Etiket arşivi: OLARAK

YARGITAY 22. Hukuk Dairesi E: 2013/2336 K: 2014/552 * İŞÇİ İŞ AKDİNİ HAKLI OLARAK FESH ETMİŞ OLSA DAHİ İHBAR TAZMİNATI ALAMAZ

YARGITAY 22. Hukuk Dairesi

ESAS: 2013/2336 

KARAR NO    : 2014/552 

   

Davacı, kıdem, ihbar tazminatı, asgari geçim indirimi, yıllık izin, fazla mesai, ulusal bayram genel tatili, hafta tatili ve ücret alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.

Mahkeme, isteği kısmen hüküm altına almıştır.

Hüküm süresi içinde davalı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: 

Davacı vekili, müvekkilinin iş sözleşmesinin haklı bir sebep olmaksızın işveren tarafından feshedildiğini belirterek, davalı işverenden kıdem – ihbar tazminatı ile sair işçilik alacaklarının ödetilmesini istemiştir.

Davalı vekili, davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, davacının fazla mesai yapmak istememesi üzerine işveren tarafından iş sözleşmesinin haklı bir sebep olmaksızın feshedildiği gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar vermiştir. 

Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir. 

1-Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazlarının reddine karar verilmiştir. 

2-Taraflar arasındaki uyuşmazlık davacının ihbar tazminatına hak kazanıp kazanmadığı noktasında toplanmaktadır.

İhbar tazminatı, belirsiz süreli iş sözleşmesini haklı bir sebebi olmaksızın ve usulüne uygun bildirim süresi tanımadan fesheden tarafın, karşı tarafa ödemesi gereken bir tazminattır. Buna göre, öncelikle iş sözleşmesinin 4857 sayılı İş Kanunu'nun 24 ve 25. madde yazılı olan sebeplere dayanmaksızın feshedilmiş olması ve Kanunun 17. maddesinde belirtilen şekilde usulüne uygun olarak ihbar seresi tanınmamış olması halinde ihbar tazminatı ödenmelidir. Yine haklı fesih sebebine rağmen işçi ya da işverenin 26. maddede öngörülen hak düşürücü süre içinde fesih yoluna gitmemeleri halinde sonraki fesihlerde karşı tarafa ihbar tazminatı ödeme yükümlülüğü doğar. 

İhbar tazminatı iş sözleşmesini fesheden tarafın karşı tarafa ödemesi gereken bir tazminat olduğu için, iş sözleşmesini fesheden tarafın feshi haklı bir sebebe dayansa dahi, ihbar tazminatına hak kazanması mümkün olmaz. 

Somut olayda, dosyadaki bilgi ve belgelerden, davacının iş sözleşmesini fazla mesai ücretlerinin ödenmemesi sebebiyle kendisinin feshettiği anlaşılmaktadır. Davacı iş sözleşmesini haklı sebeple feshetmiş olup, bu durumda ihbar tazminatına hak kazanamaz. İhbar tazminatının reddi gerekirken hüküm altına alınması hatalıdır.

SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının isteği halinde ilgilisine iadesine, 21.01.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.

YARGITAY 4. CEZA DAİRESİ E. 2007/12754 K. 2009/11628• KAMU GÖREVİNİN USULSÜZ OLARAK ÜSTLENİLMESİ

T.C.

YARGITAY

4. CEZA DAİRESİ

E. 2007/12754

K. 2009/11628

T. 10.6.2009

DAVA : Yerel Mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle, başvurunun nitelik, ceza türü, süresi ve suç tarihine göre dosya görüşüldü:

 

KARAR : Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.

Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede başkaca nedenler yerinde görülmemiştir.

Ancak;

1- Sanığın sağlık ocağına gelerek, kendisinin yeni atanan hekim olduğunu söylemesine karşın görevinin verdiği yetkiyi kullanmaya kalkışmadan kendisinden şüphe edilmesi üzerine hekim olmadığını söyleyerek gerçeği açıklamasından ibaret eyleminde, kamu görevini üstlenmeye teşebbüs suçunun öğelerinin oluşmadığı gözetilmeden, TCY.nın 262/1. maddesiyle hüküm kurulması,

2- Kabule göre;

A ) Sanık hakkında TCY.nın 58. maddesi uyarınca tekerrür hükümleri uygulanırken hangi ilamın tekerrüre esas alındığının denetime olanak verecek şekilde karar yerinde gösterilmesi gerektiğinin gözetilmemesi,

B ) Sanığa tayin edilen TCY.nın 53. maddesinin birinci fıkrasının ( c ) bendinde gösterilen hak yoksunluğunun kendi altsoyu üzerindeki velayet, vesayet ve kayyımlık yetkileri açısından koşullu salıverilinceye kadar yerine yazılı şekilde hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar devamına karar verilmesi,

 

SONUÇ : Yasaya aykırı ve O yer C. Savcısı ile sanık A B müdafiinin temyiz nedenleri ile tebliğnamedeki düşünce yerinde görüldüğünden HÜKMÜN BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine, 10.06.2009 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

alacaklı yerine alacaklı vekilinin gösterilmesi hasım değişikliği olarak nitelenemez

Yargıtay 17. Hukuk Dairesinden:

             Esas No                   : 2011/6682

             Karar No                : 2011/8508

YARGITAY İLAMI

             Mahkemesi             : Antalya 3. İcra Hukuk Mahkemesi

             Tarihi                      : 11.5.2010

             Numarası                : 2010/154-618

             Davacı (3. kişi)       : Azize Yıldız

             Davalı (Alacaklı)    : 1- İsmail Duygulu

(Borçlu)    : 2- Mehmet Musa Yıldız

Taraflar arasındaki istihkak davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı kabulüne dair verilen hükmün, bu defa Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 10.6.2011 gün ve 2011/188597 sayılı yazısı ile Antalya 3. İcra Hukuk Mahkemesince kesin olarak verilen11.5.2010 tarihli hükmün HUMK. nun 427/6. maddesi uyarınca “kanun yararına bozulması” için temyiz isteminde bulunulmuştur.

