Etiket arşivi: KOŞULLARI

Yargıtay Ceza genel Kurulu, “Meşru Müdafaanın Gerçekleşme Koşulları”

Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 2012/1-1286 esas sayılı ve 2013/264 karar sayılı kararı

İLGİLİ KAVRAM : MEŞRU MÜDAFAANIN GERÇEKLEŞME KOŞULLARI

Kasten öldürme suçuna teşebbüsten sanık Gökhan’nın 5237 sayılı TCK’nun 82/1-e, 35/2, 29, 31/3 ve 62. maddeleri uyarınca 7 yıl 6 hapis cezası ile cezalandırılmasına ilişkin, Bolvadin Ağır Ceza Mahkemesince verilen 16.02.2010 gün ve 142-16 sayılı hükmün sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 1. Ceza Dairesince 17.05.2011 gün ve 884-3186 sayı ile;

“Dosya içeriğine göre; sanık Gökhan ile mağdur Barış’ın aynı köyde ikamet ettikleri, aralarında olay tarihinden bir yıl önce futbol oynadıkları sırada kavga etmelerinden dolayı anlaşmazlık bulunduğu, olay günü köy kahvehanesinin önünde kardeşi Burak’la oturan mağdurun hayvanlarını sulamak için köy kahvehanesinin ilerisinde bulunan çeşmeye doğru götüren sanığa ters ters baktığı, mağdurun, köy çeşmesine gidip, hayvanlarını suladıktan sonra evine doğru yürüdüğü sırada sanığın önüne geçip, önceden aralarında yaşanan kavgayı anımsatarak, “geçen sene yediğin dayaktan akıllanmadın herhalde” diyerek sanığın üzerine saldırıp, onu yere yatırdığı, üzerine çökerek yerde boğazını sıktığı, mağdurun kardeşi Burak’ın da, mağdurun yanına gelip, sanığın ayaklarını tutmaya çalıştığı, sanığın, kurtulmak amacıyla mağdura yumrukla vurmaya çalıştığı, ancak başaramadığı, mağdurun, yumrukla sanığın baş bölgesine vurarak saldırısına devam ettiği, sanığın, bu darbeler sonucu, Bursa Adli Tıp Kurumu’nun 13/01/2010 tarihli raporunda belirtildiği üzere, boyun bölgesinde yaygın sıyrık, sağ kulak arkasında şişlik, sol omuzda ekomotik alanlar, baş bölgesinde ekimozlar ve hassasiyet oluşacak şekilde yaralandığı, kendisine yönelik saldırıdan kurtulmayı başaramayan sanığın, bu kez meyve kesmek için her zaman yanında bulundurduğu çakı bıçağını sağ cebinden tek eliyle çıkarıp açtığı bıçağı üzerine doğru çömelmiş vaziyette bulunan mağdura, hayati bölgeleri hedef alma koşullarının bulunmadığı ortamda rastgele salladığı, bıçağın mağdurun sol koltuk altından göğüs kısmına isabet ettiği, bıçağı mağdurun üzerinden kalkması için yeniden salladığında mağdurun dizinde çizik oluşturacak şekilde yaralanma meydana getirdiği, saldırı sona erdikten sonra engel olmadığı halde eylemi sürdürmediği olayda;

Sanığın, kendisine yönelmiş, gerçekleşen ve tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı, o anki hal koşullara göre, saldırıyla orantılı bir şekilde defetme zorunluluğunda bulunmasına rağmen, bu sınırı mazur görülebilecek bir heyecan, korku ve telaşla aştığı anlaşıldığı halde, TCK’nun 27/2 ve CMK’nun 223/3-c maddeleri uyarınca ceza verilmesine yer olmadığına karar verilmesi yerine yazılı şekilde delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek TCK’nun 82/1-e, 35, 29, 31/3, 62. maddeleri ile hüküm kurulması,” isabetsizliğinden bozulmasına ve sanığın tahliyesine karar verilmiştir.

Bolvadin Ağır Ceza Mahkemesi ise 01.11.2011 gün ve 103-124 sayı ile;

“…Mahkememizce 14.12.2009 tarihinde olay yerinde yapılan tatbiki keşif ve bu keşif sonrası düzenlenip keşfi izlemeye olanak veren bilirkişi raporundan da anlaşılacağı üzere olayın daha önce meydana gelen ve taraflar arasında bulunan husumet nedeniyle katılan suça sürüklenen Barış’ın katılan suça sürüklenen Gökhan’ın üzerine doğru gelip ona hitaben daha önce aralarındaki yaşanan olayı hatırlatıp ‘geçen sene yediğin dayaktan akıllanmadın herhalde’ şeklinde söz söylemesi üzerine başladığı, bu aşamaya kadar katılan suça sürüklenen Gökhan’ın olay yerinden uzaklaşma imkanı bulunduğu halde katılan suça sürüklenen Barış ile katılan suça sürüklenen Gökhan’ın karşılıklı olarak birbirlerine vurmaya başladıkları, bu kavga sırasında katılan suça sürüklenen Barış’ın elinde herhangi bir kesici delici aletin bulunmayıp yumrukla vurduğu, katılan suça sürüklenen Gökhan’ın aynı şekilde karşılık verdiği, fakat kavganın devamı sırasında katılan suça sürüklenen Barış’ın katılan suça sürüklenen Gökhan’ı yere yatırıp boğazına sarılması sonrasında katılan suça sürüklenen Gökhan’ın mücadele edemeyeceğini anlaması üzerine sağ cebinden çıkarttığı bıçakla katılan suça sürüklenen Barış’ın sol yan taraftaki göğüs boşluğuna vurup daha sonrada yine tekrar aynı şekilde eylemini devam ettirerek bıçağı suça sürüklenen Barış’ın göğüs bölgesine sallayıp ancak olayda katılan suça sürüklenen Barış’ın ilk darbe sonrası ayağa kalkması ve hareketli vaziyette bulunması nedeniyle bıçak darbesinin katılan suça sürüklenen Barış’ın sağ dizine vurmak sureti ile yaraladığı, bu şekilde gelişen olayda ise meşru müdafaa halinin mevcut bulunmadığı zira meşru müdafaa hükümlerinin uygulanabilmesi için gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hâl ve koşullara göre defetmek zorunluluğunun bulunması ve ayrıca buna karşı verilen tepkinin saldırı ile orantılı olması gerektiği, olayımızda ise yukarıda açıklandığı üzere olayın gelişim süreci göz önüne alındığında katılan suça sürüklenen Gökhan’ın olay öncesinde olay yerinden uzaklaşma imkanı olduğu halde uzaklaşmayarak kavga ortamının oluşumuna etkisi bulunduğu, ayrıca bunun dışında olay sırasında kendisine yumrukla vuran katılan suça sürüklenen Barış’a karşı bıçakla karşılık vermesi dolayısıyla orantı ilkesine aykırı davranması nedeniyle olayımızda meşru müdafaa şartlarının oluşmadığı, bu durumda katılan suça sürüklenen Gökhan lehine meşru müdafaa hükümlerinin uygulanmayacağı, bunun dışında olayın gelişim süreci, hedef alınan vücut bölgesi,darbenin şiddeti ve yaranın niteliği birlikte nazara alındığında katılan suça sürüklenen Gökhan’ın olayda katılan suça sürüklenen Barış’ı öldürme kastı ile hareket ettiği sonucuna varıldığından katılan suça sürüklenen Gökhan ve müdafiinin olayın meşru müdafaa kapsamında değerlendirilmesi ve olayda öldürme kastı ile değil yaralama kastı ile hareket edildiği yönündeki savunmalarına itibar edilmeyerek buna ilişkin hükümler uygulanmamış ve katılan suça sürüklenen Gökhan’ın üzerlerine atılı ve mahkememizce sabit görülen katılan suça sürüklenen Barış’ı kasten öldürmeye teşebbüs eylemi nedeniyle cezalandırılmasına karar verilmesi gerekmiş,bunun yanında katılan suça sürüklenen Gökhan hakkında katılan suça sürüklenen Barış’a karşı gerçekleştirdiği kasten öldürmeye teşebbüs suçundan dolayı teşebbüs nedeni ile cezasından indirim yapılırken olayda kullanılan silahın cinsi, darbenin şiddeti ve mağdurdaki yaralanmanın niteliği ile hasıl olan sonuca göre meydana gelen zararın ağırlığı nazara alınarak katılan suça sürüklenen çocuğa verilecek ceza miktarının takdiren 18 yıl hapis olarak belirlenmesine karar verilmiş, ayrıca yukarıda ayrıntıları ile açıklanan şekliyle gelişen olayda suça sürüklenen Barış’ın katılan suça sürüklenen Gökhan’ın önüne geçip ona hitaben daha önce aralarındaki yaşanan olayı hatırlatarak suça sürüklenen Gökhan’a saldırdığı, bunun üzerine tarafların karşılıklı olarak birbirlerine vurmaya başladıkları, daha sonra katılan suça sürüklenen Barış’ı yere yatırıp boğazına doğru sarılması nedeniyle bu fiilin meydana getirdiği hiddet ve şiddetli elemin etkisi altında katılan suça sürüklenen Barış’ı karşı üzerine atılı suçu işlediği anlaşıldığından katılan suça sürüklenen Gökhan lehine haksız tahrik hükümleri uygulanmış, bununla birlikte haksız tahrik hükümleri uygulanırken TCY’nın 29. maddesinde, ‘haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işleyen kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine 18 yıldan 24 yıla, müebbet hapis cezası yerine 12 yıldan 18 yıla kadar ağır hapis cezası verilir, diğer hallerde verilecek cezanın dörtte birinden dörtte üçüne kadar indirilir’ şeklinde düzenleme getirilip olaydaki haksız fiilin failde meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etki ve derecesine göre mahkemeye takdir hakkı verildiği anlaşıldığından, katılan suça sürüklenen Gökhan’ın üzerine atılı suçlarla ilgili hüküm kurulurken haksız fiil sonucunda katılan sanıkta oluşan etkinin ağırlık derecesi göz önüne alınarak TCY’nın 29/1 maddesi gereğince ¼ oranında indirimin yapılmasına karar verilmesi gerekmiştir” gerekçesiyle, oyçokluğuyla direnilmesine karar verilmiştir.

