Etiket arşivi: KURULU

Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararları • EK SAVUNMA, DAVASIZ YARGILAMA OLMAZ İLKESİ, YARGILAMANIN SINIRLILIĞI

YARGITAY Ceza Genel Kurulu
ESAS: 2013/274
KARAR: 2014/78

Sanıklar M.. D.. ve U.. L..’in hırsızlık suçundan 5237 sayılı TCK’nun 142/1-b maddesi uyarınca 2 yıl 9 ay hapis, konut dokunulmazlığının ihlali suçundan aynı kanunun 116/1. maddesi uyarınca 1 yıl 6 ay hapis, mala zarar verme suçundan ise aynı kanunun 151/1 ve 53. maddeleri uyarınca 1 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmalarına ve hak yoksunluğuna ilişkin, Ceyhan 2. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 06.02.2008 gün ve 377-27 sayılı hükmün, sanıklar müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 13. Ceza Dairesince 20.12.2012 gün ve 25057-27715 sayı ile onanmasına karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 21.01.2013 gün ve 158200 sayı ile;

“…İdianamede suçun neden ibaret olduğu daha doğru bir ifade ile yüklenen eylemlerin neler olduğu açıklanmalıdır. Olayın anlatılmaması; eylemin açıklanmaması durumunda mahkeme hangi eylemden dolayı yargılama yapıldığını sanık da hangi suçla yargılandığını bilemez, en azından duraksayabilirler. Esas olan iddianamedeki olayın anlatılışı ve sevk maddeleri, açılan davanın sınırlarını belirler. Bir olayın anlatımında başka olaydan bahsedilmesi o olaydan dava açıldığını da göstermez.

Somut olay incelendiğinde; sanıklar hakkında, müşteki N.. E..’a ait konutundan hırsızlık yaptığı iddiasıyla TCK’nun 142/1-b, 53. maddelerinden kamu davası açılmıştır. Mahkeme duruşma aşamasında 12.12.2007 tarihli celsede mala zarar verme ve konut dokunulmazlığının ihlali fiilinden TCK’nun 116/1 ve 151/1. maddelerinden ek savunma vererek her iki fiilden de mahkumiyet hükmü kurmuştur.

İddianamede sanığın, müştekiye ait konuttan hırsızlık yaptığı belirtilmekte olup, konut ve konuta giriş şekli sanığın hırsızlık fiilini gerçekleştirdiği yer ve biçim olarak anlatılmaktadır. İddianame kapsamı incelendiğinde sanıkların şikayetçiye ait konutuna zarar vererek izinsiz girmek suretiyle konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarına dair herhangi bir vasıflandırma mevcut değildir.
Bu durumda, iddianamede yüklenen suçun unsurlarını oluşturan fiil/fiillerin nelerden ibaret olduğunun hiçbir duraksamaya yer bırakmayacak biçimde açıklanması gerekirken, konut dokunulmazlığının ihlaline yönelik açılmış bir kamu davasının bulunmadığı anlaşılmaktadır.

Bu nedenlerle sanıklar hakkında iddianamenin sınırı dışına çıkılarak mala zarar verme ve konut dokunulmazlığının ihlali suçundan ceza tayini edilmek suretiyle 5271 sayılı CMK’nun 225/1. maddesine aykırı davranılmıştır” görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurarak, Özel Daire onama kararının mala zarar verme ve konut dokunulmazlığının ihlali suçları yönünden kaldırılmasına, yerel mahkeme hükmünün bu suçlar yönünden bozulmasına karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

CMK’nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 13. Ceza Dairesince 14.02.2013 gün ve 1479-3055 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

Sanıkların hırsızlık, konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarından cezalandırılmalarına karar verilen olayda, Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanıklar hakkında konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarından açılmış bir kamu davası olup olmadığının belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından;

Ceyhan Cumhuriyet Başsavcılığınca sanıklar hakkında; "Olay tarihinde şüphelilerin 2007/5501 soruşturma sayılı dosyadan hırsızlığa teşebbüs suçundan yakalandıkları, aynı şüphelilerin 05.11.2007 tarihinde şikayetçi Nural’ın kapısını zorlamak suretiyle evine girdikleri ve evden altın set, 2 bilezik, 2 cumhuriyet altını, bir miktar çeyrek altın, 1 adet bileklik, 100 YTL para çaldıkları, şüphelilerin apartmandan çıkarken görgü tanığı A.G., R.. T.. ve Y.. C.. tarafından görüldükleri ve teşhis tutanağı ile şüphelilerin teşhis edildiği, şikayetçi N. olay nedeniyle şikayetçi olduğu, şüphelilerin alınan beyanlarında suçlamaları kabul etmedikleri iş aramak için apartmanlara girip çıktıklarını beyan ettikleri, şüphelilerin üzerine atılı suçu işledikleri" açıklamasına yer verilen iddianame ile kamu davası açılırken, sevk maddelerinin "5237 sayılı TCK’nun 141/1, 142/2-b, 53 ve 58" olarak gösterildiği ve suçun hırsızlık olarak adlandırıldığı, yerel mahkemece ek savunma hakkı verilerek hırsızlık, konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarından hüküm kurulduğu anlaşılmaktadır.

Ceza muhakemesi hukukumuzda mahkemelerce bir yargılama faaliyetinin yapılabilmesi ve hüküm kurulabilmesi için, yargılamaya konu edilecek eylemle ilgili, usulüne uygun olarak açılmış bir ceza davası bulunması gerekmektedir. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 170/1. maddesi uyarınca ceza davası, dava açan belge niteliğindeki icra ceza mahkemesine verilen şikâyet dilekçesi, son soruşturmanın açılması kararı gibi istisnai hükümler dışında, kural olarak Cumhuriyet savcısı tarafından düzenlenecek bir iddianame ile açılır. Belirtilen kanunun 170. maddesinin 4. fıkrasında da; “iddianamede, yüklenen suçu oluşturan olaylar, mevcut delillerle ilişkilendirilerek açıklanır” düzenlemesine yer verilmiştir.

CMK’nun 225. maddesi uyarınca da; “Hüküm, ancak iddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve faili hakkında verilir. Mahkeme, fiilin nitelendirilmesinde iddia ve savunmalarla bağlı değildir”. Bu düzenleme gereğince hangi fail ve fiili hakkında dava açılmış ise, ancak o fail ve fiili hakkında yargılama yapılarak hüküm verilebilecektir.

Anılan kanuni düzenlemelere göre, iddianamede açıklanan ve suç oluşturduğu iddia olunan eylemin dışına çıkılması, dolayısıyla davaya konu edilmeyen fiil veya olaydan dolayı yargılama yapılması ve açılmayan davadan hüküm kurulması kanuna açıkça aykırılık oluşturacaktır. Öğretide “davasız yargılama olmaz” ve “yargılamanın sınırlılığı” olarak ifade edilen bu ilke uyarınca hâkim, ancak hakkında dava açılmış bir fiil ve kişi ile ilgili yargılama yapabilecek ve önüne getirilen somut uyuşmazlığı hukuki çözüme kavuşturacaktır.

Diğer taraftan CMK’nun 226. maddesinde ise; “Sanık, suçun hukukî niteliğinin değişmesinden önce haber verilip de savunmasını yapabilecek bir hâlde bulundurulmadıkça, iddianamede kanunî unsurları gösterilen suçun değindiği kanun hükmünden başkasıyla mahkûm edilemez.

Cezanın artırılmasını veya cezaya ek olarak güvenlik tedbirlerinin uygulanmasını gerektirecek hâller, ilk defa duruşma sırasında ortaya çıktığında aynı hüküm uygulanır.

Ek savunma verilmesini gerektiren hâllerde istem üzerine sanığa ek savunmasını hazırlaması için süre verilir.

Yukarıdaki fıkralarda yazılı bildirimler, varsa müdafie yapılır. Müdafii sanığa tanınan haklardan onun gibi yararlanır” hükmü getirilmiştir.
Soruşturma aşamasında elde ettiği delillerden ulaştığı sonuca göre iddianameyi hazırlamakla görevli iddia makamı, düzenlenen iddianame ile CMK’nun 225/1. maddesi uyarınca kovuşturma aşamasının sınırlarını belirlemektedir. Bu bakımdan iddianamede, yüklenen suçun unsurlarını oluşturan fiil/fiillerin nelerden ibaret olduğunun hiçbir tereddüte yer bırakmayacak biçimde açıklanması zorunludur. Böylelikle sanık; iddianameden üzerine atılı suçun ne olduğunu hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde anlamalı, buna göre savunmasını yapabilmeli ve delillerini sunabilmelidir. CMK’nun 226. maddesindeki düzenlemeyle iddianamede anlatılan eylem değişmemiş olduğunda, kanun koyucu o eylemin hukuki niteliğinde değişiklik olmasını "yargılamanın sınırlılığı" ilkesine aykırı görmemiş, bu gibi hallerde sanığa ek savunma hakkı verilerek değişen suç niteliğine göre bir hüküm kurulmasına imkan sağlamıştır. Bu düzenlemenin bir sonucu olarak mahkeme, eylemin hangi suçu oluşturacağına ilişkin nitelendirmede iddia ve savunmayla bağlı değildir. Örneğin, iddianamede hırsızlık olarak nitelendirilen eylemin suç eşyasının kabul edilmesi suçunu oluşturacağı görüşünde olan mahkemece, sanığa ek savunma hakkı da verilmek suretiyle bahse konu suçtan hüküm kurulabilecektir. İddianamede anlatılan ve kapsamı belirlenen olayın dışında bir fail ve fiilin yargılanması söz konusu olduğunda ise, suç duyurusunda bulunulması ve iddianame ile dava açılması halinde gerekli görülürse her iki iddianame ile açılan davaların birleştirilmesi yoluna gidilebilecektir.
Nitekim, Ceza Genel Kurulunun 16.04.2013 gün ve 1307-151 sayılı kararında da aynı sonuca ulaşılmıştır.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Yerel mahkemece iddianamede tarif edilen ve cezalandırılması istenen eylemin konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçunu da oluşturduğu değerlendirilerek ek savunma hakkı verilmek suretiyle sanıklar hakkında mahkûmiyet hükmü kurulmuş ise de, hırsızlık suçunu oluşturduğu iddia olunan fiile ilişkin açıklamalar ve anlatım içeren iddianamede konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarını oluşturduğu düşünülen eylemlerin açıkça tarif edilmediği görülmektedir. Yargılamaya konu edilen ve hüküm kurulan konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarından usulüne uygun olarak açılmış bir ceza davası bulunmadığından, öncelikle mahkemesince Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulması ve sonucuna göre sanıkların hukuki durumunun yeniden belirlenmesi gerekirken, iddianamede açıklanan ve suç oluşturduğu ileri sürülen fiilin dışına çıkılarak, davaya konu edilmeyen eylemden dolayı yargılama yapılıp, hüküm kurulması kanuna aykırıdır.

Bu nedenle, yerel mahkeme hükmü ve bu hükmün onanmasına ilişkin Özel Daire kararı konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçları yönüyle isabetsizdir.

Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire onama kararının konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçları yönünden kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün bu suçlar yönünden iddianamede açıklanan ve suç oluşturduğu ileri sürülen fiilin dışına çıkılarak, davaya konu edilmeyen eylemlerden dolayı yargılama yapılıp hüküm kurulması isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.

SONUÇ :
Açıklanan nedenlerle,
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 13. Ceza Dairesinin 20.12.2012 gün ve 25057-27715 sayılı onama kararının konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarına ilişkin olarak KALDIRILMASINA,
3- Ceyhan 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 06.02.2008 gün ve 377-27 sayılı hükmünün, konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarına ilişkin olarak BOZULMASINA,
4- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 18.02.2014 günü yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Pzr Mar 22, 2015 8:57 pm


Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararları • KIRMIZI IŞIK İHLALİ SONUCU KAZA YAPAN KİŞİ, TRAFİK GÜVENLİĞİNİ TEHLİKEYE SOKMA

YARGITAY Ceza Genel Kurulu
ESAS: 2012/1566
KARAR: 2014/32

Trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçundan sanığın beraatına ilişkin, Edremit 2. Sulh Ceza Mahkemesince verilen 04.03.2009 gün ve 355-157 sayılı hükmün Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 17.01.2012 gün ve 6142-248 sayı ile;

"Sanığın sevk ve idaresindeki araçla seyir halinde iken, kavşakta ışıklı trafik cihazı kendisine kırmızı yandığı halde ışık ihlali yaparak seyrine devam ettiği, bu esnada kurallara uygun olarak geçiş yapmakta olan müştekinin aracına çarpması ile meydana gelen maddi hasarlı ve yaralamalı trafik kazasında, eyleminin kişilerin hayatı, sağlığı veya malvarlığı açısından tehlikeye neden olduğu, bu itibarla trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun oluştuğu nazara alınmadan, mahkûmiyeti yerine, suçun unsurlarının oluşmadığı gerekçesiyle beraatına karar verilmesi" isabetsizliğinden oyçokluğuyla bozulmasına karar verilmiş,

Daire Üyesi M. A.; "Trafik güvenliğini tehlikeye sokmak suçu kasten işlenen bir suçtur. Olayımızda sanığın kasten kırmızı ışıkta geçtiğine dair hiçbir delil yoktur. Eylemi dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılıkla yaralamalı trafik kazasına sebebiyet vermektir. Bu suç da taksirle işlenmiştir. Ayrıca yaralanan kişiler şikâyetçi olmamıştır. Mahkemenin kasten trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçundan beraat kararı vermesi doğru olduğundan bozma düşüncesine iştirak etmiyorum" görüşüyle karşı oy kullanmıştır.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 20.03.2012 gün ve 255456 sayı ile;

"TCK’nun 179/2. maddesinde düzenlenen ‘trafik güvenliğini tehlikeye sokma’ suçu kasten işlenebilen bir suç olup, sanığın farkına varmadan kırmızı ışıkta geçtiğini savunması, aksine bir kanıt sunulmaması karşısında, kasten hareket ettiğini kabule olanak olmadığından, beraat kararında isabetsizlik bulunmamaktadır" görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurarak, Özel Daire bozma kararının kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün onanmasına karar verilmesi isteminde bulunmuştur.

CMK’nun 308/1. maddesi uyarınca inceleme yapan Özel Dairece 22.11.2012 gün ve 27104-24979 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçe ile karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI

Özel Daire çoğunluğu ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözülmesi gereken uyuşmazlık; sanığın fiilinin trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunu oluşturup oluşturmadığının belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya kapsamından;

Trafik kazası tespit tutanağında; sevk ve idaresindeki aracı ile seyir halinde bulunan sanığın, kavşakta kırmızı ışık yandığı sırada geçmek isterken, mağdurun yönetiminde bulunan otomobil ile çarpışması neticesi yaralamalı ve maddi hasarlı trafik kazası meydana geldiği, sanığın sürücü asli kusurlarından "kırmızı ışıklı trafik işaretinde geçme" kuralını ihlal ettiği, mağdurun ise herhangi bir kural ihlali yapmadığının belirtildiği,

Adli raporlara göre, kazada mağdurla birlikte, sanık ve aynı araçta bulunan eşi ile oğlunun da basit tıbbi müdahale ile giderilebilir nitelikte yaralandıkları,

Mağdurun kollukta; olay tarihinde sevk ve idaresindeki aracıyla kavşağa geldiğinde yeşil ışığın yanmakta olduğunu, hızını azaltarak kavşaktan kontrollü bir şekilde geçtiği sırada sol tarafından gelen aracın, kırmızı ışık yanmasına rağmen durmayarak geçmek istediğini, aracı görünce durmaya çalıştığını, ancak mesafe kısa olduğu için duramadığını ve gelen araca sağ taraftan çarptığını, kovuşturma aşamasında ise; kavşakta kendisine yeşil ışığın yanmakta olduğunu, buna rağmen hızını azaltarak kontrollü biçimde kavşağa girdiğini, kavşakta sanığa ait aracın aniden dönüş yaptığını, frene basmasına rağmen mesafenin kısa olması nedeniyle duramadığını ve sanığa ait araca çarptığını, sanığın büyük bir ihtimalle kırmızıda geçtiğini, zararının karşıladığını, bu nedenle şikâyetçi olmadığını beyan ettiği,
Tanık G.A.’ın; olay tarihinde eşinin sevk ve idaresinde bulunan araçla kavşağa gelip, yeşil yanan ışığı geçtikten sonra sola döndüklerini, döndükten sonra da bir ışık olduğunu fark ettiğini, ancak hangi rengin yandığını görmediğini, yola devam ettikleri esnada mağdura ait aracın duramayarak sağ ön ve orta kısmından kendi araçlarına çarptığını, kazada yaralandıklarını, ancak kimseden şikâyetçi olmadığını belirttiği,

Sanığın kollukta; olay günü sevk ve idaresindeki araçla kavşağa geldiğinde ilk ışığın yeşil yanmakta olduğunu, yeşil ışıkta geçtiğini, kavşakta sola dönüşe geçtiğinde kırmızı mı, yoksa yeşil mi yandığını hatırlayamadığını, dikkat de etmediğini, dönüşe geçtiği sırada gelen aracın kendi aracına çarptığını, kendisi ile birlikte eşinin ve oğlunun yaralandığını, şikâyetçi olmadığını, kovuşturma aşamasında ise; kavşağa geldiğinde ışığın yeşil yanmakta olduğunu, sola dönüşe geçerken ışık levhasını fark etmediğini ve birden geçiverdiğini, kasten ve bilerek kırmızı ışıkta geçmediğini savunduğu,

Anlaşılmaktadır.

Türk Ceza Kanununun "Trafik güvenliğini tehlikeye sokma" başlıklı 179. maddesinin ikinci fıkrası; "Kara, deniz, hava veya demiryolu ulaşım araçlarını kişilerin hayat, sağlık veya malvarlığı açısından tehlikeli olabilecek şekilde sevk ve idare eden kişi, iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır" şeklinde düzenlenmiş olup, anılan fıkranın gerekçesi; "Kara, deniz, hava veya demiryolu ulaşım araçlarının, kişilerin hayat, sağlık veya malvarlığı açısından tehlikeli olabilecek şekilde sevk ve idare edilmesi, ayrı bir suç olarak tanımlanmıştır. Bu suçun oluşabilmesi için, aracın tehlikeli bir şekilde sevk ve idare edilmesi gerekir. Aracın sevk ve idaresinin salt trafik düzenine aykırılığı bu suçun oluşumuna neden olmayacaktır. Bu suçun oluşabilmesi için, aracın trafik düzenine aykırı olarak ve ayrıca kişilerin hayatı, sağlığı veya malvarlığı açısından tehlikeli olabilecek şekilde kullanılması gerekir. Bu bakımdan söz konusu suç, somut tehlike suçu niteliği taşımaktadır" biçiminde açıklanmıştır.

Trafik güvenliğini kasten tehlikeye sokma suçunun oluşabilmesi için; kara, deniz, hava veya demiryolu ulaşım araçlarının, kişilerin hayat, sağlık veya malvarlıkları bakımından tehlike meydana getirebilecek biçimde iradi bir şekilde sevk ve idare edilmesi gerekmektedir. Trafik güvenliğini taksirle tehlikeye sokma suçu ise, aynı kanunun 180. maddesinde; "Deniz, hava veya demiryolu ulaşımında, kişilerin hayatı, sağlığı veya malvarlığı bakımından bir tehlikeye taksirle neden olan kimseye üç aydan üç yıla kadar hapis cezası verilir" şeklinde hüküm altına alınmış olup, madde metninden de anlaşılacağı üzere, karayolu ulaşım araçları bu suçun kapsamı dışında tutulmuştur.
Başta Karayolları Trafik Kanunu olmak üzere bir çok kanunda; kara, hava, deniz ve demiryolu araçlarının trafikte kullanılmalarına ilişkin bir takım kurallar öngörülmüştür. Bu kurallar trafik güvenliğini sağlamanın yanında, kişilerin hayat, sağlık ya da mal varlıklarını korumaya yönelik olup, uyulmaması halinde trafik güvenliği tehlikeye düşürülebilmektedir. Ancak her kural ihlalinin mutlaka kişiler bakımından tehlikeye neden olacağını söylemek de mümkün değildir. Bu durumda tehlikeye neden olma halinin somut olayın özelliklerine göre değerlendirilmesi gerekmektedir. Trafik güvenliğini tehlikeye sokma, somut tehlike suçudur. Bu suçun oluşabilmesi için suç tanımında yer alan eylemin gerçekleştirilmesi yeterli olmayıp, tehlikelilik halinin gerçekleşmesi ya da gerçekleşmesinin mümkün bulunması zorunludur. Bu nedenle her somut olay bakımından tehlikeye neden olma ögesinin varlığı aranmalıdır.

Trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun kanunda kasıtlı bir suç olarak düzenlenmesi ve ancak kasten işlenebilmesi karşısında, söz konusu suçun oluşabilmesi için, failin tehlikeli sevk ve idaresinin kasti ve iradi davranıştan ileri gelmesi gerekmektedir. Failin genel kasıtla hareket etmesi yeterli olup saik (özel kast) aranmamıştır. Ancak sanığın kastının, fiilinin başkalarının hayat, sağlık ya da malvarlığı bakımından tehlikeye neden olabileceğini kapsaması gerekir. Aracın tehlikeli olabilecek şekilde sevk ve idare edilmesi, çoğu zaman bir trafik kuralına da aykırılık oluşturmaktadır. Failin bir trafik kuralını bilinçli olarak ihlal etmesi durumunda kasıt unsuru gerçekleşecektir. Kural ihlalinin kasta ya da en azından olası kasta değil taksire dayanması, başka bir anlatımla dikkatsiz ve tedbirsiz davranışlarının herhangi bir tehlikeye yol açması halinde kasıt unsurunun gerçekleşmemesi nedeniyle bu suç oluşmayacak, kuralın kasta değil taksire dayalı olarak ihlali neticesinde ölüm veya herhangi bir yaralanma meydana gelmiş ise fiil yalnızca taksirle öldürme ya da yaralama suçunu teşkil edecektir.

Nitekim 2797 sayılı Yargıtay Kanununun Ceza Dairelerinin görevlerini düzenleyen 6110 sayılı Kanunla değişik 14. maddesi uyarınca hazırlanan 12.05.2011 tarih ve 2011/1 sayılı işbölümü kararı yürürlüğe girene kadar bu suçu temyizen incelemekle görevli bulunan Yargıtay 2. Ceza Dairesinin istikrar kazanmış kararları da bu yönde olup, 23.12.2009 gün ve 53795-48456 sayılı kararında; "sevk ve idaresindeki araçla tali yoldan ana yola çıkarken ikaz levhası ve kavşakta geçiş önceliğine uymayıp, dikkatsiz ve tedbirsiz şekilde ana yola girerek kazaya neden olması şeklindeki eylemin taksirle gerçekleşmesi karşısında, kasten işlenebilen trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun unsurlarının oluşmadığı," 25.11.2009 gün ve 37049-44411 sayılı kararında da; "idarelerindeki araçlarla olay mahalli kavşakta karşılaşan sanıklardan birinin sola dönüş kuralına uymaması, diğerinin de kavşağa yaklaşırken hızını azaltmaması nedeniyle çarpışmaları sonucunda, araçlardan birinde yolcu olarak bulunan mağdurların basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralanmalarına neden olan sanıkların eyleminde trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun unsurlarının bulunmadığı, bu suçun ancak kasten işlenebilen suçlardan olduğu ve oluşabilmesi için aracın kasıt ya da olası kasıtla kişilerin hayat, sağlık veya malvarlığı açısından tehlike yaratacak bir şekilde sevk ve idare edilmesi gerektiği" vurgulanmıştır.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Sevk ve idaresindeki araçla ışık kontrollü dörtlü dönel kavşağa gelen ve yeşil ışık ile birlikte kavşağa giren, ancak sola dönüşte bulunan ve kendi istikametine kırmızı yanmakta olan ışıklı işaret cihazını fark etmeyerek, mağdurun aracının yoluna girip, maddi hasarlı ve yaralamalı trafik kazasına neden olan, tüm aşamalarda kavşak içerisindeki trafik ışığını fark etmediğini savunan ve bu savunmasının aksini ispatlayacak, her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı bir delil elde edilemeyen sanığın eylemi, somut olayda basit tıbbi müdahale ile giderilecek nitelikte yaralanan mağdurların şikâyetçi olmamaları nedeniyle taksirle yaralama suçunu oluşturmadığı gibi kasten hareket etmemiş olması nedeniyle trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunu da oluşturmayacağından, yerel mahkemenin beraat hükmünde herhangi bir isabetsizlik bulunmamaktadır.

Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Dairenin bozma kararının kaldırılmasına, usul ve kanuna uygun bulunan yerel mahkeme hükmünün onanmasına karar verilmelidir.

SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 17.01.2012 gün ve 6142-248 sayılı bozma kararının KALDIRILMASINA,
3- Usul ve kanuna uygun bulunan Edremit 2. Sulh Ceza Mahkemesinin 04.03.2009 gün ve 355-157 sayılı beraat hükmünün ONANMASINA,
4- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 04.02.2014 tarihinde yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Pzr Mar 22, 2015 8:54 pm


Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararları • DOLANDIRICILIK, BÜYÜ BOZMA, CİN ÇIKARMA HİLESİYLE ZİYNET EŞYALARINI ALMA

YARGITAY Ceza Genel Kurulu
ESAS: 2013/262
KARAR: 2014/37

Nitelikli dolandırıcılık suçundan sanıklar S.. T.. ve L.. T..’ın 5237 sayılı TCK’nun 158/1-a, 62, 52/2, 53 ve 63. maddeleri gereğince 2 yıl 1 ay hapis ve 5.000 Lira adli para cezası ile cezalandırılmalarına, hak yoksunluğuna ve mahsuba ilişkin, Kayseri 1. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 06.08.2008 gün ve 178-223 sayılı hükmün, sanıklar müdafileri tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 15. Ceza Dairesince 03.12.2012 gün ve 17496-44583 sayı ile onanmasına karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 19.01.2013 gün ve 8013 sayı ile;

“…Somut olayda, olay tarihinde nişanlı olup düğün hazırlıkları içinde olan müştekinin evine gelip yemek yedikleri sırada müştekiye ‘evin çeyiz odasına geçelim, senin falına bakalım, senin içinde cin var, seninle nişanlının üzerine büyü yapmışlar, bu büyüyü çözelim’ diyerek çeyiz odasına girdikten sonra müştekiye takılarını çıkarmasını ve arkasını dönmesini istedikleri müştekinin takıları çıkarıp verince bir mendile sardıkları ve müştekiye ‘bize bir bardak su getir, suyu mendilin üzerine döküp sana içireceğiz diyerek’ müştekiyi odadan uzaklaştırdıkları sonrada müştekinin yokluğundan yararlanarak 6 bilezik, 1 gerdanlık, 1 kol saati, 2 yüzük, 2 küpe ve 1 adet künyeden oluşan takılarını alarak evden uzaklaşmaları şeklinde gerçekleştiği anlaşılan eylemlerinin, zilyetliğin devredilmemiş olması nedeniyle hırsızlık suçunu oluşturacağı” görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurarak, Özel Daire onama kararının kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün bozulmasına karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

CMK’nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 15. Ceza Dairesince 18.02.2013 gün ve 1232-2835 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

Suçun sübutuna ilişkin bir uyuşmazlık bulunmayan olayda, Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, suç niteliğinin belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya kapsamından;

Mağdur Nurgül’ün düğün töreninden bir gün önce olan suç tarihinde kına gecesi hazırlıklarının olduğu, komşular ve tanıdıkların kutlama için evde bulundukları sırada sanıklar S.ve L.’nın beyaz renkli Doblo marka bir araçla eve geldikleri, bohçacılık yaptıklarını ve çeyiz eşyası sattıklarını söyledikleri, mağdur Nurgül ve annesinin çeyiz eşyasına ihtiyaçlarının olmadığını söylemeleri üzerine aç olduklarını ifade ettikleri, diğer misafirleriyle de ilgilenmek durumunda olan anne H.in sofra hazırladığı ve sanıklara ikram ettiği, o sırada sanıkların mağdura "senin falına bakalım, sende ve nişanlında büyü var, büyüyü bozalım, içinize cin girmiş, cini çıkartalım" diyerek evin tenha bir odasına geçmeyi teklif etikleri, birlikte çeyiz odasına geçtikten sonra kapıyı kilitledikleri, önce anne H.den su istedikleri, anne çıktıktan sonra mağdura ziynet eşyalarını çıkarmasını ve arkasını dönmesini söyledikleri, mağdurun verdiği 22 ayar 6 adet bilezik, 22 ayar 2 adet yüzük, 2 adet küpe, kol saati, 22 ayar 1 adet künyeden ibaret toplam değeri suç tarihi itibarıyla 900 Lira olan ziynet eşyasını mendile sardıkları, ardından mağdurdan da su istedikleri, suyun yarısını mendile dökeceklerini ve kalan yarısını da mağdura içireceklerini söyledikleri, mağdurun su getirmeye gitmesinden yararlanarak ziynet eşyalarını alarak Doblo marka araçla uzaklaştıkları, mağdur ve ailesinin kolluk görevlilerine haber vererek eşgal bilgilerini bildirmesi üzerine soruşturmaya başlandığı,

Sanıkların yaklaşık dört ay sonra yine bohçacılık yaparken başka bir olay nedeniyle yakalandıkları, suç konusu olayla ilgili olabilecekleri düşünülerek mağdur, annesi ve olay günü evde bulunan komşulardan iki tanığın çağrıldığı, bu kişiler tarafından teşhis edilen sanıklar hakkında kamu davasının açıldığı,

Sanıkların aşamalarda beyaz renkli Doblo marka bir araç ile köyleri gezerek çeyiz eşyası sattıklarını kabul ettikleri, ancak eylemi gerçekleştirmediklerini ve mağdurun köyüne gitmediklerini savundukları,

Anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlığın sağlıklı bir şekilde çözüme kavuşturulabilmesi açısından dolandırıcılık, hırsızlık ve güveni kötüye kullanma suçları üzerinde ayrıntısıyla durulmalıdır.

I- Dolandırıcılık Suçu:
5237 sayılı TCK’nun “Dolandırıcılık” başlıklı 157. maddesinde; “Hileli davranışlarla bir kimseyi aldatıp, onun veya başkasının zararına olarak, kendisine veya başkasına bir yarar sağlayan kişiye bir yıldan beş yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası verilir” şeklinde dolandırıcılık suçunun temel şekli düzenlenmiş olup, 158. maddesinde ise suçun nitelikli halleri on bent halinde sayılmıştır.
Dolandırıcılık suçunun maddi unsurunun hareket kısmı, 765 sayılı TCK’nun 503. maddesinde bir kimseyi kandırabilecek nitelikte hile ve desiseler yapma olmasına karşın, 5237 sayılı TCK’nun 157. maddesinde hileli davranışlarla bir kimseyi aldatma şeklinde ifade edilmiş olup, 765 sayılı Kanunda yer alan desise kavramına 5237 sayılı Kanunda yer verilmemiş ve hileye desiseyi de kapsayacak şekilde geniş bir anlam yüklenmiştir.

Malvarlığının yanında irade özgürlüğünün de korunduğu dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için;
1) Failin bir takım hileli davranışlarda bulunması,
2) Hileli davranışların mağduru aldatabilecek nitelikte olması,
3) Failin hileli davranışlar sonucunda mağdurun veya başkasının aleyhine, kendisi veya başkası lehine haksız bir yarar sağlaması,
Şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.

Fail kendisi veya başkasına yarar sağlamak amacıyla bilerek ve isteyerek hileli davranışlar yapmalı, bu davranışlarla bir başkasına zarar vermeli, verilen zarar ile eylem arasında uygun nedensellik bağı bulunmalı ve zarar da, nesnel ölçüler göz önünde bulundurularak belirlenecek ekonomik bir zarar olmalıdır.

Görüldüğü gibi, dolandırıcılık suçunu diğer malvarlığına karşı işlenen suç tiplerinden farklı kılan husus, aldatma temeline dayanan bir suç olmasıdır. Birden çok hukuki konusu olan bu suç işlenirken, sadece malvarlığı zarar görmemekte, mağdurun veya suçtan zarar görenin iradesi de hileli davranışlarla yanıltılmaktadır. Madde gerekçesinde de, aldatıcı nitelik taşıyan hareketlerle, kişiler arasındaki ilişkilerde var olması gereken iyiniyet ve güvenin bozulduğu, bu suretle kişinin irade serbestisinin etkilendiği ve irade özgürlüğünün ihlâl edildiği vurgulanmıştır.

5237 sayılı TCK’nun 157. maddesinde yalnızca hileli davranıştan söz edilmiş olmasına göre, her türlü hileli davranışın dolandırıcılık suçunu oluşturup oluşturmayacağının belirlenmesi gerekmektedir.

Kanun koyucu anılan maddede hilenin tanımını yapmayarak suçun maddi konusunun hareket kısmını oluşturan hileli davranışların nelerden ibaret olduğunu belirtmemiş, bilinçli olarak bu hususu öğreti ve uygulamaya bırakmıştır.

Hile, Türk Dili Kurumu sözlüğünde; “birini aldatmak, yanıltmak için yapılan düzen, dolap, oyun, desise, entrika” (Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, s.891) şeklinde, uygulamadaki yerleşmiş kabule göre ise; “Hile nitelikli yalandır.

Yalan belli oranda ağır, yoğun ve ustaca olmalı, sergileniş açısından mağdurun denetleme olanağını ortadan kaldırmalıdır. Kullanılan hile ile mağdur yanılgıya düşürülmeli ve yanıltma sonucu kandırıcı davranışlarla yalanlara inanan mağdur tarafından sanık veya başkasına haksız çıkar sağlanmalıdır… hileli davranışın aldatacak nitelikte olması gerekir. Basit bir yalan hileli hareket olarak kabul edilemez” biçiminde tanımlanmıştır.

Öğretide de hile ile ilgili olarak; “olaylara ilişkin yalan açıklamaların ve sarf edilen sözlerin doğruluğunu kuvvetlendirecek ve böylece muhatabın inceleme eğilimini etkileyebilecek yoğunluk ve güçte olması ve bu bakımdan gerektiğinde bir takım dış hareketler ekleyerek veya böylece var olan halden ve koşullardan yararlanarak, almayacağı bir kararı bir kimseye verdirtmek suretiyle onu aldatması, bu suretle başkasının zihin, fikir ve eylemlerinde bir hata meydana getirmesidir” (Sulhi Dönmezer, Kişilere ve Mala Karşı Cürümler, Beta Yayınevi, 2004, s. 453), “hile, oyun, aldatma, düzen demektir. Objektif olarak hataya düşürücü ve başkasının tasavvuru üzerinde etki doğurucu her davranış hiledir” (Nur Centel-Hamide Zafer-Özlem Çakmut, Kişilere Karşı işlenen Suçlar, Beta Yayınevi, 2011, 2 bası, Cilt I. s. 456) biçiminde tanımlara yer verilmiştir.

Yerleşmiş uygulamalar ve öğretideki baskın görüşlere göre ortaya konulan ilkeler gözönünde bulundurulduğunda; hile, karşısındakini aldatan, hataya düşüren, düzen, dolap, oyun, entrika ve bunun gibi her türlü eylem olarak kabul edilebilir. Bu eylemler bir gösteriş biçiminde olabileceği gibi, gizli davranışlar olarak da ortaya çıkabilir. Gösterişte, fail sahip bulunmadığı imkanlara ve sıfata sahip olduğunu bildirmekte, gizli davranışta ise kendi durum veya sıfatını gizlemektedir. Ancak sadece yalan söylemek, dolandırıcılık suçunun hile unsurunun gerçekleşmesi bakımından yeterli değildir. Kanun koyucu yalanı belirli bir takım şekiller altında yapıldığı ve kamu düzenini bozacak nitelikte bulunduğu hallerde cezalandırmaktadır. Böyle olunca hukuki işlemlerde, sözleşmelerde bir kişi mücerret yalan söyleyerek diğerini aldatmış bulunuyorsa bu basit şekildeki aldatma, dolandırıcılık suçunun oluşumuna yetmeyecektir. Yapılan yalan açıklamaların dolandırıcılık suçunun hileli davranış unsurunu oluşturabilmesi için, bu açıklamaların doğruluğunu kabul ettirebilecek, böylece muhatabın inceleme eğilimini etkisiz bırakabilecek yoğunluk ve güçte olması ve gerektiğinde yalana bir takım dış hareketlerin eklenmiş bulunması gerekir.

Failin davranışlarının hileli olup olmadığının belirlenmesi noktasında öğretide şu görüşlere de yer verilmiştir: “Hangi hareketin aldatmaya elverişli olduğu somut olaya göre ve mağdurun içinde bulunduğu duruma göre belirlenmelidir. Bu konuda önceden bir kriter oluşturmak olanaklı değildir”(Veli Özer Özbek-M.Nihat Kanbur-Koray Doğan-Pınar Bacaksız-İlker Tepe, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 2012, 4 bası s.690), “Hileli davranışın anlamı birtakım sahte, suni hareketler ile gerçeğin çarpıtılması, gizlenmesi ve saklanmasıdır” (Doğan Soyaslan, Ceza Hukuku Özel Hükümler, Yetkin Yayınevi, 9 bası, 2012 s.421), “Hilenin, mağduru hataya sürükleyecek nitelikte olması yeterlidir; ortalama bir insanı hataya sürükleyecek nitelikte olması aranmaz. Bu nedenle, davranışın hile teşkil edip etmediği muhataba ve olaya göre değerlendirilmelidir” (Nur Centel, Hamide Zafer, Özlem Çakmut, Kişilere Karşı İşlenen Suçlar, Beta Yayınevi, 2011, 2 bası cilt I. s.462).

Esasen, hangi davranışların hileli olup olmadığı ve bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiği yolunda genel bir kural koymak oldukça zor olmakla birlikte, olaysal olarak değerlendirme yapılmalı, olayın özelliği, mağdurun durumu, fiille olan ilişkisi, kullanılmışsa gizlenen veya değiştirilen belgenin nitelikleri ayrı ayrı nazara alınmak suretiyle sonuca ulaşılmalıdır.

II- Hırsızlık Suçu:
Konumuzla ilgisi bulunan bir diğer suç olan hırsızlık ise, 765 sayılı TCK’nun 491/ilk maddesinde; “diğerinin taşınabilir malını rızası olmaksızın faydalanmak için bulunduğu yerden alma”, 5237 sayılı TCK’nun 141/1. maddesinde; “zilyedinin rızası olmadan başkasına ait taşınır bir malı, kendisine veya başkasına bir yarar sağlamak maksadıyla bulunduğu yerden alma” olarak tanımlanmıştır.
Görüldüğü gibi her iki kanunda da benzer şekilde tanımlanan hırsızlık suçu; başkasına ait taşınabilir bir malı sahibinin (zilyed) rızası olmaksızın faydalanmak kastı ile bulunduğu yerden almaktır.

Hırsızlık suçuyla korunan hukuki yarar zilyetlik ve buna bağlı haklardır. Bu nedenle hırsızlık suçunun mağduru malın sahibi değil, zilyetliği altında bulunan mal çalınan kişidir. Burada zilyetliğin hukuka uygun ya da aykırı tesis edilmiş olmasının bir önemi bulunmamaktadır. Bunun sonucu olarak malı çalarak zilyetliği ele geçiren kişinin elinden de malın çalınması halinde hırsızlık suçu oluşabilecektir.