KARAR

             Davacı (3.kişi), davalı (alacaklı) tarafından boşandığı eski eşi olan borçlu M. Musa Yıldız aleyhine Antalya 3.İcra Müdürlüğünün 2004/5079 sayılı dosyasından yapılan takipte, borçlu ile ilgisi olmayan kendisine ait evdeki menkullerin 06.2.2010 tarihinde haczedildiğini ileri sürerek, davanın kabulüne karar verilmesini talep etmiş, bilahare kendisini vekil ile temsil ettirmiştir.

Davalı vekili, gerçek takip alacaklısının dava dilekçesinde davalı olarak gösterilmediğini, takip alacaklısının Ali Güzel olmasına karşın, davalı olarak gösterilen İsmail Duygulu’nun alacaklının vekili olduğunu, husumetin alacaklı asil yerine vekiline yöneltildiğini, bu nedenle davanın husumet yokluğundan ve esas yönünden reddi gerektiğini savunmuştur.

Davalı (borçlu) davanın doğru olduğunu, davacı 3. kişi ile 2005 yılında ayrıldıklarını ve mahcuzlarla bir ilgisinin bulunmadığını savunmuştur.

Mahkemece, yapılan yargılama sonunda davanın kabulü ile mahcuzlar üzerindeki haczin kaldırılmasına miktar itibariyle İİK.nun 363.maddesi uyarınca kesin olmak üzere karar verilmiştir.

Bu defa, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 10.6.2011 gün ve 2011/188597 sayılı yazısı ile Antalya 3. İcra Hukuk Mahkemesince kesin olarak verilen 11.5.2010 tarihli hükmün HUMK.nun 427/6.maddesi uyarınca “kanun yararına bozulması” için temyiz isteminde bulunulmuştur.

Dava, 3. kişinin İİK’nun 96 ve devamı maddelerine dayalı olarak açtığı istihkak davasına ilişkindir.

İİK.nun 96 ve devamı maddeleri uyarınca 3.kişi tarafından açılan istihkak davasında, asıl çekişme 3.kişi ile alacaklı arasında olduğundan, davalılar kural olarak istihkak iddiasına itiraz eden takip borçlusu ve takip alacaklısıdır. Bu davalarda takip alacaklısı zorunlu olarak davalıdır. Dava dilekçesinde takip alacaklısı yerine başka bir kişinin alacaklı gibi gösterilerek dava açılmış olması halinde, davanın sıfat yokluğu (pasif husumet) nedeniyle reddi gerekir.

Somut olayda, dava dilekçesinde gerçek takip alacaklısı Ali Güzel yerine, alacaklının vekili olan Av.İsmailDuygulu’nun davalı olarak gösterilmiş olduğu görülmektedir. Bu husus, davacı vekilinin 24.3.2010 havale tarihli dilekçesinde de belirtilmiştir. Maddi hataya dayalı bu yanlışlığın HUMK.nun 80. maddesi uyarınca düzeltilmesi olanaklı olup, bu hatanın düzeltilmesi hasım değiştirme olarak nitelendirilemez.

O halde; mahkemece yapılması gereken, zorunlu dava arkadaşı olan gerçek takip alacaklısının yöntemine uygun şekilde davaya katılmasını sağlamak üzere, davacı 3.kişiye uygun bir süre verilip, taraf teşkili sağlandıktan sonra, yargılamaya devam edilmesi, yargılama sonunda gerçek takip alacaklısı olmayan kişi hakkında açılan istihkak davasının sıfat yokluğu nedeniyle reddi ile davanın esası yönünden de toplanan deliller itibariyle varılacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, belirtilen usuli zorunluluk göz ardı edilerek gerçek alacaklının yokluğunda yazılı şekilde karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenle, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının HUMK.nun 427/6. maddesine dayalı kanun yararına bozma talebinin kabulü ile hükmün hukuki sonuçlarına etkili olmamak kaydı ile Kanun Yararına BOZULMASINA, gereğinin yapılması için kararın bir örneği ile dosyanın Yargıtay Başsavcılığına gönderilmesine, 03.10.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.

—— • —

Gider avansının nelerden ibaret olduğu net olarak duruşma zaptına açıkça yazılmalıdır

Yargıtay 17. Hukuk Dairesi,  2012/13494 esas ve 2013/12373 karar sayılı GİDER AVANSI VE DELİL AVANSI ARASINDAKİ FARKLAR  KESİN SÜRE VERİLİRKEN GİDERLERİN KALEM KALEM AÇIKLANMASI GEREKTİĞİ  DELİL AVANSININ DAVA ŞARTI OLMADIĞI

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine dair verilen hükmün süresi içinde davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR:

Davacılar vekili, davalı tarafa ait araç sürücüsünün kusurlu hareketi ile meydana gelen kazada oluşan yaralanma ve zarar nedeni ile, fazlaya dair haklarını saklı tutarak davacı Mu… için 2.000 TL tedavi ve iş göremezlik, 1.000 TL manevi tazminat, davacı M… için 11.250 TL tamir süresi nedeni ile kazanç kaybı, 5000 TL araç değer kaybı, 600 TL lastik bedeli, 1500 TL ikame araç bedelinin kaza tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalılar vekilleri, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, iddia, savunma ve toplanan kanıtlara göre; 2 haftalık yasal süre içinde gider avansı ödenmediği gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, trafik kazasından kaynaklanan maddi ve manevi tazminat istemine ilişkin olup 18.5.2010 tarihinde açılmıştır. Davanın açıldığı tarih itibariyle yürürlükte bulunan 1086 Sayılı HUMK’nda gider avansı alınmasına yönelik bir düzenleme mevcut değildir.

01.10.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK.’nun 114/g maddesinde, gider avansı dava şartı olarak düzenlenmiştir.

6100 sayılı HMK.’nun 448. maddesine göre, “Bu Kanun hükümleri, tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydıyla derhâl uygulanır.” Aynı Kanunun 450. maddesinde, “(1) 18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ek ve değişiklikleri ile birlikte tümüyle yürürlükten kaldırılmıştır.” düzenlemesi mevcuttur.

Anılan düzenlemelerden de anlaşılacağı üzere, 6100 Sayılı HMK. hükümleri tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydıyla derhal yürürlüğe girecektir.

