Etiket arşivi: Mahsup

İşçi kendi talebiyle on günden az izin yapmış ise yıllık izinden mahsup edilmelidir

Yargıtay 7.Hukuk Dairesi, 2013/17206 esas sayıl ve  2014/692 karar sayılı 21.01.2014 tarihli kararı

4857 sayılı Yasanın 56/3. maddesine göre yıllık izin sürelerinin 10 günden aşağı bölünemeyeceği belirtilmiştir. Ancak, 10 günden az sürelerle yıllık izin kullanma taleplerinin davacı işçi-den geldiği anlaşılmakla TMK’nın 2. maddesine göre herkes haklarını kullanırken dürüstlük kuralına uymak zorunda olduğundan ve bir hakkın kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumayacağından süreler 10 günden az olsa da yıllık izinden mahsup edilmelidir.

Karar:

1-Dosyadaki yazılara, hükmün Dairemizce de benim-senmiş bulunan yasal ve hukuksal gerekçeleriyle da-yandığı maddi delillere ve özellikle bu delillerin takdi-rinde bir isabetsizlik görülmemesine göre davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazla-rının reddine.
2-Davacı vekili, davacının 25.08.2009-15.10.2010 ta-rihleri arasında çalıştığını, davacının iş sözleşmesinin kanuna aykırı olarak dereden kum çıkarmaya zorlan-ması nedeniyle haklı olarak feshedildiğini iddia ederek kıdem tazminatı ile fazla çalışma, ulusal bayram genel tatil, hafta tatili ve yıllık izin alacaklarının tahsilini talep etmiştir.
Davalı vekili, davacının sebepsiz yere işten ayrıldığını, fazla çalışma yapmadığını davanın reddine karar veril-mesini istemiştir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir. So-mut olayda, hükme esas alınan bilirkişi raporunda da-vacının 2 yıl 2 ay 22 gün çalıştığı belirtilerek 28 gün üzerinden yıllık izin alacağı hesaplanmıştır. Bilirkişi 10 günden az kullandırıldığından 1 ve 2 günlük izin sürele-rini mahsup etmemiş, Mahkemece de kısa süreli izinle-rin mazeret izni niteliğinde olduğu kabul edilmiştir.
Davacının 25.08.2009-15.10.2010 tarihleri arasında 1 yıl 1 ay 22 gün çalıştığı bilirkişi tarafından kıdem tazmi-natı hesabında başlangıç ve bitiş tarihlerine uygun olarak gösterildiği halde yıllık izin hesabında maddi hata yaparak davacının 2 yıl 1 ay 22 gün hizmeti bulun-duğu yanılgısıyla 2 yıl üzerinden hesaplama yapılmıştır. Karar bu yönden hatalıdır.
4857 sayılı Yasanın 56/3. maddesine göre yıllık izin sürelerinin 10 günden aşağı bölünemeyeceği belirtilmiştir. Ancak, 10 günden az sürelerle yıllık izin kullanma taleplerinin davacı işçi-den geldiği anlaşılmakla TMK’nın 2. maddesine göre herkes haklarını kullanırken dürüstlük kuralına uymak zorunda olduğundan ve bir hakkın kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumayacağından süreler 10 günden az olsa da yıllık izinden mahsup edilmelidir. Yıllık izin hesabında çalışma sürelerinin hatalı esas alınması ve kullanılan izin sürelerinin düşülmemesi hatalı olup, bozma nedenidir.
Sonuç: Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı neden-lerle BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde davalıya iadesine 21.01.2014 gününde oybirli-ği ile, karar verildi.
Ancak, 10 günden az sürelerle yıllık izin kullanma taleplerinin davacı işçi-den geldiği anlaşılmakla TMK’ nın 2. maddesine göre herkes haklarını kul-lanırken dürüstlük kuralına uymak zorunda olduğundan ve bir hakkın kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumayacağından süreler 10 gün-den az olsa da yıllık izinden mahsup edilmelidir.

kaynak:

YILLIK İZİN 10 GÜNDEN AZ SÜRELERE BÖLÜNÜRSE İZİN KULLANILMAMIŞ SAYILIR MI?

Yargıtay Hukuk Daireleri Kararları • KOCANIN SEVGİLİSİNE AÇILAN TAZMİNAT DAVASINDA MAHSUP…

YARGITAY 4. Hukuk Dairesi
ESAS: 2013/5901
KARAR: 2014/2857

Davacı Ş…vekili Avukat … tarafından, davalı C… aleyhine 07/08/2012 gününde verilen dilekçe ile manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın reddine dair verilen 16/01/2013 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.

1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları reddedilmelidir.

2- Diğer temyiz itirazlarına gelince;

Dava, kişilik haklarına saldırı nedeni ile manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı, dava dışı resmi nikâhlı eşinin, davalı ile kendisini aldattığını, davalının eyleminin kişilik haklarına saldırı niteliğinde olduğunu iddia ederek, uğradığı manevi zararın ödetilmesi isteminde bulunmuştur.

Davalı, davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece, davacının …Aile Mahkemesi’nin 2011/533 Esas sayılı boşanma dosyasında, manevi tazminat isteminin kısmen kabulüne karar verildiği ve manevi tazminatın tekliği ve bölünmezliği ilkesi gereğince davalıdan ayrıca manevi tazminat almasının mümkün olmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

Dosya arasındaki bilgi ve belgelerden; davacı ile dava dışı eşin, …Aile Mahkemesi’nin 2011/533 Esas sayılı boşanma davası ile boşanmalarına ve dava dışı eşin, davacı tarafa sadakatsiz davranmış olması nedeni ile 30.000,00 TL manevi tazminat ödemesine karar verildiği anlaşılmaktadır.

