müşterek kararname ile bakanlık müşavirliğine atanan müvekkilinin; bu atamaya yönelik kararnamenin iptali istemiyle açtığı davada, Danıştay 5. Daire’since verilen yürütmeyi durdurma kararından sonra 03.12.2003 tarihinde görevine iade edildiğin; ancak, 26.01.2004 tarihinde ikinci kez görevinden alınarak Araştırma Planlama ve Koordinasyon Kurulu Başkanlığı emrine APK uzmanı olarak atandığını;bu son atamaya, başka birinin idari yargı kararıyla göreve dönmesi sonucu kadro boşaltılması gerekçe olarak gösterilmiş ise de, boş bulunan diğer müsteşar yardımcılığı kadrolarına eş zamanlı başka atamalar yapılmış olmasının, yürütmeyi durdurma kararının gerçekte değil, görünürde uygulandığının göstergesi olduğunu; bu işlemler nedeniyle müvekkilinin mesleki kariyeri ve itibarı zedelendiği gibi, ailevi açıdan da ağır tesirleri olduğunu ileri sürerek, 10.000.000.000.- TL manevi tazminatın yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili; davacı hakkında tesis edilen işlemin, tamamen yasal ve anayasal zorunlulukların gereği olduğunu savunarak, davanın reddine karar verilmesini cevaben bildirmiştir.
Mahkemenin, “davacının müsteşar yardımcılığı görevinden alınması yönündeki idari işlemin yürütülmesinin durdurulmasına dair yargı kararı uygulanarak 03.12.2003 tarihinde görevine iade edildiğini, takip eden dönemde yapılan atama işlemleri ile ilgili yargı kararı bulunmadığı gibi, idarenin uygulamaktan kaçındığı, başkaca yargı kararının da olmadığının anlaşıldığı” gerekçesiyle “davanın reddine” dair verdiği karar, özel dairece yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; yerel mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
… Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısı olarak görevli bulunan davacının, 26.12.2002 tarihli müşterek kararname ile bakanlık müşavirliğine atandığı; anılan kararnamenin iptali istemiyle açılan davada Danıştay 5. Dairesi’nin 22.09.2003 tarihli kararı ile “dava konusu işlemin yürütülmesinin durdurulmasına” karar verilmesi üzerine davacının, 03.12.2003 tarihinde görevine iade edildiği; dava dışı şahsın yargı kararıyla müsteşar yardımcılığı görevine dönmesi üzerine kadro boşaltılmasında zorunluluk bulunduğu gerekçesiyle davacının görevinden alınarak 26.01.2004 tarihinde Araştırma Planlama ve Koordinasyon Kurulu Başkanlığı APK uzmanı olarak atandığı ve boş bulunan başka bir müsteşar yardımcılığı kadrosuna 29.01.2004 tarihinde yeni bir atama yapıldığı uyuşmazlık dışıdır.
Açıklanan maddi olgu, bozma ve direnme kararlarının kapsamları itibariyle uyuşmazlık; 22.09.2003 tarihli yürütmeyi durdurma kararının gerçek ve kalıcı nitelikte uygulanıp uygulanmadığı, bu bağlamda davacı yararına manevi tazminata hükmedilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Bilindiği üzere, Anayasa’nın 2. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti, sosyal bir Hukuk Devleti’dir. Bu noktada Hukuk Devleti, insan hak ve özgürlüklerini ön planda tutan, bu hakları koruyucu, adaletli bir hukuk düzeni kuran ve bunu sürdürmekle kendini yükümlü sayan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm Devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yönetenlerin her türlü işlem ve eylemleri yargı denetimine tabi olan bir Devlettir.
Gerçekte de bireylerin Devlete karşı güven duyabilmeleri, maddi ve manevi varlıklarını serbestçe, korkusuzca geliştirebilmeleri, ancak hukuk güvenliğinin sağlandığı bir sistem içinde olanaklıdır.
Şu durum karşısında Hukuk Devleti ilkelerinin yaşamda tutulması, amacının sağlanması için bağımsız yargı kararlarına uymak kaçınılmaz bir zorunluluktur.
İşte bu nedenledir ki, yasa koyucu idarenin her türlü eylem ve işlemlerine yargı yolunu açık tutmuş, yasama ve yürütme organları ile idarenin, mahkeme kararlarına uyma zorunluluğunu hükme bağlamıştır ( Anayasa md. 125, 138 ).