Bu hükmün de sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 22.09.2012 gün ve 49154 sayılı “TCK’nun 35. maddesi uygulamasında fazla ceza tayini nedeniyle bozma” istekli tebliğnamesiyle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA

CEZA GENEL KURULU KARARI

Sanığın 5237 sayılı TCK’nun 82/1-e, 35/2, 29, 31/3 ve 62. maddeleri uyarınca 7 yıl 6 hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilen somut olayda, Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanık hakkında TCK’nun 27/2. maddesinin uygulanma şartlarının bulunup bulunmadığının belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya içeriğinden;

1993 doğumlu lise öğrencisi olan sanık Gökhan ile yine 1993 doğumlu mağdur Barış’ın aynı köyde ikamet ettikleri, aralarında olay tarihinden bir yıl önce kavga etmelerinden dolayı husumet bulunduğu, 22.08.2009 günü mağdur Barış ile kardeşi Burak’ın köy kahvehanesinde oturduğu sırada hayvanlarını sulamak amacıyla köy çeşmesine götüren sanığın önlerinden geçerken, mağdurun yoldan geçen sanığa ters ters baktığı, sanığın köy çeşmesine gidip hayvanlarını suladıktan sonra evine doğru köy yolundan yürüdüğü sırada mağdur Barış’ın sanığın önüne geçip, önceden aralarında yaşanan kavgayı hatırlatarak; “geçen sene yediğin dayaktan akıllanmadın herhalde” dediği ve sanığın üzerine saldırarak onu yere yatırdığı, mağdurun üzerine çökerek yerde yumruk ile vurmaya ve boğazını sıkmaya başladığı, mağdurun kardeşi Burak’ın da mağdurun yanına gelip sanığın ayaklarını tutmaya çalıştığı, sanığın üzerinde bulunan mağdurdan kurtulmak amacıyla mağdura yumrukla vurmaya çalıştığı ancak kurtulmayı başaramadığı, mağdur Barış’ın sanık Gökhan’ın boyun bölgesini sıkmak ve vurmak suretiyle saldırısını devam ettirdiği, kendisine yönelik saldırıdan kurtulmayı başaramayan sanığın, bu kez meyve kesmek için yanında bulundurduğu 8 cm. uzunluğundaki çakı bıçağını sağ cebinden tek eliyle çıkarıp açtığı ve üzerine kapanmış vaziyette bulunan mağdura rastgele salladığı, çakı bıçağının mağdur Barış’ın sol koltuk altından göğüs kısmına isabet ettiği, sanığın çakı bıçağını mağdurun üzerinden kalkması için yeniden salladığında mağdurun dizinde çizik oluşturacak şekilde yaralanma meydana getirmesi sonucu sanık Gökhan’ın mağdurun elinden kurtulduğu, sanık Gökhan’ın mağdurun saldırısından bu şekilde kurtulduktan sonra herhangi bir engel neden bulunmadığı halde eylemini sürdürmediği ve olay yerinden koşarak uzaklaştığı, sanığın bir süre saklandığı ve olaydan 5 gün sonra 27.08.2009 tarihinde kendiliğinden gelerek teslim olduğu,

Sanığın olaydan 5 gün sonra Emirdağ Devlet Hastanesinden alınan 27.08.2009 gün ve 1128 sayılı adli raporunda; boyun bölgesinde yaygın iyileşmiş sıyrık izleri, sağ kulak arkasında şişlik, sol omuzda 2×1 cm ekomotik alanlar, bel bölgesinde iyileşmeye başlamış ekimozlar, başın arka kısmında ağrı ve hassasiyet tespit edildiği, Bursa Adli Tıp Kurumu’nun 13.01.2010 tarihli raporunda belirtildiği üzere bu yaralanmaların basit tıbbi müdahale ile giderilebileceği,

Olaydan sonra ameliyat edilen mağdur Barış ‘ın Bursa Adli Tıp Kurumu’nun 13.01.2010 tarihli raporuna göre; sırt sol arka taraftaki göğüs boşluğuna nafiz ve akciğer yaralanmasına, intercostal damarlarda kesilmelere yol açan 1 adet kesici-delici alet yaralanmasının, şahsın hayatını tehlikeye sokacak ve basit tıbbi müdahale ile giderilemeyecek şekilde, ayrıca sol diz bölgesinde 5 cm’lik çizik şeklinde 1 adet kesici-delici alet yaralanmasının, hayati tehlikeye neden olmayıp basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek nitelikte olduğunun tespit edildiği,

Olayın gerçekleşme şekli konusunda yerel mahkeme ile Özel Daire arasında bir uyuşmazlık bulunmadığı,

Anlaşılmaktadır.

Meşru savunma, 5237 sayılı TCK’nun 25/1. maddesinde; “Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez” şeklinde düzenlenmiştir. 765 sayılı TCK, sadece “nefs ve ırzı” savunmaya değecek nitelikte değerler olarak kabul ederken, 5237 sayılı TCK, kişinin kendisinin veya başkasının meşru savunma ile korunabilecek her türlü hakkını bu kapsama dahil etmiştir.

Gerek öğretide, gerekse yerleşmiş yargısal kararlarda vurgulandığı üzere; 765 sayılı TCK’nun 49/2. ve 5237 sayılı TCK’nın 25/1. maddelerinde düzenlenen ve hukuka uygunluk nedenlerinden birini oluşturan meşru savunma, hukuka aykırılığı ortadan kaldırmakta ve bu nedenle de eylemi suç olmaktan çıkarmaktadır.

Meşru savunmanın oluştuğunun kabul edilebilmesi için saldırıya ve savunmaya ilişkin şartların birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.

1- Saldırıya ilişkin şartlar:

a) Bir saldırı bulunmalıdır. Saldırının var olmasını geniş olarak anlamak, başlayacağı muhakkak olan ve başladığı takdirde savunmayı imkânsız kılacak veya güç hale getirecek bir saldırıyı başlamış, keza bitmiş olmasına rağmen tekrarından korkulan bir saldırıyı da henüz sona ermemiş saymak zorunludur.

b) Bu saldırı haksız olmalıdır.

c) Saldırı meşru savunma ile korunabilecek bir hakka yönelik olmalıdır. Bu hakkın, kişinin kendisine veya bir başkasına ait olması arasında fark yoktur.

d) Saldırı ile savunma eşzamanlı bulunmalıdır.

2- Savunmaya ilişkin şartlar:

a) Savunma zorunlu olmalıdır. Zorunluluk ile kastedilen husus, failin kendisine veya başkasına ait bir hakkı koruyabilmesi için savunmadan başka imkânının bulunmamasıdır.

b) Savunma saldırana karşı olmalıdır.

c) Saldırı ile savunma arasında oran bulunmalıdır.

Savunmanın, meşru savunma şartlarının bulunduğu sırada başladığı, ancak orantılılık ilkesinin ihlal edilmesi nedeniyle meşru savunmanın gerçekleştiğinin kabul edilmediği durumlarda, “sınırın aşılması” söz konusu olabilmektedir.

Sınırın aşılmasını 765 sayılı TCK’na göre oldukça farklı şekilde düzenleyen 5237 sayılı TCK’nun 27. maddesinde; “(1)Ceza sorumluluğunu kaldıran nedenlerde sınırın kast olmaksızın aşılması halinde, fiil taksirle işlendiğinde de cezalandırılıyorsa, taksirli suç için kanunda yer alan cezanın altıda birinden üçte birine kadarı indirilerek hükmolunur.

(2) Meşru savunmada sınırın aşılması mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmiş ise faile ceza verilmez” denilmektedir. Kanun maddesi ve gerekçedeki anlatımın aksine öğretide kabul edilen görüşe göre, “Ceza sorumluluğunu kaldıran nedenlerde sınırın kast olmaksızın aşılması” ibaresini “Hukuka uygunluk hallerinde sınırın aşılması” olarak anlamak gerekir. (İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 5. bası, Ankara, 2010, s. 375-384; Ersan Şen,Yeni TCK Yorumu, Vedat Kitapçılık, İstanbul, 2006, C.1, s.74-77; Mahmut Koca, Yeni TCK’nda Hukuka Uygunluk Nedenleri, Ceza Hukuku Dergisi, S.1, Ekim 2006, s.111 vd.; Sedat Bakıcı, Ceza Hukuku Genel Hükümleri, 2. bası, s.615 vd.; Haydar Metiner – Ahsen Koç, TCK Genel Hükümleri, Ankara, 2008, C.1, s. 692 vd.) Nitekim 5271 sayılı CMK’nun hüküm çeşitlerini düzenleyen 223. maddesinin sistematiği de bu anlayışı desteklemektedir.

5237 sayılı TCK’nda dört hukuka uygunluk nedeni düzenlenmiştir: meşru savunma, hakkın kullanılması, kanunun emrini ifa ve ilgilinin rızasıdır. Hukuka uygunluk nedeninin bulunması, eylemin suç olmasını engelleyeceğinden, fail hakkında 5271 sayılı CMK’nun 223. maddesinin 2. fıkrasının (d) bendi uyarınca beraat kararı verilecektir. Buna karşın, “sınırın aşılması” bir hukuka uygunluk nedeni olmayıp, TCK’nun 27. maddenin 1. fıkrasındaki durum itibarıyla kusurluluğu azaltan, 27. maddenin 2. fıkrasındaki durum itibarıyla da kusurluluğu ortadan kaldıran nedenlerden bir tanesidir. Başka bir deyişle, hukuka uygunluk nedenlerinde sınırın kast olmaksızın aşılması halinde “beraat” kararı değil, anılan maddenin 1. fıkrasına göre indirimli ceza veya 2. fıkrasına göre CMK’nun 223. maddesinin 3. fıkrasının (c) bendi gözetilerek “ceza verilmesine yer olmadığı” kararı verilecektir.

TCK’nun 27. maddesinin 1. fıkrasında, fail bir hukuka uygunluk nedeninin sınırını aşmakta ise de, bunu bilerek ve isteyerek yani kasten yapmamaktadır. Ancak, fiil taksirle işlendiğinde de cezalandırılabiliyorsa, fail sınırı kast olmaksızın aşmış olması dolayısıyla taksirinden sorumlu tutulmaktadır.

5237 sayılı TCK’nun 27. maddesinin 2. fıkrasında, hukuka uygunluk nedenlerinden sadece meşru savunma için sınırın aşılmasına ilişkin özel bir düzenleme öngörülmüştür. Buna göre bu hükmün uygulanabilmesi için;

1- Meşru savunma ile korunabilecek bir hakkın bulunması,

2- Saldırıya ilişkin şartların var olması,

3-Savunmaya ilişkin şartlardan “ölçülülük ya da orantılılık” şartının, savunma lehine ihlal edilmesi suretiyle sınırın aşılması,

4- Sınırın aşılmasının mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmesi gerekmektedir.

Tüm bu şartların birlikte gerçekleşmesi halinde, meşru savunmada sınırı aşan faile CMK’nun 223/3-c maddesi uyarınca ceza verilmeyecektir. Bu durumda, kişinin, maruz kaldığı saldırı karşısında içine düştüğü heyecan, korku veya telaş dolayısıyla davranışlarını yönlendirme yeteneğinin ortadan kalkması söz konusu olacağından, meşru savunmada sınırın aşılmasından dolayı kusurlu sayılmayacağı kabul edilir. Dolayısıyla, belirleyici olan maruz kalınan saldırının kişiyi içine düşürdüğü psikolojik durumdur. Zira kişi sırf maruz kaldığı saldırının etkisiyle, “heyecan, korku veya telaşa” kapılarak meşru savunmanın sınırlarını aştığında bu maddeden yararlanabilecek, buna karşılık saldırının etkisinin yanında, saldırıdan kaynaklanmış olsa bile, öfke gibi nedenlerle sınır aşıldığında ise aynı korumadan faydalanılması söz konusu olmayacaktır. Başka bir deyişle, failin amacı, saldırının defedilmesinden çok kin duygusunu tatmine yönelik ise meşru savunmada sınırın aşılması değil, ancak haksız tahrik söz konusu olabilecektir.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu ele alınıp değerlendirildiğinde;

Aynı yaşta olup, aynı köyde yaşamakta olan mağdur ve sanık arasında olaydan bir yıl kadar öncesine dayanan husumetin olduğu, olay günü hayvanlarını sulamak amacıyla yoldan geçmekte olan sanığa köy kahvehanesinde oturan mağdurun ters ters baktığı, sanığın hayvanlarını suladıktan sonra dönüşü sırasında mağdurun bu kez önüne geçerek; “geçen sene yediğin dayaktan akıllanmadın herhalde” dediği, sanığın üzerine saldırarak onu yere yatırdığı ve yerde üzerine çıkarak vurmaya ve boğazını sıkmaya başladığı, bu sırada mağdurun kardeşi Burak’ın da mağdura yardım ederek sanığın ayaklarını tuttuğu, sanığın tüm çabasına rağmen saldırıdan kurtulmayı başaramadığı, sanığın üzerinde bulunan mağdurun, boğazını sıkmak ve vurmak suretiyle saldırısını devam ettirdiği, sanığın devam eden saldırıdan kurtulmak amacıyla köy hayatında yanında bulundurmasının mutad olduğu 8 cm. uzunluğundaki çakı bıçağını sağ cebinden tek eliyle çıkarıp açtığı ve üzerinde bulunan mağdura rastgele sallaması sonucunda mağdur Barış’ın sol koltuk altı bölgesinden yaralandığı, mağdurun üzerinden kalkmasını sağlamak için sanığın çakı bıçağını bu kez mağdurun bacağına doğru salladığı, mağdurun dizinde çizik oluşturacak şekilde yaralanma meydana geldiği, sanığın bu şekilde yaralanan mağdur Barış’ın altından kurtulduğu, yaralanması nedeniyle saldırısını sona erdiren mağdur Barış’a karşı sanığın engel bir neden olmamasına rağmen eylemini devam ettirmediği ve olay yerinden uzaklaştığı, mağdurun sol arka taraftaki göğüs boşluğuna nafiz ve akciğer yaralanması nedeniyle hayati tehlike geçirecek, sol diz bölgesindeki çizik şeklindeki yaralanması nedeniyle de basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralandığı, sanığın olaydan beş gün sonra kendiliğinden gelerek teslim olmasından sonra alınan adli raporunda; boyun bölgesinde yaygın iyileşmiş sıyrık izleri, sağ kulak arkasında şişlik, sol omuzda ekomotik alanlar, bel bölgesinde iyileşmeye başlamış ekimozlar, başın arka kısmında ağrı ve hassasiyet tespit edildiği anlaşılmaktadır.