Davalının, davacının resmi nikâhlı eşi ile evli olduğu süre içinde duygusal birliktelik kurduğu, eşin davacıya karşı sadakat yükümlülüğünü ihlal ettiği, davalının da eşin eylemine bilerek iştirak etmek sureti ile davacının zarar görmesine neden olduğu belirlenmiştir.

BK’nın 50 ve 51. maddelerinde haksız eylemin ve bunun sonucunda doğan zararın birden fazla kişi tarafından meydana getirilmesi durumunda zarar görenin dilediği takdirde eyleme katılanların birisinden, birkaçından veyahut tamamından zincirleme olarak sorumlu tutulmalarını isteme hakkına sahip bulunduğu düzenleme altına alınmıştır. Aynı hüküm 6098 sayılı yeni Türk Borçlar Kanunu’nun 61. maddesinde de tekrar edilmiştir.

Dava dışı eşin, sadakat yükümlülüğünü ihlal etmesi nedeni ile boşanma davasında manevi tazminat ödemeye mahkûm edildiği gözetildiğinde; konusu ve hukuki sebebi aynı olan eldeki davada, diğer müteselsil sorumlu davalı aleyhine de uygun bir miktar manevi tazminata hükmedilmeli; ancak tazminatın, boşanma davasında hüküm altına alınan tazminat ile tahsilde tekerrür olmamak kaydıyla ödetilmesi gerektiği kararda belirtilmelidir. Açıklanan nedenle istemin tümden reddi doğru olmadığından, kararın bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen kararın yukarıda (2) nolu bentte gösterilen nedenlerle BOZULMASINA, davacının diğer temyiz itirazlarının (1) nolu bentte gösterilen nedenlerle reddine ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 20/02/2014 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY YAZISI

Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre yerinde bulunmayan temyiz itirazlarının reddiyle usul ve yasaya uygun olan hükmün onanması görüşünde olduğumdan sayın çoğunluğun bozma kararına katılmıyorum. 20/02/2014

Üye

KARŞI OY YAZISI

Sorun eşlerden birinin başka bir kişiyle cinsel ilişkiye girmesi nedeniyle diğer eşin manevi anlamda eşten ve üçüncü kişiden tazminat isteyip isteyemeyeceğine ilişkindir.

Eşler nikah sözleşmesi yapmakla birbirlerine karşı cinsel anlamda sadakat yükümlülüğü altına girerler (M.K. 185/ III). Bu yükümlülüğün ihlali halinde sadakat yükümlülüğünü ihlal eden eşe karşı aldatılan eş manevi tazminat talep edebilir. Bu tür bir eylem TMK’ da boşanma nedeni olarak öngörüldüğünden aldatılan eş bunu boşanma sebebi sayabilir ve boşanmaya göre M.K. 174/2 ile manevi tazminat isteyebilir. Ancak aldatılan eş böyle bir eylem dolayısıyla boşanmaya zorlanamaz. Diğer ifadeyle aldatılan eş boşanma nedeni yapmaksızın kişisel saldırıların ihlal edildiği gerekçesiyle aldatan eşe karşı manevi tazminat talebinde bulunabilir. Bu durum 4787 sayılı kanun 7. maddesi ile açıkça düzenlenmektedir. Anayasaya göre de devlet aile bütünlüğünü korumak amacıyla ve boşanmaların azaltılması amacıyla 4787 sayılı kanun 7. maddesini öngörmüştür. Anayasa ve bu madde hükümleri birlikte değerlendirildiğinde aldatılan eşe aldatma eylemine rağmen boşanmaması yönünde yargıca tembih, telkin ve önerilerde bulunmak görevi yüklenmektedir. Eşe de aldatma eylemine rağmen aile birliğinin geleceğini kurtarmak maksadıyla (ki bu amaç son derece yücedir) eşini affetmesi önerileri sunulur. Zira aile toplumun temelidir ve dağılmaması gerekir. Bu eyleme rağmen aile kurtarılmalıdır. Bu da ancak aldatılan eşin tercihinin ne yönde olacağıyla doğrudan ilgilidir. Şu durumda bu eş aldatma eylemine rağmen evliliğini kurtarmak yönünde davranış sergilerse eşine karşı boşanma davası açmayacaktır. Hukuk sistemi de eşin manevi zararının ancak bir boşanma şartıyla sağlanmasının sakıncalarını öngörüp aile birliğinin kurtarılması ancak aldatılan eşin manevi zararının da karşılanması yönünde tercihte bulunmuştur. Buna göre aldatılan eş hem boşanmayacak hem de genel hükümlere göre aldatan eşinden manevi tazminat talebinden bulunabilecektir.
Ahlaki ve yasal olmayan bir cinsel ilişkinin tarafları açısından baktığımızda aldatan eşin konumu yukarıda belirlendiği üzere 4787 sayılı kanunun 7. maddesi, Anayasa 41, M.K. 185, 174, B.K. 41, 49 (6098 sayılı TBK 49, 58) ile özel bir statü içine alınmıştır. Diğer ifadeyle aldatan eşin hukuksal sorumluluğu bu özel hükümlerle düzenleme altına alınmıştır.

Üçüncü kişi olan eylemcinin hukuksal konumunu belirlemek için şu noktalara dikkat edilmelidir. İlki, tartışılan bu konu bugün yürürlükte olmayan ancak eski ceza kanununda bulunan "zina" kurumuyla karıştırılmamalıdır. Zira zina hem hukuk sisteminden kaldırılmıştır, emsal değerlendirilmesine alınamaz. Hem de zinanın unsur ve sonuçları ceza hukuku açısından ele alınmak zorundadır. Zina da unsur olarak karşı cinsten olan iki kişinin ahlaki ve yasal olmayan cinsel birleşmesi belli koşulları taşıyor olmak kaydıyla cezalandırılıyordu. Ve o koşullara göre her zaman cezalandırılan iki "fail" bulunabiliyordu. Böyle bir kurumu özel hukuk alanında uygulamaya kalkmak cezalandırılmama sonucunda "cezalandırma yoksa manevi zarar da yoktur" gibi adil olmayan bir sonuç doğurur.