III- Güveni Kötüye Kullanma Suçu:
“Güveni kötüye kullanma” suçu 5237 sayılı TCK’nun 155. maddesinde; “(1) Başkasına ait olup da, muhafaza etmek veya belirli bir şekilde kullanmak üzere zilyedliği kendisine devredilmiş olan mal üzerinde, kendisinin veya başkasının yararına olarak, zilyedliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunan veya bu devir olgusunu inkâr eden kişi, şikayet üzerine, altı aydan iki yıla kadar hapis ve adlî para cezası ile cezalandırılır.

(2) Suçun, meslek ve sanat, ticaret veya hizmet ilişkisinin ya da hangi nedenden doğmuş olursa olsun, başkasının mallarını idare etmek yetkisinin gereği olarak tevdi ve teslim edilmiş eşya hakkında işlenmesi halinde, bir yıldan yedi yıla kadar hapis ve üçbin güne kadar adlî para cezasına hükmolunur” şeklinde düzenlemiş,

Maddenin gerekçesinde de; “Bu suçla mülkiyetin korunması amaçlanmaktadır. Ancak, söz konusu suçun oluşabilmesi için eşya üzerinde mülkiyet hakkına sahip olan kişi ile lehine zilyetlik tesis edilen kişi (fail) arasında bir sözleşme ilişkisi mevcuttur. Bu ilişkinin gereği olarak taraflar arasında mevcut olan güvenin korunması gerekmektedir. Bu mülahazalarla, eşya üzerinde mevcut sözleşme ilişkisiyle bağdaşmayan kasıtlı tasarruflar, cezai yaptırım altına alınmıştır… Suçun konusunu oluşturan mal üzerinde belirli bir şekilde kullanmak üzere fail lehine zilyetlik tesisi gerekir. Bu nedenle, güveni kötüye kullanma suçunun oluşabilmesi için hukuken geçerli bir sözleşme ilişkisinin varlığı gereklidir” açıklaması yapılmıştır.

Madde gerekçesinde de belirtildiği üzere kanun koyucu tarafından mülkiyetin korunması amacıyla getirilen güveni kötüye kullanma suçu, muhafaza etmek veya belirli bir şekilde kullanmak üzere zilyetliği kendisine devredilmiş olan taşınır veya taşınmaz bir mal üzerinde, kendisinin veya başkasının yararına olarak, zilyetliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunulması veya bu devir olgusunun inkâr edilmesiyle oluşmaktadır.

TCK’nun 155. maddesinde sözü edilen zilyetlik kavramı 4721 sayılı Medeni Kanunumuzun 973. maddesinde; “Bir şey üzerinde fiilî hâkimiyeti bulunan kimse onun zilyedidir” şeklinde açıklanmış, asli ve fer’i zilyetlik ise aynı kanunun 974. maddesinde; “Zilyet, bir sınırlı aynî hak veya bir kişisel hakkın kurulmasını ya da kullanılmasını sağlamak için şeyi başkasına teslim ederse, bunların ikisi de zilyet olur. Bir şeyde malik sıfatıyla zilyet olan aslî zilyet, diğeri fer’î zilyettir” biçiminde tanımlanmıştır.

Güveni kötüye kullanma suçunda malın teslimi, belirli biçimde kullanılmak için hukuka ve yöntemine uygun, aldatılmamış özgür bir iradeye dayanılarak tesis edilmektedir. Söz konusu suçun oluşabilmesi için eşya üzerinde mülkiyet hakkına sahip olan kişi ile lehine zilyetlik tesis edilen fail arasında bir sözleşme ilişkisi mevcut olmalı ve bu hukuki ilişkinin gereği olarak taraflar arasında oluşan güvenin korunması gerekmektedir. Bu amaçla, eşya üzerinde mevcut sözleşme ilişkisiyle bağdaşmayan kasıtlı tasarruflar ve devir olgusunu inkâr kanun koyucu tarafından cezai yaptırım altına alınmıştır. Eğer mülkiyet hakkına sahip olan kişi ile lehine zilyetlik tesis edilen fail arasında hukuken geçerli bir sözleşme ilişkisi yoksa usulüne uygun bir teslim olmayacağı için güveni kötüye kullanma suçu da oluşmayacaktır. Zira, hukuksal anlamda geçerli bir sözleşmeden söz edilebilmesi için tarafların iradelerinin aldatılmamış olması gerekmektedir.

IV- Dolandırıcılık, Hırsızlık ve Güveni Kötüye Kullanma Suçlarının Farkları:
1-) Dolandırıcılık-Hırsızlık:
Gerek öğreti de gerekse yargı kararlarında bu suçlar arasındaki farklar ortaya konulmaya çalışılmıştır. Dolandırıcılık ve hırsızlık suçları arasında şu farkların bulunduğu söylenebilir:

a-) Hırsızlık suçunda eşya, sahibinin (zilyedinin) rızası olmaksızın alınmasına karşın dolandırıcılık suçunda mal, sahibinin (zilyedin) rızasıyla teslim edilmektedir. Ancak bu rıza failin hileli davranışları ile elde edilmiş olup, geçerli bir rıza değildir.
b-) Hırsızlık suçunun konusunu sadece taşınır mallar oluşturmasına karşın dolandırıcılığın konusunu taşınmaz mallar da oluşturabilir.
c-) Hırsızlık suçunda yarar sağlama amacıyla hareket edilmesi, başka bir anlatımla genel kastın yanında bu saikin de gerçekleşmesi gerekirken, dolandırıcılık suçunda böyle bir amaçla hareket edilmesine gerek bulunmamaktadır, zira kanun metninde failin suç işleme amacının ne olması gerektiği yazılmadığına göre failin fiilini bilerek ve isteyerek gerçekleştirmesi yeterlidir.

-) Dolandırıcılık-Güveni Kötüye Kullanma:

Dolandırıcılık ile güveni kötüye kullanmak suçlarının “teslim” gibi ortak noktaları varsa da bu iki suçun farkları vardır.

a-) Güveni kötüye kullanma suçunda malın teslimi belirli biçimde kullanılmak için hukuka, yöntemlere uygun, aldatılmamış özgür bir iradeye dayanılarak tesis edildiği halde, dolandırıcılık suçunda hileli davranışlar kullanılarak sakatlanmış, özgür olmayan bir iradeye dayanmaktadır.

b-) Dolandırıcılık suçunda, haksız çıkarın sağlanması dolayısıyla suç tamamlanmaktadır. Suçun oluştuğu an, çıkarın sağlandığı, zararın verildiği andır. Güveni kötüye kullanma suçunda ise, suçun oluştuğu an, kanunda öngörülen “zilyedliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunma veya bu devir olgusunu inkâr” gibi seçimlik hareketlerin gerçekleştiği an olup, bu âna kadar gerçekleşen eylemler suç oluşturmaz.

c-) Dolandırıcılık suçunda başlangıçta oluşan bir kast bulunmaktadır. Zilyetliğin hileli davranışlar kullanılarak elde edilmesi, bu suçta malın teslimi öncesi kast bulunduğunu ortaya koymaktadır. Güveni kötüye kullanma suçunda ise, sonradan oluşan bir kast söz konusudur. Mal fer’i zilyede belli amaçlar için tevdi edildikten sonra, iade edilmesi aşamasında malın tesliminden sonra kast oluşmaktadır. Kast öğesi olaysal olarak değerlendirilmeli, fail veya faillerin durumu, mağdurla olan ilişki ve olayın özellikleri ayrı ayrı nazara alınıp sonuca varılmalıdır.

3-) Hırsızlık-Güveni Kötüye Kullanma:

Hırsızlık ile güveni kötüye kullanma suçlarının bazı ortak noktaları bulunmakla birlikte, bu iki suçun birbirinden ayrıldığı noktaları aşağıdaki şekilde belirlemek mümkündür:

a-) Hırsızlık suçunun konusu sadece taşınır bir mal iken, güveni kötüye kullanma suçunun konusunu hem taşınır hem de taşınmaz mallar oluşturabilir.

b-) Güveni kötüye kullanma suçunda malın teslimi, muhafaza edilmek veya belirli biçimde kullanılmak üzere hukuka ve yöntemine uygun, aldatılmamış özgür bir iradeye dayanılarak yapılmaktadır. Hırsızlık suçunda ise taşınır mal zilyedinin rızası olmadan alınmaktadır.

c-) Hırsızlık suçunda, zilyedinin rızası olmadan başkasına ait taşınır malın bulunduğu yerden alınmasıyla suç oluşmaktadır. Güveni kötüye kullanma suçunda ise, suçun oluştuğu an, zilyetliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunulduğu veya bu devir olgusunun inkâr edildiği andır. Bunun sonucu olarak bu aşamaya kadar gerçekleşen eylemler suç oluşturmayacaktır.

d-) Hırsızlık suçunda failde başlangıçtan itibaren suç işleme kastı bulunmakta iken, güveni kötüye kullanma suçunda sonradan oluşan bir kast söz konusudur. Malın fer’i zilyede belli amaçlar için tevdi edilmesinden sonra kast oluşmakta ve güveni kötüye kullanma suçu işlenmektedir.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Bohçacı olarak mağdurun evine gelen sanıkların, nişanlısında ve kendisinde büyü olduğunu ve içlerine cin girdiğini söyleyip çeyiz odasına geçerek büyüyü bozacaklarına ve cini çıkaracaklarına mağduru inandırıp, takılarını çıkarmasını ve arkasını dönmesini istedikleri, mağdur takıları çıkarıp verince bir mendile sardıkları ve “bize bir bardak su getir, suyu mendilin üzerine döküp sana içireceğiz diyerek” mağduru odadan uzaklaştırdıkları, sonra da yokluğundan yararlanarak takılarını alıp evden ayrılmaları şeklinde gerçekleşen olayda, sanıkların basit bir yalanı aşan, mağduru yanıltacak ve kandıracak yoğunluk ve güçteki sözleri ile planlayıp ustaca sergiledikleri hareketlerinin hileli davranış olarak kabulü gerektiğinden, hileli davranışlarla aldatma sonucunda mağdur zararına gerçekleşen eylem hırsızlık değil dolandırıcılık suçunu oluşturacaktır. Zilyetliğin geçici olarak teslimini sağlamaya yönelik bile olsa hileli davranışlar kullanılmış ve bu hileli davranışlara bağlı olarak zilyetlik devredilmişse dolandırıcılık suçu oluşabileceğinden, sanıkların eyleminin dolandırıcılık suçunu oluşturacağının kabulü gerekmektedir. Başka bir anlatımla, dolandırıcılık suçunda önemli olan husus zilyetliğin hileli davranışlar sonucu devredilmesi olup, zilyetliğin belirli bir süre için sanığa devredilmiş olması ve diğer şartların varlığı halinde dolandırıcılık suçu oluşabilecektir.

Aldatma aracı olarak kullanılan "büyüyü bozma ya da cini çıkarma" vb. hususların mağdurun algıladığı dini inanç ve duygulara yönelik olduğu, sanıkların etkisinde kalan mağdurun bu duygularının istismar edilerek irade özgürlüğünün baskı altına alınması sonucunda sanıklara altınlarını verdiği anlaşıldığından, sanıkların sabit kabul edilen eylemi dinî inanç ve duyguların istismar edilmesi suretiyle dolandırıcılık suçunu oluşturmaktadır.

Bu itibarla, sanıkların nitelikli dolandırıcılık suçundan mahkûmiyetlerine ilişkin yerel mahkeme hükmünün onanmasına dair Özel Daire kararında bir isabetsizlik bulunmadığından, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi K.T.; "Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ile Ceza Genel Kurulu arasındaki oluş ve subut konusunda herhangi bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Uyuşmazlık, bohçacılık yapan ve yakınanın evine gelen sanıkların, ‘falına bakalım, senin içinde cin var, seninle nişanlına büyü yapmışlar, bu büyüyü çözelim’ dedikleri, ondan takılarını çıkarıp arkasını dönmesini istedikleri, yakınanın takıları çıkarıp vermesi üzerine takıları bir mendile sardıkları, yakınana ‘bir bardak su getir suyu mendilin üzerine döküp sana içireceğiz’ diyerek onu odadan uzaklaştırdıktan sonra takıları alıp evden uzaklaşma şeklinde gerçekleşen eylemlerinin dolandırıcılık mı yoksa hırsızlık suçunu mu oluşturacağına ilişkindir.

Sanıklara yüklenen bu eylemin hangi suç tipini oluşturacağının belirlenmesi için bu suçlara ayrı ayrı değinmekte yarar bulunmaktadır.
Roma hukukunda ‘furtum’ diye adlandırılan hırsızlık suçundan türeyen bu iki suçun ayrıldıkları temel hususları belirlemek her zaman kolayca mümkün olmamakta, uygulamada ciddi duraksamalara yol açmaktadır. Bu nedenlerle iki suçun yapısını inceleyerek ortak ve ayrılan yönlerini saptamak gerekir.

Öncelikle her iki suçta da fail, haksız yöntemlerle üçüncü kişi zararına zenginleşmeyi amaçlamakta, ancak bu amaca ulaşmak için farklı yöntemlere başvurmaktadır. Hırsızlıkta çalarak, dolandırıcılıkta ise hileli hareketler kullanılarak suç işlenmektedir.

Hırsızlık suçunun maddi konusu ekonomik değer taşıyan taşınabilir bir maldır ve bu nedenle de tek maddi konulu bir suçtur. Buna karşılık dolandırıcılık suçu iki hukuki konulu suçtur. Bunlardan birisi insan iradesinin özgürlüğü, diğeri malvarlığına ilişkin varlık ve yararlardır. Yine dolandırıcılık suçu taşınır ve taşınmaz mallar dışında alacak hakkı gibi malvarlığı değerlerine karşı da işlenen bir suçtur.
Hırsızlık suçunun, failin tek yanlı etkinliğiyle gerçekleşmesine karşılık, dolandırıcılık suçu fail ve mağdurun işbirliğini gerektiren bir suçtur. Burada mağdur, hileli hareketlerle kandırılmış ve aldatılmış iradesi doğrultusunda kendi zararına, fail veya onun adına hareket ettiği kimse yararına bir işlemde bulunacaktır.

Dolandırıcılık suçunun maddi unsurunun hareket kısmı, 765 sayılı TCK’nın 503. maddesinde bir kimseye dolandırabilecek nitelikte hile ve desiseler yapmak olduğu halde, 5237 sayılı TCK’nın 157. maddesinde hileli davranışlarla bir kimseyi aldatmak olup, 765 sayılı yasada yer alan desise kavramına 5237 sayılı TCK. da yer verilmemiş, hileye desiseyi de kapsayan geniş bir anlam yüklenmiştir, ayrıca 765 sayılı TCK’nın 503. maddesinde hile ve desisenin bir kişiyi kandırabilecek nitelikte olması gerektiği madde metninde açıkça belirtildiği halde, 5237 sayılı TCK’nın 157. maddesinde yalnızca hileli davranıştan söz edilmiş, hileli davranışın kişiyi kandırabilecek nitelikte olması gerektiği belirtilmemiş, bu hususu öğreti ve uygulamaya bırakmıştır.

Bu aşamada ‘Hileli davranışlar’ kavramının incelemesinde yarar bulundurmaktadır.

Ayrıntıları Ceza Genel Kurulunun 26.06.2012 gün ve 15/420-249 sayılı kararında da açıklandığı gibi hile, maddi olmayan yollarla karşısındakini aldatan, yanılgıya düşüren, düzen, dolap, oyun, entrika vb. her türlü eylemdir. Bu eylemler bir gösteriş biçiminde olabileceği gibi gizli davranışlar olarak da ortaya çıkabilir. Gösterişte, fail sahip bulunmadığı olanaklara ve sıfata sahip olduğunu bildirmekte, gizli davranışta ise kendi durum ve sıfatını gizlemektedir. Ancak sadece yalan söylemek dolandırıcılık suçunun hile unsurunun gerçekleşmesi bakımından yeterli değildir.

Yapılan yalan açıklamaların dolandırıcılık suçunun hileli davranış unsurunu oluşturabilmesi için bu açıklamaların doğruluğunu kabul ettirebilecek, böylece muhatabın inceleme eylemini etkisiz bırakabilecek yoğunluk ve güçte olması ve gerektiğinde yalana bir takım dış hareketlerin eklenmiş bulunması gerekir.

Hırsızlıkta malvarlığını doğrudan ihlal ve mağdurun iradesine karşın "alma" gibi tek ve yalın bir davranış olmasına karşılık, dolandırıcılık suçunda, hileli hareketlerle dolaylı biçimde ihlal ve çıkar sağlama söz konusudur. Mağdurun bir rızası vardır, ancak bu rıza, hileli hareketlerle sakatlanmış (bozulmuş, fesada uğratılmış) bir rızadır. İnsan iradesini fesada uğratmanın gerçekleşmediği durumlarda dolandırıcılık suçu oluşmaz.

Hileli davranışların kandırıcılık niteliği, yöneldiği kişi veya kişilerin aldanma yeteneği diğer bir ifadeyle subjektif durumları itibariyle somut olaya göre ve mağdurun içinde bulunduğu durum da gözetilerek belirlenmelidir. Hileli hareketlerle rızai bir teslim değil, ustalıkla ve gizlice alma söz konusu eylem hırsızlıktır. Yargıtay’ın çok eski yıllardan beri bu konudaki kararları yerleşmiştir. Zilyedin malı geçici olarak teslim etmesine rağmen faili gözetim altında tutmayı sürdürmesi halinde eylem yine hırsızlık suçunu oluşturacaktır.

Bu bilgilerin ışığında somut olay değerlendirildiğinde, sanıkların olay tarihinde nişanlı olup düğün hazırlıkları içinde bulunan yakınanın evine gelip, yemek yedikleri sırada yakınana ‘evin çeyiz odasına geçelim, senin falına bakalım, senin içinde cin var, seninle nişanlının üzerine büyü yapmışlar, bu büyüyü çözelim’ diyerek çeyiz odasına girdikten sonra yakınanın takılarını çıkarmasını ve arkasını dönmesini istedikleri, yakınan takıları çıkarıp verince bir mendile sardıkları ve ona ‘bize bir bardak su getir, suyu mendilin üzerine döküp sana içireceğiz diyerek" yakınanı oradan uzaklaştırdıktan sonra onun yokluğundan yararlanarak takıları alarak evden uzaklaşmaları şeklinde gerçekleşen eylemlerinde, yakınanda mendil içine konulan takıları sanıklara verme iradesinin bulunmadığı, okunduktan sonra geri verilmek üzere geçici olarak sanıklara teslim ettiği, takıların zilyetliğinin devredilmemiş olması nedeniyle eylemin sayın çoğunluğun kabul ettiği şekilde dolandırıcılık suçunu değil, hırsızlık suçunu oluşturacağı" düşüncesiyle karşı oy kullanmıştır.

SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının REDDİNE,
2- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 04.02.2014 günü yapılan müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Cum Mar 20, 2015 1:53 pm


Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararları • UYAP’A EVRAKIN KAYIT TARİHİ, HAVALE TARİHİ OLARAK ESAS ALINMASI GEREKTİĞİ

T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
ESAS NO: 2013/14-742
KARAR NO: 2014/16
KARAR TARİHİ..: 21.01.2014

>Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemine Kaydedilen Belgelerin Kayıt Tarihi – Havale Tarihi – Temyiz Tarihi

ÖZET: Cumhuriyet Başsavcılıkları ile Adli Yargı İlk Derece Ceza Mahkemeleri Yazı İşleri Hizmetlerinin Yürütülmesine Dair Yönetmelik ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun ilgili genelgesine göre UYAP’a kaydedilerek elektronik ortama aktarılan belgelerle ilgili kayıt tarihi bu işlemler yönüyle havale tarihi olarak esas alınması gerekir.

