Etiket arşivi: YÖNELİK

Siyasetçiye yönelik eleştirilerin sınırları, özel şahsa yönelik eleştiri sınırına göre daha geniştir

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, 2014/1689 esas ve 2014/17271 karar sayılı kararı

“Bir siyasetçiye yönelik eleştirilerin kabul edilebilir sınırları, özel bir şahsa yönelik eleştiri sınırına göre daha geniştir. Bir siyasetçi, özel şahıstan farklı olarak, her sözünü ve eylemini bilerek ve kaçınılmaz bir biçimde, gazetecilerin ve halkın yakın denetimine açar.”

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Ankara 22. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 21/11/2013
NUMARASI : 2013/149-2013/512

Davacı R.. E.. vekili Avukat A.. Ö.. vdl tarafından, davalı A.. D.. aleyhine 22/03/2013 gününde verilen dilekçe ile manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen 21/11/2013 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.
Dava, kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece istemin kısmen kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı, kendisinin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, davalının ise MHP milletvekili olduğunu, davalı tarafından 08/03/2013 tarihinde yapılan basın toplantısında, davacıyı “memleketi yakıp, yıkıp, satmakla, eşkiya ile birlik olmakla, halkı koyun yerine koymakla, terör örgütünün temsilcisi ile işbirliği içinde olarak, suç işlemekle, bölücü terör örgütünün sözde l..A. Ö..’ın kucağına oturmakla, onunla işbirliği yapmakla, vatana ihanet etmekle, vatanın bütünlüğünü, milletin birliğini, üniter yapısını haraç mezat satmakla, uşak, aşağılık, işbirlikçi, taşeron olmakla, yabancı devletlerin Türkiye’deki sözcüsü, temsilcisi, emir eri olmakla, adam olmamakla” itham ettiğini, bu sözlerin kişilik haklarını ihlal edici mahiyette gerçek dışı beyanlar olduğunu belirterek manevi tazminat isteminde bulunmuştur.

Davalı, sözlerinin eleştiri niteliğinde olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece; davalının konuşmasının eleştirinin objektif sınırları aşılarak aşağılama ve küçük düşürme niteliğine dönüştüğü, dolayısıyla eleştiri hakkının kötüye kullanıldığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Uyuşmazlık, siyasi kişilik olan davalı milletvekilinin 08/03/2013 tarihli basın toplantısındaki açıklamalarının ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilip değerlendirilmeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Tarafı olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesinde ifade özgürlüğü;
“1. Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ulusal sınırlarla kısıtlanmaksızın, bir görüşe sahip olma, haber ve düşünceleri elde etme ve bunları ulaştırma özgürlüğünü de içerir. Bu madde Devletin radyo yayıncılığını, televizyon ve sinema işletmeciliğini izne bağlamasına engel değildir.

2. Bu özgürlükleri kullanırken ödev ve sorumluluk içinde hareket edilmesi gerektiğinden, ulusal güvenlik, ülke bütünlüğü veya kamu güvenliği, suçun veya düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması, başkalarının şeref ve haklarının korunması, gizli bilgilerin açığa vurulmasının önlenmesi, yargı organının otorite ve tarafsızlığının korunması amacıyla, demokratik bir toplumda gerekli bulunan ve hukukun öngördüğü formalitelere, şartlara, yasaklara ve yaptırımlara tabi tutulabilir.” şeklinde tanımlanmıştır..

Liegens v. AVUSTURYA, Feldek v. SLOVAKYA, Oberschlick v. AVUSTURYA davalarında siyasi kişiliklere yönelik kullanılan ifadeleri değerlendiren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi;
“Liegens v. AVUSTURYA”( Başvuru No: 9815/82 ) davasında;
Eski başbakan … ile seçimlerden birinci çıkan siyasi parti başkanı arasında bir takım olayların yaşandığı, basına yansıyan bir kısım açıklamaların bulunduğu ayrıca 2. Dünya Savaşı sırasında Rusya’daki Alman hattının ötesine geçerek sivilleri katlettiği iddia olunan ilk SS Tugayında görev yapmakla suçlanan liberal parti başkanı … ile koalisyon kurulması tartışmalarının yaşandığı bir sırada, Gazeteci olan Liegens, Profil adlı Viyana Dergisinde yayımlanan iki ayrı yazısında; o tarihte federal hükümetin Başbakanına yönelik olarak ‘En Adi Fırsatçılık(adi oportunism)’, ‘ahlakdışılık’ ve ‘şerefsizlik’ biçiminde ifadeler kullanmıştır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi;“…Sözleşme’nin 10(1). fıkrasında güvence altına alınan ifade özgürlüğünün, demokratik toplumun ana temellerinden birini ve yine bu toplumun gelişmesi ve her bireyin kendini geliştirmesi için esaslı şartlarından birini oluşturduğunu hatırlatarak ifade özgürlüğünün, Sözleşme’nin 10(2). fıkrasının sınırları içinde, sadece lehte olan veya muhalif sayılmayan veya ilgilenmeye değmez görülen “haber” veya “fikirler” için değil, ama aynı zamanda muhalif olan, çarpıcı gelen veya rahatsız eden haberler veya fikirler için de uygulandığını. Bunun, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri olduğu, bunlar olmaksızın “demokratik toplum” olamayacağını (bk. Handyside kararı, parag. 49). belirtmiştir.
Bir siyasetçiye yönelik eleştirilerin kabul edilebilir sınırları, özel bir şahsa yönelik eleştiri sınırına göre daha geniştir. Bir siyasetçi, özel şahıstan farklı olarak, her sözünü ve eylemini bilerek ve kaçınılmaz bir biçimde, gazetecilerin ve halkın yakın denetimine açar; bu nedenle daha geniş bir hoşgörü göstermek zorundadır. Hiç kuşku yok ki, Sözleşme’nin 10(2). fıkrası, başkalarının, yani bütün bireylerin itibarının korunmasına imkan verir; bu koruma, siyasetçileri şahsi sıfatları dışında hareket ettikleri zaman da içine alır. Ancak bu gibi durumlarda söz konusu korumanın gerekleri, siyasi meseleleri açık biçimde tartışmanın yararıyla bağlantılı olarak tartılmalıdır.” gerekçesiyle kullanılan sözlerin ifade özgürlüğü kapsamında kaldığına karar vermiştir.