İkinci olarak eşin aldatması olayı salt aile hukuku anlamında ele alınıp incelenmelidir. Bu durumda eşin aldatmasında iki eylem ve iki eylemci vardır. Birinci eylem aldatan eşin eylemi olup, bu eylem eşinden başkasıyla cinsel beraberlik yaşamayacağı sözü veren eşin bu sözü ihlal etmesi ve yasanın da buna sonuç öngörmesidir. İkinci eylem ise üçüncü kişinin eylemi olup işbirliği yaptığı eşin gerçekte sadakatle yükümlü olduğu ve o eşle cinsel beraberlik yaşama hakkına sahip olan ve bu hakkın ahlaki ve yasal tek sahibi olan eşin yerine geçerek aldatan eşe tatmin duygusu vermesidir. Üçüncü kişi hakkı olmadığı halde yasal eşin yasal tatmin etme ve eşini başkasıyla paylaşmama hakkını ihlal etmektedir. Bu ihlal o eşin aile değerlerine eşi olmayan kişi tarafından gerçekleştirilen yoğun bir saldırıdır. Bu saldırı ile aldatan eşin saldırısını öz ve konum itibariyle özdeş ve tek tutulması olanaksızdır. Dolayısıyla aldatan eş eyleminde cezacı mantıkla bakılıp tek eylem varlığından bahsetmek hukuksal olarak ve ahlaki olarak son derece yanlıştır. Gerçek odur ki ortada iki ayrı eylem ve iki ayrı eylemci bulunmaktadır.

Çoğunluk görüşünün benimsediği aldatan eş ve üçüncü kişinin eylemlerinden doğan tazminat sorumluluğunun müteselsil sorumluluk kapsamında kalması belirttiğimiz noktalar itibariyle de olanaksızdır. Çünkü müteselsil sorumlulukta birden çok hukuksal durum ve eylemin aynı zararı doğurması ve yasal olarak da bunun müteselsil olduğunun belirlenmesiyle söz konusu olur. Örneğin çoğunluk görüşünün örneklediği 2918 sayılı kanundan doğan sorumluluktan kayıt maliki, sigorta şirketi ve şöforun müteselsilen sorumlu olması hali yasal olarak öngörülmüş bir müteselsil sorumluluk halidir. Aldatan eşin ve üçüncü kişi olan kişinin sorumluluğu ise özellikle aldatan eşin sorumluluğu özel yasalarla ve özel hükümlerle ayrı bir statü içine alınmıştır. Yasalarla ayrı bir statü içine alınmış sorumluluğun yasal olmayan bir şekilde başka bir sorumluluk alanına çekilmesi ve başka bir eylemden doğan zarar sorumluluğuna ortak edilmesi söz konusu olamaz. Aksi takdirde 4787 kanunun 7. maddesi ailenin korunmasına ilişkin Anayasa hükümleri, Medeni Kanunun 185 ve 174. maddeleri ihlal edilmiş olur. Oysa çoğunluk görüşü bu belirlemelere rağmen aldatılan eşin aldatan eşe karşı dava açmasa da hem dava açmasını zorlamakta hemde dolaylı olarak dava açılmadığı halde sorumlu tutulmasını sağlamaktadır.

Diğer yandan konu müteselsil sorumluluk açısından ele alındığında şu husus da dikkat çekici olsa gerektir. Yukarıda belirtildiği üzere eş aldatmasında iki ayrı eylem ve iki ayrı eylemci bulunmaktadır. Buna göre de yasal anlamda yaptırımlar farklıdır. Zira her iki eylemin ihlalinin ağırlığı itibariyle yaptırım farklılığı söz konusudur. Buna göre eşini aldatan kişinin eylemi sonucu eşinin maneviyatına verdiği zarar üçüncü kişinin verdiği zarardan (gerçekleştirdiği saldırıdan) çok daha ağırdır. Dolayısıyla eşin ödeyeceği tazminat miktarı üçüncü kişinin ödeyeceği tazminat miktarıyla kıyaslanamayacak kadar yüksek olacaktır. Çünkü eşlerin aile değerlerine bağlı kalma yükümlülüğü aile birliğinin korunması ve sağlanmasında en önemli yükümlülüktür. Üçüncü kişinin eylemi ise eşin eylemi yanında sıradan bir haksız fiil eylemidir. Böyle açık bir duruma rağmen müteselsil sorumluluktan söz edilmesi olanaksızdır.

Somut olayda boşanma davasında davacının eşinden alacağı tazminat üçüncü kişiden alacağı tazminata engel olamaz. Bu nedenle tahsilde tekerrür koşuluyla kararın bozulması söz konusu olmamalıdır. Çoğunluk bozma görüşüne bu nedenle katılmıyorum. 20/02/2014

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — 24 Ara 2014, 22:43


YARGITAY Ceza Genel Kurulu E: 2003/8-291 K:2003/303 *TUTUKLULUKTA GEÇEN SÜRENİN BAŞKA BİR CEZADAN MAHSUP EDİLMESİ

             T.C.

