Etiket arşivi: TARİHİNİN

Yargıtay Hukuk Daireleri Kararları • TEBLİGATTA ÖĞRENME TARİHİNİN AKSİNİN NASIL İSPAT EDİLECEĞİ

YARGITAY 12. Hukuk Dairesi
ESAS: 2013/13490
KARAR: 2013/20209

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :

Sair temyiz itirazları yerinde değil ise de; Şikayetçi müracaatında kendisine gönderilen sıra cetveli tebligatının vekili yerine asile yapıldığından usulsüz olduğunu bu nedenle bu tebligatın geçersizliğine karar verilmesini talep etmiştir.

7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 11, Avukatlık Kanunu’nun 41 ve HMK.nun 73, 81, 82, 83. maddeleri gereğince vekil ile takip edilen işlerde, tebligatın vekile yapılması zorunludur. Şikayetçinin vekili aracılığıyla icra dosyasında 20.10.2011 ve 30.04.2012 tarihlerinde taleplerde bulunduğu görülmektedir. Bu durumda, yukarıda açıklanan maddeler gereğince, sıra cetvelinin vekile tebliği gerekir. Vekile yapılmayan tebliğ işlemi usulsüzdür.

7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 32.maddesi gereğince, tebliğ usulüne aykırı yapılmış olsa bile, muhatabı tebliğ işleminden haberdar olmuş ise geçerli sayılır. Muhatabın beyan ettiği öğrenme tarihi tebliğ tarihi olarak kabul edilir. Şikayet dilekçesinde öğrenme tarihinin belirtilmemiş olması halinde ise, en geç şikayet tarihinde tebliğden haberdar olduğunun kabulü gerekir. Öğrenme tarihinin aksi ise ancak, yazılı belgeyle ispatlanabilir ve bu konuda tanık dinlenerek sonuca gidilemez(Hukuk Genel Kurulunun 12.02.1969 tarih ve 1967/172-107 sayılı kararı). Ayrıca tebliğ işleminin usulsüzlüğü iddiası da her türlü delille kanıtlanabilir(HGK. nun 2003/12-600 E. – 2003/606 K.).

Tebligat usulsüz olduğundan mahkemece yukarıda yapılan açıklamalar ve ilkeler doğrultusunda 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 32. maddesi uyarınca tebliğ tarihinin düzeltilmesine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde derece kararının tebliğ işleminin iptaline karar verilmesi isabetsiz olup bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ : Borçlunun temyiz itirazlarının kısmen kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK. 366 ve HUMK.’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 30.05.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — 11 Şub 2015, 00:42


YARGITAY13. Hukuk Dairesi 2009/9785 E.N , 2010/2745 K.N.*VEKALET SÖZLEŞMESİ ZAMANAŞIMI * ÖĞRENME TARİHİNİN BAŞLANGICI

YARGITAY

13. Hukuk Dairesi

2009/9785 E.N , 2010/2745 K.N.

 

 

SÖZLEŞMEDEN DOĞAN ALACAKLARDA ZAMANAŞIMI ALACAĞIN MUACCEL OLMASINDAN İTİBAREN BAŞLAR. SÜRENİN BAŞLAMASI İÇİN ALACAKLININ ALACAĞINDAN HABERDAR OLMASI ŞART DEĞİLDİR.

 

VEKİL TARAFINDAN SATILAN TAŞINMAZLARIN BEDELİ SATIŞ TARİHİ İTİBARI İLE MUACCEL HALE GELİR. SATIŞ TARİHİ İLE DAVA TARİHİ ARASINDA 5 YILDAN FAZLA SÜRE GEÇTİĞİNE GÖRE ZAMANAŞIMI SÜRESİ GEÇMİŞTİR.

 

 

İçtihat Metni

 

Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatmca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

 

Davacı, G… köyü 136 ada 15 ve 16 parsel sayılı taşınmazlarının satışı için 02.03.2001 tarihli vekaletname ile davalıyı vekil tayin ettiğini, vekilin uzun zaman geçmesine rağmen kendisine bilgi vermediğini, yaptığı araştırmada davalının 19.04.2001 tarihinde bu yerleri Mevlüt'e sattığını öğrendiğini, davalının satış bedelini kendisine ödemediğini, taşınmazların bedelinin tapuda gösterilen bedelden çok fazla olduğunu belirterek, fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak 6.000.00 YTL'nin satış tarihinden itibaren yasal faizi ile tahsilini istemiştir.

 

Davacı, 08.09.2008 tarihli ıslah dilekçesi ile talebini 35.210.07 YTL arttırmıştır.

 

Davalı, gerek asıl alacak için gerekse ıslah ile arttırılan kısım yönünden davanın zamanaşımına uğradığını, 15 parselin davacının kendisine olan borcu için satıldığını, 16 parseli kendisinin satmadığını savunarak davanın reddini dilemiştir.

 

Mahkemece, ıslah talebi de değerlendirilerek 10.989.40 YTL'nin 19.04.2001 satış tarihinden itibaren yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.