1086 Sayılı HUMK. yürürlükte bulunduğu tarihte açılan davalara ilişkin olarak HUMK.nun hükümlerinin uygulanması istisnai olarak HMK.’nun geçici 1. ve 2. maddelerinde düzenlenmiştir. Buna göre, 6100 Sayılı HMK.’nun yargı yolu ve göreve ilişkin hükümleri ile senetle ispat, istinaf ve temyiz ile temyizde duruşma yapılmasına ilişkin parasal sınırlarla ilgili hükümleri Kanunun yürürlüğe girmesinden önceki tarihte açılmış olan dava ve işlerde uygulanmaz. 1086 sayılı Kanunun yürürlükte olduğu dönemde usulüne uygun olarak düzenlenmiş bulunan senetler, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra da geçerliliklerini korur.

Kanun açıkça bir istisna getirmediğine göre, dava şartı olarak düzenlenen gider avansının alınması kuralının 1086 sayılı HUMK. döneminde açılan derdest davalarda da uygulanması gerekecektir.

Dava şartları, mahkemenin davanın esası hakkında yargılamanın devamı için gerekli olan şartlardır. Diğer bir anlatımla; dava şartları, dava açılabilmesi için değil mahkemenin davanın esasına girebilmesi için aranan kamu düzeni ile ilgili zorunlu koşullardır.

HMK.’nun 115/2. maddesindeki kurala göre, “Mahkeme, dava şartı noksanlığını tespit ederse davanın usulden reddine karar verir. Ancak, dava şartı noksanlığının giderilmesi mümkün ise bunun tamamlanması için kesin süre verir. Bu süre içinde dava şartı noksanlığı giderilmemişse davayı dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddeder”. Düzenleme gereğince, eksik olan bir dava şartı, belirli bir süre verilerek giderilebilecek ise hâkim tarafından eksikliğin giderilmesi için kesin süre verilmesi gerekir. Bu süre içinde dava şartı eksikliği tamamlanmaz ise dava, dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddedilmelidir.

HMK.’nun 120. maddesinde gider avansı düzenlenmiştir.

Buna göre, “Davacı, yargılama harçları ile her yıl Adalet Bakanlığınca çıkarılacak gider avansı tarifesinde belirlenecek olan tutarı, dava açarken mahkeme veznesine yatırmak zorundadır. Avansın yeterli olmadığının dava sırasında anlaşılması hâlinde, mahkemece, bu eksikliğin tamamlanması için davacıya iki haftalık kesin süre verilir”.

30.09.2011 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan Hukuk Muhakemeleri Kanunu Gider Avansı Tarifesinin 1. maddesinde, tarifenin amacının dava açılırken mahkeme veznesine yatırılacak olan gider avansının miktarı ile avansın ödenmesine ilişkin usul ve esasları belirlemek olduğu açıklanmıştır. Tarifenin 6. maddesinde “Bu Tarifenin yürürlüğe girmesinden önce açılmış olan davalarda, tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydıyla, Hukuk Muhakemeleri Kanununun 120. maddesinin ikinci fıkrasına göre gider avansı ikmal ettirilir.” düzenlemesi getirilmiştir.

Anılan düzenlemelerden ve dava şartı müessesesinden, gider avansının davanın açılması sırasında alınmasının şart olmadığı, mahkemenin sonradan bu eksikliği kesin süre vererek ikmal ettirebileceği anlaşılmaktadır. Buradan hareketle 1086 sayılı HUMK. döneminde açılmış olsa da, istisnai hüküm bulunmaması nedeniyle davanın her aşamasında aranan gider avansı dava şartının HMK.’nun 114/g, 115/2. ve 120. maddeleri gereği gözetilmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır.

Davanın açıldığı tarihte eksik veya hiç gider alınmamış olsa bile gider avansı dava şartı olmakla hüküm verilinceye kadar ikmal ettirilebilir. İster gider avansı isterse tamamlama avansı olarak tanımlansın ikmal edilmesi gereken paranın hukuk yargılamasındaki nitelemesi dava şartı olarak gösterilen gider avansıdır. Gider avansının yatırılmaması veya ikmal edilmemesi halinde dava usulden reddedilecektir.

Ancak, Kanunun 324. maddesinde delil ikamesi avansı, 325. maddesinde ise re’sen yapılması gereken işlemlerde giderler düzenlenmiştir.

324. maddesi gereğince, “Taraflardan her biri ikamesini talep ettiği delil için mahkemece belirlenen avansı, verilen kesin süre içinde yatırmak zorundadır. Taraflar birlikte aynı delilin ikamesini talep etmişlerse, gereken gideri yarı yarıya avans olarak öderler. Taraflardan birisi avans yükümlülüğünü yerine getirmezse, diğer taraf bu avansı yatırabilir. Aksi hâlde talep olunan delilin ikamesinden vazgeçilmiş sayılır. Tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edemeyeceği dava ve işler hakkındaki hükümler saklıdır”.

325. maddeye göre ise “Tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edemeyeceği dava ve işlerde, hâkim tarafından resen başvurulan deliller için gereken giderlerin, bir haftalık süre içinde taraflardan birisi veya belirtilecek oranda her ikisi tarafından ödenmesine karar verilir. Belirlenen süre içinde bu işlemlere ait giderleri karşılayacak miktarda avans yatırılmazsa, ileride bu gideri ödemesi gereken taraftan alınmak üzere Hazineden ödenmesine hükmedilir”.

HMK.’un 120. maddesindeki gider avansı ile ilgili düzenlemenin 324. maddedeki delil ikamesi için avans kuralı ile birlikte değerlendirilmesi ve dava şartı olan gider avansının delillerin ikamesi dışındaki yargılama giderleri için dikkate alınması gerekir. Dolayısı ile delil ikamesi için alınacak avans ile dava şartı olan gider avansının birbirinde ayrılması, delillerin ikamesi için alınacak avansın gider avansı içinde yer almaması zorunludur.

Tanık dinlenmesi, bilirkişi raporu alınması ve keşif gideri gibi delil ikamesine yönelik giderlerin gider avansı içinde değerlendirilmesi olanağı HMK.’un 324. maddesi düzenlemesi karşısında yoktur. Ayrıca delil ikamesi avansının da ispat külfetine göre taraflara yükletilmesi gerekir. Diğer yandan, örneğin re’sen hesap raporu alınacaksa giderin 325. maddesi kapsamında değerlendirilmesi isabetli olacaktır.