      YARGITAY

Ceza Genel Kurulu

 

Esas No         :           Karar No      :                İtirazname : HÜKÜMLÜ-İNFAZDA

2003/8-291                 2003/303                         Y.E.2003/165615

 

Y A R G I T A Y   K A R A R I

 

2.7.1999 tarihinde işlediği ruhsatsız kaleşnikof bulundurmak suçundan Şanlıurfa I.Asliye Ceza Mahkemesince 22.2.2000 gün ve 748-79 sayılı karar ile 6136 sayılı Yasanın 13/2 ve TCYnın 59/2. maddeleri uyarınca 4 yıl 2 ay hapis ve 16.375.000 TL. ağır para cezası ile ceza­landmlıp hakkındaki hüküm 26.12.2001 tarihinde kesinleşerek, 6.5.2002 tarihinde infazına baş­lanılan hükümlü ………………, 9.6.2003 tarihli dilekçe ile, 1.1.2000 tarihinde işlediği etkili eylem ve ruhsatsız silah bulundurmak suçundan Diyarbakır 3.Ağır Ceza Mahkemesince 23.1.2001 gün ve 18-32 sayılı karar ile verilen 1.140.750.000 lira ağır para cezasının ertelendiğini, bu dosyada tutuklu ve gözaltında kaldığı sürelerin infaz edilen cezasından mahsubu isteminde bu­lumnuş, Hazro Asliye Ceza Mahkemesince 6.8.2003 gün ve 27-27 sayı ile isternin reddine karar verilmiş, bu karara yönelik itiraz da Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesince 14.8.2003 gün ve 204 Müt. sayılı karar ile reddedilmiştir.

 

Adalet Bakanlığınca yazılı emir isteminde bulunulması üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 8. Ceza Dairesi 10.11.2003 gün ve 12124-5800 sayı ile; "TCK.nun 40. maddesi ile 6.3.1940 gün ve 5/68 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının amaç ve içeriğine göre, beraat eden bir şahsın beraat ettiği suçtan dolayı tutuklu kaldığı sürenin, beraat kararı kesinleşmeden evvel iş­lemiş olduğu diğer suç için verilen ceza süresine mahsup edileceği ilkesi kabul edildiği halde, tecilli mahkı1miyet kararıyla ilgili herhangi bir açıklamaya  yer verilmemiş ise de; Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 13.11.1971 gün ve 6286/6374 sayılı karanda da vurgulandığı üzere, cezası ertelenmiş olan, mahkumiyetle neticelenmiş davada tutuklu geçen sürenin bir başka suçtan dolayı vukubulan mahkumiyetten mahsubuna olanak bulunmamaktadır.

 

Ancak tutuklulukta geçen sürenin, teciHi mahkUmiyet kararıyla verilen ceza miktarından fazla olması halinde mahsup kararı verilebilecektir.

 

Dava dosyasında, erteli bulunan 1.140.750.000 lira ağır para cezasıyla ilgili olarak hü­kümlünün 85 gün tutuklu kaldığı sürenin, inceleme tarihine göre 647 sayılı Yasanın 5/6. maddesi uyarınca günlüğü 17.337.000 liradan, 1.473.645.000 lira tutacağı, hükümlülüğe ilişkin para ceza­sı çıkarıldığında (1.473.645-1.140.750.000) 332.895.000 lira kalacağı ve bunun da günlüğü 17.337.000 liradan hapse çevrildiğinde 20 gün olduğu anlaşılan fazla sürenin tutuklulukta geçen süre olarak kabulü ile mahsubuna karar verilmesi gerekeceği cihetle, yazılı emre dayanan Yar­gıtay C.Başsavcılığının tebliğname içeriği değişik gerekçe ile kısmen yerinde görülmekle,

 

Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 14.8.2003 gün ve 2003/204 Müt. sayılı kararının bozul­masına, müteakip işlemlerin mahallinde yapılmasına" karar verilmiştir.

 

Yargıtay C.Başsavcılığınca 8.12.2003 gün ve 165615 sayı ile; "İtiraz konusu, ertelenmiş ceza kararlarına ilişkin bulunan gözaltı ve tutuklulukta geçen sürelerin diğer koşulları varsa baş­ka cezalardan mahsup edilip edilemeyeceği, somut olayda ise ertelenmiş cezasına ait 86 günlük tutukluluğunun çekmekte olduğu 4 yıl 2 ay hapis cezasından indirilip indirilemeyeceğine iliş­kindir.

 

Yüksek Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 06.03.1940 gün ve 05/68 sayılı kararında mahsup konusunda önemli iki ilkeye yer verilmiştir.

 

a) Bir suçtan dolayı tutuklu kalınan sürenin başka bir suçtan indirilmesi içtima kural­larının zorunlu bir sonucudur.

b) Mahsup edilecek tutukluluğun ceza mahkumiyetinin kesinleşmesinden önce olması ye­ter ve tek koşulolup, tutukluluğun gerçekleştiği suçun beraatla sonuçlanmış olması gerekmediği gibi davanın sonuçlanmamış bulunması da mahsup işlemine engel oluşturmaz.

 

Öğretide de bu konuda şu görüşlere yer verilmiştir. (Prof. Dr. Nur CENTEL, Ceza Muha­kemesi Hukukunda Tutuklama ve Yakalama, s. 221 ve not 57 de anılan yazarlar):

 

Cezanın tamamen veya kısmen tutuklu olarak çekilmesi ertelerneye engelolmayacağı gi­bi cezanın ertelenmesi de, tutuklu kalınan sürenin mahkum olunan cezadan indirilmesini engel­lemez. Çünkü deneme süresi içinde yeniden suç işlenirse; ertelenen ceza infaz edilecektir."

 

Yüksek Yargıtay'ın bir çok kararı da öğretiyi destekler nitelikte olup, Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 25.09.2000 gün ve 2351-2223 sayılı kararında:

 

"TCK'nun 40. maddesinin ilk fıkrası; (Hükmün kesinleşmesinden önce vuku bulan tutukluluk ceza mahkfuniyetlerinden indirilir) biçimindeki içeriği ile çok kesin bir açıklık taşımaktadır. Bir başka anlatımla ceza hükümlülüğünden indirilecek olan tutukluluk, hükmün kesin­leşmesinden önce gerçekleşen tutukluluk olarak vurgulanmakta (kesinleşme) koşulu dışında baş­ka bir koşula da bağlanmamaktadır. Yüksek yargı kararları da bu doğrultudadır. Nitekim, Yar­gıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 6.3.1940 gün ve 5/68 sayılı kararının amaç ve içe­riğine göre, tutukluluğunun mahsubunda ilke, tutuklu kalınan suçtan verilen kararın kesinleşme tarihinden önce bir başka suç ya da suçların işlenmesi yeterli olup, tutuklu kalınan suçun beraat veya mahkfuniyetle sonuçlanmasının gerekmeyeceği vurgulanarak sözü edilen maddenin ilk fık­rasında (kesinleşme) koşulu dışında bir sınırlamaya yer verilmediği görülmektedir. Açıklanan nedenlerle, ertelenmiş cezada deneme süresinin dolmamış olmasının mahsup işleminin yapılma­sına enget oluşturmayacağı" belirtilmiştir.