Dava konusu basın açıklamasının bütünü, yapıldığı zaman dilimi, konuşmayı yapan ve hakkında konuşulan kişinin etkili siyasi kişilikler olması ile yukarıda açıklanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. Maddesi ve bunun uygulamasına yönelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararları gözetildiğinde açıklamaların hükümetin çözüm sürecine ilişkin eylemlerini eleştiri sınırları içinde kaldığı, eleştiri sınırının aşılmadığı anlaşılmaktadır.

Şu halde, açıklanan nedenlerle davanın tümden reddine karar verilmesi gerekirken yazılı biçimde kısmen kabul kararı verilmiş olması doğru değildir. Bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda gösterilen nedenlerle BOZULMASINA ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 16/12/2014 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY YAZISI

İfade özgürlüğü demokratik toplumun zorunlu ve kurucu unsurudur. Sadece hoşa giden veya tasdik içeren ifadeler değil rahatsız edici, incitici hatta şok edici beyanlar da ifade özgürlüğünden yararlanmalıdır. İfadede hedef alınan siyasetçi ise, hele Başbakan gibi üst düzey devlet yöneticisiyse, eleştirilere daha açık ve hoşgörülü olmalıdır. Beyanda bulunan siyasetçi ise memleket sorunları hakkında konuşma ve eleştirme hakkı herkesten önce gelir. Açıklanan ilkeler bakımından çoğunlukla fikir ayrılığım yoktur.
Ancak davaya konu vakıada, konuşan siyasetçi, hakkında konuşulan ve eleştirilen de Başbakan olmasına rağmen, “…Dokunulmazlığını kaldıracağım diyen Başbakan kuyruğunu kıstı…” ve “…Neden gidip A. Ö..’ın kucağına oturdun Başbakan…” ifadeleri, ifade özgürlüğü sınırını aşan beyanlardır. Bu yüzden davacı yararına uygun miktarda manevi tazminat takdiri gerektiği kanaatinde olduğumdan çoğunluğun görüşüne katılmıyorum. 16/12/2014

Basından Hukuk Haberleri • Yargıtay’ın kaçak inşaatlara yönelik ‘ekonomik değer’ kararı

Yargıtay’ın kaçak inşaatlara yönelik ‘ekonomik değer’ kararı

MURAT KAYA – Yargıtay 15. Hukuk Dairesi, Üsküdar Çengelköy’de İmar Kanunu’na aykırı şekilde inşa edilen kooperatifle ilgili müteahhit firmanın açtığı alacak davasında, yerel mahkemenin verdiği "1 milyon 400 bin lira bedelin iş sahibi kooperatiften alınarak davacı firmaya ödenmesi" kararını, "imara aykırı yapılan inşaatların ekonomik değerinden söz edilemeyeceği" gerekçesiyle bozdu.

Nato Yolu üzerinde kooperatif olarak inşa edilen ve içinde çeşitli büyüklüklerde en az 300’er daire barındıran özel sitelerin bir çoğu, müteahhit (yüklenici) firmaların, kooperatif ortaklarına açtıkları davalar ve imar sorunlarıyla gündeme geliyor. İmar Kanunu’na aykırı inşa edildikleri gerekçesiyle bugüne kadar ruhsat verilmeyen kooperatiflerle ilgili mahkemelere açılan "alacak ve sözleşmenin feshi" davalarıyla ilgili Yargıtay "içtihat" niteliğinde bir karar verdi.

Bosna Bulvarı’ndaki 292 dairelik Çamlıca Palmiye Sitesi’ni inşa eden yüklenici firma Öz İmar İnşaat şirketi, hak sahibi SS Akören Konut Yapı Kooperatifi’nin sözleşmeyi feshetmesi üzerine, "sözleşme feshinin haksızlığının tespiti" ve "bakiye iş bedelinin tahsil edilmesi"ne yönelik, Kadıköy 3. Asliye Ticaret Mahkemesi’nde dava açtı. Kooperatif avukatları, kendilerine dava açan şirkete yönelik "fazla yapılan ödeme ile eksik, kusurlu işler bedelinin tahsili ve tazminat" talepli karşı bir dava açtı.

Yargılama sonucunda yerel mahkeme, asıl davanın ıslahla arttırılan miktarını da dikkate alarak, bir milyon 400 bin liralık istemin kabulüne karar verirken, davalı kooperatif tarafından açılan karşı davayı reddetti.

– "Binalar kaçak yapı durumunda"

Davalı-karşı davacı avukatlarının kararı temyiz etmesi üzerine dosyaya bakan Yargıtay 15. Hukuk Dairesi, yerel mahkemenin kararını bozdu.