Sanık Metin’in katılanlara karşı gerçekleştirmiş olduğu kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 37. maddesi yollamasıyla 109/2, 109/3-b, 109/5, 43, 62 ve 53. maddeleri uyarınca 5 yıl 15 ay hapis, katılan Zehra’ya karşı gerçekleştirmiş olduğu cinsel saldırı suçundan ise aynı kanunun 102/2,62 ve 53. maddeleri uyarınca 5 yıl 10 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ve hak yoksunluğuna ilişkin, Sakarya 2. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 06.09.2012 gün ve 359-170 sayılı hükmün sanık müdafii ve katılan Neslihan tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 14. Ceza Dairesince 28.03.2013 gün ve 1502 – 3525 sayı ile;

"Sanık Metin müdafiinin hâkim havalesi bulunmayan temyiz dilekçesinde, yazı işleri müdürünün temyize ilişkin kayıt şerhinin temyiz süresinden sonra olan 14.09.2012 tarihini taşıdığı anlaşıldığından, süresi içinde yapılmayan temyiz isteğinin 5320 sayılı Kanunun 8/1. maddesi gözetilerek CMUK’nın 317. maddesi uyarınca reddine,

Kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçundan kurulan hükümlere yönelik katılan Neslihan vekilinin temyiz dilekçesi üzerine yapılan incelemede;

Oluşa göre, sanıkların, her iki mağdüreye karşı kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçunu işlediğinin anlaşılmış bulunması karşısında mağdure sayısınca suç oluşacağı gözetilmeksizin, zincirleme suç hükümlerinin uygulanması suretiyle eksik ceza tayini" isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 11.09.2013 gün ve 256799 sayı ile;

"…Sanık müdafii 13.09.2012 tarihinde saat 10.52 de tarama merkezine vermiş olduğu temyiz dilekçesini uyap ortamında aktarmıştır. Uyap kayıtlarında bu durum açık olarak görülmektedir. Mahkeme yazı işleri müdürü temyiz dilekçesini 14.09.2012 tarihinde temyiz defterine kaydettiğinden temyiz süresinin hesaplanmasında bu tarih dikkate alınmıştır.

Sanık müdafii 13.09.2012 tarihinde ve süresi içinde temyiz iradesini açıklayan dilekçesini uyap ortamından dosyaya aktardığından temyiz süresinde yapılmıştır. Mahkeme yazı işleri müdürünün temyiz dilekçesini bir gün sonra onaylayarak temyiz defterine geç kaydetmesi sanığın temyiz hakkını ortadan kaldırmamalıdır. Bu nedenlerle sanık Metin müdafiinin temyiz isteminin reddine ilişkin kararın kaldırılması gerektiği" görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurmuştur.

CMK’nın 308/1. maddesi uyarınca inceleme yapan Özel Dairece 26.09.2013 gün ve 8559-9722 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmemesi üzerine dosya Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle, Yargıtay Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

İtirazın kapsamına göre inceleme, sanık Metin hakkında kurulan hükümlerle sınırlı olarak yapılmıştır.

Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanık müdafiinin temyiz dilekçesini adliye tarama merkezine müracaat ederek tarattığı 13.09.2012 tarihinin mi, yoksa mahkeme yazı işleri müdürünün dilekçeyi havale ettiği 14.09.2012 tarihinin mi temyiz tarihi olarak esas alınması gerektiği, bu bağlamda sanık müdafiinin temyiz isteminin süresinde olup olmadığının belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya kapsamından; 06.09.2012 günü tefhim edilen hükme yönelik olarak sanık müdafiinin 13.09.2012 günü adliyeye müracaat ederek görevlilerin yönlendirmesi ile tarama merkezinde temyiz dilekçesini taratıp dijital ortama aktardığı, ilgililerce dilekçenin üzerine "TARANDI" ibaresinin yazıldığı, hakim havalesi bulunmayan dilekçe üzerindeki mahkeme yazı işleri müdürlüğü temyiz kayıt tarihinin 14.09.2012 olduğu, UYAP ortamında sanık müdafiinin temyiz dilekçesinin verilme tarihinin 13.09.2012 saat 10.52 olarak kayıtlı olduğu, mahkeme temyiz defterinde sanık müdafiinin temyiz dilekçesi ile ilgili olarak, geldiği tarihin 13.09.2012, dilekçe veya layiha tarihinin ise 14.09.2012 olarak kayıtlı olduğu, Yargıtaya dosya gönderme formunda da temyiz tarihinin 13.09.2012 olarak gösterildiği anlaşılmaktadır.

Olağan kanun yollarından olan temyiz incelemesinin yapılabilmesi İçin, kanuna ve usulüne uygun bir temyiz davası açılması; temyiz davasının açılabilmesi için ise 1412 sayılı CMUK’nın 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 310. maddesine göre "süre" ve "istek" şartlarının birlikte gerçekleşmesi gereklidir.

CMUK’nın 310. maddesi, temyiz incelemesi yapılabilmesinin ilk şartı olan ve uyuşmazlık konusunu da ilgilendiren süreyi, hükmün tefhiminden ve tefhim edilememiş ise tebliğinden başlamak üzere bir hafta olarak belirlemiştir.

Temyiz davası açılabilmesi için gerekli olan ikinci şart ise istektir.

Ceza yargılaması hukukunun temel prensiplerinden "davasız yargılama olmaz" ilkesinin doğal sonucu olarak, temyiz davası kendiliğinden açılamayacağından, bu konuda bir istek bulunması ve bu isteğin de hak ve yetkisi olan kişilerce yerine getirilmesi zorunluluğu aranmış, süre ve istek şartlarına uygun temyiz davası açılmamış olması durumunda Yargıtay tarafından hükmün incelenmesinin mümkün olmadığı ilkesi benimsenmiştir. Ancak kuralın istisnasına ihtiyaç duyan kanun koyucu, CMUK’nın 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi gereği halen yürürlükte olan 305. maddesinin birinci fıkrasındaki düzenleme ile bu ilkeden ayrılarak on beş yıl ve daha fazla hürriyeti bağlayıcı cezaya dair mahkûmiyetlerde istek şartından sanık lehine vazgeçip temyiz incelemesinin kendiliğinden (re’sen) yapılmasını kabul etmiştir.

Uyuşmazlığın çözüme kavuşturulabilmesi açısından Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) ve ilgili mevzuat üzerinde de durulmalıdır.

Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP), Yüksek Mahkemeler de dahil olmak üzere bütün yargı organları ile birlikte adli tıp ve icra daireleri arasında bilgi alışverişinin elektronik ortama taşınması, evrakın elektronik ortamda güvenli bir şekilde depolanması, kişilere internet üzerinden hizmet verilmesi, diğer kurumlarla elektronik ortamda hızlı, etkin ve güvenilir bilgi alışverişinin sağlanması ve bu kurumlardan istenilmesi gereken bilgilerin sistem tarafından hazır edilmesi, kısaca adalet hizmetlerinin daha hızlı ve güvenilir bir şekilci«* yerine getirilmesi amacıyla uygulamaya konulan bir bilişim sistemi projesidir.

Bu doğrultuda, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun "Elektronik İşlemler" başlıklı 445. maddesinde; "UYAP (Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi), adalet hizmetlerinin elektronik ortamda yürütülmesi amacıyla ol üştürülün bilişim sistemidir. Dava ve diğer yargılama İşlemlerinin elektronik ortamda gerçekleştirildiği hâllerde UYAP kullanılarak veriler kaydedilir ve saklanır" 5271 sayılı CMK’na 6352 sayılı Kanunun 95. maddesi ile eklenen "Elektronik İşlemler" başlıklı 38/A maddesinin birinci fıkrasında; "Her türlü ceza mahkemesi işlemlerinde UYAP (Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi) kullanılır. Bu işlemlere ilişkin her türlü veri, bilgi, belge ve karar, UYAP vasıtasıyla işlenir, kaydedilir ve saklanır" şeklindeki düzenlemeler ile Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sisteminin işlevi ve kullanılacağı alanlar tanımlanmıştır.

Cumhuriyet Başsavcılıkları ile Adli Yargı İlk Derece Ceza Mahkemeleri Yazı İşleri Hizmetlerinin Yürütülmesine Dair Yönetmeliğin "Gelen evrakın havalesi" başlıklı 88. maddesinde; "…(3) Ön büro kurulan yerlerde mahkemelere gelen evrakın havale işlemi adlî yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu başkanlığının yetki vereceği yazı işleri müdürü veya zabıt kâtipleri tarafından yapılır.

(4) Evrakın alındığına ve elektronik ortama aktarıldığına dair başvuru sahibine ücretsiz olarak bir alındı belgesi verilir. Bu belge aynı zamanda havale yerine geçer" hükmü getirilmiştir.

Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun "Havale İşlemleri" başlıklı 24 no lu genelgesinde ise; "…Masraf, zaman ve hak kaybına sebep olunmaması, yasal sürelerin tespiti yönünden oluşabilecek tereddütlerin önlenmesi bakımından;

1- Havale için ibraz edilen dilekçe veya belgenin konusu Ve alındığı tarih ve sayıyı gösteren "Alındı Belgesinin ücretsiz olarak ilgilisine verilmesi,

2- Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sisteminin (UYAP) tüm ülke çapında tam olarak 01.09.2008 tarihinden itibaren kullanılmaya başlanmasıyla birlikte kalem hizmetlerinin yapılmasında kullanılan defter ve kartonlar ile diğer işlemlerin,

UYAP ortamında oluşturulması ve yapılması esası benimsendiğinden; dilekçe veya belgelerin mümkünse dijital ortamda alınarak, mümkün değilse okunaklı bir şekilde taranarak zamanında, doğru ve eksiksiz biçimde UYAP’a kaydedilmesi, İm kaydın tarihinin havale tarihi olarak kabul edilmesi; bu hizmetlerin hızlı, verimli ve düzenli bir şekilde yapılıp yapılmadığının takip edilerek denetiminin sağlanması…"görüşlerine yer verilmiştir.

Görüldüğü üzere Cumhuriyet Başsavcılıkları ile Adli Yargı İlk Derece Ceza Mahkemeleri Yazı İşleri Hizmetlerinin Yürütülmesine Dair Yönetmelik ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun ilgili genelgesine göre UYAP’a kaydedilerek elektronik ortama aktarılan belgelerle ilgili kayıt tarihinin ilgili işlemler yönüyle havale tarihi olarak esas alınması gerekmektedir.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Sanık müdafii 06.09.2012 günü yüzüne karşı verilen hükme yönelik olarak, bir haftalık temyiz süresinin son günü olan 13.09.2012 tarihinde adliyeye müracaat ederek hükmü temyiz etmek istediğini gösteren dilekçesini ibraz etmiş ve bu dilekçesi aynı gün dijital ortamda dosyaya aktarılmıştır. Bu aşamadan sonra adliyenin iç işleyişinden kaynaklanan gecikme ya da sorunların sanık aleyhine değerlendirilmemesi gerekir. Kaldı ki mahkeme temyiz defteri ile Yargıtay’a dosya gönderme formunda temyiz tarihinin 13.09.2012 olduğu belirtilmiştir. Bu nedenle, sanık müdafiinin temyiz dilekçesinin taranarak UYAP’a aktarılma tarihinde temyiz edildiği ve dolayısıyla temyiz başvurusunun yasal süre içerisinde yapıldığı kabul edilmelidir.

Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Dairenin "temyiz isteminin reddine ilişkin" kararı ile sanık Metin ve buna bağlı olarak sanık Dursun’un katılanlara karşı gerçekleştirmiş oldukları kişiyi hürriyetinden yoksun kılma eylemi nedeniyle kurulan hükme yönelik olarak bozma kararının kaldırılmasına ve dosyanın sanıkların katılanlara karşı gerçekleştirmiş oldukları kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçu ile sanık Metin’in katılan Zehra’ya karşı gerçekleştirmiş olduğu cinsel saldırı suçu yönünden sanık Metin’in de başvurusu gözönünde bulundurmak suretiyle temyiz incelemesi yapılması için Özel Daireye gönderilmesine karar verilmelidir.

SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle;

1-Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,

2-Yargıtay 14. Ceza Dairesinin 28.03.2013 gün ve 1502 – 3525 sayılı "temyiz isteminin reddine dair" kararı ile sanık Metin ve buna bağlı olarak sanık Dursun’un katılanlara karşı gerçekleştirmiş oldukları kişiyi hürriyetinden yoksun kılma eylemi nedeniyle kurulan hükme yönelik olarak bozma kararının KALDIRILMASINA,

3-Dosyanın, sanıkların katılanlara karşı gerçekleştirmiş oldukları kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçu ile sanık Metin’in katılan Zehra’ya karşı gerçekleştirmiş olduğu cinsel saldırı suçu yönünden sanık Metin’in de başvurusu göz önünde bulundurulmak suretiyle temyiz incelemesi yapılması İçin Yargıtay 14. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 21.01.2014 günü yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: hukukçu — Cum Mar 13, 2015 12:40 pm


Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararları • HIRSIZLIK,SUÇLARIN İÇTİMASI,ZİNCİRLEME SUÇ,FARKLI MAĞDURLAR,KAZANÇ MÜSADERESİ

T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
ESAS NO: 2013/13-303
KARAR NO: 2013/296
KARAR TARİHİ..: 11.06.2013

.> Hırsızlık
·> Suçların İçtimai
·> Zincirleme Suç
·> Farklı Mağdurlar
·> Zararın Giderilmesi Halinde Kazanç Müsaderesi

ÖZET:

1-) Beş ayrı mağdurun pantolon cebinden para ve cep telefonu çalan sanık hakkında, hırsızlık suçundan beş ayrı hüküm kurulması gerekmekte olup 5237 sayılı TCK’nın 43/2 maddesi uyarınca zincirleme suç hükümleri uygulanamaz.

2-) Mağdurların tüm zararını gidermiş olan sanığın üzerinde bulunan 66 Liranın 5237 sayılı TCK’nın 55. maddesi uyarınca müsaderesine karar verilemez.
(5237 s. TCK m. 43/1-2-son, 55, 141, 142)
Hırsızlık suçundan sanık Abdullah’ın 5237 sayılı TCK’nın 142/1-b, 143 ve 168. maddeleri uyarınca mağdur sayısınca uygulama yapılmak suretiyle 5 kez 1 yıl 2 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, sanığın üst aramasında bulunan 66 liranın aynı Kanunun 55. maddesi gereğince müsaderesine ilişkin, Yahyalı Asliye Ceza Mahkemesince verilen 16.01.2013 gün ve 53-44 sayılı hükmün sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 13. Ceza Dairesince 13.12.2012 gün ve 14657-26742 sayı ile;
"…II- Sanık hakkında mağdurlara yönelik hırsızlık suçu nedeniyle kurulan hükme yönelik temyiz itirazlarının yapılan incelemesinde;
Diğer temyiz itirazları da yerinde görülmemiştir. Ancak;

1- Yeni Türk Ceza Adalet Sisteminde ‘kaç tane fiil varsa o kadar suç, kaç tane suç varsa o kadar ceza’ kuralı geçerlidir. Ancak; ‘Suç ve Cezada Orantılılık ilkesi’ uyarınca bu kuralın, bileşik suç (TCK m. 42), zincirleme suç (TCK m. 43/1) ve fikri içtima (Fikri içtima; aynı-TCK m. 43/2- neviden fikri içtima ve farklı-TCK m. 44- neviden fikri içtima olmak üzere ikiye ayrılır.) dan ibaret olmak üzere üç ayrı istisnası kabul edilmiştir.
TCK’nın 43/1. maddesine göre, bir suç işleme kararının icrası kapsamında değişik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi halinde, faile tek ceza verilir.
Ancak; bu ceza dörtte birinden dörtte üçüne kadar artırılır.
Zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için, mutlaka, bir suç işleme kararının icrası kapsamında değişik zamanlarda ay m suçun aynı mağdura birden fazla işlenmesi gereklidir.
Dar bir yorumla, değişik zamanlarda işlendiği kabul edilebilecek fiillerin birden fazla olması, her zaman hukuken de birden fazla fiilin ve dolayısıyla birden fazla suçun varlığını kabul etmemizi gerektirmez.
765 sayılı TCK’nın 80. maddesinde ‘muhtelif zamanlarda vaki olsa bile’ denilmesine karşılık, 5237 sayılı TCK’nın 43/1. maddesinde ‘değişik zamanlarda’ denilmek suretiyle; yeni dönemde ‘geniş yorum’un kabul edildiğini, hareketin tekliği ile fiilin tekliği kavramlarının aynı olmadığını, aralarında hukuki ve fiili kesinti olmayan, her biri tek başına da suç teşkil edebilen hareketlerin kısa süre içinde tekrarlanması halinde, bu hareketlerin bir bütün olarak tek bir fiil olarak kabul edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Bu düşünceden hareketle, Yüksek Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 02.10.2007 gün ve 2007/6-195 esas ve 2007/197 karar sayılı içtihadında, fiilin tekliği’ konusunda geniş yorum benimsenmek suretiyle, ‘yakınanın evinden para ve bir kısım eşya ile birlikte alınan otomobil anahtarıyla evin otoparkında bulunan aracın çalınmasının tek bir hırsızlık suçunu oluşturacağı’nın kabul edildiğini görmekteyiz.
Dairemizin, 16.01.2012 gün ve 2011/31869 esas ve 2012/778 karar sayılı kararında ise; ‘üç ayrı vakitte (… aynı gün ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde), üç ayrı camiiden olmak üzere, toplam 25 çift ayakkabı çalınması olayında, mağdur sayısınca (25 ayrı) suç değil; her bir camiiden gerçekleştirilen birden fazla mağdura ait ayakkabı çalınması fiili ayrı birer hırsızlık suçu kabul edilip, bu fiillerin mağdurları birden fazla olduğu için, aynı neviden fikri içtima hükümleri uygulanmak suretiyle üç ayrı camiden üç ayrı hırsızlık suçunun varlığı’ oy çokluğu ile kabul edilmiştir.
Aynı neviden fikri içtima konusuna gelince;
TCK’nın 43/2. maddesine göre, aynı neviden fikri içtima kuralının uygulanabilmesi için; aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiille işlenmesi gerekir. Bu durumda faile tek bir ceza verilir. Ancak; bu ceza zincirleme suç hükümlerine göre artırılır.
TCK’nın 43. maddesinin 3. fıkrasına göre, 1 ve 2. fıkra hükümleri kasten öldürme, kasten yaralama, işkence ve yağma suçlarında uygulanmaz. Yani, hırsızlık suçunda koşulları varsa, zincirleme suç veya aynı neviden fikri içtima hükmü uygulanabilir.
"… failin hırsızlık suçunun konusunu oluşturan her bir eşyanın mülkiyetinin farklı kişilere ait olmasına rağmen, bu eşya üzerinde bir kişi zilyed olabilir. Mülkiyeti farklı kişilere ait olan eşya üzerinde emanetçi konumunda bir kişi zilyeddir. Emanetçi ambarında bulunan mülkiyeti farklı kişilere ait eşyaların çalınması halinde, suçun mağduru, bu eşyalar üzerinde meşru zilyed konumundaki emanetçidir. Farklı kişilere ait olan eşyayı nakletmekte olan bir kamyoncu, bu eşya üzerinde meşru zilyeddir.
Kamyondan bu eşyaların çalınması halinde, mağdur, zilyed konumundaki kamyon şoförüdür. Bu itibarla, söz konusu örnek olaylarda bir hırsızlık suçunun işlendiğini kabul etmek gerekir.
…Geceleyin bir konuta girmek suretiyle işlenen hırsızlık suçunda suçun konusunu oluşturan eşyalardan bir kısmının bayan ziynet eşyası, bir kısmının ise, ceket cebinden alınan cüzdan ile içindeki para ve çeklerden ibaret olması halinde; suçun konusunu oluşturan ziynet eşyalarının bir hanımefendiye, cüzdan ile içindeki para ve çeklerin ise bir beyefendiye ait olduğu ve dolayısıyla, birden fazla kişiye karşı hırsızlık suçunun işlendiği düşünülebilir. Ancak, bu gibi durumlarda, bir hırsızlık suçunun işlendiğinin kabulü gerekir; TCK’nın 43. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları hükümlerinin uygulanma kabiliyeti bulunmamaktadır.