Bu şekilde meydana gelen olayda, sanığın hukuka uygunluk nedenlerinde sınırı aşıp aşmadığının belirlenebilmesi için öncelikle meşru savunma şartlarının oluşup oluşmadığının belirlenmesi gereklidir. Mağdur Barış’ın sanığı yere yatırdıktan sonra ona vurması, boğazını sıkmaya başlaması ve mağdurun kardeşi Burak’ın sanığın mukavemet etmesini engelleyecek şekilde ayaklarından tutması karşısında, sanığın bu haksız saldırı nedeniyle kendisini savunma hakkı doğmuştur. Ancak sanığın cebinden çıkardığı çakı bıçağı ile, kendisine saldıran mağduru yaralamaya yönelik olarak hayati bölgeleri dışında, örneğin bacaklarına doğru vurarak saldırıyı defetmesi mümkün iken mağdurun göğüs bölgesine doğru rastgele çakı bıçağını sallaması sonucu mağduru göğüs boşluğuna nafiz ve akciğer yaralanması oluşturacak şekilde yaralaması eyleminde, saldırı ve savunmaya ilişkin diğer şartların bulunduğunda şüphe bulunmamakta ise de, “gerçekleştirilen savunmanın, maruz kalınan tecavüzü defedecek ölçüde olması” yani “saldırı ile savunma arasında oran bulunması” şartı gerçekleşmediğinden, meşru savunmanın şartlarının oluştuğundan sözedilemez. Başka bir anlatımla, savunma ile saldırı arasındaki denge savunma lehine bozulmuş, dolayısıyla da ölçülülük ya da orantılılık ilkesi ihlal edilmiştir.

Savunmanın, meşru savunma şartlarında başladığı, ancak orantılılık ilkesinin ihlal edilmesi nedeniyle meşru savunmanın gerçekleştiğinin kabul edilemeyeceğine göre bu durumda, TCK’nun 27. maddesinde düzenlenen “sınırın aşılması”nın söz konusu olup olamayacağının değerlendirilmesi gerekmektedir. Sanığın, mağdurun göğüs bölgesine doğru çakı bıçağını rastgele salladığı ve sınırın kastla aşıldığı sabit olduğuna göre, maddenin 1. fıkrasının olayda uygulanma şartlarının bulunmadığı açıktır.

Kanun koyucu tarafından sadece meşru savunmaya ilişkin olarak kabul edilen ve anılan maddenin 2. fıkrasında düzenlenen mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelen nedenlerle sınırın aşılmasının olayda uygulanmasının söz konusu olup olamayacağına gelince; sanığın aralarında geçmişe dayalı husumet bulunan mağdurun kendisine saldırarak yere yatırması, vurmaya ve boğazını sıkmaya başlaması, mağdurun kardeşi Burak’ın da ayaklarından tutması nedeniyle tüm çabasına rağmen ellerinden kurtulamaması göz önüne alındığında, meşru savunmada sınırın mazur görülebilecek bir heyecan, korku ve telaş ile aşıldığının kabulü zorunludur. Sanığın, maruz kaldığı saldırının etkisiyle içine düştüğü psikolojik hal nedeniyle heyecanlanması, paniğe kapılması ve hatta korkması, bunun sonucunda da meşru savunma sınırını aşması hayatın olağan akışında beklenebilecek bir durum olup, somut olayda TCK’nun 27. maddesinin 2. fıkrasının uygulanma şartları gerçekleşmiştir.

Bu nedenle, TCK’nun 27/2 ve CMK’nun 223/3-c maddeleri uyarınca ceza verilmesine yer olmadığına karar verilmesi gerekirken, yerel mahkemece sanığın tahrik altında kasten öldürme suçuna teşebbüsten yazılı şekilde cezalandırılmasına karar verilmesinde isabet bulunmamaktadır.

Bu itibarla, yerel mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.

SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle,

1- Bolvadin Ağır Ceza Mahkemesinin 01.11.2011 gün ve 103-124 sayılı direnme hükmünün sanık hakkında TCK’nun 27/2 ve CMK’nun 223/3-c maddeleri uyarınca ceza verilmesine yer olmadığına karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,

2- Dosyanın, mahalline gönderilmesi için Yargıtay C.Başsavcılığına TEVDİİNE, 28.05.2013 günü yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu, zincirleme suçun uygulama koşulları

Yargıtay Ceza Genel Kurulu

2012/14-1396 esas sayılı ve 2013/268 karar sayılı kararı

Sanık Mervan ‘ın çocuğun nitelikli cinsel istismarı suçundan TCK’nun 103/2, 43/1, 62, ve 53. maddeleri uyarınca sekiz yıl dört ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ve hak yoksunluğuna ilişkin, Niğde Ağır Ceza mahkemesince verilen 08.11.2010 gün ve 167-265 sayılı hükmün sanık müdafileri tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 14. Ceza Dairesince 06.02.2012 gün ve 22245-755 sayı ile;

“Çocuğun nitelikli cinsel istismarı suçundan verilen hükme yönelik temyize gelince;

Yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddine, ancak;

Oluş ve kabule göre, sanığın iki kez gerçekleştirdiği cinsel istismar suçunu aynı zaman dilimi içerisinde işlediği gözetilerek temel cezanın uygun bir miktar artırılması ile yetinilmesi gerekirken, zincirleme suç kabul edilerek TCK’nun 43. maddesinin uygulanması” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 04.05.2012 gün ve 71448 sayı ile;

“TCK’nun 43. maddesinin düzenlemesi, bir suçun ‘değişik zamanlarda’ işlenmesini aramaktadır. Zaman; bir işin, bir oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre olarak tanımlanmaktadır. Organ sokmak suretiyle cinsel saldırı suçunun işlendiği zaman, kanunda tanımlanan hareketin tamamlandığı süredir. Zaman kavramını bir suçun işlendiği yani hareketin yapıldığı süre olarak anlamak gerekir. Bu açıdan her organ sokmak suretiyle gerçekleştirilen eylemin geçtiği süre ‘değişik zaman’dır.

Aksinin kabulü uzun sürelerde pek çok kez gerçekleştirilen organ sokmak suretiyle cinsel saldırı eylemlerinin tek suç olarak kabulü sonucunu doğuracaktır ki, bunun ne hakkaniyete, ne de yasa koyucunun amacı ve yasal düzenlemeye uygun düşmeyeceği açıktır.

Dolayısıyla bu hallerde genel olarak cinsel saldırı suçları ile somut olay açısından, TCK’nun 43. maddesinin uygulanma koşulları vardır. Yüksek Dairenin bu nedenlere dayanan bozma kararı hukuka uygun bulunmamaktadır” görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurarak, Özel Daire bozma kararının kaldırılması ve hükmün onanması isteminde bulunmuştur.

CMK’nun 308/1. maddesi uyarınca inceleme yapan Özel Dairece 01.10.2012 gün ve 11848-9222 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle, Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Yargıtay Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA

CEZA GENEL KURULU KARARI

İtirazın kapsamına göre inceleme, sanık hakkında çocuğun nitelikli cinsel istismarı suçundan kurulan hükümle sınırlı olarak yapılmıştır.

Suçun sübutunda bir sorun ve bu kabulde de dosya içeriği itibarıyla herhangi bir hukuka aykırılık bulunmayan somut olayda, Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanık hakkında zincirleme suç hükümlerinin uygulanmasının isabetli olup olmadığının belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya içeriğinden;

Adli Tıp Kurumu Niğde Şube Müdürlüğü raporunda; mağdurenin genital bölgesinde kanamalı, taze ekimozlu alanlar bulunduğu, bakire olmadığı, kızlık zarının bir ila beş günlük zaman dilimi içerisinde bozulduğu bilgilerine yer verildiği,

Mağdure; sanıkla bir yıldır duygusal arkadaşlıkları bulunduğunu, annesinin de bu durumu bildiğini, babasının duyması üzerine kızdığını ve evlenmesine rıza göstermeyeceğini söylediğini, olay gecesi sanıkla buluştuğunu, sanığa kendisi ile kaçmak istediğini söylediğini, sanığın da kabul ettiğini, birlikte dayısının evine gittiklerini, gece burada kaldıklarını, ertesi sabah sanığın evlerine gittiklerini, sanığa ilişkiye girmedikleri takdirde babasının evlenmelerine rıza göstermeyeceğini söylediğini, bunun üzerine rızası dâhilinde iki kez cinsel ilişkiye girdiklerini, aynı gün teslim olduklarını, sanığın baskı ve zorlaması bulunmadığını, şikâyetçi olmadığını belirttiği,

Sanık; mağdure ile evlenmeyi düşündüklerini, olay gecesi mağdurenin kendisini aradığını, evlerinin yakınında buluştuklarını, mağdurenin; “beni seviyorsan kaçır” dediğini, mağdureyi sevdiği için kabul ettiğini, birlikte dayısının evine gittiklerini, gece ayrı odalarda kaldıklarını, sabah kendi evlerine gittiklerini, mağdurenin, ilişkiye girmeleri gerektiğini, aksi takdirde babasının evlenmelerine rıza göstermeyeceğini söylediğini, önce kabul etmediğini, bu beraberliğin evlilik sonrasına kalmasını istediğini, mağdurenin ısrarcı olduğunu, kendi rızası dâhilinde iki kez birlikte olduklarını, üzerine atılı suçlamayı bu şekilde kabul ettiğini beyan ettiği,

Anlaşılmaktadır.

Ceza hukukunda kanundaki suç tanımına uygun biçimde gerçekleşen her netice, ilke olarak ayrı bir suçu oluşturur ve fail kaç netice meydana getirmiş ise o kadar suç işlemiş sayılarak her birinden ayrı ve bağımsız bir şekilde cezalandırılır. Ancak bazı hallerde birden fazla netice meydana gelmiş olsa bile faile meydana gelen netice sayısınca ceza verilmeyerek tek bir cezaya hükmolunması ile yetinilir. Birden fazla neticenin meydana gelmesine karşın faile tek ceza verilmesini gerektiren hallerden birisi de zincirleme suçtur. Zincirleme suçta faile tek ceza verilirken kanunun öngördüğü miktarda artırımın da yapılması sözkonusudur.