Kararda, taraflar arasında 2 Şubat 1994’te konut inşaat sözleşmesi, 12 Temmuz 1997’de "ek sözleşme" düzenlendiği, bu sözleşmelerin Borçlar Kanunu’na göre "eser sözleşmesi" niteliğinde olduğu belirtildi.

Asıl davada davacı Öz İmar İnşaat şirketinin sözleşme hükümleri uyarınca, üzerine düşen görevi yerine getirdiği, sözleşme konusu inşaatları yüzde 95 oranında tamamladığı ve davalı SS Akören Konut Yapı Kooperatifi’nin sözleşmeyi haksız feshettiği aktarılan kararda, davacı firmanın iş bedeline hak kazanabilmesi için inşaatı sözleşmeye, plan ve projesine, imar mevzuatı ve teknik kurallara uygun biçimde yapıp, iş sahibine teslim etmesi gerektiği kaydedildi.

Davaya bakan mahkemece alınan 2 Haziran 2008 tarihli bilirkişi raporunda, "davaya konu inşaatların belediyece tasdik edilmiş mimari, statik, tesisat, kalorifer ve ısı yalıtım projeleri ile yine belediyesince düzenlenerek onaylanmış inşaat ruhsatı bulunmadığından, dava konusu binaların kaçak yapı durumunda bulunduğu"nun belirtildiği hatırlatılan kararda, İmar Kanunu’nun 21. maddesi uyarınca bazı istisnalar dışında tüm yapılara yapı ruhsatı alınmasının zorunlu olduğuna dikkati çekildi.

– "Ruhsat alma yükümlülüğü iş sahibine aittir"

Yapılara ruhsat verilmesi için gerekli şartların İmar Kanunu’nun 22. maddesinde gösterildiğini ve sözleşmede aksine hüküm yoksa ruhsat alma yükümlülüğünün iş sahibine ait olduğunu belirtilen kararda, şu bilgilere yer verildi:

"Taraflar arasındaki gerek asıl ve gerekse ek sözleşmede yapı ruhsatı alınması ediminin yükleniciye ait olduğu kararlaştırılmadığından, İmar Kanunu’nun 30. maddesi hükmü gereğince, yapı ruhsatını almak edimi iş sahibi kooperatife aittir. Ruhsat alınmadan ya da ruhsat alınsa bile alınan ruhsata uygun yapılmayan inşaatlar ‘kaçak inşaat’ olarak tanımlanır. Dairemizin yerleşik uygulama ve içtihatlarına göre, emredici hukuk kurallarını içeren İmar Kanunu hükümlerine aykırı yapılan yapı, ‘kaçak yapı’ niteliğinde olduğundan, yasal hale getirilmedikçe ekonomik değer ifada etmez. Ekonomik değer taşımadığı için de yüklenici bu nitelikteki iş ve imalatın bedelini isteyemez. Ancak işin yasal duruma getirilmesi halinde yüklenici, hak ettiği iş bedelini talep edebilir."
Dava konusu inşaatların davalı iş sahibi kooperatif tarafından öncelikle yasal hale getirilmesi ve yapı ruhsatının alınabilmesi için bu kooperatife yeterli süre ve yetki verilmesi gerektiği anlatılan kararda, "Kooperatifin yapı ruhsatı alıp inşaatları yasal hale getirmemesi durumunda aynı sebeple yüklenici şirkete yetki ve uygun süre verilmesi, verilecek yetki ve uygun süreye rağmen yasal hale getirilmemesi durumunda inşaatların ekonomik değerinden söz edilemeyeceğinden, yüklenici tarafından açılan asıl davanın reddine karar verilmesi gerekir" denildi.

– Tutarın saptanması için bilirkişi raporu

Aralarında davacı şirket yetkilisi ile kooperatif yetkililerinin de bulunduğu bir çok kişi hakkında, "zimmet" ve "görevi kötüye kullanmak" suçundan Üsküdar 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne dava açıldığı ve bu davanın halen devam ettiğine işaret edilen kararda, ceza davasının sonuçlarının temyize konu hukuk davasını etkileyeceği bildirildi.

Ceza davasının sonucunun beklenmesi ve karar kesinleştikten sonra gerçeğin ortaya çıkması için oluşturulacak 3 kişilik bilirkişi heyetiyle mahallinde keşif yapılması gerektiği aktarılan kararda, denetime elverişli, gerekçeli rapor alınmasının ardından oluşacak sonuç çerçevesinde davacı firmanın hak ettiği iş bedelinin tutarının saptanmasının daha uygun olacağını kaydedildi.

timeturk.com

Bilgiler: Tarih-Gönderici: admin — 28 Ara 2014, 18:04


YERSİZ ÖDENEN YAŞLILIK AYLIKLARININ FAİZİYLE BİRLİKTE TAHSİLİNE YÖNELİK ÖZEL 5510 SAYILI KANUN UYGULANMASI GEREKTİĞİ

T.C. YARGITAY

Hukuk Genel Kurulu

Esas: 2012/21-196

Karar: 2012/396

Karar Tarihi: 15.06.2012

 

 

 

(5510 S. K. m. 4) (3201 S. K. m. 6) (5510 S. K. m. 96) (506 S. K. m. 121) (818 S. K. m. 63) (21.HD. 16.05.2011 T. 2010/4127 E. 2011/4686 K.) (YHGK. 05.10.2011 T. 2011/10-476 E. 2011/584 K.) (YHGK. 06.07.2011 T. 2011/21-402 E. 2011/472 K.) (YHGK. 15.06.2011 T. 2011/21-362 E. 2011/409 K.)