Bütün bu açıklamalarımızdan çıkan sonuç şudur: Bir konuta girerek işlenen hırsızlık suçu örneğinde, konut içinde bulunan eşyalar üzerinde konutta bulunan bütün kişiler (aile bireyi olsun veya olmasın) müşterek zilyed konumunda olduğu için, bir hırsızlık suçunun işlendiğini kabul etmek gerekir. Başka bir deyişle, bu gibi durumlarda, birden fazla kişinin mağrur edildiği düşüncesinden hareketle, mağdur sayısınca suçun oluştuğunu ve dolayısıyla, gerçek içtima hükümlerinin uygulanması gerektiği sonucuna varılamaz ve keza; bir fiille aynı suçun birden fazla kişiye karşı işlendiği düşüncesiyle TCK’nın 43. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları hükümleri gereğince hırsızlık suçundan dolayı verilmesi gereken cezanın artırılması yoluna gidilemez." (Prof Dr. I. Özgenç; TCK Eğitim Seminerleri, Sorular -Cevaplar )
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, hareketin birden fazla olduğu durumlarda da tek fiilden söz edilebilir. Tek bir fiil olarak kabul edilen hâllerde de, mağdurların müşterek zilyedliği söz konusu ise; yine tek bir suç söz konusudur. Yâni, böyle bir durumda TCK’nın 43/2. maddesi hükmü de uygulanamaz.
Somut olayımızda ise; aynı zamanda, maden ocağına ait işçilerin soyunma odası olarak kullandıkları kilitli olmayan prefabrik yapı içindeki aynı odada olan ve kilit altında bulunmayan 5 ayrı pantolon ya da mont cebinden ya da cüzdan içinden, 5 ayrı mağdura ait cep telefonu ve paranın çalınması karşısında failin hareketlerini bir bütün olarak tek bir fiil olarak kabul etmek gerekirse de, müşterek zilyedlik durumu bulunmadığı cihetle bir fiil ile kanunun aynı hükmünün birden fazla ihlâl edildiğini, yâni TCK’nın 43/2. maddesinde düzenlenen aynı nev’iden fikri içtima hükümlerinin uygulanması gerektiğini, kabul etmek gerekir.
Bu sebeple, suçun işleniş biçimi, failin kastının yoğunluğu dikkate alınarak sanığın hırsızlık suçundan 5237 sayılı TCK’nın 142/1-b, 143, 43/2,168. maddeleri uyarınca cezalandırılması yerine aynı Kanun’un 142/1-b maddesinin 5 kez uygulanması suretiyle fazla cezaya hükmedilmesi,

2- Sanık yakalanınca üzerinden ele geçen paranın, şikâyetçilere kendilerinden çalınan miktara oran hesabıyla iadesi yerine, hangi şikâyetçiye ait olduğunun bilinmemesi nedeniyle 5237 sayılı TCK’nın 55. maddesi uyarınca müsaderesine karar verilmesi" isabetsizliklerinden bir nolu bozma nedeni yönüyle oyçokluğuyla bozulmasına karar verilmiş,

Daire üyeleri A. Bekler ve M. H. Baydilli, beş ayrı mağdura ait para ve cep telefonunu çalan sanık hakkında 5237 sayılı TCK’nın 43/2. maddesinin uygulanma şartlarının bulunmadığı ve yerel mahkemece hırsızlık suçundan beş ayrı hüküm kurulmasının isabetli olduğu görüşüyle bir numaralı bozma nedeni yönüyle karşı oy kullanmışlardır.
Yerel mahkeme ise 16.01.2013 gün ve 53-44 sayı ile;
“…Bozma gerekçesinde de belirtildiği üzere sanık eylemini zilyet konumunda bulunan maden sahibine karşı işlememiştir, bu sebeple yasal unsur olan eylem’in ve sonucu suçun tekliğinden bahsetmek mümkün değildir,
Örnek olarak aktarılan ve dayanılan olayda bir failin aynı evden kadına ait olan ziynet eşyaları ile erkek cüzdanını çaldığı her iki eşyanın farklı kişilere ait olduğu sanık tarafından bilindiği sanığa bu fiilleri gereği tek ceza hükmedilmesi gerektiği bunun nedeninin birlikte zilyet olgusuna dayanıldığı belirtilmiştir. Öğretide ileri sürülen görüşün dayanağı suçun bir kişiye karşı işlenmesi halinin kabulü yani mağdurun tekliğinden hareketledir.
Somut olayımıza sanık aşamalarda yapmış olduğu savunmalarına göre hırsızlık yapmış olduğu yerde daha evvel çalışmıştır. Burada işçilerin eşyalarını ayrı ayrı askılara çıkardıklarını sübjektif olarak bilmektedir kaldı ki farklı farklı askılara asılı pantolonların birden fazla kişiye ait olduğunu objektif olarak da bilebilecek durumdadır, bu itibarla dairenin ve mahkememizin kabulüne göre tek bir zilyet olgusu bulunmamakta ve suçun mağduru beş kişi olarak kabul edilmektedir bu sebeplerle ve sanığın özellikle suç işlemekteki kastına ve meydana gelen birden fazla neticeye göre sanık işlemiş olduğu suçlarından ayrı ayrı cezalandırılmalıdır,
Ayrıca bu konuda Yargıtay ilgili dairelerinin vermiş olduğu sayısız karar vardır, bu kararlara bozma kararında muhalif üyeler tarafından değinilmiştir. Bu kararlar Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 13.10.1998 gün ve 1998/11-205 E, 1998/304 K. sayılı karan, Yargıtay 13. Ceza Dairesinin 05.10.2011 tarih ve 2011/7294 esas-2011/2102 karar sayılı ilamı ile 19.12.2011 tarih ve 2011/23811 esas-2011/9411 karar sayılı ilamı, Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 06.09.2008 tarih ve 2006/12217 esas-2008/13109 karar sayılı ilamı ile 04.11.2008 tarih ve 2007/8659 esas-2008/18853 karar sayılı ilamdır" gerekçesiyle direnerek, ilk hükümdeki gibi karar vermiştir. Bu hükmün de sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya, sanık hakkında 5237 sayılı TCK’nın 43/2. maddesinin uygulanma şartları bulunmadığı yönündeki yerel mahkeme direnme gerekçesini isabetli bulan Yargıtay C.Başsavcılığının "sanığın üzerinde ele geçen paranın mağdurlara iadesi yerine müsaderesine karar verilmesinin isabetsiz olduğu" görüşüyle bozma istemli 21.03.2013 gün ve 75061 sayılı tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

İnceleme, sanık hakkında hırsızlık suçundan kurulan hükümle sınırlı olarak yapılmıştır.
Eylemin sübutuna ilişkin bir uyuşmazlık ve bu kabulde dosya kapsamı itibarıyla da herhangi bir isabetsizlik bulunmayan somut olayda, Özel Daire çoğunluğu ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlıklar;

1-Beş ayrı mağdurun pantolon cebinden para ve cep telefonu çalan sanık hakkında, beş ayrı hırsızlık suçundan hüküm mü kurulması, yoksa 5237 sayılı TCK’nın 43/2. maddesi uyarınca zincirleme suç hükümlerinin mi uygulanması gerektiği,

2-Mağdurların tüm zararını gidermiş olan sanığın üzerinde bulunan 66 Liranın 5237 sayılı TCK’nın 55. maddesi uyarınca müsaderesine karar verilmesinin isabetli olup olmadığı,
Noktalarında toplanmaktadır.

İncelenen dosya muhtevasından; sanığın daha önceden çalıştığı mağdur Şevket’e ait etrafı tellerle çevrili maden ocağına gece vakti saat 21.30 sıralarında geldiği, işçilerin soyunma odası olarak kullandığı yere girip, askılarda asılı bulunan kıyafetleri karıştırarak mağdur Ahmet’in cüzdanından 45 Lira, mağdur Durmuş Ali’nin cüzdanından 300, cebinden 45 Lira, mağdur Necip’in cüzdanından 20 Lira, mağdur Sebahattin’in cüzdanından 43 Lira, mağdur İsmail’in cebinden 5 Lira ve bir adet cep telefonunu çaldığı, suçunu kabul eden sanığın çaldığı eşyaların ayrı ayrı kişilere ait olduğunu bildiğini belirttiği, şikâyetten vazgeçen mağdurların tüm zararlarının suç tarihinden iki gün sonra tutuklu olan sanığın bilgisi dâhilinde yakınları tarafından giderildiği, sanığın yakalandığında üzerinde bulunan 66 Liraya el konulduğu anlaşılmaktadır.

1-) Beş ayrı mağdurun pantolon cebinden para ve cep telefonu çalan sanık hakkında, hırsızlık suçundan beş ayrı hüküm mü kurulacağı, yoksa 5237 sayılı TCK’nın 43/2. maddesi uyarınca zincirleme suç hükümleri mi uygulanacağına ilişkin uyuşmazlığın değerlendirilmesinde;

5237 sayılı TCK’na hakim olan ilke gerçek içtima olduğundan, bunun sonucu olarak, "kaç fiil varsa o kadar suç, kaç suç varsa o kadar ceza" söz konusu olacaktır. Nitekim bu husus Adalet Komisyonu raporunda da; "Ceza hukukunun temel kurallarından birisi, ‘kaç fiil varsa o kadar suç, kaç suç varsa o kadar ceza vardır’ şeklinde ifade edilmektedir. Bunun istisnaları, suçların içtimai bölümünde belirlenmiştir. Bu istisnalar dışında, işlenen her bir suçla ilgili olarak ayrı ayrı cezaya hükmedilecektir. Böylece verilen her bir ceza, bağımsızlığını koruyacaktır" şeklinde ifade edilmiştir. Bu kuralın istisnalarına ise, 5237 sayılı TCK’nın "suçların içtimai" bölümünde, 42 (bileşik suç), 43 (zincirleme suç) ve 44. (fikrî içtima) maddelerinde yer verilmiştir.
Ceza hukukunda kanundaki suç tanımına uygun şekilde gerçekleşen her netice ilke olarak ayrı bir suç oluşturur ve fail kaç netice meydana getirmiş ise o kadar suç işlemiş sayılarak her birinden dolayı ayrı ve bağımsız cezalandırılır. Ancak bazı hallerde birden fazla netice meydana gelmiş olsa bile, faile meydana gelen netice kadar ceza verilmeyerek tek bir ceza verilmesi ile yetinilir. Birden fazla neticenin meydana gelmesine karşın faile tek ceza verilmesini gerektiren hallerden biri de zincirleme suçtur.
Zincirleme suç, 765 sayılı Kanunun 80. maddesinde; "Bir suç işlemek kararının icrası cümlesinden olarak kanunun aynı hükmünün bir kaç defa ihlal edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa bile bir suç sayılır. Fakat bundan dolayı terettüp edecek ceza altıda birden yarıya kadar artırılır" şeklinde düzenlenmiştir. Buna karşın 5237 sayılı Kanunun 43. maddesinin ilk fıkrasında; "Bir suç işleme kararının icrası kapsamında, değişik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda, bir cezaya hükmedilir. Ancak bu ceza, dörtte birinden dörtte üçüne kadar artırılır. Bir suçun temel şekli ile daha ağır veya daha az cezayı gerektiren nitelikli şekilleri, aynı suç sayılır. Mağduru belli bir kişi olmayan suçlarda da bu fıkra hükmü uygulanır" biçiminde zincirleme suç düzenlemesine yer verilmiş, ikinci fıkrasında; "Aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiille işlenmesi durumunda da, birinci fıkra hükmü uygulanır" denilmek suretiyle aynı neviden fikri içtima kurumu hüküm altına alınmış, üçüncü fıkrasında ise; "Kasten öldürme, kasten yaralama, işkence, …ve yağma suçlarında bu madde hükümleri uygulanmaz" düzenlemesi ile zincirleme suç ve aynı neviden fikri içtima hükümlerinin uygulanamayacağı suçlar belirtilmiştir.
5237 sayılı TCK’nın 43/1. maddesi uyarınca zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için;
a- Aynı suçun değişik zamanlarda birden fazla işlenmesi,
b- işlenen suçların mağdurlarının aynı kişi olması,
c- Bu suçların aynı suç işleme kararı altında işlenmesi gerekmektedir.
TCK’nın 43/1. maddesi düzenlemesinden anlaşılacağı üzere, zincirleme suç hükümlerinin uygulandığı hallerde aslında işlenmiş birden fazla suç olmasına karşın, fail bu suçların her birinden ayrı ayrı cezalandırılmamakta, buna karşın bir suçtan verilen ceza belirli bir miktarda arttırılmaktadır.
Zincirleme suça ilişkin bu genel açıklamalardan sonra, öğretide aynı neviden fikri içtima olarak tanımlanan TCK’nın 43. maddesinin ikinci fıkrasının da değerlendirilmesi gerekmektedir.
TCK’nın 43. maddesinin ikinci fıkrası; "Aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiille işlenmesi durumunda da, birinci fıkra hükmü uygulanır" hükmünü içermekte olup, zincirleme suçtan farklı bir müessese olan ve aynı neviden fikri içtima olarak kabul edilen bu durumda, fiil yani hareket tektir ve bu fiille aynı suç birden fazla kişiye karşı işlenmektedir. Burada, hareket tek olduğu için, fail hakkında bir cezaya hükmolunacağı, ancak bu cezanın Kanunun 43/1. maddesine göre artırılacağı öngörülmüştür.
Ancak burada kastedilen, fiil ya da hareketin, doğal anlamda değil hukuki anlamda tekliğidir. Bazen suçların işlenmesi sırasında doğal olarak birden fazla hareket yapılmakta ise de, ortaya konulan bu davranışlar suçun kanuni tanımında yer alan hukuki anlamdaki "tek bir fiili" oluşturmaktadır. Örneğin; failin mağduru birden fazla yumruk ve tekme vurmak suretiyle yaralaması, yalan tanıklık yapan failin birden fazla beyanda bulunması, kasten öldürme fiilinin her biri tek başına öldürücü nitelikte 5 bıçak darbesi ile işlenmesi vb. gibi. Bazı suç tiplerinde ise, kanundaki tanımda belirtilen birbirinin alternatifi olan birden fazla hareketin gerçekleştirilmesiyle suç işlenebilmektedir. Öğretide "seçimlik hareketli suçlar" olarak isimlendirilen bu suç tiplerinde, sayılan seçimlik hareketlerin herhangi birisinin gerçekleştirilmesi suçun oluşumu açısından yeterlidir. Belirtilen seçimlik hareketlerden birkaçının ya da tamamının yapılması halinde de birden fazla suç değil, tek suç oluşacaktır. Ancak seçimlik hareketli suçtan söz edebilmek için kanunda sayılan seçimlik hareketlerin aynı konuya ilişkin olması gerekmektedir. (İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 5. bası, Ankara, 2010, s. 155 vd.; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 5. bası, Ankara, 2011, s.110 vd.)

5237 TCK’nda bazı suçlarda özel olarak aynı neviden fikri içtima hükmüne yer verilmiştir.; Örneğin; belirsiz sayıda kişilerin sağlığını bozmak amacıyla ve bu amacı gerçekleştirmeye elverişli olacak surette, radyasyona tabi tutulması halinde, radyasyon yayma suçunun temel şekline nazaran daha ağır ceza öngörülmüştür (TCK’nın 172/2. md.). Bu suçlar için özel bir aynı neviden fikri içtima kuralı öngörülmüş olduğundan, ayrıca TCK’nın 43/2. maddesi uyarınca cezanın arttırılması yoluna gidilmeyecektir.
Aynı neviden fikri içtimadan söz edilebilmesi için;
1 Hareket ya da fiilin hukuki anlamda tek olması,
2 Birden fazla suçun işlenmiş olması,
3 İşlenen birden fazla suçun "aynı suç" olması,
4 Bu suçların mağdurlarının farklı olması gerekmektedir.
Bu dört şart birlikte gerçekleştiğinde, faile tek ceza verilecek, ancak bu ceza artırılacaktır. Örneğin; bir sözle birden çok kişiye karşı cinsel tacizde bulunulması, bir mektupla birden çok kişiye hakaret edilmesi, bir odada bulunan çok sayıda kişinin üzerine kapının kilitlenmesi suretiyle hürriyetlerinden yoksun kılınmaları, içerisinde beş kişiye ait cüzdanların bulunduğu çantanın çalınması hallerinde aynı neviden fikri içtima söz konusu olup, TCK’nın 43/2. maddesi uyarınca uygulama yapılması gerekmektedir.
Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’nun 19.04.2007 gün ve 38-35 sayılı kararında da; "Sanık, çaldığı eşyaların farklı arkadaşlarına ait olduğunu; olay öncesinde özellikle bilmekte olduğundan; mağdurlara ait eşyaların aynı valizlikte bulunması, sanığa atılı suçlara tek bir fiil niteliği kazandırmayıp, her bir mağdura yönelik eyleminin bağımsız birer arkadaşının eşyasını çalmak suçunu oluşturduğu "sonucuna ulaşılmıştır.
Bu bilgiler ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Sanığın, daha önceden çalıştığı maden ocağına gece saat 21.30 sıralarında gelerek, işçilerin soyunma odası olarak kullandığı yere girip, askılarda asılı bulunan ve ayrı ayrı kişilere ait olduğunu bildiği kıyafetleri karıştırarak, mağdur Ahmet’in cüzdanından 45 Lira, mağdur Durmuş Ali’nin cüzdanından 300, cebinden 45 Lira, mağdur Necip’in cüzdanından 20 Lira, mağdur Sebahattin’in cüzdanından 43 Lira, mağdur İsmail’in ise cebinden 5 Lira ve bir adet cep telefonunu çalmak şeklinde gerçekleşen olayda, 5 ayrı mağdurun elbisesinden ayrı ayrı eşya çalınması nedeniyle, tek bir fiilden bahsedilemeyeceği, kaldı ki eylemin gerçekleştirilme şekli itibarıyla da hukuki anlamda tek bir fiilin söz konusu olmadığı anlaşıldığından, mağdur sayısınca hırsızlık suçundan sanığın cezalandırılmasına ilişkin yerel mahkeme direnme hükmü birinci uyuşmazlık yönüyle isabetlidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi R. Özkepir,
"Ceza Hukukunda, yasadaki tanımlamaya uygun her sonuç ilke olarak ayrı bir suç oluşturur. Bu nedenle sanık kaç sonuç meydana getirmişse o kadar da suç işlemiş sayılır, işlediği her suç nedeniyle de ayrı ayrı cezalandırılır.
Bazı hallerde ise değişik sonuçlardan dolayı sanığa ayrı ayrı cezalar verilmeyerek, tek ceza verilmesi ile yetinilir. Birden fazla sonucun meydana gelmesine rağmen, sanığa tek ceza verilmesini gerektiren durumlardan biri, zincirleme (müteselsil) suçtur.
Zincirleme suç, 765 sayılı Türk Ceza Yasasının 80. 5237 sayılı TCY’nın da 43. maddesinde düzenlenmiştir.
Zincirleme suç kavramının tarihi gelişimine bakıldığında ‘zincirleme suç kavramı Ortaçağda Glossatörler ve Postglossatörler tarafından ortaya atılmıştır. Müşterek bir kararla, aynı tip suçu birden çok işleyen failleri, kanunların öngördükleri şiddetli cezalardan korumak için çözüm arayan pratik hukukçular tarafından yaratılmıştır. Özellikle üç hırsızlık suçunun cezasının "ölüm" olmasının doğurduğu aşırılıkları yumuşatmanın çıkar yolu olarak düşünülen bu kurum, Zanardelli Kanunu ‘nda da yer almış ve buradan Türk hukuk sistemine girmiştir’ (Bkz. Doç. Dr. Türkan Yalçın Sancar, TBB Dergisi, sayı 70,2007 sahife 247-248)
765 sayılı TCY’nın 80. maddesindeki düzenlemeye göre; Bir suç işlemek kararının icrası cümlesinden olarak kanunun aynı hükmünün birkaç defa ihlal edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa bile bir suç sayılır. Fakat bundan dolayı terettüp edecek ceza altıda birden yarıya kadar artırılır.
Bu yasal tanımlamadan anlaşılacağı gibi, müteselsil (zincirleme) suçun varlığı için, birden fazla suçun (sonucun) bulunması, bu suçların yasanın aynı hükmünü ihlal etmeleri ve birden fazla suçun aynı suç işleme kararına bağlanmasıdır.
5237 sayılı TCY’nın 43. maddesinin 1. fıkrasında yapılan zincirleme suça ilişkin düzenleme 765 sayılı TCY’nın 80. maddesinde ki düzenleme ile paralellik arz etmekte ise de; anılan maddenin 2 ve 3. fıkralarındaki düzenlemeler 765 sayılı TCY’nın 80. maddesinde mevcut değildi.