Zincirleme suç, 765 sayılı TCK’nun 80. maddesinde; “Bir suç işlemek kararının icrası cümlesinden olarak kanunun aynı hükmünün bir kaç defa ihlal edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa bile bir suç sayılır” şeklinde düzenlenmişken, 5237 sayılı TCK’nun 43. maddesinin konumuza ilişkin ilk cümlesinde; “Bir suç işleme kararının icrası kapsamında, değişik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda, bir cezaya hükmedilir” biçiminde hüküm altına alınmıştır.

5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 43/1. maddesinde düzenlenen zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için,

a- Aynı suçun değişik zamanlarda birden fazla işlenmesi,

b- İşlenen suçların mağdurlarının aynı kişi olması,

c- Bu suçların aynı suç işleme kararı altında işlenmesi gerekmektedir.

765 sayılı TCK’da yer alan “muhtelif zamanlarda vaki olsa bile” ifadesi karşısında, aynı suç işleme kararı altında birden fazla suçun aynı zamanda işlenmesi durumunda da diğer şartların varlığı halinde zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi mümkündür. Nitekim 765 sayılı TCK’nun yürürlükte olduğu dönemde bu husus yargısal kararlarla kabul edilmiş ve uygulama bu doğrultuda yerleşmiştir. 5237 sayılı TCK’nun 43/1. maddesindeki “değişik zamanlarda” ifadesi nedeniyle zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için, suçların mutlaka değişik zamanlarda işlenmesi gereklidir ki bunun sonucu olarak, aynı mağdura, aynı zamanda, aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda tek suçun oluşacağı kabul edilmiştir. Bu halde zincirleme suç hükümleri uygulanarak artırım yapılamayacak, ancak bu husus TCK’nun 61. maddesi uyarınca temel cezanın belirlenmesinde göz önüne alınabilecektir.

Burada “aynı zaman” ve “değişik zaman” kavramları üzerinde durulmalıdır. Kanunda bu konuda bir açıklık bulunmadığından ve önceden kesin belirlemelerin yapılması mümkün olmadığından, bu husus somut olay ve suçun özelliği gözönüne alınarak değerlendirilmeli ve eylemlerin “değişik zamanlarda” işlenip işlenmediği tespit edilmelidir. Bu bağlamda “aynı zamanda” kavramı dar yorumlanmayarak, çok kısa zaman aralıkları da, aynı zaman dilimi olarak kabul edilmelidir. Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 08.06.2010 gün ve 98-143 sayılı kararında da aynı hususlar vurgulanmıştır.

5237 sayılı Kanunun 43/1. maddesinin açıklığı karşısında öğretide de, zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için suçların farklı zamanlarda işlenmesi gerektiği konusunda görüş birliği bulunmaktadır.

Diğer taraftan Ceza Genel Kurulunun 02.03.2010 gün ve 259-47 sayılı kararında da vurgulandığı üzere, bir fiilin hukuki anlamda tekliği ile doğal anlamda tekliği kavramlarının aynı olmadığı da gözardı edilmemelidir. Bazen suçların işlenmesi sırasında doğal olarak birden fazla hareket yapılmakta ise de, ortaya konulan bu davranışlar suçun kanuni tanımında yer alan hukuksal anlamdaki “tek bir fiili” oluşturmaktadır. Örneğin; kasten yaralama suçunda, failin sanığa önce yumrukla sonra sopayla sonra tekmeyle birçok kez vurması halinde doğal anlamda birçok hareket bulunmakla birlikte hukuksal anlamda bu hareketlerin tamamı tek bir kasten yaralama fiilini oluşturacaktır.

Amacı, somut olayda maddi gerçeğe ulaşarak adaleti sağlamak, suçu işlediği sabit olan faili cezalandırmak, kamu düzeninin bozulmasını önlemek ve bozulan kamu düzenini yeniden tesis etmek olan ceza muhakemesinin en önemli ve evrensel nitelikteki ilkelerinden birisi de, öğreti ve uygulamada; “suçsuzluk” ya da “masumiyet karinesi” olarak adlandırılan kuralın bir uzantısı olan ve Latincede; “in dubio pro reo” olarak ifade edilen “şüpheden sanık yararlanır” ilkesidir. Bu ilkenin özü, ceza davasında sanığın cezalandırılmasına karar verilebilmesi bakımından gözönünde bulundurulması gereken herhangi bir soruna ilişkin şüphenin, mutlaka sanık yararına değerlendirilmesidir. Oldukça geniş bir uygulama alanı bulunan bu kural, dava konusu suçun işlenip işlenmediği, işlenmişse sanık tarafından işlenip işlenmediği veya gerçekleştirilme biçimi konusunda şüphe belirmesi halinde uygulanacağı gibi, suç niteliğinin belirlenmesi bakımından da geçerlidir. Sanığın bir suçtan mahkumiyetine karar verilebilmesinin temel şartı, suçun hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kesinlikte ispat edilmesidir. Gerçekleşme şekli şüpheli veya tam olarak aydınlatılamamış olay ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak mahkûmiyet hükmü kurulamaz. Ceza mahkûmiyeti; herhangi bir ihtimale değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalı, bu ispat, hiçbir şüphe ya da başka türlü oluşa imkan vermemeli, toplanan delillerin bir kısmına dayanılıp, diğer kısmı gözardı edilerek ulaşılan kanaate değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Yüksek de olsa bir ihtimale dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza muhakemesinin en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan hüküm vermek anlamına gelecektir.

Bu bilgiler ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Sanığın, suç tarihinde onbeş yaşından küçük olan mağdure ile evlenmek maksadıyla kaçtıktan sonra rızasıyla iki kere cinsel ilişkiye girdiği sabit ise de, fiilin aynı gün içerisinde kısa aralıklarla mı, yoksa bir süre geçtikten sonra farklı zaman dilimi içerisinde mi gerçekleştirildiğinin kesin olarak belli olmaması karşısında, şüpheden sanık yararlanır ilkesi de göz önünde bulundurulduğunda, sanığın eylemlerini aynı zaman dilimi içerisinde gerçekleştirdiğinin kabülü gerekmektedir.

Bu nedenle sanık hakkında zincirleme suç hükümlerini uygulayan yerel mahkeme hükmü isabetli olmayıp, Özel Dairenin bu yöndeki bozma ilamı yerindedir.

Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.

KARŞI OY YAZISI :

Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi M. Erdoğan; “Çözümlenmesi gereken olay; 13 yaşında olan mağdure ile rızaya dayalı olarak iki kez cinsel ilişkiye girip ‘çocuğun nitelikli cinsel istismarı’ suçunu işleyen sanık hakkında 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 103/2. maddesi ile verilen cezanın, aynı Kanunun 43. maddesi ile artırılıp artırılamayacağına ilişkindir.

Ceza Genel Kurulu, 28.05.2013 günlü oturumunda 5237 sayılı Kanunun 43. maddesinin uygulanmayacağını oy çokluğu ile karara bağlamış ise de; benzer nitelikteki 2012/1371 ve 2013/35 esas sayılı dosyalarda, mağdureye karşı sıra ile ve birer kere cinsel saldırı gerçekleştiren sanıkların herbirisi için 43. madde ile ceza artırımına gidilmesi aynı günlü oturumda kabul edilmiştir.

Numarası zikredilen dosyaların sanıklarının her biri, kendi eylemlerinden hemen sonra, vakit geçirilmeksizin gerçekleşen diğer sanıkların eylemlerinden de sorumlu tutularak, 43. madde ile haklarında ceza artırımı kabul edildiği halde, mağdure ile birlikte geçirdikleri gece boyunca iki kez ilişkiye giren bu dosyadaki sanık hakkında, ceza artırımına gidilmeyip, ikinci eylemin görmezden gelinmesi çelişkiye neden olmaktadır.

Sanık ile mağdure arasında meydana gelen iki ayrı ilişki arasında geçen zaman aralığının tam olarak belirlenememesi sonucu değiştirmeyecektir. Zira, önceki dosyalarda da sanıkların eylemleri arasında zaman boşluğu bulunmamaktadır. Sanıklar, fasılasız olarak ve sıra ile birer kez aynı mağdureye karşı cinsel saldırı eylemini gerçekleştirmişlerdir.

Sorunun çözümü için Türk Ceza Kanununun 43. maddesinde kastedilen ‘değişik zaman’ ve ‘bir suç işleme kararı’ kavramlarından ne anlaşılması gerektiği üzerinde durulmalıdır. Doktrinde de genel kabul gördüğü üzere; cinsel suçlar veya etkili eylem benzeri suçlar seçimlik hareketli suçlar olup, suçun tamamlanması için tek bir hareket yeterlidir. Fakat hareketin fasılasız tekrar etmesinde hareket sayısı fazla olduğu halde; aynı amaca yönelen hareket topluluğu hukuki anlamda tek bir fiili oluşturacağından bunun sonucunda oluşan suç da hukuken tek suç olarak kabul edilmelidir; örneğin bir kişiye karşı işlenen etkili eylem suçunda vurulan bir tokat ile suç tamamlandığı halde; aynı ya da benzer hareketlerin peşi sıra tekrarından oluşan eylemler sonucunda da suç sayısı tektir. Bu anlamda; suçu oluşturan ve tekrar eden hareketlerde zorunluluk nedeniyle meydana gelen kısa süreli kesintiler sonuca etkili değildir; mesela ayağının kayması sonucu düşmesi, bir başkasının zor kullanarak engellemesi, mağdur ile arasına onu görmesini ya da ona ulaşmasını önleyen bir engel girmesi nedeniyle bir süre hareketlerine ara veren sanığın, engelin kalkmasını müteakip kaldığı yerden hareketlerine devam etmesi sonucunda hukuki anlamda tek fiilden söz edileceğinden, bunun tabi sonucu olarak tek bir suçun varlığından söz edilebilir. Buradan çıkarılması gereken sonuç şudur:

Suçun zamanı, hukuki anlamdaki fiil süresidir; yani tek bir suçun işlenmesi esnasında geçen süre, tek (aynı) zamanı ifade ettiğine göre; bunun dışında kalan sürelerin farklı zaman olarak kabul edilmesi gerekmektedir.

Daha açık bir anlatımla; suç konusu hareketin başlamasından suçun oluşumuna kadar geçen süre (hukuki anlamdaki tek fiilin süresi), aynı zaman dilimini oluştururken, bundan sonrasını farklı bir zaman olarak kabul edilmelidir.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; bir cinsel ilişki boyunca geçen süre tek suçun (tek hukuki fiilin) süresini oluşturur. İlişkinin sona ermesiyle değişik bir zamana geçileceğinden, başlayan ikinci cinsel ilişki süresini aynı zaman kavramında ele almak mümkün değildir. Burada önemli olan ilk ilişkinin sona erip ermediğinin belirlenmesidir. İlk ilişkinin bir şekilde sonlandırılmasından sonra artık ikinci ilişki için yeni, yasal tabirle farklı bir zaman başlamıştır. İki eylem arasındaki sürenin kısalığı ya da uzunluğu sonucu değiştirmez. Tekrar vurgulamak gerekirse, burada önemli olan sanığın ilk ilişkiyi hangi nedenle olursa olsun sonlandırıp sonlandırmadığıdır. İkincisinin başlaması ilkinin sona ermesine bağlıdır. Aksi takdirde ikinci ilişki başlamamış olur.

Yargılama konusu olaya gelince; sanığın mağdure ile iki kez cinsel ilişkide bulunduğu hususunda dosyada tereddüt bulunmamaktadır. Yukarıda izah edildiği üzere; iki ayrı ilişkinin varlığı halinde, aynı suç işleme kararı altında farklı zamanlarda iki kez suç işlendiğinin kabulünde zorunluluk bulunması nedeniyle sanık hakkında zincirleme suç hükümlerinin uygulanması gerektiği” düşüncesiyle,

Çoğunluk görüşüne katılmayan iki Genel Kurul Üyesi de; benzer düşüncelerle itiraz kabulüne karar verilmesi gerektiği yönünde karşı oy kullanmışlardır.

SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle;

1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının REDDİNE,

2- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumh

YARGITAY HUKUKGENELKURULU ESASNO:2011/4-687KARAR NO:2012/26 -KİŞİLİK HAKLARI , TÜZEL KİŞİLİK , MANEVİ TAZMİNAT KOŞULLARI, YETKİ

YARGITAY HUKUK GENEL KURULU

 

ESAS NO:2011/4-687KARAR NO:2012/26TARİH:01.02.2012

 

 

 

Taraflar arasındaki "manevi tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Sivas 1. Asliye Hukuk Mahkemesi'nce davanın yetkisizlik sebebiyle reddine dair verilen 25.2.2010 gün ve 2009/237 E., 2010/75 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin 9.12.2010 gün ve 10911/12659 E., K. sayılı ilamı ile; 

 

( … Hukuk Usulü Muhakemeleri Yasası'nın 9. maddesi gereğince her dava, yasada aksine bir düzenleme bulunmadıkça, davanın açıldığı günde davalının Medeni Yasa gereğince yerleşim yeri sayılan yer mahkemesinde görülür. Daha özel bir düzenleme içeren aynı Kanunun 21. maddesi gereğince de haksız eylemden doğan dava, haksız eylemin gerçekleştiği yer mahkemesinde açılabilir. Ayrıca, 4721 Sayılı Medeni Kanunun 25/son maddesi gereğince davacı, kişilik haklarının korunması için kendi yerleşim yeri veya davalının yerleşim yeri mahkemesinde dava açabilir. Böyle bir durumda davayı hangi mahkemede açacağı konusunda seçimlik hakkı bulunan davacı, davasını dilerse davalının yerleşim yerinin bulunduğu yer mahkemesinde, dilerse haksız eylemin gerçekleştiği yer mahkemesinde veya kendi yerleşim yeri mahkemesinde açabilir. 

 

Eldeki dava, kişilik haklarına saldırıdan dolayı uğranılan manevi zararın ödetilmesi istemine dair olup davacının yerleşim yerinin Sivas olduğu anlaşıldığına göre, Sivas Asliye Hukuk Mahkemesi'nde dava açan davacının, seçimlik hakkını 4721 Sayılı Medeni Kanunun 25/son maddesi gereğince kendi yerleşim yeri mahkemesinde dava açmak suretiyle doğru olarak kullandığı sonucuna varılmaktadır. 

 

Yerel mahkemece açıklanan yönler gözetilerek, yetki itirazının reddiyle işin esası incelenip varılacak sonuca uygun bir karar verilmesi gerekirken, yerinde olmayan gerekçeyle, yazılı biçimde karar verilmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir…), 

 

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir. 

 

H.G.K.'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği düşünüldü: 

 

Dava, kişilik haklarına saldırıdan dolayı uğranılan manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. 

 

Yerel mahkemece, yetkisizlik sebebiyle dava dilekçesinin reddine dair verilen karar davacı vekilinin temyizi üzerine, Özel Dairece yukarda başlık bölümünde yazılı gerekçeyle bozulmuş; mahkemece önceki kararda direnilmiştir. 

 

Direnme kararını, davacı temsilcisi temyize getirmiştir. 

 

Direnme yoluyla H.G.K. önüne gelen uyuşmazlık; tüzel kişilerin kişilik haklarının bulunup bulunmadığı, burada varılacak sonuca göre kişilik haklarına saldırıdan dolayı uğranılan manevi zararın ödetilmesi istemine dair davanın davacı şirketin yerleşim yeri mahkemesinde açılıp açılamayacağı noktalarında toplanmaktadır. 

 

Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle manevi tazminat ve tüzel kişilik kavramları üzerinde durmakta yarar vardır: 

 

Hemen belirtmelidir ki, manevi tazminat ne bir ceza, ne de gerçek anlamda bir tazminattır. 22.6.1966 tarihli ve 7/7 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçesinde belirtildiği gibi, ceza değildir; çünkü davacının yararı düşünülmeksizin sorumlu olana hukukun ihlalinden dolayı yapılan bir kötülük değildir. Mamelek hukukuna dair bir zararın karşılanmasını amaç edinmediği için de, gerçek anlamda bir tazminat sayılmaz. Manevi tazminat mağdurda veya zarara uğrayanda bir huzur hissi, bir tatmin duygusu doğurmalıdır. Manevi tazminatta temel olan ana düşünce budur. 

 

Tüzel kişiliğe gelince; ortak bir amacın sürekli olarak gerçekleşmesini sağlayacak örgütlenmeye sahip kişi veya mal topluluklarına, birleşen kişilerden veya malı tahsis eden kişiden, bağımsız bir kişilik tanınmıştır. İşte bu tür kişi veya mal toplulukları "tüzel kişiler" ( hükmü şahsılar) diye adlandırılmaktadır ( M. Kemal oğuzman- Özer seliçi, Kişiler Hukuku, 5. baskı, İstanbul 1993, s. 111). 

 

Böylece tüzel kişiler, toplumsal yaşayışta bireylerin dağınık güçlerini bir araya toplayan, onları koruyan, faaliyet alanlarını genişleten ve insanların tek başlarına gerçekleştiremeyecekleri bireyüstü amaçları gerçekleştiren amaç birlikleridir ( Ergün özsunay, Medeni Hukukumuzda Tüzel Kişiler, 5. baskı, İstanbul 1982, s. 3). 

 

Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere tüzel kişiler bağımsız varlığa ve iradeye sahip olduğundan, iradesini organları aracılığıyla kullanan hak ve borçlara ehil hukuki varlıklardır. 

 

Bu sebeple kişi olma yönünden, kural olarak gerçek kişilerle tüzel kişiler arasında fark gözetilmemiştir. Haklara ve borçlara ehil varlıklar olma bakımından eşit durumdadırlar. 

 

4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu ( T.M.K.'nun tüzel kişilerde "hak ehliyeti" başlıklı 48 inci maddesinde tüzel kişilerin hak ehliyetinin içeriği şu şekilde ifade edilmektedir, "Tüzel kişiler, cins, yaş, hısımlık gibi yaradılış gereği insana özgü niteliklere bağlı olanlar dışındaki bütün haklara ve borçlara ehildirler." şeklinde düzenlenmiştir. Medeni Kanundaki bu ayrık durum dışında kişi sayılma bakımından gerçek ve tüzel kişiler arasında fark gözetilmemiştir. 

 

Kişi kavramı da, hem gerçek kişileri ( insanları) hem de tüzel kişileri ( dernek, köy, belediye, şirket vb,) içine alan geniş bir kavramdır. 

 

Kişilik hakkı ve kapsamı konusuna gelince: 

 

Bir şahsın kişiliğine bağlı, fiziki, manevi ve fikri varlığı üzerinde kişi olma sıfatıyla sahip bulunduğu kişisel değerler üzerindeki mutlak hakka kişilik hakkı denir. Kişilik kavramı en geniş anlamda kişiyi ve onun kişilik haklarını kapsamaktadır. Az yukarda da açıklandığı üzere kişilik hakkı bakımından gerçek ve tüzel kişiler arasında bir ayrım yapılmamaktadır. Ancak Türk Medeni Kanunu'nun 48 ncı maddesinde doğal olarak belirtildiği şekliyle yalnızca gerçek kişilere ait olan cins, yaş, hısımlık gibi haklar, tüzel kişilere özgü hakların dışında kalmaktadır. 

 

Kişilik hakkı çeşitli kişisel değerlerden oluşan bir bütünlük arz eder. Kişilik hakkı bir şahsın kişiliğini oluşturan maddi ve manevi değerleri kapsar. Kişinin özel yaşamı, beden bütünlüğü, şeref, haysiyeti, onuru, saygınlığı, sağlığı, özel yaşamının gizliliği, resmi adı, eseri, sözü, ekonomik hareket serbestliği ve özgür olma hakkı bu değerlerdendir. 

 

Kanun koyucu kişilik haklarını oluşturan değerlerin sürekli değişen ve gelişen yansımalarını dikkate alarak sınırlandırma yoluna gitmemiş; kişisel değerlerden oluşan kişilik hakkı esnek bir çerçeve içinde, ele alınmıştır.

 

Medeni Kanunda açıkça düzenlendiği gibi tüzel kişiler cins, yaş, hısımlık gibi yaradılış gereği olarak ancak insanlara özgü olanlardan başka bütün hakları edinebilirler ve borç altına girebilirler. 

 

Kanunda medeni haklardan yararlanma ve medeni hakları kullanma ehliyetiyle kişilik haklarına sahip olma bakımından gerçek kişilerle tüzel kişiler arasında ayrım yapılmıştır. Kanun koyucunun gerçek kişilerle tüzel kişiler arasında bu konuda ayrım yapmasının nedeni, bunların kendi yapılarına uygun kişilik değerlerinin bazı alanlarda farklı olmasından kaynaklanmaktadır. 

 

Tüzel kişiler yapıları ve özellikleri gereği gerçek kişilerin kişilik değerlerinin tamamına sahip değildirler. Bunun en belirgin nedeni gerçek kişiler gibi maddi ( nesnel) bir varlıktan yoksun olmalarıdır. Bu durumlarının tabi sonucu olarak sağlık, hayat, vücut bütünlüğü gibi maddi, bedensel değerlere sahip değildirler. Sonuç olarak tüzel kişilerin gerçek kişilerde olduğu gibi sağlığından, hayatından ve vücut bütünlüğünden söz edilemez. Sağlık, hayat ve vücut bütünlüğüne yönelik kişilik hakları ve bu hakların korunmasıyla ilgili anayasal ve yasal hükümler bu bakımdan tüzel kişiler için söz konusu olamaz. Bu haklar tüzel kişilere kapalıdır. 

 

Bu bakımdan tüzel kişiler insanlar gibi canlı varlıklar değildirler. Onlara hukuk düzeni tarafından kişi olma özelliği bazı sosyal ve ekonomik ihtiyaçlar sebebiyle verilmiştir. Tüzel kişiler yaradılış gereği insana has olan kişisel değerler dışında, gerçek kişiler gibi kişilik hakkına sahiptir. Gerçek kişiler gibi tüzel kişilerinde şeref ve haysiyeti gibi kişisel değerleri ve bunlardan oluşan kişilik hakları vardır. Şeref, haysiyet ve özel yaşam hakları T.M.K.nun 24. maddesinde düzenlenen şahsiyet hakları arasında yer almaktadır. Bu sebeple söz konusu haklar mutlak haklardan olduğundan herkese karşı koruma imkanı sağlar. 

 

Tüzel kişiler insanlar gibi maddi- organik bir yapıya sahip olmadıklarından dolayı onların bedensel bütünlüğü, yaşamı, sağlığı gibi, maddi bedensel değerler üzerinde kişilik haklarının varlığı tabi olarak söz konusu olmamakla birlikte saygınlık, onur, sır çevresi gibi manevi nitelikteki kişisel değerlerle, mesleki ve ekonomik kişisel değerlere gerçek kişiler gibi tüzel kişilerin de sahip olduğu söylenilebilir. Tüzel kişilerin kişisel değerler üzerindeki kişilik haklarının korunması gerekir ( Alim Taşkın, "Tüzel Kişilerin Kişilik Haklarının Korunması", aühfd., 1991, C. 42, s. 1- 4, s. 208- 230). 