 

1- Davacının, G… Noterliğinde düzenlenen 02.03.2001 tarihli vekaletname ile münhasıran G… ilçesi, G… köyü, 35 pafta, 136 ada 15 parsel sayılı 459 m2 yüzölçümlü arsa ile 35 pafta, 136 ada 16 parsel sayılı 446 m2 yüzölçümlü 2 adet arsadaki hisselerinin satışı için davalıyı vekil tayin ettiği, davalının 14.04.2001 tarihinde her bir taşınmazı 1.000.000.000 TL olmak üzere toplam 2.000.000.000 TL'ye Mevlüt'e satıp, satış bedelini aldığı, ancak davacıya ödemediği dosya içeriğinden anlaşıldığı gibi bu hususlar mahkemenin de kabulündedir.

 

Davacının satış bedelinin kendisine ödenmediği gerekçesiyle davalı vekil aleyhine 19.10.2007 tarihinde açtığı davada, davalı zamanaşımı definde bulunmuş, mahkemece, davacının satış işlemini 2007 yılında öğrendiği, dava tarihi itibariyle BK'nın 126. maddesinde öngörülen 5 yıllık zamanaşımı süresinin dolmadığı gerekçesiyle zamanaşımı defi reddedilmiştir.

 

BK'nın 126. maddesi gereğince vekalet sözleşmesinden doğan uyuşmazlıklarda zamanaşımı süresi 5 yıldır, BK'nın 128. maddesi müruruzaman alacağın muaccel olduğu zamandan başlar. Alacağın muacceliyeti bir ihbar vukuuna tabi ise müruruzaman bu haberin verilebileceği günden itibaren cereyan eder" düzenlemesini getirmiştir. Bu yasal düzenlemenin açıklığı karşısında BK'nın 101. maddesi gereğince temerrüt için muaccel bir alacak ve ihtar gerekse de zamanaşımının başlaması için temerrüde düşürülmek zorunlu değildir. Borcun muaccel olması yeterlidir.

 

Muacceliyet, alacaklının borçludan, borçlanılan edimi talep ve dava edebilme yetkisidir (Prof. Dr. Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 1999 Baskı, Cilt 2, sayfa 1081). Borcun ifası henüz istenemiyorsa muaccel bir borçtan söz edilemez. Borcun yerine getirilmesi vadeye bağlı değilse borcun doğması ile birlikte borç muaccel olur (BK 74).

 

Borçlar Kanunu, haksız fiilde ve sebepsiz zenginleşmede 10 yıllık ve 1 yıllık zamanaşımı süresini kabul etmiştir. Haksız fiilde 10 yıllık süre haksız fiilin vukubulmasıyla sebepsiz zenginleşmede hakkın doğduğu tarihte başlar. BK'nın 66. maddesi gereğince sebepsiz zenginleşmede 1 yıllık zamanaşımı süresinin başlaması için mutazarrır olan tarafın verdiğini, istirdada hakkı olduğuna ıttıla kesbetmesi gerekir. Haksız fiilde zamanaşımı düzenleyen BK'nın 60. maddesi gereğince 1 yıllık zamanaşımı süresinin başlaması için mutazarrır olan tarafın zarar ve fiile ıttıla kesbetmesi gerekir. Oysa sözleşmeden doğan uyuşmaz-lıklarda zamanaşımının başlaması için BK 60 ve 66. maddelerindeki ilkelerden ayrılmış, zamanaşımının başlaması için muacceliyet yeterli görülmüş, alacaklının muacceliyetten haberdar olmasına dahi gerek görülmemiştir. Bilgi sahibi olup olmama zamanaşımının başlangıcı bakımından önem taşımaz (Turgut Uygur, Borçlar Kanunu 2. Cilt, 1990, sayfa 655).

 

Doktrinde de; Prof. Dr. Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümler adlı eserinin 1273. sayfasında; zamanaşımının alacağın muaccel olduğu anda işlemeye başlayacağı, süresinin işlemeye başlaması için alacaklının alacağından haberdar olmasına veya haberdar olmak zorunda bulunması şart değildir. Ancak haksız fiil ve sebepsiz zenginleşme davalarında 1 yıllık zamanaşımı süresinin işlemeye başlaması için davacının alacağından haberdar olması gerekir. Sözleşmeden doğan ifa taleplerinde zamanaşımı temerrüden gerçekleştiği anda değil, muacceliyetin gerçekleştiği anda işlemeye başlayacağını kabul etmiştir.

 

Andrea von Tuhr, Borçlar Hukuku (çeviren Cevat Edege) 1983 bası adlı eserinin 693. sayfasında, sözleşmeden doğan uyuşmazlıklarda "müruruzaman alacağın muaccel olduğu zamandan başlar." Yani alacaklının alacağını teçhiz eden mütalebe hakkını kullanabileceği ve edayı isteyebileceği andan itibaren işlemeye başlar. İfası derhal talep edilebilen alacaklarda müruruzaman alacağın doğması ile beraber işlemeye başlar dedikten sonra müruruzamanın cereyana başlaması için alacaklının mütalebe hakkına veya bunun muacceliyetine vakıf olması zaruri değildir. Kanun vazıın BK 60 ve 66. maddelerde olduğu gibi durumlarda alacaklının hadiselere vakıf olma keyfiyetini kabul etmiş, bu istisnalar dışında borçlunun borcuna vakıf olup olmadığını aramaya lüzum yoktur. Borçlu suiniyet sahibi olsa dahi müruruzamana istinad edebilir düşüncesindedir.