 

 

 

 

Dava: Taraflar arasındaki davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kocaeli 3. İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 04.03.2010 gün ve 2010/4 E. 2010/129 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 16.05.2011 gün ve 2010/4127 E. 2011/4686 K. sayılı ilamı ile;

 

 

Mahkeme, davanın kabulü ile davalı Kurumun davacıya 01.12.2008 tarihinden itibaren ödenen 7.072,56 TL ana para ve 412,65 TL faiz olmak üzere toplam 7.485,21 TL tutarındaki aylıkların geri alınması yönündeki işleminin iptaline karar vermiştir.

 

Dosyadaki kayıt ve belgelerden, davacının 1479 sayılı Yasa kapsamında 8063 gün, 506 sayılı Yasa kapsamında 68 gün sigortalı çalışmasının bulunduğu, davacının 01.03.1981 – 01.12.1985 tarihleri arasında yurtdışında geçen 1710 günlük çalışmalarını borçlanarak 27.11.2008 tarihinde yazılı istekte bulunması üzerine 01.12.2008 tarihinden itibaren sosyal güvenlik destek primine tabi yaşlılık aylığı bağlandığı, davacının 11.04.1995 tarihinden itibaren Gebze Minibüsçüler Esnaf Odasına, 19.01.1988 tarihinden itibaren Esnaf ve Sanatkarlar Siciline kayıtlı olduğu, dolmuşçuluk mesleği nedeniyle 27.03.1995 tarihinden itibaren vergi mükellefi olduğu, davacının 29.06.2009 tarihinde Kuruma yaşlılık aylığının eksik ödendiğine dair dilekçe sunması üzerine yapılan inceleme sonucunda davacının yaşlılık aylığı yazılı istek tarihinde 5510 sayılı Yasa’nın 4/b (mülga 1479 sayılı Yasa) kapsamındaki çalışmalarının devam etmesi nedeniyle 23.12.2009 gün ve 16845744 sayılı Kurum işlemi ile sehven bağlanan yaşlılık aylığının iptaline ve 01.12.2008 tarihinden itibaren yersiz ödenen 7.072,56 TL aylık ve 412,65 TL faizden oluşan toplam 7.485,21 TL’nin Kuruma ödenmesi istenmiştir.

 

Uyuşmazlık, davacının 27.11.2008 yaşlılık aylığı yazılı istek tarihinde 5510 sayılı Yasa’nın 4/b (mülga 1479 sayılı Yasa) kapsamındaki çalışmalarının devam etmesi nedeniyle 3201 sayılı Yasa’nın 6. maddesinden yararlanarak bağlanan yaşlılık aylığının 5510 sayılı Yasa’nın 96. maddesine göre yersiz ödeme nedeniyle geri alınıp alınamayacağı noktasında toplanmaktadır.

 

5510 sayılı Yasa’nın 96/1. maddesine göre,

 

a) Kasıtlı veya kusurlu davranışlarından doğmuşsa, hatalı işlemin tespit tarihinden geriye doğru en fazla on yıllık sürede yapılan ödemeler, bu ödemelerin yapıldığı tarihlerden,

 

b) Kurumun hatalı işlemlerinden kaynaklanmışsa, hatalı işlemin tespit tarihinden geriye doğru en fazla beş yıllık sürede yapılan ödemeler toplamı, ilgiliye tebliğ edildiği tarihten itibaren üç ay içinde yapılacak ödemelerde faizsiz, üç aylık sürenin dolduğu tarihten sonra yapılacak ödemelerde ise bu süre sonundan, itibaren hesaplanacak olan kanunî faizi ile birlikte, ilgililerin Kurumdan alacağı varsa bu alacaklarından mahsup edilir, alacakları yoksa genel hükümlere göre geri alınır.>

 

27.11.2008 yaşlılık aylığı yazılı istek tarihinde yürürlükte bulunan, 5754 sayılı Yasa’nın 79. maddesi ile değişik 3201 sayılı Yasa’nın 6/B maddesine göre Kanun hükümlerinden yararlanmak suretiyle aylık bağlananlardan Türkiye’de sigortalı çalışmaya başlayanların aylıkları, tekrar çalışmaya başladıkları tarihten itibaren kesilir. 31.5.2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun sosyal güvenlik destek primi hakkındaki hükümleri, bu Kanun hükümlerinden yararlanmak suretiyle aylık bağlananlar için uygulanmaz.

 

3201 sayılı Yasa’nın 6/B maddesi 5997 sayılı Kanun’un 15. maddesi ile değiştirilmiş olup Yasa’nın yürürlüğe girdiği 19.06.2010 tarihinden itibaren Türkiye’de sigortalı olarak çalışmaya başlayanlar hakkında 31.5.2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun sosyal güvenlik destek primine tabi olarak çalışılmasına ilişkin hükümleri uygulanır.

 

Somut olayda, dolmuşçuluk mesleği nedeniyle 27.03.1995 tarihinden itibaren vergi mükellefi olan, 11.04.1995 tarihinden itibaren Gebze Minibüsçüler Esnaf Odasına, 19.01.1988 tarihinden itibaren Esnaf ve Sanatkarlar Siciline kayıtlı bulunan davacının 27.11.2008 yaşlılık aylığı yazılı istek tarihinde dolmuşçuluk işi yaptığı ve böylece Türkiye’de çalışmaya devam ettiği anlaşılmakla;

 

5754 sayılı Yasa’nın 79. maddesi ile değişik 3201 sayılı Yasa’nın 6/B maddesine göre davacıya yazılı istek tarihinde yaşlılık aylığı bağlanması mümkün değildir.