 

Bu sebeple tüzel kişinin ekonomik faaliyetini yürütürken kazandığı saygınlık, onun kişisel değerleri içinde yer alır. Ticari şeref ve haysiyetin çiğnenmesi, onun ekonomik yaşam içindeki yerini ve durumunu sarsabilir. 

 

Ekonomik itibar da tüzel kişinin şeref ve haysiyetinin bir görüntüsüdür. Tüzel kişinin ekonomik faaliyetleri de toplum tarafından değerlendirilmektedir. Tüzel kişiliğe sahip bir şirketin ödeme gücüne dair değerlendirmeler, o tüzel kişinin toplumsal şeref ve haysiyetiyle yakından ilgilidir. Kredi toplum tarafından ödeme gücüyle ilgili olarak izafe edilen bir değer olması nedeniyle, bu değeri azaltan veya ortadan kaldıran kişiliği ihlale yönelik açıklamalar şeref ve haysiyete tecavüz niteliği taşır. 

 

Tüzel kişinin kişilik haklarından olan onur ve saygınlığı onun korunan değerlerinin başında gelir. Bu sebeple tüzel kişi onur ve saygınlığından vazgeçemeyeceği gibi, bu değerlerini hukuka ve ahlaka aykırı olarak da sınırlayamaz. 

 

818 Sayılı B.K. ( B.K.'nun 49. maddesinde tanzim edilen manevi zarar, kişinin kişisel çıkarlarında ( haklarında) uğradığı bir eksilmedir. Değişik bir ifade ile, bu zarar çeşidi maddi değerler yönünden değil, manevi değerler yönünden bir eksilmeyi anlatır. Bir tüzel kişinin kişisel haklarından olan ( adı, şerefi, onuru ve itibarı gibi) varlıklarına yapılan saldırının; bu manevi değerlerinde bir eksilmeye ( manevi zarara) sebep olacağı gerçeği ise ortadadır. 

 

Gerçi, kalpleri ve hissiyatı olmayan tüzel kişilerin elem ve ızdırap duymaları düşünülemez. Ancak bu halleri, tüzel kişilerin, ölüm dolayısiyle manevi tazminatı tanzim eden B.K.nun 47. maddesine göre hak talebinde bulunmamaları sonucuna götürür. Hukuk nizamı tüzel kişileri hukuk sujesi olarak tanıdığına ve onlara ad, şeref ve itibar gibi kişisel varlıklar bahşedilmiş olduğuna göre, kişisel varlıklara yapılan saldırı sebebiyle elem ve ızdırap duymayacaklarından söz edilerek tüzel kişilerin manevi tazminat adı ile bir paranın ödetilmesi davası açamayacaklarını kabul etmek yasa koyucunun amacına aykırı düşer. Çünkü, gerek Medeni Yasa ve gerekse Borçlar Yasası ( md. 49) yalnız gerçek kişilerin değil, aynı zamanda tüzel kişilerin de kişisel haklarını korumaktadır. Yargıtay ve bilimsel eserlerdeki baskın görüş, tüzel kişilerin de nitelikçe gerçek kişilere özgü olanların dışında kalan, kişisel haklarına saldırı halinde manevi tazminat namı altında özel bir giderim isteyebilecekleri yolundadır ( Mustafa Reşit karahasan, Tazminat Hukuku, 1996, s. 967-68; Kemal Tahir gürsoy, "Manevi Zarar ve Tazmini", aühfd., C. 30, S. 1- 4, s. 12). 

 

Uygulamada da Yargıtay H.G.K., 15.12.2004 gün ve 2004/4-709 E-2004/720 K.; 31.5.2000 gün ve 2000/4-900 E- 2000/935 K. sayılı ilamlarında tüzel kişilerin de kişilik haklarına saldırıdan dolayı manevi tazminat davası açabileceklerini kabul etmiştir. 

 

Bu açıklamalar ışığında, uyuşmazlığa konu kişilik haklarına saldırı sebebiyle manevi tazminat davalarında yetkili mahkemenin belirlenmesine dair açıklama yapılmalıdır: 

 

4721 Sayılı T.M.K.nun 25. maddesi; 

 

"Davacı, hakimden saldırı tehlikesinin önlenmesini, sürmekte olan saldırıya son verilmesini, sona ermiş olsa bile etkileri devam eden saldırının hukuka aykırılığının tespitini isteyebilir. 

 

Davacı bunlarla birlikte, düzeltmenin veya kararın üçüncü kişilere bildirilmesi ya da yayımlanması isteminde de bulunabilir. 

 

Davacının, maddi ve manevi tazminat istemleriyle hukuka aykırı saldırı dolayısıyla elde edilmiş olan kazancın vekaletsiz iş görme hükümlerine göre kendisine verilmesine dair istemde bulunma hakkı saklıdır. 

 

Manevi tazminat istemi, karşı tarafça kabul edilmiş olmadıkça devredilemez; mirasbırakan tarafından ileri sürülmüş olmadıkça mirasçılara geçmez. 

 

Davacı, kişilik haklarının korunması için kendi yerleşim yeri veya davalının yerleşim yeri mahkemesinde dava açabilir." 

 

Hükmünü içermektedir. 

 

H.G.K.'nda yapılan görüşmede; T.M.K.nun 25/son maddesinin yetki düzenlemesinin sadece koruma amaçlı istemlere yönelik davalarda mı söz konusu olduğu, zarar tazmini istemiyle açılacak davalarda da yetkiyi düzenleyip düzenlemediği tartışılmış yapılan görüşmeler sonunda; T.M.K.nun 25/son maddesi, hem kişilik haklarının korunması hem de maddi ve manevi tazminat davalarını da kapsadığı, bu nedenledir ki, tüzel kişilerin kişilik haklarına saldırı sebebiyle manevi tazminat davalarının, davacı şirketin ikametgahı mahkemesinde de açılabileceği oyçokluğuyla kabul edilmiştir. 

 

Bu kabul şekliyle açıklanan ilkeler çerçevesinde somut olay değerlendirildiğinde; 

 

Davacı şirket vekili, davalılar tarafından müvekkili şirketin kişilik haklarına ve ticari itibarına saldırıda bulunulduğunu iddia ederek şirketin yerleşim yeri mahkemesinde manevi tazminat talep etmiştir. 

 

Mahkemece, tüzel kişilerin kişilik haklarından ve dolayısıyla manevi zararlarından söz edilemeyeceği, tüzel kişiler için ancak kazanç kaybı niteliğinde maddi zararları söz konusu olacağından, davanın davacı şirketin ikametgahı mahkemesinde açılamayacağını belirterek dava dilekçesinin yetki yönünden reddine karar verilmiştir. 

 

Yukarıda da açıklandığı üzere, kişilik haklarına saldırının kapsam ve koşulları T.M.K.nun 24, 25. maddesinde belirtilmiş, B.K.nun 49. maddesinde de saldırı halinde yaptırımın kapsam ve niteliği düzenleme altına alınmıştır. B.K.nun 49. maddesinde belirtilen manevi zarar, kişinin kişisel çıkarlarında ( haklarında) uğradığı bir eksilmedir. Bir tüzel kişinin kişisel haklarından olan ( adı, şerefi, onuru ve itibarı gibi) varlıklarına yapılan saldırının; bu manevi değerlerinde bir eksilmeye ( manevi zarara) sebep olacağı bir gerçektir. Gerçi, duyguları olmayan tüzel kişilerin elem ve ızdırap duymaları düşünülemez. Ancak bu onların kişilik değerlerinin saldırıya uğramadığı sonucunu doğurmaz. 

 

Hukuk düzeni tüzel kişileri hukuk sujesi olarak tanıdığına ve onlara ad, şeref, onur ve itibar gibi kişisel varlıklar bahşedilmiş olduğuna göre ( T.M.K. m. 48), tüzel kişilerin de manevi tazminat talep edebileceklerini kabul etmek gerekir. Zaten manevi zarar, salt üzüntünün varlığı halinde değil, kişinin kişilik değerlerinin saldırıya uğraması durumunda gerçekleşen bir zarardır. Bunun içindir ki, gerek Türk Medeni Kanunu ve gerekse B.K. ( m. 49) yalnız gerçek kişilerin değil, aynı zamanda tüzel kişilerinde kişisel haklarını korumaktadır. 

 

Tüzel kişinin çevresinde kazandığı itibarı aşağılayan yazılı, sözlü veya görüntülü beyanlar, şu veya bu vasıflara sahip olmadığına dair yayınlar, kişilik haklarından şeref ve haysiyete yönelik tecavüz olarak kabul edilmelidir. Tüzel kişinin şeref ve haysiyeti yanında onun toplumsal itibarı, ticari itibarı da T.M.K.nun 24. maddesindeki korumadan yararlanır. 

 

Medeni Kanun ve B.K., manevi tazminat isteyecek kişinin mutlaka gerçek kişi olması gerektiği esasından hareketle düzenlenmiş olsaydı, gerçek kişi olma şartını öngörerek tüzel kişilerin ayrık tutulduğuna dair bir ibareye veya ayrık bir düzenlemeye yer verirdi. 

 

Oysa her iki kanunda gerçek kişi olma şartı açıkça öngörülmüş değildir. Gerçek kişilerle tüzel kişiler arasında bu konuda ayrım yapılmadığı "manevi zarar"ın tanımından da çıkarılabilir. 

 

Diğer taraftan T.M.K.nun 24, 25 ve B.K.nun 49/1. maddelerinde açıkça "kişi" sözcüğü kullanılmış olup; bu sözcük hem tüzel kişileri hem de gerçek kişileri içerir. Gerçek kişi kavramı içinde ise mümeyyiz ve mümeyyiz olmayan insanlar yer alır. 

 

Bu nedenle; T.M.K.nun 25/son maddesinin, hem kişilik haklarının korunması hem de maddi ve manevi tazminat davalarını kapsadığının kabulüyle tüzel kişilerin kişilik haklarına saldırı sebebiyle manevi tazminat davalarının davacı şirketin ikametgahı mahkemesinde de açılabileceği H.G.K.'nda yapılan görüşmeler sırasında oybirliğiyle kabul edilmiştir. 

 

Açıklanan nedenlerle; H.G.K.'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup; direnme kararı bozulmalıdır. 

 

SONUÇ : Davacı temsilcisinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 Sayılı Kanunun 30. maddesiyle 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'na eklenen "Geçici madde 3" atfıyla uygulanmakta olan 1086 Sayılı H.U.M.K.'nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre davacı temsilcisinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, istenmesi halinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, 01.02.2012 tarihinde yapılan 2. görüşmede oybirliğiyle karar verildi.

HASILAT KİRASI / TAHLİYE / ÖDEME EMRİNİN KOŞULLARI

T.C.