 

Avukatlık Kanunu'nun 40. maddesi, vekalet sözleşmesindeki 5 yıllık zamanaşımı süresinden ayrı bir yıllık zamanaşımı süresi getirmiştir. Buna göre "İş sahibi tarafından sözleşmeye dayanarak vekalete karşı ileri sürülen tazminat istekleri, bu hakkın doğumunun öğrenildiği tarihten itibaren bir yıl ve herhalde zararı doğuran olaydan itibaren beş yıl geçmekle düşer" demiştir. Yasanın bu hükmü ile Avukatlık Kanunu'nda avukata karşı açılan tazminat istekleri için BK'nın 60 ve 66. maddesi hükümlerine paralel olarak öğrenme tarihinden itibaren 1 yıllık zamanaşımı süresini kabul etmiştir.

 

Şayet yasa koyucunun amacı vekalet sözleşmelerde öğrenme tarihini zamanaşımının başlangıcı olarak kabul etmek olsa idi bu hususu yasaya açıkça koyardı. Bu nedenle vekalet akdinde zamanaşımının başlaması için muac-celiyet yeterlidir.

 

BK 392/2. maddesinde "vekil zimmetinde kalan paranın faizini de vermeye mecburdur" demiştir. Vekilin, müvekkil adına tahsil ettiği para için temerrüde düşmesine gerek olmadan tahsil tarihinden itibaren faiz ödemek zorunda kalması paranın tahsil tarihi itibariyle alacağın muaccel olduğunun kabulünü gerektirir.

 

Dairemizin uygulaması da bu yöndedir. (13. HD 16.11.1982 tarih 6260-6864; 13. HD 29.09.1994 tarih 1994/7367-8067; 13. HD 21.03.1996 tarih 1996/1968-2753 sayılı kararları)

 

Öte yandan somut olayda tapu sicilinin aleni olması nedeniyle davacı her zaman adına kayıtlı taşınmazın satılıp satılmadığını, satılmışsa hangi tarihte satıldığını öğrenebilecek durumda olduğu gibi müvekkil vekilden her zaman hesap isteyebilir. Hesap verilmezse azledebilir, vekalet akdinin münhasıran iki adet taşınmaz satışı için yapıldığı gözetildiğinde, satışla birlikte davacı, satış bedelini davalıdan isteyebilir.

 

Kaldı ki, mahkeme vekil tarafından satılan taşınmazların bedeli ile ilgili olarak dava veya temerrüt tarihindeki değerini değil, satış tarihindeki değerini esas almıştır. Bu değerlendirme ilke olarak doğrudur. Çünkü satış tarihi itibariyle alacak muaccel olacaktır. Bu nedenle de zamanaşımının başlangıcı satış tarihi olmalıdır.

 

Yapılan bu açıklamalar gözetildiğinde taşınmazların satış tarihi 19.04.2001'de alacak muaccel hale gelmiş, bu davanın açıldığı 19.10.2007

 

tarihi arasında 5 yıllık zamanaşımı süresi geçtiğinden davanın reddi yerine yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.

 

2- Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan bozma nedenine göre davalının sair temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine gerek görülmemiştir.

 

Sonuç: Yukarıda birinci bentte açıklanan nedenlerle hükmün davalı lehine (BOZULMASINA), (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalının sair temyiz itirazlarının incelenmesine gerek olmadığına, peşin alınan temyiz harcının istek halinde iadesine, 08.03.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.

 

KARŞI OY

 

Davacı, G… Köyü 136 ada 15 ve 16 parsel sayılı taşınmazlarının satışı için 02.03.2001 tarihli vekaletname ile davalıyı vekil tayin ettiğini, davalının hesap ve bilgi vermediğini, daha sonra yaptığı araştırmada davalının taşınmazını 19.04.2001 tarihinde dava dışı Mevlüt'e sattığını öğrendiğini, taşınmaz bedelinin tapuda gösterilen bedelden fazla olduğunu ileri sürerek 6.000 TL'nin tahsilini istemiş, ıslah dilekçesi ile talebini 35.210.07 TL'ye çıkarmıştır.

 

Davalı, zamanaşımı nedeniyle davanın reddini istemiştir.

 

Mahkemece, ıslah talebi de nazara alınarak 10.989.40 YTL'nin faizi ile tahsiline karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.

 

Yukarıda da kısaca özetlendiği gibi dava, vekilin yaptığı işlemler nedeni ile hesap verme yükümlülüğüne ilişkin olup, taraflar arasındaki uyuşmazlık, vekilin satış nedeni ile elde ettiği para ile ilgili ve yine, satılan taşınmazın gerçek değerinin daha yüksek olduğu halde tapuda düşük gösterilmesi nedeni ile vekilin sorumluluğuna ilişkin davada zamanaşımı başlangıcının ne zaman olacağı konusundadır.