Yukarıda açıklanan ilkeler çerçevesinde somut olaya bakıldığında mahkemece 29.11.2011 tarihli oturumda ” bilirkişi incelmesi için 250 TL ve diğer giderler için de 50 tl olmak üzere toplam 300 tl gider avansının mahkemenin veznesine yatırması için davacı vekiline 2 haftalık kesin süre verilmesine, kesin süre içerisinde gider avansı karşılanmadığı takdirde HMK 114 ve 115.maddeleri gereğince davanın usulden reddedileceğinin ihtarına, ” karar verilmiş; 21.2.2012 tarihli duruşmada kararlaştırılan gider avansları kesin süre içinde yatırılmadığından HMK 115.maddesi gereğince davanın usulden reddine karar verilmiştir.

Dava şartı olarak öngörülen müessesenin davanın reddine yol açması nedeniyle mahkemece gider avansı ile delillerin ikamesine yönelik avans ayrılmalı, gider avansının da nelerden ibaret olduğu net olarak belirlenmeli ve tarafa da hem gider avansının hem de delil ikamesi avansının hukuki sonuçları konusunda uyarı yapılmalıdır.

Mahkemece tarifenin 4.maddesi uyarınca diğer iş ve işlemler için gider avansı olarak 50 TL’nin yatırılması hususunda davacı vekiline 2 haftalık kesin süre verilmiş ise de anılan gider kalemlerine nelerin dahil olduğu, bu giderler içinde delil ikamesine yönelik gider olup olmadığı belirtilmemiş, 250 TL bilirkişi gideri delil ikamesine yönelik gider olmasına rağmen gider avansı olarak nitelendirilmiş tir. Diğer iş ve işlemler için davacı tarafça yatırılması istenen 50 TL giderin, gider avansı mı, delil ikamesi avansı mı olduğu da denetlenememektedir. Zira yukarıda açıklandığı gibi gider avansı, dava şartı iken delil ikamesi avansı, dava şartı olarak nitelendirilmeyecektir. Delil ikamesi avansının verilen kesin süre içinde yatırılmaması, davanın dava şartı yokluğu ile reddine neden teşkil etmez. Taraf, belirtilen sürede delil avansı giderini yatırılmazsa dayandığı o delilden vazgeçmiş sayılır.

Mahkeme, dava şartı olarak belirlediği gider avansına yönelik ara kararında gider avansını oluşturan harç, tebligat gibi gider gerektiren işlemleri kalem kalem açıklamalı her kalemin miktarını ayrı ayrı göstermeli, dava şartına yönelik gider avansı ile ilgili olarak verilen kesin sürede yatırılmamasının sonuçlarını da duruşma zaptına açıkça yazmalıdır. Ayrıca bu avans dışında delil ikamesine yönelik avans isteniyorsa HMK’nun 115.maddesine göre değil, 324.maddesine göre işlem yapmalıdır. Bu durumda mahkemece, yazılı şekilde uygulama yapılmadan soyut kesin süre verilerek dava şartı noksanlığında davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin temyiz itirazının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine 17.9.2013 gününde oy birliğiyle karar verildi.

Facebooktan alınan, delil olarak sunulanlar, yasal delil olarak değerlendirilmeden hükme dayanak alınamaz

Yargıtay 3.Hukuk Dairesi, 2012/23195 esas sayılı ve  2013/698 karar sayılı 21.1.2013 tarihli karar

DAVA : Taraflar arasında görülen yoksulluk ve iştirak nafakasının artırılması, yoksulluk nafakasının kaldırılması davasının yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen hüküm davacı ( karşı davalı ) tarafından temyiz edilmiştir.

Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili dava dilekçesinde; ihtiyaçların arttığını belirterek 100 TL olan iştirak nafakasının 400 TL’ye, 150 TL olan yoksulluk nafakasının 500 TL’ye yükseltilmesini talep etmiştir.

Birleşen davanın davacı vekili dava dilekçesinde; davalının bir kişi ile karı koca hayatı yaşadığını belirterek 150 TL olan yoksulluk nafakasının kaldırılmasını talep etmiştir.

Mahkemece kadın yararına takdir edilen yoksulluk nafakasının kaldırılmasına, yoksulluk nafakasının artırılması talebinin reddine; iştirak nafakasının 200 TL olarak takdirine karar verilmiş; hüküm davacı ( birleşen davanın davalısı ) tarafından temyiz edilmiştir.

Mahkeme kararının gerekçesinde; birleşen davanın davacısı tarafından dosyaya ibraz edilen ve facebook’tan alınan fotoğrafların nafaka yükümlülüğünü ortadan kaldıracak nitelikte olduğunun belirtildiği anlaşılmaktadır.

Öncelikle, mahkeme kararında gerekçe olarak dayanılan görüntü kaydı içeren CD delilinin, hukuken geçerli ve hükme esas alınabilecek bir delil niteliğinde olup olmadığının belirlenmesi gerekmektedir.

Hemen belirtmelidir ki; 6100 sayılı HMK 01.10.2011′de yürürlüğe girmesinden önceki dönemde hukuka aykırı olarak elde edilen delillerin değerlendirilmesi konusunda Medeni Usul Hukukunda açık bir düzenleme bulunmamakta, konu öğretide yer alan bilimsel görüşler ve yargısal uygulama ile şekillenmekte idi. 01.10.2011′de yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK “İspat hakkı” başlığını taşıyan 189/2.maddesinde; “hukuka aykırı olarak elde edilmiş olan deliller mahkeme tarafından bir vakıanın ispatında dikkate alınamaz” hükmü ile açıkça hukuka aykırı olarak elde edilmiş delilerin ispat gücü olmayacağı kabul edilmiştir.

Böylece ispat hakkının delillere ilişkin yönünün hukuki çerçevesi çizilmiş; bir davada ileri sürülebilecek her türlü delilin mutlaka hukuka uygun yollardan elde edilmiş olması esası getirilmiştir.