 

Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 14.10.1965 gün ve 5156-6080 sayılı kararında ise:

 

"Suçların işleniş ve hükümlerin kesinleşme tarihlerine ve tecil edilmiş cezadaki tutuk­luluğun diğer suçtaki ceza mahkfuniyetine sayılmasına kanuni bir engel bulunmadığına" karar verilmiştir.

 

İnfaz dosyasının ve ilgili kararların incelenmesinden anlaşıldığı üzere:

 

Hükümlünün infaz ettiği 4 yıl 2 ay hapis cezasının verildiği Şanlıurfa 1. Asliye Ceza Mahkemesinin 22.02.2000 gün ve 748-79 sayılı kararının 26.12.2001 tarihinde kesinleştiği, Di­yarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 23.01.2001 gün ve 18-32 sayılı, ertelenmiş 1.140.750.000 lira ağır para cezasına ilişkin tutukluluğun 01.01.2000 – 27.03.2000 tarihleri arasında, do­layısıyla TCY'nın 4011. maddesinde yer verilen "karar kesinleşmezden önce" gerçekleştiği anla­şılmaktadır.

 

Öte yandan, "Cezanın tamamen veya kısmen tutuklu olarak çekilmesi ertelerneye engel olmayacağı gibi cezanın ertelenmesi de, tutuklu kalınan sürenin mahkum olunan cezadan indi­rilmesini engellemeyeceği, çünkü deneme süresi içinde yeniden suç işlenmesi durumunda erteli cezanın infazı edilebileceği" dikkate alınarak ertelenmiş cezaya ait 86 günlük tutukluluğun ta­mamının mahsubu yerine, ertelenmiş ceza bir anlamda infaz edilerek geri kalan sürenin diğer ce­zadan mahsubuna karar verilmesine;

 

Kabul ve uygulamaya göre de, hükümlünün 86 gün olan gözaltında ve tutuklulukta geçirdiği sürenin 85 gün olarak hesaplanmasına;

 

Katılma olanağı bulunmadığı" gerekçeleri ile itiraz yasayoluna başvurularak, Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 14.8.2003 gün ve 2003/204 sayılı kararı ile Özel Daire kararının kaldınlarak hükümlünün gözaltı ve tutuklulukta geçirdiği 86 günün infaz edilmekte olan ceza­sından mahsup edilmesine karar verilmesi isteminde bulunulmuştur.

Dosya Birinci Başkanlığa gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konu­şulup düşünüldü.

 

CEZA GENEL KURULU KARARI

 

Somut olayda çözülmesi gereken uyuşmazlık; erteli mahkumiyette tutuklu olarak kalınan ­sürenin diğer koşulların bulunması halinde bir başka suç nedeniyle hükmolunan cezadan mahsup edilip edilemeyeceği edilebilirse mahsup süresinin belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

 

Uyuşmazlık konusunda sağlıklı bir hukuki sonuca ulaşılabilmesi için, mahsup, tutuklama erteleme kavramları, mahsup kurumunun hukuki gelişimi, bu konudaki yasal düzenlemeler, yar­gısal uygulamalar ve öğretideki görüşlerin irdelenmesi gerekmektedir.

 

 

Tutuklama, ceza yargılamasının güvenli yürümesini ve amacına erişmesini sağlamaya yö­nelik ve yargılama hukuku açısından zorunlu hallerde hakimin verdiği karara dayanan bir ön­lemdir. Yargılamadaki amaca göre önleyici bir koruma önlemi olduğu kadar kişi özgürlüğü ve güvenliğini kısıtlayan bir içerik de taşımaktadır. Bu nedenle mukayeseli hukukta, sistemler ve sistemlerin dayandığı prensipler farklı olmakla birlikte, kendisine ceza verilmiş olan şahsın, bu cezasından daha önce sınırlandırılmış özgürlük sürelerinin hükmedilen cezasından indirilmesi kabul edilmiştir. Mevkufiyetin (tutukluluğun) mahsubu olarak adlandırılan bu kurumdan amaç, kendisine ceza verilmiş mahkumun bu cezasından daha evvel çekilmiş, özgürlüğü sınırlayıcı ön­lemler nedeniyle özgürlüğünden yoksun kaldığı sürelerin tamamen veya kısmen indirilmesinden ibarettir.