 

3201 sayılı Yasa’nın 6/B maddesi 5997 sayılı Kanun’un 15. maddesi ile değiştirilerek Yasa’nın yürürlüğe girdiği 19.06.2010 tarihinden itibaren Türkiye’de sigortalı olarak çalışmaya başlayanlar hakkında 31.5.2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun sosyal güvenlik destek primine tabi olarak çalışılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı ifade edilmiş ise de bu kuralın Yasa’nın yürürlüğe girdiği tarihten önceki uyuşmazlıklara uygulanması mümkün değildir.

 

Bunun yanında, yazılı istek tarihinde Türkiye’de çalışmaya devam ettiği anlaşılan davacı, 5510 sayılı Yasa’nın 96. maddesine göre Kurumun hatalı işlemlerinden kaynaklanarak tahsil ettiği yaşlılık aylığını geri ödemekle yükümlü olduğunu bilmesi gerektiğinden Borçlar Kanunun 63. maddesinden de yararlanamaz.

 

Bu nedenle Kurumun 01.12.2008 tarihinden itibaren ödenen yaşlılık aylığı ve faizinden oluşan toplam 7.485,21 TL’yi 5510 sayılı Yasa’nın 96. maddesine göre geri istemesi yerinde olup davanın reddine karar verilmesi gerekirken mahkemece bu maddi ve hukuki olgular gözetilmeksizin yazılı şekilde karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.

 

O halde, davalı Kurumun bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır…> gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

 

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

 

Karar: Dava, yersiz ödenen yaşlılık aylıklarının iadesine yönelik Kurum işleminin iptali istemine ilişkindir.

 

Uyuşmazlık, yaşlılık aylığı tahsisi talep tarihinde 5510 sayılı Kanun’un 4/b kapsamındaki çalışmalarının devam etmesi nedeniyle 3201 sayılı Kanun kapsamında borçlanması dikkate alınarak bağlanan yaşlılık aylığının yersiz ödeme nedeniyle geri alınıp alınamayacağı ile sigortalının iyiniyetli, dolayısıyla yersiz ödenen aylık miktarını geri ödeme yükümü altında olup olmadığı noktalarında toplanmaktadır.

 

Öncelikle belirtilmelidir ki, davacının 27.11.2008 yaşlılık aylığı yazılı istek tarihinde yürürlükte bulunan, 5754 sayılı Yasa’nın 79. maddesi ile değişik 3201 sayılı Yasa’nın 6/B maddesine göre anılan Kanun hükümlerinden yararlanmak suretiyle aylık bağlananlardan Türkiye’de sigortalı çalışmaya başlayanların aylıkları, tekrar çalışmaya başladıkları tarihten itibaren kesilir. 31.5.2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun sosyal güvenlik destek primi hakkındaki hükümleri, bu Kanun hükümlerinden yararlanmak suretiyle aylık bağlananlar için uygulanmaz.

 

Bu nedenle, somut uyuşmazlıkta davacıya, çalışmaya devam etmesi nedeniyle, yaşlılık aylığı tahsis talep tarihinde yürürlükte bulunan 5754 sayılı Yasa’nın 79. maddesi ile değişik 3201 sayılı Yasa’nın 6/B maddesine aykırı olarak yaşlılık aylığı bağlandığı, davacıya yersiz olarak ödenen yaşlılık aylıklarının Kuruma iadesi gerektiği açıktır.

 

Belirtilmelidir ki, davacının çalışmaya devam ettiğinin Kurumda mevcut belgelerden açıkça anlaşılmasına göre, yaşlılık aylığının mevzuata aykırı olarak bağlanması Kurumun hatasından kaynaklanmakta olup, davacının Kurumu yanıltıcı bir beyan veya işlemi bulunmamaktadır.

 

Öte yandan uyuşmazlığın çözümünde yersiz ödemelerin tahsiline ilişkin yasal düzenlemenin irdelenmesinde de zorunluluk bulunmaktadır.

 

Konuya ilişkin ilk düzenleme 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununda yer almaktadır.

 

Kanunun Sigorta Yardımlarının Haczedilemeyeceği, başlıklı 121. maddesi;

 

 

(Ek fıkra: 29/7/2003-4958/47 md.) Ancak, yanlış ve yersiz ödendiği anlaşılan her türlü gelir, aylık ve sigorta yardımları 84 üncü maddenin son fıkrası saklı kalmak kaydıyla, ilgililerin sonraki her çeşit istihkaklarından kesilmek suretiyle geri alınır. Kurumun genel hükümlere göre takip hakkı saklıdır.

 

(Ek fıkra: 2/7/2005-5386/1 md.) Ölüm geliri ve aylıklarından yapılan yersiz ödeme tutarları, yersiz ödenmiş olan gelir ve aylıkların kesilmesi nedeniyle aynı dosyadan gelir ve aylık ödemesi yapılan diğer hak sahiplerine Kurumca yapılması gereken gelir ve aylık ödeme tutarları nazara alınmak suretiyle tespit edilecek Kurum zararı esas alınarak tahsil edilir. Ancak, diğer hak sahiplerinden itirazda bulunanların hisseleri bu fıkra uygulamasında hariç tutulur…> hükmünü içermektedir.

 

Öte yandan 01.10.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile 506 sayılı Kanunun anılan hükmü yürürlükten kaldırılmış ve konu 5510 sayılı Kanunun 96. maddesinde düzenlenmiştir.