YARGITAY
Altıncı Hukuk Dairesi
E: 2006/723
K: 2006/3067
T: 27.3.2006
HASILAT KİRASI
TAHLİYE
ÖDEME EMRİNİN KOŞULLARI
818 s. BORÇLAR KANUNU [Madde 270]
818 s. BORÇLAR KANUNU [Madde 288]
İcra mahkemesince verilmiş bulunan yukarıda tarih ve numarası yazılı karar davalı tarafından süresi içinde temyiz edilmiş olmakla dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
Davacı alacaklı davalı borçlu hakkında tahliye talepli başlattığı icra takibine vaki itiraz üzerine İcra Mahkemesine başvurarak itirazın kaldırılması ve tahliye isteminde bulunmuştur. Mahkemece istemin kabulüne karar verilmiş, kararı davalı vekili temyiz etmiştir.
1- Dosya kapsamına, toplanan delililere, hükmün dayandığı gerekçelere göre davalı vekilinin işlemiş faiz alacağına ilişkin temyiz itirazları yerinde değildir.
2- Davalı vekilinin tahliyeye ilişkin temyizine gelince;
Takibe dayanak yapılan ve karara esas alınan 1.5.1999 başlangıç tarihli ve on yıl süreli sözleşme konusunda taraflar arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır. Sözleşmenin kira bedeli başlıklı 11/I.maddesinde “ciro esası kiracının aylık satış toplamından KDV çıktıktan sonra kalan toplamının %4 ( dört ) aylık kira bedeli olarak kabul edilir. Buna KDV ilave edilir.” Hükmüne yer verilmiştir. Sözleşmenin yorumundan taraflar arasındaki kira ilişkisinin Borçlar Kanununun 270. maddesinde açıklanan hasılat kirasına konu olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında davada Borçlar Kanununun hasılat kirasına ilişkin hükümlerinin uygulanması gerekir. O nedenle takip talebi ile davalıya çıkarılan ödeme emrinin Borçlar Kanununun 288. maddesine uygun olması gerekir. Ödeme emrinde altmış gün süre verilmesi gerekirken, otuz günlük ödeme süresi verilmesi doğru değildir. Borçlar Kanununun 288. maddesine uygun olmayan ödeme emri hukuki sonuç doğurmayacağından bu ödeme emrine dayanılarak tahliye kararı verilemez. Bu nedenle kiralananın tahliyesine ilişkin talebin reddine karar vermek gerekirken, bu husus gözardı edilerek yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olduğundan kararın tahliyeye ilişkin olarak bozulması gerekmiştir.
SONUÇ : Kararın yukarıda açıklanan bir nolu bendde yazılı nedenle alacağa ilişkin kısmın ONANMASINA, kararın 2 nolu bentte yazılı nedenle tahliyeye yönelik kısmının BOZULMASINA. onanan kısım için aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edenden alınmasına, 27.3.2006 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

KAMU MALI NİTELİĞİNDE MERA / KAZANDIRICI ZAMANAŞIMI / TAŞINMAZ EDİNME KOŞULLARI

T.C.
YARGITAY
Yedinci Hukuk Dairesi
E: 2006/826
K: 2006/879
T: 27.3.2006
KAMU MALI NİTELİĞİNDE MERA
KAZANDIRICI ZAMANAŞIMI
TAŞINMAZ EDİNME KOŞULLARI
ÖZET: TAŞINMAZIN DAVA VE TEMYİZE KONU KESİMLERİNİN 3402 SAYILI KADASTRO KANUNUNUN 16/B MADDESİ HÜKMÜ UYARINCA MERA NİTELİĞİ İLE SINIRLANDIRILMASINA KARAR VERİLMESİ GEREKİR.
Taraflar arasında kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtayca incelenmesi davalı hazine tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dosya incelendi. Dosyadaki belgeler okundu. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi, gereği görüşüldü:
Mahkemece, dava konusu 118 ada 21 parsel sayılı taşınmazın dava ve temyize konu uzman bilirkişi Necati tarafından düzenlenen haritada (A), (B), (C) ve (D) harfleri ile işaretli zilyetleri davacılar adına tescile karar verilen bölümlerinin kamu malı niteliğinde mera olmadığı, sözü edilen dava ve temyize konu kesimler üzerinde tespit gününde adlarına tescile karar verilen zilyetleri davacılar yararına 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14. maddesi hükmünde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş ise de yerel mahkemenin vardığı sonuç dosya içeriğine uygun düşmemektedir.
Dava konusu 118 ada 21 parsel sayılı taşınmaz, kadastro sırasında tutanağında belirtilen hukuksal nedenlere dayanılarak 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16/B maddesi hükmü uyarınca mera niteliği ile sınırlandırılmak suretiyle tespit edilmiştir. Kadastro tespitine bir kayıt ve belge esas alınmadığı gibi yargılama sırasında davacılar bir kayıt ve belgeye dayanmamışlardır. Dava konusu 118 ada 21 parsel sayılı taşınmazın uzman bilirkişi haritasında (A), (B), (C) ve (D) harfleri ile işaretli temyize konu bölümleri ile, 118 ada 21 parsel sayılı taşınmazın dava ve temyize konu olmayan kesimleri arasında ayırıcı unsur olarak doğal yada yapay bir sınır yeri tarif edilmemiştir. Hal böyle olunca 118 ada 21 parsel sayıl taşınmazın dava ve temyize konu kesimlerinin sınırındaki eylemli meraya el atılarak kazanıldığının kabulü gerekir. Kural olarak, bu nitelikteki taşınmazlar üzerinde sürdürülen zilyetlik süresi ne olursa olsun hukukça değer taşımaz. Mahkemece bu olgular dikkate alınarak davaların reddine 118 ada 21 parsel sayılı taşınmazın dava ve temyize konu kesimlerinin 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16/B maddesi hükmü uyarınca mera niteliği ile sınırlandırılmasına karar verilmesi gerekirken delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz olduğu gibi 118 ada 28 ve 29 parsel sayılı taşınmazların davaya konu olmadığı, tespitlerinin 3402 sayılı Kadastro Kanununun 5. maddesi hükmü uyarınca malikhaneleri açık bırakılmak suretiyle tespit edilmedikleri gözönüne alınarak 118 ada 28 ve 29 parsel sayılı taşınmazların tutanak ve eki belgelerin kütüklerin devri halinde Tapu Sicil Müdürlüğüne, aksi halde Kadastro Müdürlüğüne geri çevrilmesine karar verilmesi gerekirken taraflar hakkında kesin hüküm oluşacak biçimde dava dışına çıkılarak yazılı şekilde hüküm kurulması dahi isabetsiz davalı hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 27.03.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.

HİZMET AKDİ / İSTİSNA AKDİ / İŞ KAZASI KOŞULLARI / TESPİT DAVASI

T.C.

YARGITAY

Hukuk Genel Kurulu
E: 2006/10-84
K: 2006/121
T: 29.3.2006
HİZMET AKDİ
İSTİSNA AKDİ
İŞ KAZASI KOŞULLARI
TESPİT DAVASI
818 s. BORÇLAR KANUNU [Madde 313]
818 s. BORÇLAR KANUNU [Madde 354]
506 s. SOSYAL SİGORTALAR KANUNU (1) (2) (4)(5) [Madde ]
Taraflar arasındaki “Tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Samsun 1. İş Mahkemesince davanın kabulüne, karşı davanın reddine dair verilen 13.09.2004 gün ve 2001/53-2004/786 sayılı kararın incelenmesi davalılar ( karşı davacı ) vekili tarafından istenilmesi üzerine. Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 24.03.2005 gün ve 2004/12320-2005/3188 sayılı ilamı ile;
( …Uyuşmazlık, davacıların murisi H.K. ile Y.K. arasındaki hukuki ilişkinin niteliğinde toplanmaktadır.
506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nun 2. maddesinde “bir hizmet akdine dayanarak bir veya birkaç işveren tarafından çalıştırılanların bu kanuna göre sigortalı sayılacakları” hükmü yer almaktadır.
Borçlar Kanunu’nun 313. maddesinde hizmet akdi, “Hizmet akti bir mukaveledir ki, onunla işçi muayyen ve gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeyi ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeyi taahhüt eder”şeklinde tarif edilmiştir. Hizmet akdinden söz edebilmek için belirli bir işin, işverene bağımlı olarak çalışma karşılığında bir ücret mukabili yapılması gerekmektedir.
Borçlar Kanunu’nun 355 ve 356. maddelerinde düzenlenen istisna akdinde ise “belirli bir işin belirlenen bedel mukabilinde işverenin mesai kısıtlamasına tabi olmadan yapılıp veya başkalarına yaptırılıp teslim edilmesi” söz konusudur. Hizmet akdinde sürdürülen ve devam eden hizmet, istisna akdinde ise, işten hasıl olacak sonuç önemlidir.
Bu ilkeler doğrultusunda somut olay irdelendiğinde; Y.K. oturduğu iki katlı ahşap evin dış cephesinin boyanması için boyacı H.K. ile anlaşmıştır.
Her ne kadar mahkemece taraflar arasındaki hukuki ilişkilerin hizmet akdinden kaynaklandığı belirtilmiş ise de, tüm deliller birlikte değerlendirildiğinde; davacıların murisi H.K. ile davalı Y.K. arasında günün belirlenen bir saatinde iş başı yapılıp belirlenen zamanda işin bırakılacağı bu mesai karşılığında günlük ücret ödeneceği yönünde bir anlaşma olmadığı, müteveffa H.K. ile davalı Y.K. arasında istisna akdine dayalı olarak işin yürütüldüğü sırada meydana gelen kazada H.K. ‘nin öldüğü, bu nedenle taraflar arasındaki ilişkinin hizmet akdine değil istisna akdine dayandığı anlaşılmıştır.
Bir kazanın iş kazası sayılıp sayılmaması kişinin, kazanın olduğu tarihte hizmet akdine dayanarak çalıştığının saptanmasına bağlıdır. Binanın dış cephesinin boyanması için getirilen ustanın yaptığı iş hizmet akdi değil istisna akdi olduğundan, dolayısıyla kazanın iş kazası sayılmayacağı düşünülmeksizin yazılı şekilde karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
O halde, davalı Y.K. ‘nin ve Sosyal Sigortalar Kurumu’nun bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır… ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece. önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, davacılar miras bırakanın ölümünün iş kazası sonucu olduğunun, birleştirilen dava ise, anılan zararlandırıcı olayının iş kazası olmadığı tespiti ile buna aykırı Kurum işleminin iptali istemine ilişkindir.
Yerel mahkeme, davaya konu olayın iş kazası olduğunun tespiti ile birleştirilen davanın reddine karar vermiştir.
Davalılar ( karşı davacı ) Y.K. ve SSK vekilinin temyizi üzerine Özel Daire; yukarıda metni yazılı gerekçe ile hükmün bozulmasına karar vermiş, yerel mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Davaya konu zararlandırıcı olay; davacılar murisi H.K. ‘nin, davalıya ait evin dış cephesini boyaması sırasında, boya fırçasının metal sapının yüksek gerilim hattına temas etmesi sonucu meydana gelmiştir.
Uyuşmazlık; davalı Y.K. ile davacıların murisi arasındaki iş görme ilişkinin hizmet akdine mi, istisna akdine mi dayandığının belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.
506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 11. maddesinde iş kazasını oluşturan haller sınırlı olarak belirtilmiştir. Anılan maddeden yola çıkılarak iş kazası; maddede belirtilen hal ve durumlardan birinde meydana gelen ve sigortalıyı hemen ve sonradan bedence ve ruhça arızaya uğratan olay olarak tanımlanabilir.
506 Sayılı Kanunun “Sigortalı sayılanlar” başlıklı 2. maddesinde ise, bir hizmet akdine dayanarak bir veya birkaç işveren tarafından çalıştırılanlar bu kanuna göre sigortalı sayılmaktadırlar.
Taraflar arasındaki hukuki ilişkinin hizmet akdine dayanması, gerek sigortalılık olgusunun varlığında, gerekse meydana gelen zararlandırıcı olayın iş kazası sayılmasında ön koşul oluşturmaktadır.
Hizmet akdi Borçlar Kanununun 313-354. maddeleri arasında düzenlenmiş olup, ayrıca İş Kanunlarında da hizmet akdini düzenleyen çeşitli hükümler yer almaktadır.
İstisna akdi Borçlar Kanununun 353. maddesinde “İstisna, bir akittir ki onunla bir taraf ( müteahhit ), diğer tarafın ( iş sahibi ) vermeği taahhüt eylediği semen mukabilinde bir şey imalini iltizam eder.” şeklinde tanımlanmaktadır.
İstisna akdinde müteahhit eser meydana getirmekten ibaret bir iş görme edimini borçlanmaktadır. Bir iş görme borcu doğuran sözleşme olmakla beraber, burada önemli olan, çalışmanın kendisinden ziyade, bu çalışma neticesi ortaya çıkan ve objektif olarak gözlenmesi kabil sonuçtur ( Cem Baygın. Türk Hukukuna göre istisna sözleşmesinde ücret ve tabi olduğu hükümle S.8 ) Müteahhit, iş sahibi ile akdi ilişkiye, girerken bir sonuç ( eser ) meydana getirmeyi taahhüt etmektedir. Bu anlamda eser, bir iş görme faaliyetinin maddi veya maddi olmayan sonucudur. Kuşkusuz bağımsız bir varlığı değiştirmeye, işlemeye veya biçimlendirmeye yönelik edimler de eser kavramına-dahil sayılır ve istisna sözleşmesinin konusunu oluştururlar. Ücret belli bir süre çalışıldığı için değil, netice için ödenmektedir. Müteahhidin, kararlaştırılan zamandan önce taahhüdünü yerine getirmesi, ücret üzerinde herhangi bir etki meydana getirmeyecektir. İstisna akdinde ekonomik risk müteahhit tarafından yüklenirken, hizmet akdinde işveren tarafından karşılanacaktır.
Hizmet akdini karakterize eden unsurlar: “ücret”, “bağımlılık”‘ve “zaman” olarak sıralanabilir. Hizmet akdinde zaman-belirli bir süre çalışmak ön planda iken, istisna akdinde zaman belirleyici olmayıp, sonuç ön planda tutulmaktadır. Hizmet akdinde, işçinin işi ifa, özen gösterme, sadakat borcuna karşılık, işverenin ücret ödeme, ihtimam ve yardım gibi borçlan bulunmaktadır.
Zaman ve bağımlılık unsurları hizmet akdinin ayırıcı ve belirleyici özellikleridir. Çalışan, Borçlar Kanununun 313. maddesinin öngördüğü çerçeve içinde, zaman ve bağımlılık unsurlarını gerçekleştirecek biçimde çalışmaktaysa, aradaki çalışma ilişkisi hizmet akdine dayanıyor demektir. Bilindiği üzere zaman unsuru, çalışmanın, işgücünün belirli ya da belirli olmayan bir süre içinde, işveren veya vekilinin buyruğunda bulundurmayı kapsamaktadır. Hiç kuşkusuz çalışan, bu süre içinde, işveren veya vekilinin buyruğu ve denetimi altında ( bağımlı olarak ) edimini yerine getirecektir. Burada söz konusu olan bağımlılık ise, her an ve durumda çalışanı denetleme veya buyruğuna göre edimini yaptırma olanağını işverene tanıyan, çalışanın edimi ile ilgili buyruklar dışında, çalışma olanağı bulamayacağı nitelikte bir çalışmadır. Eğer ki çalışan, işgücünü belirli ya da belirli olmayan bir zaman için çalıştıranın buyruğunda bulundurmakla yükümlü olmayarak, işveren buyruğuna bağlı olmadan sözleşmedeki amaçları gerçekleştirecek biçimde edimini görüyorsa, sözleşmenin amacı bir eser meydana getirmekse, çalışma ilişkisi istisna akdine dayanıyor demektir.
Davada somut olayın özelliklerine bakarak çözüme ulaşılmalıdır. Çalışma ilişkisinin istisna akdine dayanması halinde iş sahibinin, iş ve sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan iş sağlığı ve güvenliğini sağlama yükümlülüğü bulunmayacağı gibi meydana gelen ölüm olayı da 506 Sayılı Kanunun kapsamında iş kazası olarak adlandırılamayacaktır.
Binanın dış cephesinin boyanması şeklinde beliren somut çalışma ilişkisinde, belirli bir süre çalışmanın değil, bir sonucun meydana getirilerek, bağımsız bir varlığı değiştirmeye, işlemeye veya biçimlendirmeye yönelik edimin amaçlanmış olması, hizmet akdinin yukarıda tanımlanan ayırt edici ve belirleyici özelliklerinin somut iş görme ilişkisinde bulunmaması karşısında, meydana gelen ölümlü zararlandırıcı olayın iş kazası olarak değerlendirilerek yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz olup, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda açıklanan ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’ un 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının davalı Y.K. ‘ye geri verilmesine. 29.03.2006 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