 

 

Mahsup konusunda, Ceza Yasamız 40. maddesinin 1. fıkrasında, "hüküm kesinleşmeden önce meydana gelen tutukluluk ceza mahkı1miyetlerinden indirilir, hükmü ile mahsubun mec­buriliği (hukuki) sistemi kabul etmiş, benzer düzenlemelere, 1632 sayılı Askeri Ceza Yasasının 177 ve 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Yasasının 251/1 maddele­rinde de yer verilmiştir. Bu sisteme göre, mahkum kusuru ile tutuklu kalmış olsa dahi, tutukluluk süresinin verilen cezadan indirilmesi zorunludur. Bu sistemde yargıcın görevi, indirim yapılması için gerekli yasal koşulların doğup doğmadığını kontrol, doğmuş ise yapılan indirirnin hesabında hata yapılıp, yapılmadığını denetlemekten ibarettir. Mahsubun hukuki esası hakkında, bu kuru­mun cezanın hafifletilmesi nedenlerinden biri olduğu, evvelce çekilmiş bir ceza olduğu, hususi af olduğu konusunda çeşitli görüşler bulurunakta ise de, mahsup, suçlu olduğu henüz kesin olarak bilinmeyen kişilerin özgürlüklerinden yoksun bırakılması dolayısıyla ortaya çıkan haksızlıkları gidermek için başvurulan ve kişisel özgürlükleri anayasal düzeyde güvence altına alan, önleyici amaçlarla yoksun bırakılan özgürlüğün iadesi için kabul edilen hukuki bir kurumdur. (İçel, Kayıhan, Mevkufen Geçen Müddetin ,Mahsubu, sh. 571 vd, Centel, Nur, Ceza Muhakemesi Hukukunda Tutuklama ve Yakalama, sh. 211 vd, Gölcüklü, Feyyaz, Ceza Davasında Şahıs Hür­riyeti, sh. 161 vd)

Ancak buradaki mevkufiyet (tutukluluk), teknik anlamda, tutuklama müzekkeresine da­yanılarak özgürlüğün sınırlandınlması anlamında dar yorumlanmayıp, "bir suç dolayısıyla suç­lunun hürriyetinin sınırlandınlması mahiyetinde ve o maksatla geçirdiği süre" şeklinde geniş yo­rumlanmalı, yasalarda aksine biz düzenlemenin bulunmadığı hallerde, (örneğin CYUYnın 40412. maddesi) kesin hükümden önce sanığın özgürlüğünü sınırlandınlması sonucunu doğuran tüm süreler şeklinde anlaşılmalıdır. Nitekim bu husus, Askeri Yargıtay Daireler Kurulunun 11.10.1993 gün ve 103-101 sayılı kararında, "işlenen bir suç sebebiyle maruz kalınan her türlü özgürlüğü kısıtlayıcı sürelerin, niteliğine bakılmaksızın hükümlülük süresinden indirilerek cezanın infazının yapılması gerekmektedir." şeklinde açıklanmıştır.

 

 

Görüldüğü gibi, TCYnın 40. maddesi uyarınca, mahkumiyet hükmü kesinleşmeden önce gerçekleşen tutukluluk veya özgürlüğün kısıtlanması sonucunu doğuran tüm süreler ceza mah­kumiyetinden indirilecektir.

Tutuklu kalınan sürenin mahkumiyetten mahsup edilebilmesi için, tutukluluğun mahsup yapılacak suça konu mahkumiyete ait olması gerekmeyip, sanığın tutuklu kaldığı suçtan dolayı ­verilecek hükmün kesinleşmesinden önce, işlemiş olduğu diğer bir suç nedeniyle de tutuklu kalınan sürenin mahsubu olanaklıdır. Burada önemli olan husus, mahsuba konu mahkumiyete ait suçun, tutuldu kalınan suçtan verilen hükmün kesinleşmesinden önce işlenmesidir.

 

 

Bu husus 6.3.1940 gün ve 5-68 sayılı Yargıtay İBK.da; bir şahsın çeşitli suçlarının bir mahkemede birleştirilerek bir hükme bağlanması veya ayrı ayrı bakılarak hükümlerin usulün 403. maddesi hükmüne göre birleştirilmesi halleri, cezanın infazı bakımından farksız olup, bir­likte hükme bağlanan iki suçtan birinden beraat diğerinden mahkumiyetine karar verildiği halde, beraat ettiği suçtan dolayı tutuklu kalmış olduğu sürenin mahkum olduğu ceza süresine mahsubu gerektiği gibi, ayrı ayrı hükümlerle birinden beraet ve diğerinden mahkumiyet halinde dahi cezanın infazında -beraat kararı ister evvel, ister sonra olsun- beraat ettiği suçtan dolayı tutuklu kaldığı sürenin ceza süresine mahsubu gerekeceği, birden fazla suçlarda cezaların birleştirilmesi ve sonuçta bir hüküm infaz edilmesi, kesin hükümden önce tutuklu olarak geçen sürenin hangi suça ait olursa olsun mutlak surette mahkum olduğu ceza süresinden indirilmesinin Ceza Yasasının 40. maddesi ve içtimaı hükümlerinin zorunlu sonucu olduğu, ancak beraat hükmü ke­sinleştikten sonra işlenmiş olan suçtan verilen mahkUmiyetin, beraatle sonuçlanan suçtan dolayıtutuldu kalınan süreden indirilemeyeceği, beraat eden şahsın, beraat ettiği suçtan dolayı tutuldu kaldığı sürenin-beraat kararı kesinleşmeden önce işlemiş olduğu diğer suç için verilen çeza süresinden mahsup edileceği, şeklinde karara bağlanmıştır.

 

 

Ancak; İBK.na konu olayda, bir suçtan beraat, diğer suçtan ise mahkumiyet kararı ve­rilmiş olması nedeniyle, sanığın daha önce işlediği suç nedeniyle tutuklu kalınan sürelerin mah­subu için, tutukluluğa konu soruşturmanın sonuçlanmasına gerek bulunup bulunmadığı ve tu­tuklu kalınan suça ilişkin davanın beraatle sonuçlanması gerekip gerekmediği yönündeki dü­şünceler zaman içinde farklı uygulamalara yol açmış, ancak "tutukluluğun mahsubunda, tutuklu kalınan suçtan verilen kararın kesinleşme tarihinden önce bir başka suç yada suçların işlenmesinin yeterli olduğu, tutuklu kalınan suçun beraat veya mahkı1miyetle sonuçlanmasının ge­rekmeyeceği" (1.CD. 18.7.1994-3293/2484, 9.CD. 25.9.2000-2351/2223), "iBK.da her ne kadar mevkuf kalınan suçtan beraet etmiş olma esas alınmışsa da, bu karara hakim olan mantık ve hava beraetin mutlak bir şart olarak kabul edildiğini göstermemekte olup, bu karara mevzuu davanın beraetle neticelenmesinden ibarettir." (As.Yar. 3. D. 9.3.1965-161/214) yönündeki görüşler uy­gulamada istikrar kazanmıştır.