 

 

5510 sayılı Kanunun 01.10.2008 tarihinde yürürlüğe giren başlıklı 96. maddesinde ise;

 

 

a) Kasıtlı veya kusurlu davranışlarından doğmuşsa, hatalı işlemin tespit tarihinden geriye doğru en fazla on yıllık sürede yapılan ödemeler, bu ödemelerin yapıldığı tarihlerden,

 

b) Kurumun hatalı işlemlerinden kaynaklanmışsa, hatalı işlemin tespit tarihinden geriye doğru en fazla beş yıllık sürede yapılan ödemeler toplamı, ilgiliye tebliğ edildiği tarihten itibaren yirmidört ay içinde yapılacak ödemelerde faizsiz, yirmidört aylık sürenin dolduğu tarihten sonra yapılacak ödemelerde ise bu süre sonundan, itibaren hesaplanacak olan kanunî faizi ile birlikte, ilgililerin Kurumdan alacağı varsa bu alacaklarından mahsup edilir, alacakları yoksa genel hükümlere göre geri alınır.

 

Alacakların yersiz ödemelere mahsubu, en eski borçtan başlanarak borç aslına yapılır, kanunî faiz kalan borca uygulanır. Bu hüküm ilgili hak sahiplerinin muvafakat etmeleri kaydıyla, aynı dosyadan diğer bir hak sahibine yapılan yersiz ödemelere mahsubunda da uygulanır.

 

Yersiz ödemenin gelir ve aylıklardan kesilmesinde, kesintinin başlayacağı ödeme dönemi başı itibarıyla kanunî faizi ile birlikte hesaplanan borç tutarı, gelir ve aylıktan % 25 oranında kesilmek suretiyle uygulanır.

 

Yersiz ödemelerin tespiti ile geri alınmasına ve bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar, Kurum tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir…> hükmü yer almaktadır.

 

5510 sayılı Yasa öncesi mevzuata bakıldığında, 506 sayılı Yasanın 121. maddesinde yersiz ödemelerin kayıtsız şartsız iadesinin öngörüldüğü, yersiz ödeme halinde iade yükümünün kapsamının farklı hukuki durumlara özgü olarak değişiklik göstermediği görülmektedir.

 

Ancak, 5510 sayılı Yasanın 96. maddesi ile 506 Yasada yer almayan yeni bir düzenleme getirilmiş, sebepsiz zenginleşmenin iyi niyetle veya kötü niyetle gerçekleşmesine bağlı olarak istirdadı mümkün ödeme miktarları belirlenmiştir. Dolayısıyla 5510 sayılı Kanun ile ödeme yükümünün kapsamı sigortalının iyiniyetli veya kötüniyetli oluşunun tespitine göre farklılaştırılarak, kayıtsız şartsız iade öngören 121. madde hükmüne göre lehe bir düzenleme getirildiği açıktır.

 

Diğer taraftan, uyuşmazlığın çözümünde 818 sayılı Kanunun 63. madde hükmünün uygulama yeri olup olmadığı hususunun da açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.

 

818 sayılı Borçlar Kanunu’nun, geri verilmesi gereken tutarın belirlenmesinde genel hüküm niteliğinde bulunan 63’üncü maddesi uyarınca iyi niyetli zenginleşen, sebepsiz zenginleşme konusunun kendisinden istendiği tarihten önce elinden çıktığını iddia ve ispat ettiği miktar oranında ret ve geri vermeyle yükümlü olmayacaktır. Buna karşın; zenginleşenin, zenginleşme anında veya sonrasında mal varlığındaki artışın geçerli bir hukuki sebebe dayanmadığını biliyor veya bilmesi gerekiyor olması halinde, kötü niyetli sayılacağında da kuşku bulunmamaktadır.

 

Yerel mahkemece Borçlar Kanunun 63. maddesi uyarınca değerlendirme yapılarak karar verilmiş ise de, 5510 sayılı Kanunun 96. maddesi de sebepsiz zenginleşmede geri verme konusuna ilişkin özel bir düzenleme niteliğindedir.

 

Şu duruma göre, karşımıza, aynı konu hakkında bir tarafta genel kanunda kabul edilen yasa kuralı, bir tarafta özel nitelikte kanunda yeralan düzenleme çıkmaktadır.

 

Bu nedenle sorunun normlar hiyerarşisi kurallarına göre çözümlenmesi gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır.

 

olarak da adlandırılan bu gibi durumlarda; a) Sonraki norm, öncekinin yerini alır (Lex Pasterior deraget priori), b) Özel kanun, genel kanundan önce gelir (Lex specialis per generalem non deregatur), c) Açık anlamlı norm, kapalı anlamlı normdan önce gelir, biçiminde kabul edilen temel ilkelerden yararlanılarak sonuca ulaşılmaktadır.

 

Uyuşmazlık konusu somut olayda, belirtilen ilkeler doğrultusunda yapılan değerlendirmede; 5510 sayılı Kanunun 818 sayılı Borçlar Kanununa göre özel nitelikte olduğu, bu kapsamda 5510 sayılı Kanunun 96. maddesi hükmünün sebepsiz zenginleşme nedeniyle yersiz ödemelerin Kuruma iadesi konusunda özel nitelikte düzenleme içerdiği açıktır.