765 sayılı TCY’nın 80. maddesinin yürürlükte olduğu dönemde ki yerleşik uygulamalara göre aynı suç tek fiille işlense dahi sanığa mağdur sayısınca ceza verilmesi gerekiyordu.
Örneğin; sanık, on kişiye ‘sizi öldüreceğim’ dediğinde on ayrı tehdit suçundan, ‘sizi sinkaf ederim’ dediğinde on ayrı hakaret suçundan, cami kapısı önündeki on çift ayakkabıyı torbaya koyup götürdüğünde de on ayrı hırsızlık suçundan cezalandırılması gerekiyordu.
Yasa koyucu 765sayılı TCY’nın 80. madde uygulanmasından kaynaklanan sorunları çözmek, suç işleyen kişi hakkında işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı ceza ve güvenlik tedbirine hükmedilmesini sağlamak amacıyla 5237 sayılı TCY’nın 43. maddesinin 2. fıkrasındaki düzenlemeyi yapmıştır.
5237 sayılı TCY’nın 43. madde 2. fıkrasına göre; Aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiille işlenmesi durumunda da birinci fıkra uygulanacaktır. Yani sanık hakkında bir cezaya hükmedilecek, ancak bu ceza dörtte birinden dörtte üçüne kadar artırılacaktır.
5237 sayılı TCY’nın 43. madde 2. fıkrasındaki koşulun varlığının anahtar kavramı tek fiildir.
Her ne kadar fıkrada tek bir fiilden söz edilmekte ise de; buradaki hukuki anlam itibariyle tek ve bir kelimeleri aynı şeyi ifade etmektedir. Tek bir fiil denmesi tek hareket anlamına gelmez.
Fiilin tekliği ile kastedilen sanığın hareket veya hareketlerinin bir sonucu elde etmeye (bir suçu işlemeye) yönelik olmasıdır. Fiilde birden fazla hareket bulunabilir
Kömür deposundan, orada bulunan kürekle yanında getirdiği torbayı doldurarak kömür çalan sanığın eyleminde birden fazla hareket olmasına rağmen fiil tektir.
Kaldı ki hırsızlık suçu birden fazla mağdura karşı tek hareketle de işlenebilir.
Örneğin; sanık cami kapısı önüne çıkarılmış ayrı kişilere ait birer çift ayakkabıdan bir çiftini sağ eline, bir çiftini de sol eline alarak kaçtığında, yada getirdiği torbanın ağzını sol eliyle açıp, sağ koluyla da yere dizilmiş ayakkabıları itmek suretiyle beş çift ayakkabıyı torbaya doldurup götürdüğünde tek hareketle birden fazla mağdura karşı hırsızlık suçunu işlemiş sayılmayacak mıdır.
Direnmeye konu olayda sanık, daha önceden kendisinin de işçi olarak çalıştığı iş yerine gelerek, beş işçinin soyunma odasındaki askıya astıkları giysilerinin ceplerini ve cüzdanlarını karıştırıp beş mağdurun parasını ve ayrıca bir mağdura ait cep telefonunu çalmak suretiyle, aynı suçu birden fazla kişiye karşı tek fiille işlemiştir.

Zira sanığın hareketleri bir sonucu elde etmeye yöneliktir. O sonuçta soyunma odasındaki giysilerin cebindeki para ve eşyaları çalmaktır.
Bu sonucu elde etmek için birden fazla hareket etmesi, giysilerin ceplerini tek tek karıştırması ayrı ayrı fiiller olarak değerlendirilemez. Giysilerin ayrı ayrı kişilere ait olduğunu bildiği gerekçesiyle mağdur sayısınca cezalandırılmasına karar verilmesi, 765 sayılı TCY’nın 80. maddesinin yürürlükte olduğu dönemdeki uygulamaların aynen devam etmesi anlamına gelir ki bu hususta 5237 sayılı TCY’nın 43. maddesinin 2. fıkrasındaki düzenlemenin amacı ile bağdaşmaz.
Direnmeye konu olayda; Mağdurlara ait para ve kıymetli eşyalar soyunma odasındaki bir dolaba konulsa, ayrı kişilere ait para ve kıymetli eşyaların aynı dolapta olduğunu bilen sanık dolabı alıp götürse ve içindeki para ve kıymetli eşyaları aldıktan sonrada dolabı atsaydı hakkında TCY’nın 43. maddesinin 2. fıkrasının "uygulanması gerekecekti. Çünkü sanık, tek hareketle birden fazla mağdura ait para ve kıymetli eşyayı çalmış olacaktı.
Sanığın aynı amacı gerçekleştirmek için beş ayrı mağdurun giysilerinin ceplerini karıştırıp paralarını çalmasının beş ayrı fiil olarak kabulü suretiyle beş ayrı suçtan cezalandırılması, yukarıda açıkladığım nedenlerden dolayı 5237 sayılı TCY’nın 43. maddesinin 2. fıkrasına aykırılık, oluşturduğundan, yerel mahkemenin buna ilişkin bozmaya yönelik direnme hükmünün bozulması gerektiği" düşüncesiyle,
Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi V. Dirim; "Yeni Türk Ceza Adalet Sistemi’nde ‘Kaç tane fiil varsa o kadar suç, kaç tane suç yarsa o kadar ceza’ kuralı geçerlidir. Ancak bu kuralın; bileşik suç, zincirleme suç ve fikri içtimadan ibaret olmak üzere üç ayrı istisnası kabul edilmiştir.
Önce bu istisnaları birkaç cümle ile açıkladıktan sonra asıl konumuz olan aynı neviden fikri içtima konusuna biraz daha yoğunlaşmak istiyoruz.
1- Bileşik Suç: TCK’nın 42. maddesine göre, biri diğerinin unsurunu veya nitelikli hâlini oluşturması dolayısıyla tek fiil sayılan suça bileşik suç denir. Bu tür suçlarda içtima hükümleri uygulanmaz. Örneğin; yağma suçunda, hırsızlık ve tehdit ve/veya yaralama suçları bütünleşerek bağımsız suç, olma niteliklerini yitirmiş ve yağma suçunun birer unsuru haline gelmiştir.

2-Zincirleme suç: TCK’nın 43/1. maddesine göre, ‘Bir suç işleme kararının icrası kapsamında değişik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi halinde, faile tek ceza verilir. Ancak; bu ceza dörtte birinden dörtte üçüne kadar artırılır.’
Zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için, mutlaka, bir suç işleme kararının icrası kapsamında değişik zamanlarda aynı suçun aynı mağdura birden fazla işlenmesi gereklidir. Örneğin; sabah konuttan para, anahtar vs. çalınması ve aynı günün akşamı da, çalınan bu araç anahtarıyla konutun önünde park halinde bulunan aynı mağdura ait aracın çalınması halinde zincirleme suçun varlığı kabul edilebilir.
3-Fikri içtima:
a) Aynı neviden fikri içtima;
TCK’nın 43/2. maddesine göre, aynı neviden fikri içtima kuralının uygulanabilmesi için; aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiille işlenmesi gerekir. Bu durumda faile tek bir ceza verilir. Ancak; bu ceza zincirleme suç hükümlerine göre artırılır.
Kanunun gerekçesinden örnek vermek gerekirse;’….bir sözle birden fazla
Kişiye sövülmüş olması durumunda, her bir mağdur bakımından ayrı sövme suçları değil, bir sövme suçu oluşur. Ancak, bu durumda suçun cezası birinci fıkrada belirtilen oranlarda artırılır.’
TCK’nın 43. maddesinin 3. fıkrasına göre, 1 ve 2. fıkra hükümleri kasten öldürme, kasten yaralama, işkence ve yağma suçlarında uygulanmaz. Yâni, hırsızlık suçunda koşulları varsa, zincirleme suç veya aynı neviden fikri içtima hükmü uygulanabilir.
b) Farklı neviden fikri içtima;
TCK’nın 44. maddesine göre, ’İşlediği bir fiil ile birden fazla farklı suçun oluşmasına sebebiyet veren kişi, bunlardan en ağır cezayı gerektiren suçtan dolayı cezalandırılır. Örneğin: fail, bıçağı kalbine saplayarak maktülü öldürürken, onun gömleğini de kesmiştir, yâni bir fiille hem insan öldürme hem de, mala zarar verme suçunu işlemiştir. Bu durumda fail, yalnızca cezası daha ağır olan insan öldürme suçundan sorumlu olacaktır.
765 sayılı TCK’nın sisteminde; aynı neviden fikri içtima hükümleri yâni, TCK’nın 43/2. maddesinin karşılığı yoktur.
Hırsızlık suçu, TCK’nın 43/son fıkrasında sayılan istisnalardan olmadığı için, aynı neviden fikri içtima hükümlerinin uygulanabileceği başlıca suçlardandır ve mağdur sayısınca hırsızlık suçunun oluşacağı görüşü de 765 sayılı TCK dönemine ait bir görüştür.
O nedenle, 765 sayılı TCK’nın 80. maddesinin seksen yıllık tatbikatına göre oluşan içtihatlar, 5237 sayılı TCK’nın 43. maddesinin 2. fıkrasını yâni, aynı neviden fikri içtima hükümlerini yorumlarken birinci derecede referans olamaz diye düşünüyoruz.
Aynı neviden fikri içtimanın, fikri içtimanın bir türü olmasına rağmen, TCK’nın 43. maddesinde düzenlenmesi yerine, Kanunda fikri içtimanın düzenlendiği TCK’nın 44. maddesine 2. fıkra olarak neden eklenmediği sorulabilir.
Kanaatimizce; iki nedenle böyle bir yöntem seçilmiş olabilir.
1-Kanunkoyucu, farklı neviden içtimadan ayrı olarak cezada bir miktar artırım yapılmasını, suç ve ceza siyaseti açısından daha uygun görmüştür.
2-Zincirleme suç ta olduğu gibi aynı neviden fikri içtimada da bazı suçların istisna kapsamında kalmasını istemiştir.
Kanuna göre; hırsızlık suçu birden fazla kişiye karşı tek bir fiille işlenmişse, gerçek içtima hükümleri yerine, TCK’nın 43/2. maddesinde düzenlenen aynı neviden fikri içtima hükümlerinin uygulanması lâzımdır. 5237 sayılı TCK’nın 43. maddesini ve özellikle, 2. fıkrada düzenlenen aynı neviden fikri içtima hükümleri, 5237 sayılı TCK’nın hazırlanmasında esas alınan üç temel ilkeden biri olan "Hümanizm ilkesi’ ile 3. maddede düzenlenen "Suç ve Cezada Orantılılık İlkesi" ışığında yorumlanmalıdır. Yâni yorum ve uygulamalarımızla işlenen suçun ağırlığıyla orantılı cezaların verilmesine katkı sağlamalıyız.
Fiilin tekliği ya da çokluğu sorunu :
Yeni suç teorisine göre (l)fiil; tıpkı (2)netice, (3)nedensellik bağı, (4) konu, (5)fail ve (6)mağdur gibi suçun maddi unsurlarından birisi olup, iradi insan davranışıdır.
Hırsızlık suçunda fiil ne zaman tektir? Sorusunun cevabını aradığımız için hırsızlık suçunun fiil unsurundan kısaca söz etmek gerekirse;
Suçun temel şeklinde fiil, ‘… başkasına ait taşınır bir malı… bulunduğu yerden alma’dır.
TCK’nm 141. maddesinin gerekçesine göre de\, ‘Almak fiilinden maksat, suçun konusunu oluşturan jnal üzerinde mağdurun zilyetliğine son verilmesi, mağdurun suç konusu eşya üzerinde zilyetlikten doğan tasarruf haklarını kullanmasının olanaksız hâle gelmesidir. Bu tasarruf olanağı ortadan kaldırılınca suç da tamamlanır/
FiîHn doğal anlamda tekliği He hukuki teklik kavramları farklıdır.
Dar bir yorumla, değişik zamanlarda işlendiği kabul edilebilecek fiillerin birden fazla olması, her zaman hukuken de birden fazla fiilin ve dolayısıyla birden fazla suçun varlığını kabul etmemizi gerektirmez.
765 sayılı TCK’nm 80. maddesinde ‘muhtelif zamanlarda vaki olsa bile’ ibaresinin yer almasına karşılık, 5237 sayılı TCK’nm 43/1. maddesinde ‘değişik zamanlarda’ ibaresine yer verilmesini de dikkate aldığımızda; yeni dönemde geniş yorum’un kabul edildiğini, fiilin doğa i olarak tekliği ile hukuki teklik kavramlarının aynı olmadığını, aralarında hukuki ve fiili kesinti olmayan, her biri tek başına da suç teşkil edebilen hareketlerin kısa süre içinde tekrarlanması halinde, bu hareketlerin bir bütün olarak tek bir fiil olarak kabul edilmesi gerektiğini, düşünmekteyiz.
Fiilin tekliği kavramı ile hareketin tekliği kavramları da aynı değildir. Kasten yaralama suçunda, kısa aralıklarla yapılan si/ah atışı ya da atılan yumruk sayısı birden fazla diye, atış ya da darbe sayısı kadar fiilin ve kasten yaralama suçunun varlığını veya cinsel saldırı suçunda duhûl sayısı kadar fiil ve suçun varlığını kabule imkan yoktur. Hırsızlık suçu He ilgili olarak bir örnek vermek gerekirse; fail\ üç ortağa ait olan (bunu fail de biliyor olsun …) markete girip içeriden, 15 kg. çay, 20 kg. seker, 50 kg. yağ, 50 kg. tuz, 70 koli deterjan, kasadan para, masanın üzerindeki cep telefonu ve saireyi aynı zamanda almış olsun. Bu örnekte çok sayıda alma fiili olmasına rağmen bunların hukuken tek bir fiil ve tek bir hırsızlık suçunu oluşturduğunda kuşku bulunmasa gerekir.
Nitekim, Yargıtay Ceza Genel Kurulu da bu düşüncelerden hareketle, 02.10.2007 günlü, 2007/6-195 esas ve 2007/197 karar sayılı kararında, ‘fiilin tekliği’ konusunda geniş yorumu benimsenmek suretiyle, ‘yakınanın evinden para ve bir kısım eşya ile birlikte alınan otomobil anahtarıyla evin otoparkında bulunan aracın çalınmasının tekbir hırsızlık suçunu oluşturacağını kabul etmiştir YCGK, 21.05.2013 günlü, 2012/1543 esas ve 2013/257 karar sayılı kararında; ‘gündüzleyin bina içinden mağdura ait cep telefonu ve araç anahtarının çalınması, aynı günün gecesinde de; gündüz çalınan anahtarla mağdurun otomobilinin TCK’nın 141. maddesinin gerekçesine göre de, ‘Almak fiilinden maksat; suçun konusunu oluşturan mal üzerinde mağdurun zilyetliğine son verilmesi mağdurun suç konusu eşya üzerinde zilyetlikten doğan tasarruf haklarını kullanmasının olanaksız hâle gelmesidir. Bu tasarruf olanağı ortadan kaldırılınca suç da tamamlanır.’

Fiil doğal anlamda tekliği ile hukuki teklik kavramları farklıdır.
Dar bir yorumla, değişik zamanlarda işlendiği kabul edilebilecek fiillerin birden fazla olması, her zaman hukuken de birden fazla fiilin ve dolayısıyla birden fazla suçun varlığını kabul etmemizi gerektirmez.
765 sayılı TCK’nın 80. maddesinde ‘muhtelif zamanlarda vaki olsa bile’ ibaresinin yer almasına karşılık; 5237 sayılı TCK’nın 43/1. maddesinde ‘değişik zamanlarda’ ibaresine yer verilmesini de dikkate aldığımızda; yeni dönemde ‘geniş yorum’un kabul edildiğini, fiilin doğal olarak tekliği ile hukuki teklik kavramlarının aynı olmadığını, aralarında hukuki ve fiili kesinti olmayan, her biri tek başına da suç teşkil edebilen hareketlerin kısa süre içinde, tekrarlanması halinde, bu hareketlerin bir bütün olarak tek bir fiil olarak kabul edilmesi gerektiğini, düşünmekteyiz.
Fiilin tekliği kavramı ile hareketin tekliği kavramları da aynı değildir. Kasten yaralama suçunda, kısa aralıklarla yapılan silah atışı ya da atılan yumruk sayısı birden fazla diye, atış ya da darbe sayısı kadar fiilin ve kasten yaralama suçunun varlığını veya cinsel saldırı suçunda duhûl sayısı kadar fiil ve suçun varlığını kabule imkân yoktur. Hırsızlık suçu ile ilgili olarak bir örnek vermek gerekirse; fail, üç ortağa ait olan (bunu fail de biliyor olsun …) markete girip içeriden, 15 kg. çay, 20 kg. seker 50 kg. yağ, 50 kg. tuz, 70 koli deterjan, kasadan para, masanın üzerindeki cep telefonu ve saireyi aynı zamanda almış olsun. Bu örnekte çok sayıda alma fiili olmasına rağmen bunların hukuken tek bir fiil ve tek bir hırsızlık suçunu oluşturduğunda kuşku bulunmasa gerekir.
Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulu da bu düşüncelerden hareketle, 02.10.2007 günlü, 2007/6-195 esas ve 2007/197 karar sayılı kararında, ‘fiilin tekliği’ konusunda geniş yorumu benimsenmek suretiyle, ’yakınanın evinden para ve bir kısım eşya ile birlikte alınan otomobil anahtarıyla evin otoparkında bulunan aracın çalınmasının tek bir hırsızlık suçunu oluşturacağını kabul etmiştir YCGK, 21.05.2013 günlü, 2012/1543 esas ve 2013/257 karar sayılı kararında; ‘gündüzleyin bina içinden mağdura ait cep telefonu ve araç anahtarının çalınması, aynı günün gecesinde de; gündüz çalınan anahtarla mağdurun otomobilinin çalınmaya teşebbüs edilmesi suçlarını’ fiiller arasında zaman bakımından aralık (fiili kesinti) bulunması nedeniyle zincirleme suçun varlığını kabul etmiştir.