 

 

Öğretide de Doç. Dr. H. Bıyıklı; "içtima hükümlerinin uygulanmasının olanaklı bulundu­ğu bir aşamada bir kimsenin işlediği iki suçtan biri nedeniyle tutuklu kaldığı sürenin, diğer bir suçtan dolayı verilen mahkUmiyet hükmünden indirilmesi için, tutuklama kararının mahkumi­yete neden olan suç nedeniyle verilmiş olması gerekmediği gibi, aynı nitelikte bulunması da zo­runlu değildir. Önemli olan her iki suçun içtimaının mümkün olduğu bir zamanda işlenmiş ol­masıdır. Davaların birleştirilmiş olması veya ayrı ayrı görülmesinin bir önemi bulunmadığı gibi, tutuklamaya neden olan soruşturmanın sonuçlanmış olmasına da gerek yoktur," şeklinde görüşler

İleri sürülmüştür.(Tutukluluk Süresinin Ceza MahkUmiyetlerinden indirilmesi, sh. 273 vd.)

 

 

Ertelenmiş mahkumiyetle sonuçlanan davada tutuklu kalınan sürenin, aynı sanığın başka bir suçtan dolayı mahkum olduğu cezadan mahsup edilip, edilemeyeceği konusu da, yargısal kararlarda ve öğretide değerlendirilmiş, Yargıtay 9. CD.nin 29.9.2000 gün ve 2351-2223 sayılı kararında, "ertelenmiş cezada deneme süresinin dolmamış olmasının, mahsup işleminin yapıl­masına engel oluşturmayacağı" Yargıtay 4. CD.nin 14.10.1965 gün ve 5156-6080 sayılı ka­rarında ise benzer şekilde, "tecil edilmiş cezadaki tutukluluğun diğer suçtaki mahkı1miyetine sa­yılmasına kanuni bir engel bulunmadığı" belirtilmiş, Doç. Dr. Nur Centel ise yukarıda belirtilen eserinde, cezanın tamamen veya kısmen tutuklu olarak çekilmiş olması ertelerneye engel olma­yacağı gibi, cezanın ertelenmesi de, tutuklu kalınan sürenin mahkum olunan cezadan indirilme­sine engellemeyecektir. Çünkü deneme süresi içinde yeniden suç işlenmesi durumunda, ertelenen ceza infaz edilecek, öte yandan, tutukluluk süresinin ertelenen ceza mahkümiyetinden fazla olması halinde artan sürenin hüküm kesinleşmeden önce işlenen başka bir mahkumiyetten indirilmesi mümkün olacaktır.

 

 

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; hükümlü Veysi Mehmetoğlu 1.1.2000 tarihinde işlediği etkili eylem ve 6136 sayılı Yasaya aykırılık suçlarından, 1.1.2000­2.1.2000 tarihleri arasında i gün gözaltında, 2.1.2000-27.3.2000 tarihleri arasında 85 gün tutuklu kalmak suretiyle 86 gün özgürlüğünden yoksun kalmış, Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesince, 23.1.2001 gün ve 18-32 sayılı karar ile sanığın sonuçta 1.140.750.000 lira ağır para cezasıyla ce­zalandırılmasına karar verilerek, cezası ertelenmiş, hüküm 27.12.200 i tarihinde kesinleşmiştir. İnfaza konu ruhsatsız kaleşnikof bulundurmak suçundan ise Şanlıurfa i. Asliye Ceza Mahkeme­since 22.2.2000 gün ve 748/79 sayılı karar ile 4 yıl 2 ay hapis ve 16.375.000 lira ağır para cezasıyla cezalandırılmış, 26.12.2001 tarihinde kesinleşen hükmün 6.5.2002 tarihinde infaza başlanılmıştır. Hükümlülüğe konu suç tutuklu kalınan suçtan verilen hükmün kesinleşmesinden önce 2.7.1999 tarihinde işlenmiş olup, TCYnın 40. maddesinde ve 6.3.1940 gün ve 5/68 sayılı Yargıtay İBK.da belirtilen mahsup koşulları gerçekleşmiştir.

 

 

 

Özel Dairece, cezası ertelenmiş olan mahkumiyetle neticelenmiş davada tutuklu geçen sürenin bir başka suçtan dolayı vukubulan mahkumiyetine olanak bulunmadığı, ancak tutuklu­lukta geçen sürenin, tecilli mahkumiyet kararıyla verilen ceza miktarından fazla olması halinde mahsup kararı verilebileceği görüşüyle, sanığın tutuklu kaldığı 85 günün inceleme tarihinde 647 sayılı Yasanın 5/6.maddesinde belirtilen miktarlar üzerinden paraya çevrilerek, bu miktardan erteli mahkumiyete konu 1.140.750.000 lira çıkarılmak suretiyle, kalan miktarın özgürlüğü bağ­layıcı cezaya dönüştürülmesi suretiyle 20 günlük sürenin mahsubuna karar verilmiş ise de, bu uygulama TCYmn 95/2 ve 40. maddesindeki esaslara aykırıdır.