Anılan düzenlemeye göre, hukuka aykırı olarak elde edildiği anlaşılan delillerin, mahkeme tarafından bir vakıanın ispatında dikkate alınamayacağı düzenlenmek suretiyle yargılama sırasında taraflarca sunulan delillerin elde ediliş biçiminin mahkeme tarafından re’sen gözönüne alınması ve delilin her ne suretle olursa olsun hukuka aykırı olarak elde edildiğinin tesbiti halinde, diğer tarafça itiraz ileri sürülmese dahi mahkemece caiz olmadığına karar verilerek, dosya kapsamında değerlendirilmemesi ilkesi benimsenmiştir.

Diğer taraftan, hukuka aykırı elde edilen delillerin değerlendirilmesi konusunda 01.10.2011 tarihine kadar Medeni Usul Hukukunda açık bir yasa hükmü olmadığı halde, gerek mülga 1412 sayılı CMUK’nda gerekse de 5271 sayılı CMK’nda açık düzenleme yapılmıştır. Mülga 1412 sayılı CMUK’nun 254/2.maddesinde ”koğuşturma makamlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz” denilmiş, 5271 sayılı CMK’nun 206/2-a maddesinde “ortaya konulması istenilen delilin, kanuna aykırı olarak elde edilmesi halinde reddolunacağı” düzenlenmiştir.

Burada sözü geçen hukuka aykırılıklardan birisi de özel hayata yapılan haksız müdahaledir. Ancak özel hayatın gizliliği dediğimiz ve sadece bireyi ilgilendiren alana hiçbir şekilde müdahale edilemez. Örneğin kişinin cinsel yaşamı böyledir. Hayatın bu gizli alanı ihlal edilerek bir delil elde edilmiş ise, bunu kim, nasıl ve hangi amaçla elde etmiş olursa olsun söz konusu delil ceza mahkemesinde delil olarak kullanılamaz. Zira, hayatın gizli alanı bir delil elde etme yasağı teşkil eder. ( Öztürk, B.Yeni Yargıtay Kararları Işığında Delil Yasakları, Ank.1995, s.116 vd. )

Yargısal uygulamada somut olayın özelliğine göre farklı yaklaşımlar olmakla birlikte temelinde bir delilin hukuka aykırı olarak elde edilmesi hukuka aykırı olarak yaratılmasının farklı olarak ele alındığı, hukuka aykırı yaratılan delilin hiçbir şekilde kabul edilmemesine karşın, hukuka aykırı olarak elde edilen delil konusunda olayın özelliğine göre farklı değerlendirmelerde bulunulduğu görülmektedir.

Bir delinin mahkemece kabul edilmesi için, gerek öğretide yeralan ağırlıklı görüş, gerekse de Hukuk Genel Kurulu Kararlarında ortaya konulan ölçüt; o delilin usulsüz olarak yaratılmamış olması ve hukuka aykırı biçimde elde edilmemesidir. Vurgulanmalıdır ki, bir delilin usulsüz olarak elde edilmesi ayrı,usulsüz olarak yaratılması ayrı bir olaydır. Usulsüz olarak elde edilen bir delil somut olayın özelilğine göre değerlendirilebilirse de ; usulsüz olarak yaratılan bir delilin hiç bir şekilde delil olarak kabulü olanaklı değildir.

Anılan ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 15.02.2012 tarihli ve 2011/2-703 E-70 K. sayılı kararında da benimsenmiştir.

Somut olayda, kadının rızası dışında facebooktan alınan ve delil olarak dosyaya sunulan fotoğrafların yasal delil olarak değeri tartışılıp değerlendirilmeksizin hükme dayanak alınması doğru bulunmamış, kararın bozulması gerekmiştir.

Bozma nedenine göre, diğer yönlerin incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir.

SONUÇ : Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 21.01.2013 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

 

Değerli hukukçu avukat Özgür Eralp’in Facebook’ taki paylaşımının orjinali linktedir.

Y2HD 9.4.2009 E.2009/625 – K.2009/6776

terk eden kadın aksini kesin olarak ispatlayamazsa takıları götürdüğü kabul edilir

Yargıtay: Terk eden kadın takısını bırakmaz
Mahkeme kararında direnince, dosya 3 Nisan’da YHGK’na geldi. Kurul, direnme kararını da bozdu. Terk eden kadının, aksini kesin olarak ispatlamayaması halinde, takılarını üzerinde götürdüğünün kabul edileceği kararı kesinleşti.

DÜĞÜN TAKISI KADINA HEDİYE

Yargıtay içtihatları ışığında düğünde takılan takılar kadına ait. Medeni Kanun’a göre, ziynet eşyası (takı) tabiatı gereği kadına ait mallardan sayılıyor. Kadına akrabalar tarafından verilmiş “hediye” olarak nitlendiriliyor. Hatta bunlar, erkek veya onun akrabalarının taktıkları yazılı delille ispatlanamadıkça, karının evlilik birliğine getirdiği “şahsi mal” sayılıyor. “Kocaya bağışlama” hali hariç tutuluyor sadece. Boşanma sonrası takılar kadından geri alınamıyor. Yargıtay içtihatlarında, “Evlenme sırasında kadına hediye edilen ziynet eşyaları kadına aittir. Boşanma halinde geri verme yükümlülüğü yoktur” deniliyor.

KADIN TAKISIZ TERK ETMEZ

Takılarla ilgili durum böyle. Ancak, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu “hayat deneylerine” dayanarak, geçen Nisan ayında ilginç bir takı kararı verdi. Kurul, “Evi terk etmeyi tasarlayan kadının takılarını önceden götürmesi de çıkarken üzerinde taşıması mümkündür. Ziynet eşyalarının kadının üzerinde olduğu kabul edilmeli açtığı dava reddedilmelidir” dedi. Okurumun davasına benzeyen bu davada şöyle karar verildi:

MAHKEME KABUL ETTİ YARGITAY BOZDU

Kayseri’de 2010’da T.K. adlı erkek, Z.K. adlı kadınla evlendi. Çiftin evlilikleri sadece beş ay ve Z.K. evi terk etti. Z.K. boşanma dilekçesinde içinde elbiseleri olan bir bavulla evi terk ettiğini 28 bin 640 lira değerindeki düğün takıları ile çeyizinin ise evde kaldığını öne sürdü. Kayseri 1. Aile Mahkemesi, davayı kısmen kabul etti. Z.K.’nın çeyizleri ile bilirkişi raporuna göre CD görüntüleri ve fotoğraflardan tespit edilen takıların iadesi veya 11 bin 555 lira olan bedelinin yasal faiziyle davacı kadına ödenmesine karar verildi.
Yargıtay 6. Hukuk Dairesi, çeyiz eşyalarının iadesini onarken, takıların iadesini oybirliği ile bozdu. 6 Mart 2012 tarihli bozma kararında davacı kadının, tanıklarının takıların evde kaldığı konusunda net, açık ve ayrıntılı beyanlarda bulunamadıkları ve iddianın kanıtlanamadığı vurgulanarak, şöyle denildi:

OLAĞANA TERS DÜŞER

“Davacı (kadın) dava konusu ziynet eşyalarının elinden alındığını ileri sürmüş, davalı yan (erkek) bu iddiayı kabul etmemiştir. Hayat deneylerine göre olağan olanın bu çeşit eşyanın kadının üzerinde olması ya da evde saklanması muhafaza edilmesidir. Diğer bir deyimle bunları davalı (erkek) tarafın zilyetlik ve korumasına terk edilmesi olağana ters düşer.
Diğer taraftan ziynet eşyası rahatlıkla saklanabilen, taşınabilen, götürülebilen türden eşyadır. Bu nedenle evden ayrılmayı tasarlayan kadının bunları önceden götürmesi, gizlemesi her zaman mümkün olduğu gibi evden ayrılırken, üzerinde götürmesi de mümkündür. Bunun sonucu olarak ziynet eşyalarının kadının üzerinde olduğu kabul edilmelidir. Davacı, dava konusu ziynet eşyasının varlığını, evi terk ederken, bunların zorla elinden alındığını ve götürülmesine engel olunduğunu evde kaldığını ispat yükü altındadır.”

MAHKEME DİRENDİ KURUL BOZDU

Mahkeme kararında direnince, dosya 3 Nisan’da YHGK’na geldi. Kurul, direnme kararını da bozdu. Terk eden kadının, aksini kesin olarak ispatlamayaması halinde, takılarını üzerinde götürdüğünün kabul edileceği kararı kesinleşti.

A.S. İSPAT ETMEK ZORUNDA

Okurumun sorusuna bu son karar ışığında şöyle diyebilirim. A.S gibi evi terk eden kadın eğer takı iadesi davası açacaksa; bu takılarının varlığını, bunların elinden zorla alındığını, götürmesine engel olunduğunu ve evde kaldığını ispat yükü altında. İspat edilememesi halinde ise takıların kadının üzerinde kaldığı kabul edilecek ve davası reddedilecek. A.S aldatıldığı için maddi-manevi tazminat ve çalışmadığı için de nafaka talep edebilecek.

eşler arasında yapılan mal ortaklığı sözleşmesi geçmişe etkili olarak uygulanmaz

Yargıtay 8.Hukuk Dairesi

2010-6262 esas ve 2011-3497 karar sayılı 16.06.2011 tarihli kararı

-Mal ayrılığı

-Edinilmiş mallara katılma rejimi

-Geçmişe etkili sözleşme

Özet: Taraflar 07.03.1990 tarihinde evlenmiş, açılan boşanma davasının 27.05.2009 tarihinde kesinleşmesiyle, evlilik birliği son bulmuştur. Başka mal rejimi seçildiği ileri sürülmedikçe, eşler arasında evlilik tarihinden 01.01.2002 tarihine kadar mal ayrılığı, bu tarihten itibaren bir yıl içinde başka bir mal rejimi seçmedikleri taktirde bu tarihten, mal rejiminin sona erdiği boşanma davasının açıldığı tarihe kadar edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir. Evlilik birliği içinde edinilerek davalı eş adına kayıtlı olan bağımsız bölümünün, taraflar arasında düzenlenen mal ortaklığı sözleşmesi uyarınca davacının evlilik birliğine sağladığı katkı nedeniyle, davalı adına yapılan kaydın iptal edilerek davacı adına 1/2 pay ile tapuya tesciline karar verilmesi talep edilmiş ise de, taraflar arasında yapılan mal ortaklığı sözleşmesinin geçmişe etkili olarak uygulanma olanağı bulunmamaktadır. Eşler  kanunun tanıdığı bir yıl içinde geçmişe etkili bir biçimde edinilmiş mallara katılma rejimi dışında yine kanunun tanıdığı başka bir mal rejimini (mal ortaklığı, mal ayrılığı veya paylaşmalı mal ayrılığı rejimlerinden birini) evlenme tarihinden itibaren geçerli olmak üzere seçemez ve belirleyemezler. Dava konusu taşınmaz evlilik birliği içinde 26.11.1999 tarihinde edinilerek davalı eş adına kayıtlandığına ve bu dönemde eşler arasında 743 sayılı TKM’ye göre mal ayrılığı rejimi geçerli bulunduğuna göre, taraflar arasındaki uyuşmazlığın Borçlar Kanunu genel hükümlerine göre çözümlenmesi gerekir.

Sonuç olarak; dava konusu taşınmaz evlilik birliği içinde 26.11.1999 tarihinde edinilerek davalı eş adına kayıtlandığına ve bu dönem 743 sayılı TMK’nın 170.maddesine göre eşler arasında mal ayrılığı rejiminin geçerli olduğu döneme ilişkin bulunduğuna göre, taraflar arasındaki uyuşmazlığın Borçlar Kanununun genel hükümlerine göre çözüme kavuşturulması gerekirken; mahkemece dava konusu taşınmazın edinildiği döneme ilişkin olarak yok hükmünde bulunan sözleşmeye dayanılarak davanın kabulüne karar verilmesi doğru değildir.

Davalı vekilinin itirazlarının açıklanan nedenlerle yerinde bulunduğundan  kabulüyle usul ve kanuna aykırı bulunan hükmün HMK’nın 428.maddesi uyarınca (BOZULMASINA), bozma nedenine göre diğer temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına ve peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine 16.06.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

 

YARGITAYCeza Genel Kurulu Esas: 2001/6-142Karar: 2001/147-EVRAKTA SAHTECİLİK-NESNEL OLARAK ALDATICILIK KABİLİYETİ BULUNMASI

T.C. YARGITAYCeza Genel Kurulu

 

Esas: 2001/6-142Karar: 2001/147Karar Tarihi: 03.07.2001

ÖZET: Nesnel ölçülere göre, birçok kimseyi aldatabilecek nitelikte olduğu belirlenen belgelerin sahte olarak memur sıfatını taşıyan sanıklarca düzenlenmesinde memurun evrakta sahteciliği suçunun oluştuğunun gözetilmesi gerekir.