 

Hemen belirtmek gerekir ki, sözleşmeden doğan alacaklarda zamanaşımının alacağın muaccel olduğu tarihten başlayacağı tartışmasızdır. BK'nın 74. maddesi gereğince, borcun yerine getirilmesi bir süreye bağlanmamışsa, borcun doğumu ile alacak muaccel olur, yine BK'nın 128. maddesi gereğince de zamanaşımı alacağın muaccel olduğu tarihte başlar. Ne var ki, vadeye tabi olmayan iade borçlarında (vedia, vekalet gibi) borcun ne zaman doğacağı ihtilaflıdır. Bu konuda gerek yargı, gerekse doktrinde görüş birliği yoktur. Bir görüşe göre gerek vediada ve gerekse vekalette zamanaşımı tevdi tarihinden başlar. Bir diğer görüşe göre ise, vekalet ilişkisinin sona erdiği tarihten başlamalıdır (Turgut Uygur, Açıklamalı İçtihatlı Borçlar Kanunu 4. Cilt, sh. 4157). Turgut Uygur sözü edilen eserinde 30.04.1940 gün, 31/47 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına da atıfta bulunarak ikinci görüşü, yani zamanaşımının vekalet

 

ilişkisinin sona erdiği tarihten başlaması gerektiğini belirtmiştir. Eraslan Özkaya tarafından da, zamanaşımı başlangıç tarihinin vekalet sözleşmesinin son bulma tarihi olduğu hususunda baskın görüş bulunduğu kabul edilmiştir (Eraslan Özkaya, Vekalet Sözleşmesi ve Kötüye Kullanılması, sh. 543). Diğer taraftan Prof. Dr. Haluk Tandoğan, Borçlar Hukuku (Özel Borç İlişkileri) isimli kitabının II. Cildinin 508. sayfasında İsviçre Federal Mahkemesi kararına da atıfta bulunmak suretiyle vekalet sözleşmelerinde taraflar arasında vekalet ilişkisi devam ettiği sürece vekilin kendisine tevdi edilen kıymetleri saklamak ve idare etmek yükümlülüğü bulunduğundan zamanaşımı süresinin işlemesinden söz edilemeyeceğine vurgu yapmıştır. Yine sayın çoğunluk tarafından, vekilin temsil ettiği paraya tahsil tarihinden itibaren faiz yürütüldüğüne göre, zamanaşımı başlangıcının da işlem tarihi olması gerektiği sonucuna varılmış ise de, vekilin bir yükümlülüğü de derhal hesap verme borcu olup, vekil derhal hesap verme borcu ve sorumluluğu nedeni ile tahsil ettiği tarih itibariyle temerrüt halindedir. Bu nedenledir ki, vekilin üzerinde kalan parasını müvekkiline faizi ile geri verme borcu, para borçlarına sözleşmesiz faiz yürütülmeyeceği kuralının bir istisnasıdır (Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 20.03.1962 tarih ve 1961/7258 E., 2904 K. sayılı kararı).

 

Taraflar arasındaki ilişkinin vekalet sözleşmesine dayandığı açıktır. Vekalet sözleşmesinin en önemli unsurları arasında; vekilin talimata uygun hareket etme borcu, özen borcu ve hesap verme borcu gelmektedir. BK'nın 392. maddesi hükmü gereğince, vekil, talep üzerine yaptığı işin hesabını vermeye ve müvekkili nam ve hesabına edindiği her şeyi iade etmeye, iade edinceye kadar da almış olduğu şeyleri saklamaya zorunludur. Bu nedenle de vekilin aldıklarını geri verme borcunda zamanaşımı vekalet sözleşmesi sürdükçe işlemez. Bir başka deyişle iade borcunda muacceliyet vekilin hesap vermesi ile veya sözleşme ilişkisinin bitmesi ile başlar. Bu ilkeler Yargıtay Üçüncü Hukuk Dairesi'nin 11.06.2009 tarih ve 2009/7997-10103 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Yine, Yargıtay Onbeşinci Hukuk Dairesi'nin yerleşik içtihatlarında da (15. HD 17.03.1976 tarih E. 5464 K. 1210, 01.12.1977 tarih, E. 1984 K. 2162) yüklenicinin sorumluluğunda zamanaşımı başlangıcının eserin teslim alma tarihi olduğu benimsenmiştir.

 

Gerçekten de, vekalet ilişkisi aynı zamanda aşırı güvene dayalı bir sözleşme ilişkisi olup, müvekkil vekiline güven duymak zorundadır. Vekilden ikide bir hesap istenmesi taraflar arasındaki güven ilişkisini zedeler. Bir taşınmazın satışı hususunda güvene dayalı bir vekalet sözleşmesi kurulduktan sonra müvekkilin devamlı tapuya gidip taşınmazının güncel durumunu sorgulaması vekalet ilişkisinin yukarıda açıklanan niteliği ile bağdaşmayacağı gibi, hayatın olağan akışına da uygun düşmez. Şunu da belirtmek gerekir ki, zamanaşımı borcu söndüren bir savunma değil, bir ödemezlik defidir. Tereddüt olduğu hallerde zamanaşımı kurallarının daima alacaklı lehine yorumlanması gerekir. Aksi halde vekalet görevini kötüye kullanan, taşınmaz bedelini tapuda düşük gösterdiği sabit olan ve bunun dahi hesabını vermeyen kişiler ödüllendirilmiş olur.

 

Böyle olunca, delilleri ve zamanaşımı ile ilgili hukuk kurallarını isabet ile yorumlayan ve sonuca giden mahkeme kararının onanması düşüncesinde oldu-ğumuzdan, sayın çoğunluk kararına katılamıyoruz.