 

Bu durumda özel kanun niteliğindeki 5510 sayılı Kanunun özel düzenleme içeren 96. maddesi hükmünün genel nitelikteki 818 sayılı Borçlar Kanununun 63. maddesi hükmüne nazaran uygulama önceliğine sahip olduğu tartışmasızdır.

 

Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 05.10.2011 gün 2011/10-476 E. 2011/584 K.; 06.07.2011 gün 2011/21-402 E. 2011/472 K. ve 15.06.2011 gün 2011/21-362 E. 2011/409 K. sayılı kararında da aynı husus benimsenmiştir.

 

O halde, Yerel Mahkemece yukarıda yapılan açıklamaların ışığında özel kanun niteliğindeki 5510 sayılı Kanunun 96. maddesinin değerlendirilmesi suretiyle karar verilmesi gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır.

 

Açıklanan nedenlerle, Yerel Mahkemece öncelikle, 5510 sayılı Kanunun 96. maddesi kapsamında araştırma ve incelemeyle, yapılacak değerlendirme ve varılacak sonuç ile iade yükümünün kapsamı konusunda bir karar verilmesi gerekirken yerinde olmayan gerekçelerle, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

 

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

 

Sonuç: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, yapılan ilk görüşmede, 5521 sayılı İş mahkemeleri Kanunun 8/3. fıkrası uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere oyçokluğu ile karar verildi.

 

 

 

KARŞI OY

 

Yerel Mahkemenin, davacının tahsis talep tarihinde veya sonrasında Kurumu yanıltmadığı, Kurum yazılarında da aylığın sehven bağlandığının açıkça ifade edildiği, davacının kötüniyetli olduğunu söylemenin mümkün olmadığı gerekçesiyle davanın kabulüne dair verdiği karar, Özel Daire tarafından yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmuş, ilk kararda direnilmesi üzerine Hukuk Genel Kurulu tarafından da direnme kararı Özel Daire ile aynı gerekçelerle oyçokluğuyla bozulmuştur.

 

Aşağıda açıklanan nedenlerle bozma kararına katılmak mümkün olmamıştır:

 

Sigortalı veya haksahiplerine Kurumca yapılan yersiz ödemelerin iadesine ilişkin uyuşmazlıklarda, iade kapsamının belirlenmesi yönünden üç ayrı dönemin bulunduğundan bahsetmek mümkündür.

 

Buna göre;

 

I- 506 sayılı Kanunun 121. maddesinin 2. fıkrası öncesi dönemde;

 

Yürürlükte bulunan 506 sayılı Kanunda yersiz ödemelerin iadesine ilişkin hüküm bulunmadığından konuya ilişkin yasal mevzuat olarak genel hüküm niteliğindeki 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 61 ve devamı maddeleri uygulanmakta idi.

 

II- 4958 sayılı Kanun ile 506 sayılı Kanunun 121. maddesine ek fıkra olarak

 

 

(Ek fıkra: 29/7/2003-4958/47 md.) Ancak, yanlış ve yersiz ödendiği anlaşılan her türlü gelir, aylık ve sigorta yardımları 84 üncü maddenin son fıkrası saklı kalmak kaydıyla, ilgililerin sonraki her çeşit istihkaklarından kesilmek suretiyle geri alınır. Kurumun genel hükümlere göre takip hakkı saklıdır…>.

 

Düzenlemesinin getirilmesinden sonra, yersiz ödemelerin herhangi bir değerlendirmeye tabi tutulmaksızın iadesi yönünde karar verilmesi gerektiği uygulaması istikrarlı olarak kabul edilmiş, bununla birlikte yersiz ödemenin iadesine ilişkin uyuşmazlıklarda sigortalının iyiniyetli olup olmadığı, diğer bir ifade ile B.K. 63. maddenin uygulanıp uygulanmayacağı hususu somut olayın özelliğine bağlı olarak Özel Daireler tarafından değerlendirilmeye de devam etmiştir.

 

 

III- 01.10.2008 tarihinde yürürlüğe giren ve 506 sayılı Kanunun 121. maddesini yürürlükten kaldıran 5510 sayılı Kanunun 96. maddesi ile;

 

 

a) Kasıtlı veya kusurlu davranışlarından doğmuşsa, hatalı işlemin tespit tarihinden geriye doğru en fazla on yıllık sürede yapılan ödemeler, bu ödemelerin yapıldığı tarihlerden,

 

b) Kurumun hatalı işlemlerinden kaynaklanmışsa, hatalı işlemin tespit tarihinden geriye doğru en fazla beş yıllık sürede yapılan ödemeler toplamı, ilgiliye tebliğ edildiği tarihten itibaren üç ay içinde yapılacak ödemelerde faizsiz, üç aylık sürenin dolduğu tarihten sonra yapılacak ödemelerde ise bu süre sonundan, itibaren hesaplanacak olan kanunî faizi ile birlikte, ilgililerin Kurumdan alacağı varsa bu alacaklarından mahsup edilir, alacakları yoksa genel hükümlere göre geri alınır. …> hükmüne yer verilmiştir.

 

Anılan maddenin yürürlük tarihinden sonra Hukuk Genel Kurulunun 15.06.2011 gün 2011/21-362 E. 2011/409 K.; 06.07.2011 gün 2011/21-402 E. 2011/472 K. ve 05.10.2011 gün 2011/10-476 E. 2011/584 K. sayılı kararlarında yapılan değerlendirme sonucunda, özel kanun niteliğindeki 5510 sayılı Kanunun, yine özel düzenleme içeren 96. maddesi hükmünün, genel nitelikteki 818 sayılı Borçlar Kanununun 63. maddesi hükmüne nazaran uygulama önceliğine sahip olduğunun kabulü ile 5510 sayılı Kanunun 96. maddesinin uyuşmazlıklarda öncelikle uygulanması gerektiği kabul edilmiştir.