 

(765 S. K. m. 59, 64, 240, 321, 339)

 

Dava: Sanıklar Remzi, Nilüfer, Nilgün ve Feridun’un resmi evrakta sahtecilik suçundan TCY’nın 64. maddesi delaletiyle aynı Yasanın 339/1, 59. maddeleri uyarınca 2 yıl 6 ay ağır hapis cezasıyla ayrı ayrı cezalandırılmalarına ilişkin İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 18.12.2000 gün ve 440-407 sayı ile verilen kararın sanıklar vekilleri tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 6. Ceza Dairesi’nce 02.05.2001 gün ve 5276-7454 sayı ile hükmün onanmasına karar verilmiştir.

 

Yargıtay C. Başsavcılığı ise 14.6.2001 gün ve 89090 sayı ile;

 

kamu güvenine karşı işlenen bir suç türüdür. Suçun koruduğu hukuki varlık, her türlü saldırı ve ihlallere karşı korunmak istenen belgelere ilişkin kamu güvenidir.

 

Resmi evrakta sahtecilik suçunun mağduru Devlet olduğu için suç resmi belgenin sahte olarak düzenlenmesi ya da resmi belge üzerinde sahtecilik yapılmasıyla oluşur.

 

Evrakta sahtekarlık suçunda söz konusu olabilen kamunun güveninin sarsılmasından başka bir şey değildir, kamunun güveni ise ancak hukuki hüküm ifade eden, yani geçerli olan evrakta yapılan sahtekarlıkla sarsılabilir. (ERMAN-ÖZEK Ceza Hukuku Özel Bölüm s. 347)

 

Yapılan sahteciliğin aldatma gücü olması suçun maddi unsurlarındandır. Sahtecilik herkesçe kolaylıkla anlaşılabiliyorsa aldatma gücü olmadığından suçun maddi unsuru gerçekleşmemiş olacaktır.

 

Kalpazanlık suçlarında kalpazanlığın kolaylıkla anlaşılabilir olması cezayı azaltıcı bir sebep sayılmıştır (TCK 321). Sahtecilik suçlarında kanun böyle bir hüküm kabul etmemiştir, zira para dikkat edilmeksizin de alınan bir şeydir. Halbuki evrak için böyle düşünülemez. O halde kanunda açıkça işaret edilmemekle beraber iğfal kabiliyetini aramak lüzumludur.(Pof. Dr. Faruk Erem, Türk Ceza Kanunu Şerhi, Özel Hükümler C.2. s.1686-1687).

 

Mahkemece görevlendirilen balistik, grafoloji ve sahtecilik uzmanı bilirkişi A.Ç.’nin düzenlediği 23.9.2000 günlü raporda;

 

Dilekçelerin kaydedildiği defter ve ruhsat verilmesine esas teşkil eden makbuzlar üzerinde yapılan sahteciliklerin iğfal kabiliyetini haiz olmadıkları belirtilmiştir.

 

Her ne kadar suça konu belgeleri aynı zamanda kontrol etmekle de görevli olan sanıkların kendilerini aldatmalarının söz konusu olamayacağı düşünülebilirse de sahtecilik suçundaki aldatma gücü, fiili anlamda aldatma olmayıp yapılan sahteciliğin genel anlamda aldatma yeteneği taşımasıdır. Kaldı ki belediye işlemlerinin denetlenmesi sırasında denetim elemanlarınca da belgelerde yapılan tahrifatın derhal anlaşılması olanaklıdır.

 

Zararın doğması için aldatma olgusunun hukuken korunan güveni sarsacak oran ve düzeyde olması gerekir. Sahtecilik ilk bakışta anlaşılabiliyor ise aldatma gücünü yitireceğinden suçun hukuki konusu olan kamu güveni de sarsılmayacaktır.

 

(Yargıtay 6. C.D.nin 12.10.1984, 5662/7660 sayılı kararlarına atfen MALKOÇ İ.- GÜLER M. Türk Ceza Kanunu Özel Hükümler C.3 s.2515)

 

Sanıkların başlangıçtan itibaren kast ve amaçları yasaya aykırı olarak inşaat ruhsatı vermektir. Belgelerde tahrifat yapmadan da yasaya aykırı inşaat ruhsatı verebilirlerdi. Belgelerde tahrifat yapmadaki kasıtları sahtecilik suçunu işlemek değil yasaya aykırılığı gizlemektir.

 

Yasal görevlerini yaparken yasalara ve yazılı hukuka aykırı davrandıkları anlaşılan sanıkların eylemi TCY’nın 240. maddesinde yazılı, görevde yetkiyi kötüye kullanmak suçunu oluşturmaktadır. TCY’nın 339. maddesinde tarif edilen suçun yasal unsurları gerçekleşmemiştir.> görüşüyle itiraz yoluna başvurarak özel daire kararının kaldırılmasına ve hükmün bozulmasına karar verilmesini talep etmiştir.

 

Dosya Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulu’nca okundu, gereği konuşulup düşünüldü.

 

Ceza Genel Kurulu Kararı

 