YARGITAY 12.H.D E: 2012/28045 K: 2013/3913 * 6352 S.YASA İİK. UYGULANMASI TAKİP İŞLEM TARİHİNİN DİKKATE ALINMASI

T.C

YARGITAY 

12.HUKUK DAİRESİ 

ESAS NO: 2012/28045 

KARAR NO: 2013/3913

 KARAR TARİHİ:28.02.2013

 

 

 

"Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi Mehmet Turan tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü : 

 

Alacaklı vekili, 25.07.2012 tarihinde borçluların ev adreslerinde yapılan hacizlerde 6352 Sayılı Yasa'nın 6. maddesi ile değişik İİK'nun 82/3. maddesi uyarınca ev eşyasının haczi talebinin reddedildiğini, takip tarihinin yasanın yürürlük tarihinden öncesine ait olduğunu ileri sürerek ret kararının kaldırılması şikayetiyle icra mahkemesine başvurmuş, mahkemece 6352 Sayılı Yasa'nın 29.06.2012 tarihli takipten sonra 02.07.2012 tarihinde yürürlüğe girdiği gerekçesi ile şikayetin kabulüne karar verildiği görülmüştür. 

 

6352 Sayılı Yasa'nın 16. maddesinde icra memurunun, haczi talep edilen mal veya hakların haczinin caiz olup olmadığını değerlendireceği, buna göre talebin kabulüne veya reddine karar vereceği düzenlenmiştir. 

 

Aynı Yasa'nın 38. maddesi ile İcra ve İflas Kanunu'na eklenen gecici 10. maddede ise; bu Kanunun ilgili hükümlerinin yürürlüğe girdiği tarihten önce başlatılan takip işlemleri hakkında, değişiklikten önceki hükümlerin uygulanmasına devam edileceği hükmü getirilmiştir. 

 

İİK'nun yukarıda anılan geçici 10. maddesinden, 6352 Sayılı Yasa değişikliğinin, takip tarihinden itibaren değil, haciz, satış gibi her bir takip işlemi tarihi esas alınarak uygulanacağı anlaşılmaktadır. Buna göre takip tarihi yasanın yürürlük tarihinden öncesine ait olsa bile, bir takip işlemi olan haciz işleminin Yasanın yürürlük tarihinden sonra yapılmış olması nedeniyle hacizde 6352 Sayılı Yasa hükümlerinin uygulanması gerekmektedir. 

 

Somut olayda, takip tarihi 29.06.2012 olmasına karşın şikayete konu haciz işleminin, 6352 Sayılı Yasa'nın yürürlüğe girdiği 02.07.2012 tarihinden sonra 25.07.2012 tarihinde yapıldığı anlaşıldığından, haciz tarihine göre yürürlükte olan 6352 Sayılı Yasa hükümlerinin olayda uygulanması gerekir. 

 

O halde mahkemece, şikayetin reddi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir. 

 

KARAR : Borçlunun temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK 366 ve HUMK'nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.02.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi. 

YARGITAY HGK. 2001/10-232 E.N 2001/272 K.N. -SİGORTA GİRİŞ TARİHİNİN BELİRLENMESİ/ALMANYA-TÜRKİYE SOSYAL GÜVENLİK SÖZLEŞMESİ

T. C. YARGITAY

 

Hukuk Genel Kurulu 2001/10-232 E.N 2001/272 K.N.

 

 

 

İçtihat Metni

 

Taraflar arasındaki "tesbit" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kocaeli 1.İş Mahkemesi'nce davanın kabulüne dair verilen 19.4.2000 gün ve 1999/450 E- 2000/56 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10.Hukuk Dairesi'nin 16.5.2000 gün ve 2000/3504-3511 sayılı ilamiyle; 

 

(…Dava, sonuç itibariyle, davacı sigortalının 26.2.1975 ile 31.10.1997 tarihleri arasında Almanya'da geçen ve yurda kesin dönüş sonrasında 3201 sayılı yasadaki yönteme uygun biçimde borçlandığı yurt dışı çalışma süresi gözetilerek Almanya'da işe giriş tarihi olan 26.2.1975 tarihinin sigortalılık başlangıç tarihi olarak kabul edilmesi gerektiğinin tesbiti istemine ilişkindir.

 

Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş ve işbu kararda, Türkiye ile Almanya arasındaki Sosyal Güvenlik Sözleşmesinin 29/4. maddesine dayanılmıştır.

 

Davacının 13.07.1999 tarihli borçlanma başvurusu dilekçesi ile 15.12.1998 tarihinde yurda döndüğünü ve Almanya'da 26.2.1975 ile 31.10.1997 tarihleri arasında geçen çalışmalarını borçlanmak istediğini belirttiği; bu tarih öncesinde Türkiye'de herhangi bir sigortalılık kaydının bulunmadığı; davalı Kurumun davacının sigortalılık başlangıç tarihini 3201 sayılı Kanunun 5. maddesi kapsamında işbu borçlanma tutarının ödendiği tarihten borçlanılan süre kadar geriye giderek saptadığı dosya içeriğindeki bilgi ve belgelerden anlaşılmaktadır.

 

Davada uyuşmazlık konusu olan husus; ilk defa Almanya'da sigortalı bir işte çalışmaya başlayan ve 3201 sayılı borçlanma yasasından faydalanan bir T.C. vatandaşının 3201 sayılı Kanun kapsamında 506 sayılı yasaya göre yaşlılık sigortasından yararlanmak istemesi halinde, sigortalılık başlangıcında hangi tarihin esas alınması gerekeceğine ilişkindir.