Ayrıca Anayasa’nın 138. maddesi hükmüne paralel olarak; 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 28. maddesinin 1. fıkrasında “…Danıştay, Bölge İdare Mahkemeleri, İdare ve Vergi Mahkemeleri’nin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre, idare, gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecburdur. Bu süre hiçbir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemez…” hükmü yer almakta olup; 4. fıkrasında ise “mahkeme kararlarının otuz gün içinde kamu görevlilerince kasten yerine getirilmemesi halinde ilgili, idare aleyhine dava açabileceği gibi, kararı yerine getirmeyen kamu görevlisi aleyhine de tazminat davası açabilir”şeklinde bir düzenleme getirilmiştir.
Gerek öğretide, gerekse sapma göstermeyen yargısal içtihatlarda yargı kararlarını uygulamamanın, salt kişisel kusuru oluşturacağı benimsenmiştir.
Hemen belirtilmelidir ki, yürütmenin durdurulması kararları da nihai kararlar gibi bir mahkeme kararı olduğundan, anılan kararlara yürütme ve idarenin uyma zorunluluğu bulunduğu kuşkusuzdur.
Öte yandan, idari yargı ve Danıştay’ca verilen yürütmenin durdurulması veya iptal kararlarının salt uygulanmaması, bu kararları uygulamayan kamu görevlilerinin, zararın gerçekleşmesi halinde tazminatla sorumlu tutulmasını gerektirici bir olgudur.
Diğer anlatımla, sorumluluk için idarenin ve kamu görevlisinin ayrıca kin, garez, husumet ve benzeri duyguların etkisi altında hareket ettiklerinin araştırılmasına gerek yoktur. Salt yargı kararlarının yerine getirilmemesi sorumluluk için yeterli bir unsurdur ( Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 22.10.1979 gün ve 7/2 sayılı kararı ).
Yargı kararlarının uygulanmaması, kamu görevlisi yönünden kişisel kusur oluşturmasının yanında;Türk Ceza Kanunu’nun 228. maddesinde açıklanan “Devlet memurlarından her kim bir şahıs veya memur hakkında memuriyetine ait vazifeyi suiistimal ile kanun veya nizamın tayin ettiği ahvalden başka suretle keyfi bir muamele yapar veya yapılmasını emreder veya ettirirse cezalandırılır” hükmünü ihlal eden suç niteliğinde olduğu ceza yargısı ile tespit edilmiştir ( Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 05.05.1998 T., E. 98/14-MD. 122, K. 1998/167 sayılı kararı ).
Somut olayda; davalının Bakanı olarak görevli bulunduğu sırada müsteşar yardımcısı olan davacı, bu görevinden alınarak müşavirlik görevine atanmıştır. Her ne kadar davacı, atama işleminin idari yargı kararı ile yürütülmesinin durdurulmasından sonra, 03.12.2003 tarihinde görevine iade edilmiş ise de, kısa bir süre sonra, 26.01.2004 tarihinde APK uzmanlığı kadrosu ile ikinci kez görev yerinin değiştirilmiş ve salt kadro boşaltılması nedenine dayalı olarak yapılan bu ikinci atamadan sonra, açık bulunan diğer müsteşar yardımcılığı kadrolarına başka atamalar yapılmış olması karşısında; Danıştay 5. Dairesi’nce verilen 22.09.2003 tarihli yürütmeyi durdurma kararının gerçek anlamda uygulandığından söz edilmesi olanaklı değildir.
Bu itibarla, davalının imza ve katkılarıyla yapılan işlemlerle, yürütmeyi durdurma kararı gerçek ve kalıcı nitelikte uygulanmadığından; zararın varlığının kabulü ile, davalının tazminatla sorumlu tutulması gerektiği kuşku ve duraksamadan uzaktır.
Hal böyle olunca; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen ve davacı yararına manevi tazminat takdir edilmesi gereğine işaret eden özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken, yanılgılı gerekçeyle davanın reddine dair önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve özel daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 07.06.2006 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

ÇOCUKLA KİŞİSEL İLİŞKİ KURULMASI

T.C.
YARGITAY
İkinci Hukuk Dairesi
E: 2006/2205
K: 2006/8578
T: 31.5.2006
ÇOCUKLA KİŞİSEL İLİŞKİ KURULMASI

4721 s. TÜRK MEDENÎ KANUNU [Madde 182]

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
Kişisel ilişkinin düzenlenmesinde velayeti kendisine bırakılmayan çocuk ile ana ve babadan her birinin kişisel ilişki kurmasına ilişkin kararda kişisel ilişkinin yerinin sınırlandırılmaması gerekir.
Bu yön gözetilmeden kişisel ilişkinin Antalya Side sınırları ile sınırlandırılması doğru bulunmamıştır.
SONUÇ : Temyiz olunan hükmün gösterilen sebeple ( BOZULMASINA ), bozma sebebine göre diğer yönlerin şimdilik incelenmesine yer olmadığına, temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 31.05.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.