YCGK, 08.06.2010 günlü, 11/98-143 esas ve karar sayılı kararında ise; ‘Kanunda ‘aynı zaman’ ve ’değişik zaman’ kavramları konusunda açıklık bulunmadığından, bu hususun her somut olayın özelliği göz önüne alınarak değerlendirilmesi ve eylemin değişik zamanlarda işlenip işlenmediğinin belirlenmesi bu bağlamda; aynı zaman kavramının dar yorumlanmayarak, çok kısa zaman aralıklarının da aynı zaman dilimi olarak kabul edilmesi’ gerektiğini açıkça vurgulamıştır.
Tıpkı hırsızlık suçu gibi malvarlığına karşı işlenen suçlardan olan dolandırıcılık suçuna ilişkin olarak YCGK, 16.04.2013 günlü, 2012/15-1407 esas ve 2013/140 karar sayılı kararında; ‘sanığın eyleminin 12.000 liralık bir araç satışına özgülenmesi nedeniyle, mağdura değişik tarihlerde birden fazla havale yaptırmak suretiyle’ ve 13.03.2012 günlü, 2012/15-488 esas ve 2012/97 karar sayılı kararında ise; ‘sanığın, kendisinin olmayan arsayı hileyle satarak (!) mağdurdan önce 5.000 lira, birkaç gün sonra da kardeşi öldüğü için tapuda devri sonradan vermek bahanesiyle 20.000 lira daha alması’eylemlerinin tek fiil ve tek suç olarak kabul edildiğini görüyoruz. Yargıtay 15. CD’nin de bu yönde çok sayıda kararı mevcuttur.
Aynı şekilde; yağma suçuna ilişkin olarak YCGK’nın 07.02.2012 günlü, 2011/6-332 esas ve 2012/21 karar sayılı kararında; ‘iş görüşmesi bahanesiyle iki mağduru ıssız bir yere götürüp darp ettikten sonra, önce kadın bulmalarını istediği, daha sonra mağdurlardan birini rehin tutup diğerini 1.000 lira getirmesi için tehdit ettiği, köye giden mağdurun bir miktar nakit para ve çeyrek altın bulup sanığa verdiği, ‘500 lirayı daha cuma gününe kadar getireceksin’ diyerek rehin tuttuğu mağduru salıvermesi’eyleminde, sanığın iradesinin baştan itibaren mağdurdan belli bir miktar para almaya özgülenmiş olması gerekçesiyle, eylemde birden fazla mağdur ve fiil olmasına rağmen, tek bir fiil ve tek bir suçun varlığı kabul edilmiştir. Yargıtay 6. CD’nin de bu yönde çok sayıda kararı mevcuttur.
Dairemizin, oy çokluğuyla verdiği 16.01.2012 gün ve 2011/31869 esas ve 2012/778 karar sayılı kararında ise; ‘üç ayrı vakitte(… aynı gün ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde), üç ayrı camiiden olmak üzere, toplam 25 çift ayakkabı çalınması olayında, mağdur sayısınca (25 ayrı) suç değil; her bir camiiden gerçekleştirilen birden fazla mağdura ait ayakkabı çalınması fiili ayrı birer hırsızlık suçu kabul edilip, bu fiillerin mağdurları birden fazla olduğu için, aynı neviden fikri içtima hükümleri uygulanmak suretiyle üç ayrı camiden üç ayrı hırsızlık suçunun varlığı’ kabul edilmiştir. Karara konu olayda, gerçek içtima yâni mağdur sayısınca fiil ve hırsızlık suçunun oluştuğu görüşünün kabulü hâlinde failin çaldığı 25 çift ayakkabı nedeniyle, en az 25 yıl 200 ay yâni yaklaşık 41 yıl 7 ay ceza alması gerekecektir. Bu cezanın fiilin ağırlığıyla orantılı olamayacağını değerlendirmekteyiz.

Fiilin tekliği ve çokluğu kavramları ile TCK’nın 43. maddesiyle yapılan düzenleme konularında doktrinde de büyük ölçüde yukarıda özetlenen Yargıtay kararlarındakine benzer görüşler dile getirilmiştir.
Nitekim Prof Dr. İ. Özgenç; ‘ …failin hırsızlık suçunun konusunu oluşturan her bir eşyanın mülkiyetinin farklı kişilere ait olmasına rağmen, bu eşya üzerinde bir kişi zilyed olabilir. Mülkiyeti farklı kişilere ait olan eşya üzerinde emanetçi konumunda bir kişi zilyeddir. Emanetçi ambarında bulunan mülkiyeti farklı kişilere ait eşyaların çalınması halinde, suçun mağduru, bu eşyalar üzerinde meşru zilyed konumundaki emanetçidir. Farklı kişilere ait olan eşyayı nakletmekte olan bir kamyoncu, bu eşya üzerinde meşru zilyeddir. Kamyondan bu eşyaların çalınması halinde, mağdur, zilyed konumundaki kamyon şoförüdür. Bu itibarla, söz konusu örnek olaylarda bir hırsızlık suçunun işlendiğini kabul etmek gerekir.
…Geceleyin bir konuta girmek suretiyle işlenen hırsızlık suçunda suçun konusunu oluşturan eşyalardan bir kısmının bayan ziynet eşyası, bir kısmının ise, ceket cebinden alınan cüzdan ile içindeki para ve çeklerden ibaret olması halinde; suçun konusunu oluşturan ziynet eşyalarının bir hanımefendiye, cüzdan ile içindeki para ve çeklerin ise bir beyefendiye ait olduğu ve dolayısıyla, birden fazla kişiye karşı hırsızlık suçunun işlendiği düşünülebilir. Ancak, bu gibi durumlarda, bir hırsızlık suçunun işlendiğinin kabulü gerekir; TCK’nın 43. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları hükümlerinin uygulanma kabiliyeti bulunmamaktadır.
Bütün bu açıklamalarımızdan çıkan sonuç şudur: Bir konuta girerek işlenen hırsızlık suçu örneğinde, konut içinde bulunan eşyalar üzerinde konutta bulunan bütün kişiler (aile bireyi olsun veya olmasın) müşterek zilyed konumunda olduğu için, bir hırsızlık suçunun işlendiğini kabul etmek gerekir. Başka bir deyişle, bu gibi durumlarda, birden fazla kişinin mağdur edildiği düşüncesinden hareketle, mağdur sayısınca suçun oluştuğunu ve dolayısıyla, gerçek içtima hükümlerinin uygulanması gerektiği sonucuna varılamaz ve keza; bir fiille aynı suçun birden fazla kişiye karşı işlendiği düşüncesiyle TCK.’nm 43. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları hükümleri gereğince hırsızlık suçundan dolayı verilmesi gereken cezanın artırılması yoluna gidilemez.’ görüşündedir. ( Prof. Dr. I. Özgenç; TCK Eğitim Seminerleri, Sorular — Cevaplar )
Hırsızlık suçunun tek fiille birden fazla mağdura karşı işlendiği hallerde, müşterek zilyetlik söz konusu ise artık, aynı neviden fikri içtima hükümlerinin de uygulanamayacağı görüşüne bizde iştirak ediyoruz.
Bu açıklamalardan sonra somut olayı değerlendirecek olursak;
Sanığın; mağdur işçilerin soyunma odası olarak kullandığı kabinin içinde askılarda asılı bulunan beş ayrı mağdura ait pantolon cebinden, aynı zamanda, mağdurların cep telefonu ve paralarını çaldığında kuşku bulunmadığından, doğal olarak tek olmayan bu fiillerin hukuken tek bir fiil olarak kabul edilmesi ve nitelikli hırsızlık suçundan birkez ceza verilmesi, ancak; bu tek fiilin birden fazla kişiye karşı işlenmesi nedeniyle verilecek cezanın TCK’nın 43/2. maddesinin yollamasıyla aynı maddenin 1. fıkrası uyarınca artırılması gerekir.
Mağdur tek olsaydı fiili de tek sayacağımız bu olayda mağdur sayısınca hırsızlık suçunun oluştuğunu kabul ile gerçek içtima hükümlerinin uygulanması doğru değildir.
Bu sebeple bozma kararımız yerindedir, çoğunluk görüşüne katılmıyorum." düşüncesiyle,
Çoğunluk görüşüne katılmayan dört Genel Kurul Üyeside; benzer düşüncelerle yerel mahkeme direnme hükmünün bozulması gerektiği yönünde karşı oy kullanmışlardır.
2-) Mağdurların tüm zararını gidermiş olan sanığın üzerinde bulunan 66 Liranın 5237 sayılı TCK’nın 55. maddesi uyarınca müsaderesine karar verilmesinin isabetli olup olmadığına ilişkin uyuşmazlığın değerlendirilmesine gelince;

5237 sayılı TCK’nın "Kazanç müsaderesi" başlıklı 55. maddesi;

"(1) Suçun işlenmesi ile elde edilen veya suçun konusunu oluşturan ya da suçun işlenmesi için sağlanan maddi menfaatler ile bunların değerlendirilmesi veya dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkan ekonomik kazançların müsaderesine karar verilir. Bu fıkra hükmüne göre müsadere kararı verilebilmesi için maddi menfaatin suçun mağduruna iade edilememesi gerekir.

(2)Müsadere konusu eşya veya maddi menfaatlere elkonulamadığı veya bunların merciine teslim edilmediği hâllerde, bunların karşılığını oluşturan değerlerin müsaderesine hükmedilir.

(3)Bu madde kapsamına giren eşyanın müsadere edilebilmesi için, eşyayı sonradan iktisap eden kişinin 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun iyiniyetin korunmasına ilişkin hükümlerinden yararlanamıyor olması gerekir."şeklinde düzenlenmiş olup, madde ile suçun işlenmesi ile elde edilen veya suçun konusunu oluşturan ya da suçun işlenmesi için sağlanan maddî menfaatler ile bunların değerlendirilmesi veya dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkan ekonomik kazançların müsaderesine karar verileceği hüküm altına alınmıştır.

Anılan madde metninde yer alan "maddi menfaat" ibaresinden anlatılmak istenilenin malın kendisi, "ekonomik kazanç" ifadesinden ise suçun işlenmesiyle elde edilen maddi menfaatlerin değerlendirilmesi veya dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkan kazançların tamamı olduğu kabul edilmelidir.
Bu bilgiler ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Mağdurların tüm zararlarını gideren sanığın üzerinde bulunan 66 Liranın, suçun işlenmesi ile elde edilen veya suçun konusunu oluşturan ya da suçun işlenmesi için sağlanan maddî menfaatler ile bunların değerlendirilmesi veya dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkan ekonomik kazanç kapsamında olmayıp, sanığa ait olduğu gözetilmeden, TCK’nın 55. maddesi uyarınca müsaderesine karar verilmesi usul ve kanuna aykırı olup, yerel mahkeme direnme hükmünün bu nedenle bozulması gerekmektedir.
Ancak, belirtilen hukuka aykırılığın 1412 sayılı CMUK’nın 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 322. maddesi uyarınca düzeltilmesi mümkün olduğundan ve bu konuda Ceza Genel Kurulunca da karar verilebileceğinden, yerel mahkeme direnme hükmünün düzeltilerek onanmasına karar verilmelidir.

SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yahyalı Asliye Ceza Mahkemesinin 16.01.2013 gün ve 53-44 sayılı direnme kararının, üzerinde bulunan 66 Liranın sanığa ait olduğu gözetilmeden, sanığa iadesi yerine TCK’nın 55. maddesi uyarınca müsaderesine karar verilmesi isabetsizliğinden (BOZULMASINA),
Ancak, yeniden yargılama gerektirmeyen bu konuda, 1412 sayılı CMUK’nın 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 322. maddesi gereğince karar verilmesi mümkün bulunduğundan, hüküm fıkrasından müsadereye ilişkin bölümün çıkarılarak, yerine "üzerinde bulunan ve sanığa ait olduğu anlaşılan 66 Liranın sanığa iadesine" cümlesinin eklenmesi suretiyle, diğer yönleri usul ve kanuna uygun bulunan hükmün (DÜZELTİLEREK ONANMASINA),
2-Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına (TEVDİİNE), 11.06.2013 günü yapılan müzakerede birinci uyuşmazlık yönüyle oyçokluğuyla, ikinci uyuşmazlık yönüyle ise oybirliğiyle karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: hukukçu — Prş Mar 12, 2015 5:53 am


Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararları • ZİYNET EŞYASI BEDELİNİN TAHSİLİ, BELGE ÜZERİNE SONRADAN EKLEME YAPILDIĞI İDDİASI

YARGITAY Hukuk Genel Kurulu
ESAS: 2013/650
KARAR: 2014/144

Taraflar arasındaki “ziynet alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; …10.Aile Mahkemesi’nce davanın “reddine” dair verilen 29.12.2011 gün ve 2011/541 E-2011/1330 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 6.Hukuk Dairesi’nin 26.04.2012 gün ve 2012/2914 E-2012/6633 K. sayılı ilamı ile;

(…Dava, ziynet eşyası bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece istemin reddine karar verilmesi üzerine hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı vekili, dava dilekçesinde, davacıya ait ziynet eşyalarının davalıda kaldığını,evden ayrılırken götürme imkanı bulamadığını belirterek ziynet eşyalarının bedeli olan 31.119.-TL’nin tahsilini talep etmiştir. Davalı vekili, cevap dilekçesinde, davacının tüm çeyiz eşyaları ile birlikte ziynet eşyalarını da aldığını, buna ilişkin davacı imzasını taşıyan yazılı belge olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur. Mahkemece davalı tarafından ibraz edilen davacı imzasını taşıyan belge ile davacının ziynet eşyalarının tümünü davalıdan teslim aldığı ve davalıdan davacının ziynet alacağı kalmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Davalının dayandığı belgedeki ziynet eşyalarının teslim alındığına ve dava hakkından feragat edildiğine ilişkin kısımların sonradan metne eklendiğine ilişkin davacı savunması üzerine, ibraz edilen metindeki “ziynet eşyalarının teslim alındığına ve dava hakkından feragat edildiğine ilişkin kısımların” sonradan eklenip eklenmediği hususunda adli tıp kurumu fizik ihtisas dairesinden rapor alınmış ise de, 29.09.2011 tarihli rapora davacı tarafça itiraz edilmiştir. Hükme esas alınan Adli Tıp kurumunun raporu yeterince açıklayıcı ve kesin kanaat bildirir nitelikte değildir. Bu nedenle mahkemece davacının adli tıp kurumu raporuna itirazları da dikkate alınarak Adli Tıp Kurumu Genel Kurulundan da rapor alınarak, belgeye sonradan ilave yapılıp yapılmadığının kesin olarak tespit edilmesinden sonra sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile karar verilmesi doğru olmadığından hükmün bozulması gerekmiştir.) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Davacı N.. A.. vekili 25/02/2011 harç tarihli dava dilekçesinde özetle; 14.09.2010 tarihinde kesinleşen karara istinaden boşandıklarını, 2007 yılının 11.ayında davalının ailesi ile birlikte oturdukları haneden özel eşyalarını (giyim, kuşam) alarak uzaklaşmak zorunda kaldığını, davacıya düğün sırasında takılan ziynet eşyalarının davalının uhdesinde kaldığını, ziynet eşyalarının yanında götürülmesine imkan olmadığı gibi cebir şiddet tokat sonucu ayrıldığı evden canını zor kurtardığını iddia ederek ziynet eşyalarının toplam tutarı 31.119,00 TL nin davalıdan alınarak müvekkiline verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekili, 14/04/2011 havale tarihli cevap dilekçesi ile; davacının yazılı belge ile ziynet eşyalarını ve tüm eşyalarını aldığını ve başkaca alacağının kalmadığını ve dava hakkından feragat ettiğini, davacıya çeyiz eşyaları ile birlikte ziynet eşyalarının da teslim edildiğini, teslime dair belgelerin olduğunu savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkemece “davalı tarafça ibraz edilen ve davacı kadın tarafından da altındaki imzanın kendisine ait olduğu doğrulanan 26/06/2009 tarihli belgeye ve belge hakkında İstanbul Adli Tıp Kurumu Fizik İhtisas Dairesince düzenlenen 29/09/2011 tarihli rapora göre; davacının davalıdan ziynet eşyalarının tamamını aldığı, davalıdan ziynet alacağı kalmadığı anlaşıldığından ispatlanamayan davanın reddine karar verilmiş, hükmün davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine yukarıda belirtilen gerekçe ile mahkeme kararı bozulmuştur.

Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; Adli Tıp Kurumu Fizik İhtisas Dairesi Adli Belge İnceleme Şubesi tarafından incelenen 26/06/2009 tarihli belge hakkında Adli Tıp Genel Kurulu’ndan rapor alınmasına gerek olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

Davalı tarafından 26/06/2009 tarihli belgenin ibraz edilmesi üzerine davacı, söz konusu belge altındaki imzanın kendisine ait olduğunu, ancak ziynet eşyaları ile ilgili kısmın sonradan eklendiğini savunmuştur.

Davacının savunması dikkate alınarak 26/06/2009 tarihli belge hakkında Adli Tıp Kurumu, Fizik İhtisas Dairesi Adli Belge İnceleme Şubesi’nden rapor alınmış, alınan raporda “inceleme konusu belgede iddialar doğrultusunda ilave yapıldığını gösterir nitelikte ve yeterlilikte bulgu saptanmadığı” bildirilmiştir.

Davacı vekili; Adli Tıp Kurumu raporunu kabul etmediklerini, raporun denetime açık olmadığını, sonuca nasıl bir inceleme sonucu varıldığının belirli olmadığı gibi, bilimsel ve teknik imkanlar kullanılarak bir tetkik yapılmadığını, İstanbul Polis Laboratuarlarından rapor alınması gerektiğini savunmuştur.

Mahkeme davacının bu talebini; “inceleme ve sonuç kısmının 1.paragrafında hangi aletler ve cihazlar ile inceleme yapıldığı açıklandığı” gerekçesi ile reddetmiştir.

Yargıtay 6.Hukuk Dairesi bozma kararında “mahkemece davacının adli tıp kurumu raporuna itirazları da dikkate alınarak Adli Tıp Kurumu Genel Kurulundan da rapor alınarak, belgeye sonradan ilave yapılıp yapılmadığının kesin olarak tespit edilmesinden sonra sonucuna göre karar verilmesi gerekir” gerekçesi ile bozulmuştur. Konu ile ilgili Adli Tıp Kurumu Kanunu Uygulama Yönetmeliği’nin “Adlî Tıp Genel Kurulunun Çalışma Usulüne Ait Genel Hükümler” başlıklı 23.maddesinin (I) bendinde; Fizik ihtisas dairesi adlî belge inceleme şubesi ve trafik ihtisas dairesinin işleri Adlî Tıp Genel Kurulunda incelemeye alınamayacağı, bu dairelerden birinin raporu ile diğer bir bilirkişi raporu arasında çelişki varsa, mahkeme veya Cumhuriyet savcılıklarınca gerekçesi belirtilmek suretiyle ihtisas dairesinin en az yedi uzmanın katılımıyla rapor hazırlayacağı düzenlenmiş, devamında ise raporun hazırlanmasındaki usul kuralları belirlenmiştir. Yönetmeliğin söz konusu maddesi dikkate alındığında Fizik İhtisas Dairesi Adlî Belge İnceleme Şubesi’nin raporlarına karşı Adlî Tıp Genel Kurulu’na gidilemeyeceğine göre, Özel Dairenin bu yöne ilişkin bozması yönetmeliğe uygun düşmemektedir.

Ancak davacının savunması ve dava konusu evrak dikkate alındığında Adli Tıp Kurumu Fizik İhtisas Dairesi Adlî Belge İnceleme Şubesi’ne ait raporun yeterli olmadığı anlaşıldığından mahkemece başka bir uzman bilirkişi heyetinden rapor alınması, alınacak bu rapor ile Fizik İhtisas Dairesi Adlî Belge İnceleme Şubesi’ne ait rapor arasında çelişki doğması halinde Yönetmeliğin 23.maddesine göre işlem yapılması gereklidir.

Belirtiren nedenlerle yerel mahkemenin direnme kararının bu değişik gerekçe ile bozulması gerekmiştir.

S O N U Ç : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen değişik gerekçeden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı kanunun 440/1.maddesi uyarınca hükmün tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 26.02.2014 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi..