 

Ne var ki, sigortalının lehine olduğu değerlendirmesi ile 96. maddenin uygulama önceliğine sahip olduğu kabulü sonrasında, sebepsiz zenginleşenin iade borcunu düzenleyen 818 sayılı Borçlar Kanununun 63. maddesi hükmünün, diğer bir ifade ile somut olayın özelliğine göre değerlendirilebilecek halinde düzenlemesinin uygulamasına imkan kalmamıştır. Zira 5510 sayılı Kanunun 96. maddesi sadece sigortalının kasıt veya kusurlu davranışını değerlendirmekte, ancak her durumda sigortalıyı iade borcu altına sokmakta ve sigortalı iyiniyetli olsa dahi geriye doğru 5 yıllık yersiz ödemeyi (şartları oluştuğu takdirde faizi ile birlikte) iade ile yükümlü olmaktadır. Dolayısıyla 96. maddenin yürürlük tarihi sonrasında BK 63. maddenin uygulanmasına imkan bulunmadığı yönündeki değerlendirme sonuç itibariyle iyiniyetli sigortalının aleyhine sonuç doğurmaktadır.

 

Ayrıca, BK’nun 63. maddesinin 5510 sayılı Kanunun 96. maddesi karşısında uygulama yeri olmadığının kabulü, BK’nun 63. maddesinin sebepsiz zenginleşenin iade borcunun kapsamını, 5510 sayılı Kanunun 96. maddesinin ise Kurumun alacak hakkının kapsamını düzenlemesi, diğer bir ifade ile farklı hususları düzenlemesi ve farklı hususları düzenleyen iki kanun hükmü arasında genel kanun-özel kanun değerlendirilmesinin yapılmasına da imkan bulunmaması karşısında isabetsizdir.

 

Öte yandan, 5510 sayılı Kanunun 96. maddesi iadesi gereken miktar yönünden; düzenlemesine yer vermiştir.

 

Davada düzenlemesinin hukuki anlamının, mülga 506 sayılı Kanunun 121. maddesindeki düzenlemesinden farklı olması hususu da gözetildiğinde, iade talebini içeren davanın, genel hükümlere tabi bir hukuk davası nasıl çözümlenir ise o tarzda genel hükümlere göre halledilmesi anlamında olduğunu kabul etmek gerekir.

 

Ayrıca, somut olayda davanın yasal dayanağını teşkil eden 3201 sayılı Kanunun 6. maddesi hükmünün yargılama sırasında sigortalı lehine yapılan değişikliğin de bu davada değerlendirilmesi gerekir.

 

3201 sayılı Kanunun 6. maddesinin 5754 sayılı Kanun ile yapılan değişiklik öncesi ilk halinde:

 

 

B)- Bu Kanun hükümlerinden yararlanmak suretiyle aylık bağlananlardan, tekrar yurt dışında çalışmaya başlayanların çalışmaya başladıkları tarihi takip eden aybaşından itibaren aylıkları kesilir…>

 

Düzenlemesi yer almakta iken,

 

5754 sayılı Kanun ile yapılan değişiklik sonrasında 08.05.2008 tarihinde yürürlüğe giren madde metni:

 

şeklindedir.

 

Davacı tahsis talep tarihinde yürürlükte bulunan mevzuat uyarınca talep tarihinde Türkiye’de sigortalı olarak çalıştığından yaşlılık aylığına hak kazanması mümkün bulunmamaktadır.

 

Ne var ki, yargılama sırasında 3201 sayılı Kanunun 6. maddesinde 5997 sayılı Kanun ile değişiklik yapılmış ve düzenleme 19.06.2010 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

 

Buna göre:

 

Kanun hükümlerinden yararlanmak suretiyle aylık bağlananlardan tekrar yurt dışında yabancı ülke mevzuatına tabi çalışanlar, ikamete dayalı bir sosyal sigorta ya da sosyal yardım ödeneği alanların aylıkları, tekrar çalışmaya başladıkları veya ikamete dayalı bir ödenek almaya başladıkları tarihten itibaren kesilir. Türkiye’de sigortalı olarak çalışmaya başlayanlar hakkında 5510 sayılı Kanunun sosyal güvenlik destek primine tabi olarak çalışılmasına ilişkin hükümleri uygulanır…>.

 

Anılan değişikliğin gerekçesinde açıklaması yer almaktadır.

 

Maddede yapılan değişikliğin, gerekçesinde de açıkça belirtildiği üzere yaşlılık aylığı almakta olan sigortalıların SGDP’ne tabi olarak çalışmaya devam edebilmeleri amacıyla yapıldığı açıktır.

 

Sigortalının lehine getirilen ve somut uyuşmazlıkta yargılama sırasında yürürlüğe giren bu maddenin, Hukuk Genel Kurulunun 15.06.2011 gün ve 2011/21-362 E., 2011/409 K. sayılı kararında da benimsenen ilkeler uyarınca, yürürlük tarihi öncesine uygulanmayacağına ilişkin açık bir düzenleme bulunmaması ve özellikle sosyal güvenlik hukukunun kamusal niteliği gözetilmek suretiyle devam etmekte olan uyuşmazlığa uygulanması gerekir.

 

Yukarıda açıklanan nedenlerle yerel mahkeme kararının onanması gerektiği düşüncesindeyim.