MİRASIN REDDİ / MİRASIN REDDİNİN İPTALİ DAVASI / REDDİ MİRASIN İPTALİ DAVASI AÇABİLMENİN KOŞULLARI / SÜRE

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
E: 2006/2-464
K: 2006/471
T: 28.6.2006
MİRASIN REDDİ
MİRASIN REDDİNİN İPTALİ DAVASI
REDDİ MİRASIN İPTALİ DAVASI AÇABİLMENİN KOŞULLARI
SÜRE
4721 s. TÜRK MEDENÎ KANUNU [Madde 609]
4721 s. TÜRK MEDENÎ KANUNU [Madde 617]

Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir 8. Aliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 07.04.2005 gün ve 2004/461 – 2005/157 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2 Hukuk Dairesi’nin 12.09.2005 gün ve 2005/9178-11843 sayılı ilamı ile, ( …Türk Medeni Kanunu’nun 609. maddesi “mirasın reddi, mirasçılar tarafından sulh hukuk mahkemesine sözlü veya yazılı beyanla yapılır. Reddin kayıtsız ve şartsız olması gerekir. Sulh hakimi sözlü veya yazılı red beyanını bir tutanakla tespit eder” hükmünü içermektedir. Red beyanı mahkemeye 24.03.2004 günü yapılmıştır. Bu tarihten itibaren davanın açıldığı 27.09.2004 tarihine kadar Türk Medeni Kanunu’nun 617/1. maddesindeki altı aylık hak düşürücü süre geçmiştir. Hak düşürücü süre mahkemece re’sen nazara alınır. Davanın hak düşürücü süre geçtiğinden bahisle reddi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamıştır… )
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Davacı vekili, ilama dayalı alacağının tahsili için davalı aleyhine icra takibinde bulunmuş, davalı borçlunun annesinden intikal edecek taşınmazı üzerine haciz koydurmuş;davalının mirası Türk Medeni Kanunu’nun 617. maddesi uyarınca reddetmesi üzerine reddin iptalini talep etmiştir.
Davalı, amacının mal kaçırmak olmadığını, davanın reddi gerektiğini cevaben bildirmiş; mahkemece, davanın kabulüne ilişkin olarak kurulan hüküm özel dairece, yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuştur.
Yerel mahkeme ile özel daire arasındaki uyuşmazlık, Türk Medeni Kanunu’nun 617. maddesindeki altı aylık hak düşürücü sürenin, mirasçının mirası red beyanında bulunduğu tarihte mi, yoksa mahkemece reddin tesciline karar verildiği tarihte mi işlemeye başlayacağı noktasında toplanmaktadır.
Türk Medeni Kanunu’nun 609. maddesi hükmü “…mirasın reddi, mirasçılar tarafından sulh mahkemesine sözlü veya yazılı bir beyanla yapılır.
Reddin kayıtsız ve şartsız olması gerekir.
Sulh hakimi, sözlü veya yazılı red beyanını bir tutanakla tespit eder…” biçiminde düzenlenmiştir.
Türk Medeni Kanunu’nun 617. maddesi ise “malvarlığı borcuna yetmeyen mirasçı, alacaklılarına zarar vermek amacıyla mirası reddederse; alacaklıları veya iflas idaresi, kendilerine yeterli bir güvence verilmediği takdirde, red tarihinden başlayarak altı ay içinde reddin iptali için dava açabilirler…” hükmünü içermektedir.
Eski kanunun mirasın reddini düzenleyen 557. maddesinde, mirasın reddine karşı reddeden mirasçının alacaklılarının üç ay içinde itiraz hakları olduğu kabul edilmişti. Yeni kanunun bunu karşılayan 617. maddesi, bu süreyi altı aya çıkarmıştır.
Bu madde ile getirilen ikinci önemli yenilik, redde itiraz süresinin hangi tarihten itibaren işlemeye başlayacağının hükme bağlanmış olmasıdır. Maddeye göre altı aylık redde itiraz davasını açma süresi “red tarihinden itibaren” başlayacaktır. İsviçre Medeni Kanunu’nun bu maddeyi karşılayan 578. maddesinde böyle bir değişiklik yapılmamıştır.
Yeni kanun bu eksikliği gidererek itiraz süresinin “red tarihinden itibaren” işlemeye başlayacağını kabul etmiştir ( Prof. Dr. Ahmet Kılıçoğlu, Miras Hukuku, 2006 baskı, s. 256 ).
Dosyadaki bilgi ve belgelere göre somut olayda davalı, İzmir Abkamı Şahsiye 4. Sulh Hukuk Mahkemesi’ne 24.03.2004 günü red beyanında bulunmuştur. Anılan mahkemece bu beyanın 29.03.2004 günü tesciline karar verilmiş; görülmekte olan dava, 27.09.2004 günü açılmıştır.
Türk Medeni Kanunu’nun 617. maddesinin açık hükmü karşısında red beyanı ile davanın açıldığı gün arasında altı aylık hak düşürücü sürenin geçtiği anlaşılmaktadır.
O halde, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi, usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda açıklanan ve özel daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 28.06.2006 gününde oybirliği ile karar verildi.

İTİRAZIN İPTALİ DAVASI / BORÇLU LEHİNE HÜKMEDİLECEK TAZMİNATIN KOŞULLARI

T.C.
YARGITAY
Onüçüncü Hukuk Dairesi
E: 2006/8001
K: 2006/10277
T: 21.6.2006
İTİRAZIN İPTALİ DAVASI
BORÇLU LEHİNE HÜKMEDİLECEK TAZMİNATIN KOŞULLARI

2004 s. İCRA VE İFLAS KANUNU (1)(2) [Madde 67]

Taraflar arasındaki itirazın iptali davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü:
Davacı, davalının ödemediği su borcu için başlattığı icra takibine itiraz ettiğini bildirip, davalının takibe itirazının iptali ile % 40 icra inkar tazminatı istemiştir.
Davalı davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece davacının davasının reddine. Asıl alacak üzerinden % 40 kötü niyet tazminatının davacıdan alınarak davalıya verilmesine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.
1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre davacının sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.
2- İİK. ‘in 67. maddesi uyarınca açılan itirazın iptali davasının reddi halinde, talep eden borçlu lehine tazminata hüküm verilebilmesi için, icra takibinin haksızlığı yanında alacaklının ayrıca kötü niyetli olduğunun da sübuta ermiş olması zorunludur. Davacının davalı aleyhine yaptığı icra takibinde kötü niyetli olduğu sübuta ermemiştir. Alacaklının alacağını kanıtlayamamış olması kötü niyetin varlığı için yeterli kabul edilemez. O nedenle Mahkemece yasal koşulları gerçekleşmediği halde, yazılı gerekçe ile davacının % 40 kötü niyet tazminatına mahkum edilmesi usul ve kanuna aykırı olup, bozma nedenidir. Ne var ki bu yanlışlığın giderilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden hükmün düzeltilerek onanması HUMK’un 436/7. maddesi hüküm gereğidir.
SONUÇ : Yukarıda 1. bentte belirtilen nedenle davacının diğer temyiz itirazlarının reddine. 2. bentte belirtilen nedenle temyiz oluna kararın ( 1 ) nolu bendin 4. satırında yapılan yargılama sözcüklerinden sonraki cümle ve sözcüklerin çıkartılarak yerine “yasal koşulları oluşmadığından icra inkar tazminatı talebinin reddine”cümlesinin yazılmasına, mahkeme kararının düzeltilmiş bu şekliyle ONANMASINA, peşin harcın istek halinde iadesine, 21.06.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.