 

Bu yönde; 3201 sayılı Kanunun 5/son maddesinde; Türk Sosyal Güvenlik Kuruluşlarına tabi hizmeti bulunmayan ve borçlanma yapan sigortalıların, sigortalılık başlangıç tarihlerinin borçlarını tamamen ödedikleri tarihten borçlanılan gün sayısı kadar geriye götürülerek saptanılacağı öngörülmüştür. 2.11.984 tarihinde imzalanan ve 5.12.1984 tarihli 3241 sayılı Kanunla onaylanıp,1.4.1984 tarihinde yürürlüğe giren 30.4.1964 tarihli Türk Alman Sosyal Güvenlik Sözleşmesine ek sözleşmenin 29. maddesinin 4. bendi hükmünde ise; bir kimsenin Türk Sigortasına girişten önce bir Alman rant sigortasına girmiş bulunması halinde, Alman rant sigortalarına girişin Türk sigortalarına giriş olarak kabul edilir.

 

Öncelikle Anayasamızın 90/son maddesi hükmünde öngörüldüğü üzere; yöntemine göre yürürlüğe konulmuş uluslararası sözleşmeler kanun hükmündedir ve normlar hiyerarşisi yönünden uluslararası sözleşme kurallarına uygulamada yasal güç tanındığı ve kuralların uygulanma önceliğini haiz bulunduğu söz götürmez. Ne var ki; Türkiye Cumhuriyeti ile Almanya Federal Cumhuriyeti arasındaki Sosyal Güvenlik Sözleşmesi hükümlerinin iç hukuk kurallarına üstünlüğü ilkesi sadece işbu sözleşmenin düzenleme alanı başka ifade ile kapsamı ile sınırlıdır. Diğer bir anlatımla sözleşme hükümleri ancak T.C. Vatandaşlarına sözleşme kapsamında bağlanacak sigorta yardımları ve bu meyanda yaşlılık sigortası kapsamında Türk Sigorta Mercii olan Sosyal Sigortalar Kurumu'nca bağlanacak kısmi yaşlılık aylığında uygulanacaktır. Giderek Türkiye Cumhuriyeti ile Almanya arasındaki Sosyal Güvenlik Sözleşmesinin Anayasanın 90/son maddesi hükmüne kapsamında Kanun hükmünde sayılması işbu sözleşmenin düzenleme alanı ile sınırlıdır. Diğer taraftan T.C Vatandaşlarının Almanya'da geçen çalışma sürelerini 3201 sayılı Borçlanma Yasası'na göre borçlanarak karşılığını ödemesi ve anılan yasaya göre yaşlılık aylığı bağlanması talebinde bulunması durumunda artık yurt dışında geçen bu çalışma süresinin sözleşme kapsamında mütaala edilmesi mümkün değildir. 3201 sayılı Kanun hükümlerine göre yaşlılık aylığı tahsisinde ve bu meyanda sigortalılık başlangıcının saptanmasında sadece anılan yasa hükümleri uygulanacaktır. Bu durumda yasaların çatışmasından da sözedilemeyeceği açıktır.

 

T.C. Vatandaşlarının Almanya ve Türkiye'deki sigortalılık süreleri birleştirilerek yaşlılık aylığı bağlanması talebinde bulunmaları halinde ise T.C. ile Almanya arasındaki Sosyal Güvenlik Sözleşmesi hükümleri uygulanacağından ancak bu halde sigortalılık başlangıcının belirlenmesinde sözleşmenin 29/4. maddesi uygulanma önceliğini haiz olacaktır. Öte yandan Borçlanma Yasasına göre kazanılan sigortalılık hiçbir şekilde sözleşme kapsamında değildir ve bu halde Almanya'daki sigortalılık aynen geçerliliğini korumaktadır ve Alman Sigorta Merciinin herhangi bir külfet altına girmesi sözkonusu olmaksızın tamamen Türk Yasalarına göre borçlanmaya dayalı yaşlılık aylığı bağlanmaktadır. Bu çerçevede; borçlanma yasasına göre sigortalılıkta yine borçlanma yasasına göre sigortalılık başlangıcı konusunda kural olarak 3201 sayılı Kanunun 5. maddesi uygulanmalıdır.

 

Mahkemece belirtilen maddi ve hukuki esaslar gözönünde tutulmadan yazılı biçimde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

 

TEMYİZ EDEN : Davalı S.S.Kurumu vekili

 

HUKUK GENEL KURULU KARARI

 

Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

 

Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık; ilk defa Almanya'da sigortalı bir işte çalışmaya başlayan ve 3201 sayılı kısa adı "Borçlanma Yasasından" faydalanmak suretiyle yurda dönen bir T.C. vatandaşının 506 sayılı Yasaya göre; yaşlılık sigortasından yararlanmak istemesi halinde, sigortalılık başlangıcına hangi tarihin esas alınacağına ilişkindir.

 

Özel Daire; bu tarihin; 3201 sayılı Yurtdışında Bulunan Türk Vatandaşlarının Yurtdışında Geçen Sürelerinin Sosyal Güvenliklerinin Değerlendirilmesi Hakkındaki Kanunun 5.maddesi son fıkrasına göre belirleneceğini hükme bağlarken, Yerel Mahkeme, Türk-Alman sosyal güvenlik sözleşmesi hükümlerine göre sonuca gitmenin gerektiğini kabul etmiştir.