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Pzt Mar 09, 2015 8:36 pm


Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararları • HAKİM HAKKINDA ŞİKAYET, HAKİMİN TALEPLERİ DİKKATE ALMADIĞI İDDİASI, REDDİ HAKİM

YARGITAY Hukuk Genel Kurulu
ESAS: 2013/2063
KARAR: 2014/139

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan incelemesi sonucunda ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay 1. Hukuk Dairesince;

“Davacı M…. 20.12.2012 havale tarihli dava dilekçesinde özetle; 2012/262 esas sayılı dosyasında ( …1. Asliye Hukuk Mahkemesinin) …1. Asliye Hukuk Mahkemesi Hakimi tarafından HMK’nun 208/4 maddesi kapsamında taraf olarak sahteciliğin incelenmesi için ileri sürdükleri yazılı belge, bilgi ve taleplerinin dikkate alınmadığını, aynı hâkimin 6100 sayılı HMK’nun 42/2 maddesine aykırı olarak reddi hakim talebine ilişkin işlemler tamamlanmadan duruşmayı sevk ve idare ettiğini, ön inceleme duruşmasında alınan kararları yok saydığını, 2008/ 243 esas ve 2012/262 esas sayılı dosyalarda çelişik karar verildiğini, kendisi ile S… arasında zorunlu dava arkadaşlığı bulunduğu ve kendisi hazır olduğu halde, S… yönünden dosyanın işlemden kaldırıldığını, bu hakimin HMK madde 46/1-c bendinde yer alan düzenlemeyi defalarca ihlal ettiğini öne sürerek …1. Asliye Hukuk Hakimi tarafından yapılan yargılamanın hukuk dışı olduğunun tespiti ile 20.000 TL. tazminata karar verilmesini istemiştir.

Davacı, maddi ve manevi tazminat istediği halde, maddi ve manevi tazminat miktarlarını belirtmediğinden bu eksiklik ikmal ettirilmiş, davacı 20.04.2013 havale tarihli dilekçesinde 15.000 TL. maddi, 5000 TL manevi tazminat talebi olduğunu, davalı tarafın öninceleme duruşmasından önce davayı kabul etmesi halinde manevi tazminat talebiyle yetineceğini bildirmiştir.

Davalı Devlet’i temsilen H… vekili, 6110 sayılı Yasa ile 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’na eklenen 93/A maddesine göre, Hakimlerin yargılama faaliyetinden dolayı Devlet aleyhine tazminat davasının ancak; tazminata konu dava sonucunda verilecek hükmün kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde açılabileceğini, dava şartının mevcut olmadığını hak düşürücü süre ve zamanaşımı yönünden davanın reddini talep ettiklerini, ayrıca istenilen zararın dayanağı bulunmadığı gibi, HMK’nun 46. maddesindeki koşulların oluşmadığı bildirilip davanın reddini savunmuştur.

Dava dilekçesi HMK’nun 119. maddesinde belirtilen koşulları taşıdığından kabul edilmiştir. HMK’nun 114. ve 120. maddeleri doğrultusunda eksik dava şartları tamamlatılmıştır. HMK’nun 120., 122., 128. ve 48/2. maddeleri gereğince dilekçe tebliğ işlemleri ikmâl edilmiş, dava dilekçe sureti ilgili Hakime tebliğ edilmiştir.

Dilekçe tebliğ işlemleri tamamlandıktan sonra, HMK’nun 137/1., 139. ve 140. maddeleri uyarınca ön inceleme duruşması yapılmıştır.Yapılan ön inceleme duruşması sırasında davacı dava dilekçesini yinelemiş, bu davanın …1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2008/ 243 esas sayılı dosyasında bulunan iki belgenin sahteliği ile ilgili olduğunu, bu dosyanın halen sonuçlanmadığını, ayrıca reddi hakim talebinin de sonuçlanmadığını, delil olarak dava ve açıklama dilekçelerinde bildirdiği delillere dayandığını bildirmiş, ön inceleme duruşmasında bir kroki ve yazışma belge suretlerini ibraz etmiştir. Davalı vekili ise, cevap dilekçesini tekrarlamış, dava konusu olayda yasal yolların tüketilmediğini beyan etmiştir. Taraflar sulhe teşvik edilmişler, ancak sulh olmamışlardır.

Davacının bildirdiği dosya akıbetleri araştırılmış, delil olarak bildirilen dosyaların bir kısmının karara bağlandığı, bir bölümünün derdest olduğu, davanın açılmasına neden olan olayların başlangıcını ve esasını oluşturan …1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2008/243 esas sayılı dosyasının karara bağlandığı, ancak verilen kararın kesinleşmediği, ilgili Hakim D…’ın reddedilmesine ilişkin …1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2012/262 esas sayılı dosyasındaki sürecin henüz sonuçlanmadığı anlaşılmıştır.

Dava, hakimin hukuki sorumluluğuna ilişkin maddi ve manevi tazminat davasıdır. 14.02.2011 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 6110 sayılı “ Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 12. maddesi ile 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununa 93/A maddeleri eklenmiştir.

Bu maddeki düzenlemeye göre;

"Hâkim ve savcıların bir soruşturma, kovuşturma veya davayla ilgili olarak yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet veya verdikleri her türlü kararlar nedeniyle:

a) Ancak Devlet aleyhine tazminat davası açılabilir.

b) Kişisel kusur, haksız fiil veya diğer sorumluluk sebeplerine dayanılarak da olsa hâkim veya savcı aleyhine tazminat davası açılamaz.

Devlet aleyhine açılacak tazminat davası ancak dava konusu işlem, faaliyet veya kararın dayanağı olan;

a) Soruşturma sonucunda verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın veya kamu davası açılmış ise kovuşturma sonucunda verilen hükmün,

b) Dava sonunda verilen hükmün, kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde açılabilir.

Kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın veya hükmün kesinleşmesinden önce, hâkim veya savcının söz konusu işlem, faaliyet veya kararıyla ilgili olarak görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle görevini kötüye kullanmaktan mahkûmiyeti hâlinde ise tazminat davası bu hükmün kesinleşmesinden itibaren bir yıl içinde açılabilir…"

Söz konusu 93/A maddenin (b) bendinde yapılan düzenleme “ Dava sonunda verilen hükmün kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde dava açılabilir” hükmünü içerdiğine göre, hüküm kesinleşmeden dava açılamaz.

Yukarıda açıklandığı üzere, davaya asıl dayanak olarak gösterilen …1. Asliye Hukuk mahkemesinin 2008/243 esas sayılı dosyasında verilen karar dava tarihinde kesinleşmemiş, aynı mahkemenin 2012/ 262 esas sayılı dosyasında da hukuki süreç tamamlanmamıştır. Bu durumda davacının istemi dinlenebilir nitelikte değildir. Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 07.11.2012 tarihli 2012/4-143, 2012/752 sayılı 14.11.2012 tarihli, 2011/4-144-2012/ 782 sayılı kararları da bu doğrultudadır. Davacının istemi dinlenebilir görülmediğinden, esas yönünden incelenmemiştir.

Şu hâle göre, dava dilekçesinin reddine karar verilmelidir.

HÜKÜM: Yukarıda açıklanan gerekçe ile,

1-Dava dilekçesinin REDDİNE.

2- Davanın reddi nedeniyle alınması gereken 24.30.-TL ret harcının davacıdan alınan 297 TL harçtan mahsubu ile geriye kalan 272,70.-TL harcın karar kesinleştiğinde istek hâlinde davacıya iadesine,

3) Avukatlık Asgari Ücret Tarifesine göre, takdiren 2.640.-TL vekalet ücretinin davacıdan alınıp davalıya verilmesine,

4) Davacının yaptığı yargılama giderlerinin üzerinde bırakılmasına,”

Dair oybirliği ile verilen 18.06.2013 gün ve 2013/1-3 sayılı kararın davacı tarafından temyiz edilmesi üzerine kararın süresinde temyiz edildiğinin anlaşılmasından ve dosyadaki tüm kağıtların okunmasından sonra gereği düşünüldü:

Davacı 20.12.2012 harç tarihli dava dilekçesiyle; …1. Asliye Hukuk Mahkemesinde görülmekte olan 2012/262 Esas sayılı dosyada hakimin reddi isteminin usule ve yasaya aykırı olarak reddedildiğini, HMK 46/c maddesine aykırı davranarak hakimin görevini yasaya ve usule uygun yerine getirmediği için Anayasa ile güvence altına alınan hak arama özgürlüğünü ve adil yargılanma hakkına aykırı davrandığını iddia ederek hukuka aykırılığın tespiti ve tazminat isteminde bulunmuştur.

Davalı Maliye H.. H..si vekili ise davanın erken açıldığını ve HMK’nun 46. maddesindeki koşullar oluşmadığını savunarak davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.

Mahkemece yukarıda başlık bölümüne alınan gerekçe ile davanın reddine karar verilmiştir.

Dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bilgi ve belgelere, daire kararında açıklanan gerektirici nedenlere, delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, usul ve yasaya uygun olduğu tespit edilen Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararın onanması gerekir.

SONUÇ: Davacının temyiz itirazlarının reddi ile 1. Hukuk Dairesinin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararın yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, eksik kalan 0,90 TL temyiz ilam harcının temyiz edenden alınmasına, 6110 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 12. Maddesi ile 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’na eklenen 93/A-5 fıkrası ve 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440 maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 26/02/2014 gününde oybirliği ile karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Çrş Mar 04, 2015 11:45 am


Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararları • İŞÇİYE YANLIŞLIKLA YAPILAN FAZLA ÖDEMENİN GERİ ALINMASI DAVASI

YARGITAY Hukuk Genel Kurulu
ESAS: 2013/590
KARAR: 2014/117

Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 15. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 06.12.2011 gün ve 2006/362 E., 2011/381 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 25.04.2012 gün ve 2012/3711-11050 sayılı ilamı ile;

(…Dava, davacı kurumda çalışan davalıya hatalı intibak işlemi nedeniyle yapılan fazla ödemenin istirdadı istemine ilişkin olup, mahkemece açık hata, davalının gerçek dışı beyanı ve hilesi bulunmadığı belirtilerek davanın reddine karar verilmiştir.

BK.nun 62. maddesinde, borçlu olmadığı şeyi rızası ile ödeyen kimsenin yanlışlığa düştüğünü ispat ettiği takdirde ödediğini geri isteyebileceği düzenlenmiştir. Yine, Hukuk Genel Kurulunun 25.12.1984 tarih ve 1982/13-387 E.,1984/997 K. sayılı kararında herhangi bir şart tasarrufa dayanmayan salt hatalı ödemelerin idare tarafından BK.nun sebepsiz zenginleşme kurallarına göre geri istenebileceği düzenlenmiştir. Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 22.12.1973 gün ve 1968/8 E. – 1973/14 K. Sayılı kararı ise idarenin "şart tasarrufuna" ilişkindir.

O halde somut olayda mevzuata aykırı yapılan hatalı ödemenin iadesi istendiği gözetilerek, alacağın Borçlar Hukukunun sebepsiz iktisap kuralları çerçevesinde istenip istenmeyeceği tartışılarak sonucu uyarınca bir karar verilmelidir…)

gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, davacı kurumda çalışan davalıya hatalı intibak işlemi nedeniyle yapılan fazla ödemenin istirdadı istemine ilişkindir.

Davacı vekili, davalının 3 yıllık yüksekokul mezunu olmasına rağmen 20/05/2002 tarihinde müdür yardımcısı görevine yükseltilmesi sırasında 4 yıllık yüksekokul ve fakülte mezunu mühendis teknik lisansiyer olarak görev yapan müdür yardımcıları ücret skalasında yer alan ücret seviyesine getirilerek bu seviyeden ücret ödendiğini, bunun açık bir hata olduğunu, bu suretle davalıya 7.617,42 TL. fazla ödeme yapıldığını, fazla ödemenin yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, fazla yapıldığı ileri sürülen ödemenin maaşından kesilmesi ile ilgili olarak idari işlemin iptali istemi ile Ankara 12. İdare Mahkemesi’nde dava açtığını ve davanın halen derdest olduğundan sonucunun beklenilmesi gerektiğini, fazla ödendiği iddia olunan miktarın idarede istikrar esaslarına göre geri iadesine yasal olanak bulunmadığını, kazanılmış hakların muhafaza edilmesi gerektiğini, istemin 22/12/1973 tarihli Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurul Kararına da aykırı olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş, davacı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıya metni aynen alınan gerekçe ile hüküm bozulmuş, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Direnme kararını, davacı vekili temyize getirmiştir.

Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, davalıya yapılan ödemelerin herhangi bir şart tasarrufa dayanmayan salt hatalı ödemeler olup olmadığı, buradan varılacak sonuca göre de davacı idare tarafından yapılan ödemelerin 818 sayılı Borçlar Kanununun sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre geri istenilip istenilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Genel Kurul görüşmeleri sırasında işin esasının incelenmesinden önce, davalıya hatalı yapıldığı iddia edilen ödemelerin tahsiline yönelik idari işlemin iptali için İdare Mahkemesinde açılan davanın sonucunun beklenilmesinin gerekip gerekmediği önsorun olarak incelenmiş ve İdare Mahkemesi’nde açılan davanın niteliğinin eldeki davadan farklı olduğundan bahisle idare mahkemesi kararının beklenilmesinin gerekmediği oyçokluğu ile kabul edilerek işin esasının incelenmesine geçilmiştir.

Öncelikle, şart tasarruf kavramı üzerinde durulmalıdır;

İdari işlemlerin maddi bakımdan ayırımı, konu ve içerik itibariyle yapılan ayırımdır. Bu yönden idari işlemler “kaide tasarruf” (kural işlem), “sübjektif tasarruf” (sübjektif işlem; birel işlem) ve “şart tasarruf” (koşul işlem) olmak üzere üçe ayrılırlar.

Şart tasarruflar, önceden belirlenmiş hukuk kurallarının kişiler hakkında uygulanmasına dair işlemlerdir. Bu tür işlemler, hukuk düzeninde değişiklik yapmazlar; yalnızca kişilerin durumunda değişiklik yaparak onları bir durumdan başka bir duruma geçirirler. Şart tasarruflar, kişisel bir hukuki durum yaratmaları bakımından geniş anlamda sübjektif tasarruflar kapsamında olmalarına karşın, “konu” bakımından hukuk aleminde bir değişiklik yapmayıp, yalnızca hak sahibi süje bakımından bir yenilik ve değişiklik doğurmaları itibariyle, dar anlamda sübjektif tasarruflardan ayrılırlar (Celal Karavelioğlu, İdari Yargılama Usulü Kanunu, 1999, s. 13, 14).

27.01.1973 günlü 6/2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında; hatalı intibak gibi bir şart tasarrufun sonradan idare tarafından geri alınması halinde, daha önce bu şart tasarrufa dayanılarak memura yapılmış olan fazla ödemelerin nedensiz zenginleşme hükümleri uyarınca geri istenmesinin idare hukuku ilkelerine göre mümkün olup olmadığı konusu ile ilgili olup, sonuçta, yokluk ile mutlak butlan durumları ayrık olmak ve kişinin gerçek dışı beyanı veya hilesi ile sebebiyet vermemiş olmak kaydıyla, idarenin yanlış şart tasarrufu (özellikle yanlış intibak işlemini) ancak iptal davası süresi içinde geriye yürür şekilde geri alabileceği, bu süre geçtikten sonra yanlış tasarrufun geri alınması halinde geri alma gününe kadar doğmuş durumların, parasal sonuçları da dahil olmak üzere, hukuken kazanılmış durum olarak tanınması gerektiği, sebepsiz zenginleşme hükümlerine dayanılarak geri istenemeyeceği içtihat edilmiştir.
Bu içtihadı birleştirme kararının, idare tarafından yapılan bütün ödemelere uygulanması halinde, idarenin haksız iktisap kurallarından hiçbir zaman yararlanamaması ve memurların yapmış oldukları bütün hatalı ödemelerin idare tarafından gerek ödeme yapılan kişilerden, gerekse ödemeyi yapan görevlilerden geri alamaması gibi bir sonuç doğar ki, idareyi işlemez ve iş göremez bir duruma sokacak olan böyle bir sonucun hukukça savunulması mümkün değildir.

Bu nedenle, İçtihadı Birleştirme Kararının kapsamı dışında kalan ve herhangi bir şart tasarrufa dayanmayan ödemelerin, idare tarafından Borçlar Hukukunun haksız iktisap kurallarına dayanılarak geri istenebileceğinin kabulü gerekir (HGK’nun 07.03.2012 gün ve 2011/3-809 E., 2012/125 K. sayılı ilamı).

Somut olayın açıklanan ilkeler çerçevesinde değerlendirilmesine gelince; Türkiye Elektrik Kurumu Genel Müdürlüğü A.Ş.’de çalışmakta iken ilgili yönetmelik uyarınca 3 yıllık yüksek okul mezunlarına 4 yıllık fakülte mezunları gibi müdür yardımcılığına atanabilmelerine imkan tanınması üzerine, davalının da müdür yardımcısı olarak atanmasının yapıldığı, ancak maaşı hesaplanırken 3 yıllık yüksekokul mezunu müdür yardımcıları ücret skalasından hesaplanması gerekirken ilgili memurun maddi hatası sonucu 4 yıllık fakülte mezunları için hesaplanan ücret skalasından ödeme yapıldığı anlaşılmaktadır. Görüldüğü üzere somut olayda sözkonusu olan memurun atama işlemine ilişkin şart tasarrufun değerlendirilmesi değil, ücret ödemesine ilişkin yapılan maddi hatanın giderilmesi talep edilmektedir.
Az önce de belirtildiği üzere, şart tasarruf, önceden belirlenmiş hukuk kurallarının kişiler hakkında uygulanmasına dair işlemlerdir. Bu tür işlemler, hukuk düzeninde değişiklik yapmazlar; yalnızca kişilerin durumunda değişiklik yaparak onları bir durumdan başka bir duruma geçirirler. Bu nedenle bir şart tasarrufa dayanılarak yapılan yanlış intibak ve ödemeler yokluk ile mutlak butlan durumları ayrık olmak ve kişinin gerçek dışı bildirimi veya hilesi ile sebebiyet vermemiş olmak kaydıyla yönetim; yanlış şart tasarrufunu, ancak iptal davası ya da yasalarda özel süre varsa bu süre içinde yahut iptal davası açılmışsa dava sonuna kadar geriye yürür biçimde geri alabilir. Bu süreler geçtikten sonra yanlış işlemin geriye alınması halinde geri alma gününe kadar doğmuş durumların, parasal sonuçları da dahil olmak üzere hukuken kazanılmış durum olarak tanınması gerekir.

Ne var ki, somut olayda hatalı ödemeye ilişkin olarak ortada, salt hatalı ödeme işlemi bulunmakla, idarenin bu işlem nedeniyle sebepsiz zenginleşme hükümlerine dayanarak, genel mahkemede dava açması olanaklıdır. Ortada bir şart tasarruf bulunmadığından, şart tasarrufun varlığı halinde uygulanacak ilkelerin somut olay yönüyle uygulama yeri yoktur.

Öyle ise, söz konusu ödeme davalı yönünden nedensiz zenginleşme olup, burada, idare hukukunun idari kararların geri alınmasıyla ilgili kurallarının uygulanmasına olanak yoktur.

Hal böyle olunca, hiçbir hukuki dayanağı olmayan, şart tasarrufa da konu olmayan hatalı ödemelerin, borçlar hukukunun sebepsiz zenginleşme hükümleri uyarınca geri alınmasına karar verilmesi gerekir.

Mahkemece aynı hususlara işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen bozma ilamına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup, karar bozulmalıdır.

S O N U Ç : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 Sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı kanunun 40/III-1. maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 19.02.2014 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — Sal Mar 03, 2015 11:55 am