Karar: A. Belediyesi sınırları içinde bulunan bir otel inşaatının, Kıyı Yasası ve bu yasanın Uygulama Yönetmeliğine aykırılık taşıyıp taşımadığı hususunda kurumlar ve kişiler arasında farklı görüşler ve başvurular bulunması nedeniyle İzmir Valiliğince görüş sorulması üzerine, İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Kontrolörlüğünce inceleme yapılmış ve 11.7.1992 tarihli Resmi Gazete yayımlanarak yürürlüğe giren değişiklik ile 3621 sayılı Kıyı Yasası’nda yer alan kıyılardaki yapılaşma yasağının 30 metreden 100 metreye çıkartılması nedeniyle anılan otel inşaatının bu değişiklikten etkilenmemesi için yapı ruhsatının 10.7.1992 tarihinde verilmiş gibi gösterilmek istendiği, bunun sağlanabilmesi için; yapı ruhsatı üzerinde ve makbuz asıllarında yol kanal harcı ile bina inşaat harcının 10.7.1992 tarihinde tahsil edilmişler gibi gösterildiği halde makbuz dipkoçanlarında 13.7.1992 ve 15.7.1992 tarihlerinin yer aldığı, ayrıca inşaatın bir süredir devam edip belli seviyeye geldiğini göstermek için, inşaatın fenni sorumlusu tarafından 8.5.1992 tarihinde yapılan bir başvuruya dayalı olarak 11.5.1992 tarihinde inşaata başlanabilmesi için ön izin verildiğine dair belge düzenlendiği halde başvuru dilekçesi ile verilen ön izin belgesinin ilgili defterlere kaydının 24.8.1992 tarihinde yapıldığı belirlenerek açılan kamu davasında yapılan yargılama sonucunda sanıkların dolaylı ikrarları, bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamı itibarıyla, tahsilat makbuzlarının asılları ve dipkoçanlarında tahrifat yapan sanık Nilüfer’in, gerçeğe aykırı bu belgelere dayalı olarak yine gerçeğe aykırı şekilde inşaat ruhsatı düzenleyen sanık Feridun ile bu ruhsatı onaylayan sanık Nilgün’ün, ayrıca gerçeğe aykırı ön izin belgesi düzenleyen sanık Remzi’nin eylemleri sabit görülerek cezalandırılmalarına karar verilmiştir. Esasen sanıkların eylemlerinin sübutunda ve belirlenen bu oluşta bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.

 

Özel daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık, özde suça konu belgelerdeki sahtecilikte aldatıcılık unsuru bulunup bulunmadığı, buna bağlı olarak da sanıkların sabit olan eylemlerinin hangi suç niteliğine uyduğunun belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

 

Gerek yerleşmiş yargısal kararlarda, gerekse öğretide genellikle kabul gören görüşe göre evrakta sahtekarlık suçlarının hukuki konusu, kamunun güvenidir. Belgelerin gerçeğe aykırı olarak düzenlenmesi, gerçek bir belgeye eklemeler yapılması, tamamen veya kısmen değiştirilmesi eylemlerinin kamu güvenini sarstığı kabul edilerek suç sayılıp yaptırıma bağlanmıştır. Bu nedenle de fiilen bir zararın ortaya çıkması aranmamakta, zarar olasılığı yeterli görülmektedir.

 

Resmi evrakta sahtekarlık suçunda, evrakın sahte olarak düzenlenmesi yeterli olup kullanılması suçun oluşması için gerekli değildir. Bu nedenle zarar olasılığının bulunması için evrakta yapılan sahtekarlığın çok sayıda kişiyi aldatacak nitelikte olması, bir başka anlatımla belgenin nesnel olarak aldatma gücü olup olmadığının belirlenmesi gerekir. Belgede aldatma gücü olup olmadığını değerlendirmek, belge ile doğrudan ilişki kuran mahkemeye aittir. Mahkemece resmi belgede bulunması gereken başlık, sayı, tarih, imza, mühür vs. gibi zorunlu ögeler incelenmeli, nesnel olarak aldatma gücü olup olmadığı saptanmalıdır. Ancak aldatma gücü kavramının değişken ve göreceli bir kavram olması nazara alındığında açıklanan yöntemle sonuca ulaşılamazsa mahkemeye yardımcı olma ve aydınlatma bakımından konusunda uzman bilirkişinin görüşüne de başvurulabilir. Nitekim Ceza Genel Kurulu’nun 30.06.1998 gün ve 183-255 sayılı kararında da aynı husus vurgulanmıştır.

 

Bu açıklamalar ışığında somut olay ele alınıp değerlendirildiğinde;

 

Sanıkların sahte olarak düzenledikleri harç tahsiline ilişkin makbuzların dayanak alınarak kullanılması suretiyle yine gerçeğe aykırı olarak sahte inşaat ruhsatı, inşaatın ruhsat tarihinden 2 ay öncesinde başlayıp belli bir seviyeye ulaştığını kanıtlamak için de yine sahte olarak ön izin belgesi düzenlendiği, bu belgelerin kamu kurumlarına bildirilerek işlemler yapılmasının sağlandığı anlaşılmaktadır. Nitekim dosyada bulunan İzmir İl Bayındırlık Müdürlüğü’nün 3.12.1997 günlü inceleme raporu örneğinde bu belgelere dayanılarak, söz konusu inşaatın Kıyı Yasası ve Uygulama Yönetmeliği hükümlerine uygun yapıldığının bildirildiği görülmektedir. Yine, aynı belgelerin turizm teşvik belgesi için kullanıldığı da anlaşılmaktadır. Kaldı ki, İzmir Valiliğinin bu belgelerin varlığı karşısında kesin bir sonuca ulaşamayarak İçişleri Bakanlığından görüş istediği, yapılan kapsamlı araştırmada belgelerin sahteliğinin ortaya çıktığı da bir gerçektir. Her ne kadar mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmış ve bilirkişi raporunda bir kısım belgelerin aldatma gücü olmadığını bildirmişse de bu tespitinin dosyadaki bilgi ve belgelere uymadığı anlaşıldığı gibi inşaatı yaptıran şirket tarafından ancak fotokopilerinin gönderilmiş olması karşısında makbuzların aldatıcılık ögesini taşıyıp taşımadığı hususunda bilirkişinin, görüş bildirilemeyeceğini beyan ettiği görülmektedir. Yerel mahkemece bilirkişi raporunun bu niteliği belirlenerek, genel ve hukuki bilgi ile dosyadaki belgelerin aldatma gücünün saptanması isabetlidir. Nesnel ölçülere göre, birçok kimseyi aldatabilecek nitelikte olduğu belirlenen belgelerin sahte olarak memur sıfatını taşıyan sanıklarca düzenlenmesinde TCY’nın 339/1. maddesindeki suçun unsurları oluşmuştur. Bu itibarla Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.

 

Çoğunluk görüşüne katılmayan bir kurul üyesi, görüşüyle karşı oy kullanmıştır.

 

Sonuç: Açıklanan nedenlerle Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının REDDİNE, dosyanın yerine gönderilmek üzere Yargıtay C. Başsavcılığı’na TEVDİİNE, 03.07.2001 günü oyçokluğu ile karar verildi.