 

Şu duruma göre sorunun çözümü yönünden; öncelikle dayanılan yasal düzenlemeleri ortaya koymak, daha sonra, hangi kuralın uygulanma önceliğine sahip olduğunu belirlemek yararlı olacaktır.

 

Gerçekten, Özel Daire kararında sözü edilen Borçlanma Yasasının 5/son fıkrası; Türk Sosyal Güvenlik kuruluşlarına tabi hizmeti bulunmayan ve borçlanma yapan Türk vatandaşlarının sigortalılık başlangıç tarihlerinin borçlarını tamamen ödedikleri tarihten borçlanılan gün sayısı kadar geriye götürülerek bulunacak tarih olduğunu kabul etmiştir. Buna karşın 2.11.1984 tarihinde imzalanan ve 5.12.1984 tarihli 3241 sayılı Kanunla onaylanıp 1.4.1987 tarihinde yürürlüğe giren 30 Nisan 1964 tarihli Türk Alman Sosyal Güvenlik sözleşmesine ek sözleşmenin 29.maddesi 4.bendi ise; aynen "bir kimsenin Türk sigortasına girişten önce bir Alman Rant Sigortasına girmiş bulunması halinde; Alman Rant Sigortalarına girişi Türk Sigortalarına giriş olarak kabul edilir" kuralını sigortalılık başlangıç tarihi yönünden öngörmüştür.

 

Şu duruma göre, karşımıza, aynı konu hakkında bir tarafta iç hukuk alanında kabul edilen bir Yasa kuralı diğer tarafta uluslararası sözleşmede yer alan farklı bir düzenleme çıkmaktadır. Bu sorun kurallar kademelenmesindeki (Normlar Hiyerarşisindeki) sıralamaya göre çözümlenmesinde kuşku bulunmamaktadır. Öncelikle belirtilmelidir ki; Anayasamızın 90/son maddesinde öngörüldüğü üzere; yöntemine göre yürürlüğe konulmuş uluslararası sözleşmeler kanun hükmündedir. Öyle ki bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine dahi başvurulamaz. Anayasa; böylece uluslararası sözleşmenin bir kuralını iç hukuk açısından "Yasa" gücünde görmüş "normlar hiyerarşisi" yönünden daha alt sırada kabul etmemiştir. Bu durumda denilebilir ki, uluslararası sözleşmenin bir kuralına, uygulanma açısından yasal güç tanımak Anayasal bir zorunluluktur. Hal böyle olunca; yasa gücündeki iki düzenlemeden uygulamada hangisine öncelik tanınacaktır sorusunu cevaplandırmak gerekir. "Yasaların çatışması" olarak adlandırılan bu gibi durumlarda;

 

a)Sonraki norm, öncekinin yerini alır (Lex Pasterior deraget priori),

 

b)Özel Kanun, genel kanundan önce gelir (Lex specialis per generalem non deregatur).

 

c)Açık anlamlı norm, kapalı anlamlı norm'dan önce gelir biçiminde kabul edilen temel ilkelerden yararlanılarak sonuca ulaşılır.

 

Uyuşmazlık konusu olayda, belirtilen ilkeler uygulandığında şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır.

 

Özel Dairenin öncelik tanımak istediği 3201 sayılı Yasa'nın ilgili kuralının 22.5.1985 tarihinde yürürlüğe girmesine karşın, uluslararası sözleşme 1.4.1987 tarihinde yürürlüğe girmekle, önceki yasal düzenlemenin yerini almıştır. O nedenle sonraki yasal düzenleme olan sözleşmedeki kural uygulanma önceliğine sahiptir.

 

Öte yandan 3201 sayılı "Borçlanma Yasası" yurtdışında çalışan, tüm Türk Vatandaşları yönünden genel bir düzenleme kabul etmesine karşın; sözü edilen sözleşme sadece Almanya'da çalışan Türk Vatandaşları için ayrı ve özel bir kural kabul etmiştir. Sözleşme, sigortalılık başlangıcı yönünden, salt, Almanya'da ilk defa çalışmaya başlayan Türk Vatandaşları yönünden özel ve ayrıcalıklı bir kural öngörmekle, genel nitelikli kuralın yerini aldığının kabulü zorunludur.

 

Nihayet, sözleşme, açıkca ilk defa Almanya'da sigortalı olarak işe başlayan Türk Vatandaşları yönünden işe başlama tarihini Türkiye'de sigortalılık başlangıç tarihi kabul etmekle bu alanda 3201 sayılı Yasa sisteminden daha açık, somut ve sigortalı yararına bir düzenleme öngörmüştür.

 

Bu hukuksal nedenler karşısında; sözleşme kuralına öncelik ve üstünlük tanımak zorunlu biçimde ortaya çıkmaktadır.

 

Ayrıca ilave edilmelidir ki; Almanya'da çalışan işçilerin durumu Ülkemiz açısından önem ve özellik arzetmektedir. Yurtdışında çalışan işçilerimizin en fazla bulunduğu ülke Almanya olduğu gibi, burada çalışan işgücü oranı da çok büyük boyutlardadır. Bu nedenledir ki; T.C; 1964 yılında ilk defa sosyal güvenlik sözleşmesini bu ülke ile imzalamış ve bugüne değin kimi ek sözleşmelerle sözleşme kapsamını genişletmiştir.