 

 

 

TCY.nın 95. maddesinin 2. fıkrasında; cürüm ile mahkum olan kimsenin, deneme süresi içerisinde, işlediği bir cürümden dolayı evvelki ceza cinsinden yahut hapis veya ağır hapis cezasına mahkum olmaması halinde, tecil edilmiş mahkümiyetin vaki olmamış sayılacağı hük­münü taşımakta olup, Özel Daire uygulaması yasa tarafından vaki olmamış sayılabilecek bir mahkumiyetin infazı sonucunu doğuracaktır, bu kabul deneme süresi içerisinde yeniden suç işlenebileceği varsayımından hareketle, tutukluluğun iki kez mahsup edilmesi ihtimalini ortadan kaldırmaya yönelik ise de, deneme süresi içerisinde suç işlenmediği taktirde, adalet ve hakka­niyet gereği olarak hükümlü lehine kabul edilmiş bir kurumun, hükümlü aleyhine uygulanmasısonucunu doğurur.

Bu itibarla hükümlünün, ertelerneye konu hüküm nedeniyle gözaltında kaldığı 1 ve  tutuklulukta kaldığı 85 günün, ertelerneye konu suçla ılgili hükmün kesinleşrnesinden önce işlediği 6136 sayılı Yasaya aykırılık suçundan hükmolunan 4 yıl 2 ay hapis cezasından mahsubugerektiğinden, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının kabulüne karara verilmelidir.

 

 

SONUÇ: Açıklanan nedenlerle, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının KABULÜNE, Yargıtay 8. Ceza Dairesinin 10.11.2003 gün ve 12124-5800 sayılı kararının KALDIRILMASINA, Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 14.8.2003 gün ve 204 müt sayı BOZULMASINA, müteakip işlemlerin mahallinde yapılmasına, 30.12.2003 günü müzakerede oybirliğiyle karar verildi.

YARGITAY 12.Hukuk Dairesi E: 2010/9167 K: 2010/22190 * Takas – Mahsup Edilmesi Talebi *Şartları

  • T.C. YARGITAY
  • 12.Hukuk Dairesi
  • Esas:  2010/9167
  • Karar: 2010/22190
  • Karar Tarihi: 05.10.2010

 

(2004 S. K. m. 68)

(1086 S. K. m. 275)

(YHGK. 12.10.1994 T. 1994/12-251 E. 1994/593 K.)

 

 

Dava ve Karar:

 

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu vekili tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü:

 

Bakırköy 1. İcra Müdürlüğü’nün 2006/1305 Esas sayılı dosyasında alacaklı bulunan Bilgi Dış Ticaret A.Ş tarafından borçlu Kar-Mer Granit Mermer Ve Madencilik Ltd. Şti. hakkında 10.02.2006 tarihinde genel haciz yoluyla ilamsız takip yapıldığı ve takibin kesinleştiği, İstanbul 8 İcra Müdürlüğü’nün 2002/1043 Esas sayılı dosyasında ise bu kez alacaklı Kar-Mer Granit Mermer Ve Madencilik Ltd. Şti. tarafından borçlu Bilgi Dış Ticaret A.Ş hakkında 22.1.2002 tarihinde genel haciz yoluyla ilamsız takip yapıldığı ve bu takibin de kesinleşmiş olduğu görülmektedir.

 

Borçlu vekili icra mahkemesi’ne başvuru dilekçesinde, alacaklı şirket hakkında Bakırköy 1. İcra Müdürlüğü’nün 2006/1305 Esas sayılı dosyasında takip başlatıldığını, alacaklı şirketin de İstanbul 8. İcra Müdürlüğü’nün 2002/1043 Esas sayılı dosyasında müvekkili hakkında takip başlattığını, her iki icra dosyasında da takibin kesinleşmiş olduğunu, müvekkilinin alacaklı olduğu dosyadan 05.01.2007 tarihinde yazılan müzekkereye istinaden İstanbul 8. İcra Müdürlüğü’nün 2002/1043 sayılı dosyasındaki alacağa haciz konulduğunu, kendi alacaklı oldukları dosyasındaki alacak miktarının diğer dosyadaki borçtan daha fazla olduğundan alacaklarının karşı taraf alacaklarına mahsup edilmesine ve Bakırköy 1. İcra Müdürlüğü’nün 2006/1305 Esas sayılı dosya alacağından mahsup edilen miktar kadar ödenmiş sayılmasına kendi alacaklarının daha fazla olması nedeniyle İstanbul 8. İcra Müdürlüğü’nün 2002/1043 Esas sayılı dosyasının infaz edilmiş sayılmasına karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece yapılan inceleme neticesinde, İstanbul 8. İcra Müdürlüğü’nün 2002/1043 Esas sayılı dosyasındaki alacağın tereddütsüz mahkeme kararı ile belirlenmiş olması, davalı vekilinin Bakırköy 1. İcra Müdürlüğü’nün 2006/1305 Esas sayılı dosyasındaki alacağa ve ilamsız tebligata yönelik itirazları karşısında takas ve mahsubun koşulları bulunmadığı gerekçesiyle şikayet reddedilmiştir.

 

HGK’nun 12.10.1994 tarih ve 1994/251-593 sayılı kararında da benimsendiği üzere, icra mahkemesinde takas ve mahsup iddiası kural olarak;

 

1- Takasa konu alacağın İİK’nun 68. maddesindeki belgelere dayalı bulunması,

2- Bu alacakla ilgili olarak icra takibinin yapılmış ve takibin kesinleşmiş olması,

3- Alacağın ilama bağlanması hallerinde nazara alınabilir. Bu istem, takibin her safhasında ileri sürülebilir.

 

Somut olayda borçlu şirketin takasa konu alacakla ilgili olarak Bakırköy 1. İcra Müdürlüğü’nün 2006/1305 Esas sayılı dosyasında genel haciz yoluyla yapmış olduğu ilamsız icra takibi, talep tarihi itibariyle kesinleşmiştir. O halde, mahkemece, gerektiğinde bilirkişiden de yararlanılmak suretiyle borçlunun takas-mahsup talebinin incelenerek oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.

Sonuç: Borçlu vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İ.İ.K. 366 ve HUMK.nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, 05.10.2010 gününde oybirliği ile karar verildi.