 

Bu arada; kısmi aylık sistemi de kabul edilmiş, Türk vatandaşlarının Almanya'da çalışılan süreleri, yaşlılık aylığı yönünden, Türkiye'de geçmiş gibi değerlendirilmiş, ancak, aylık bağlama oranına yansıtılmamıştır. Söz konusu kural bu yönden de özellik göstermekte olup kısmi aylık bağlanmasında; Almanya'da ilk defa işe başlama tarihini Türkiye'de sigortalılık başlangıç tarihi olarak kabul etmiştir. Kısacası, sözleşme hükümlerinin uygulanması ilkesi hem sosyal güvenlik alanında ortaya çıkabilecek kimi adaletsiz ve olumsuz durumları ortadan kaldırmak aynı zamanda sosyal güvenlik çelişkilerini gidermek yönünden de kaçınılmazdır.

 

Açıklanan hukuksal nedenler karşısında Yerel Mahkemenin, davacı sigortalının, Almanya'da ilk defa sosyal sigorta giriş tarihinin 506 sayılı Yasa'nın 108.maddesine koşut olarak Türk sosyal sigortalarına giriş tarihi olarak kabulü doğrudur. Hükmün onanmasına karar verilmelidir.

 

SONUÇ : Davalı SSK. vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, 21.3.2001 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

İŞÇİ İSTİHKAKLARININ ÖDENMESİ / TİS.’NDE İŞÇİ İSTİHKAKLARININ ÖDEME TARİHİNİN BELİRLENMESİ / İŞVERENİN TEMERRÜDÜ / FAİZ BAŞLANGICI

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
E: 2006/9-122
K: 2006/194
T: 2.4.2006
İŞÇİ İSTİHKAKLARININ ÖDENMESİ
TİS.’NDE İŞÇİ İSTİHKAKLARININ ÖDEME TARİHİNİN BELİRLENMESİ
İŞVERENİN TEMERRÜDÜ
FAİZ BAŞLANGICI
818 s. BORÇLAR KANUNU [Madde 101]
Taraflar arasındaki “Alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 4. İş Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 19.7.2005 gün ve /788-2005/852 sayılı kararın incelenmesi taraflar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 26.9.2005 gün ve 2005/28809-31364 sayılı ilamı ile,
( …1-Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalının temyiz itirazları yerinde değildir.
2- Davacının temyizine gelince;
Davacı dava konusu alacaklarına Toplu İş Sözleşmesi uyarınca ödenmesi gereken tarihten itibaren faize karar verilmesini istemiştir. Toplu İş Sözleşmesinin 37. maddesinde “işçi istihkaklarının kanuni aybaşının en geç 3. günü akşamına kadar ödeneceği belirtilmiş olup, Borçlar Kanunu’nun 101. maddesi uyarınca davalı işveren bu tarihte temerrüde düşmüştür.
Böyle olunca, Toplu İş Sözleşmesinin anılan maddesinde kararlaştırılmış olan ödeme tarihinden itibaren faiz yürütülmesi gerekir… ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir..
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlarak bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken. önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’un 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcın geri verilmesine 2.4.2006 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

DOĞUM TARİHİNİN DÜZELTİLMESİ

T.C.

YARGITAY

Onsekizinci Hukuk Dairesi
E:2006/1630
K: 2006/2716
T: 4.4.2006
DOĞUM TARİHİNİN DÜZELTİLMESİ
1587 s. NÜFUS KANUNU [Madde 46]
Davacı Ö. ile davalı Nüfus Müdürlüğü arasındaki davada G. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen ve Yargıtay’ca incelenmeksizin kesinleşmiş bulunan 18/10/2005 günlü ve 2005/12 E 159 K. sayılı kararın yürürlükteki hukuka aykırı olduğu savıyla Cumhuriyet Başsavcılığının 27/2/2006 gün ve Hukuk 12849 sayılı yazısıyla kanun yararına temyiz edilerek bozulması istenilmiş olmakla, dosyadaki tüm kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Mahkemece, davacı Ö.’ün nüfus kaydında 12/10/1974 olan doğum tarihinin 12/10/1980 olarak düzeltilmesine karar verilmiştir. Dosyaya getirtilen aile nüfus kaydı içeriğinden, davacının babasının 17/2/1979 tarihinde öldüğü görülmektedir. Düzeltilen doğum tarihine göre davacı babasının ölümünden 1 yıl 7 ay 25 gün sonra doğmuş olmaktadır.
Nüfus kaydında yapılacak olan düzeltmenin ya da değişikliğin diğer. kayıtlarla ( özellikle ilgilinin annesinin babasının ve kardeşlerinin kayıtlarıyla ) çelişki yaratmamasına özen gösterilmesi gerekirken, mahkemece böyle bir sonucu doğuracak biçimde hüküm kurulmuş olması usul ve yasaya aykırıdır.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle Cumhuriyet Başsavcılığının temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün HUMK.’nun 427. maddesi gereğince sonuca etkili olmamak kaydıyla kanun yararına BOZULMASINA ve gereği yapılmak üzere kararın bir örneği ile dosyanın Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmesine, 4.4.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.